Bugün sizlerle “Türk futbolunun ilk yıllarında hiçbir maç gazetelerde yer almadı” şeklinde göz göre göre yalan söyleyenlere ders verecek bir şey paylaşacağız. Fenerbahçe nasıl esir şehrin moral kaynağı olmuş, bunu göreceksiniz.
Fenerbahçe 2, İngiliz Muhtelit Takımı 1 Gol Yaptılar
Dün Taksim Stadyumu’nda heyecanlı ve mühim futbol maçları icra edilmiştir. Stadyum kesif bir temaşakar ile dolmuştu.
Günün mühim müsabakası Fenerbahçe ve İngiliz muhtelit takımı arasında olan idi. Müsabakaya Fenerliler sağlam takımlarıyla gelmişlerdi. Hasım taraf da kuvvetliydi. Hakem bir İngiliz intihap edilerek maça saat altıya doğru başlandı. İlk 15 dakika tamamen İngilizlerin hâkimiyetini gösteriyordu. Bu faikıyet İngilizlere bir sayı kazandırdı. Bundan sonra netice değişmeyerek parti nihayetlendi.
İkincinin başlangıcında Ömer Bey’in iyi bir pasından istifade eden merkez muhacim Zeki Bey vaktinden evvel kaleden çıkan İngiliz kalecisinin ayakları yanından mahirane bir şutla sayıyı yaptı.Bu sayıdan sonra Fenerliler hasmı fazla sıkıştırmaya başladılar ve oyunun nihayetine 10 dakika kala yine Zeki Bey tarafından ikinci sayıyı yaparak müsabakayı kendi galibiyetleri ile neticelendirdiller.
Müsabakada İngilizlerden kaleci, merkez muavin, merkez muhacim, sol açık güzel oynamışlardır. Fenerlilerden İsmet, Kadri, Zeki, Şekip Beyler galibiyete yegâne âmil olmuşlardır. Fenerbahçe’nin bu muvaffakiyeti şahane addedilmeye şayandır. Maçın hitamında günün en kıymetli oyuncusu Zeki Bey ahalinin omuzların üstünde taşınarak şiddetle alkışlarnmıştır. Gençlerimizi hararetle tebrik ederiz.
Aynı günde Fenerbahçe ikinci takımı 3 golle Galatasaray’ın ikinci takımına galip gelmiş ve üçüncü takımı da Darüşşafaka üçüncü takımına 2 sayı ile mağlup olmuştur.
30 Haziran 1923 tarihli Vatan gazetesinden…
Merak edenler inceleyebilsin diye, gazetelerin yüksek çözünürlüklü resimlerini de aşağıya ekledik.
Alican Küçükcan kalemini yine müthiş bir tarihî anekdota doğru sürüyor. Taksim Stadı’nda dev bir köpekbalığı, Küçük Franco ve Canavar Burhan. Keyifle okuyacaksınız.
Marmara’da balıkçılar saatler süren uğraştan sonra, dev bir köpekbalığı yakalamayı başardılar”
Gazetedeki haber böyle. İyi güzel de bu camgözü, artık ne isim vermişlerse şu yaratığa, bilmiyorum, İstanbul’da resmi futbol maçlarının yapıldığı iki stattan birinde sergilemek de neyin nesi, hem de 5 kuruşa.
Niye şaşırıyorum! İstanbul’da temâşâsı yüksek gösterilerin değişmez adresi bir dönem hep Taksim Stadı olmamış mıdır.Bilmez miyiz klasik müzik konserinden, itfaiyecilerin yangın söndürme provalarına, ağır siklet güreşlerden bisiklet pursüitlerine kadar envai etkinliğin burada yapıldığını. Neyse, soğuk bir 1929 İstanbulunda, fotoğrafçı ilginç bir kare yakalamış, ‘lafı’ fazla uzatmadan, onu deşeliyelim; buyrun:
Serginin küratörü resmin sağında dev balığa en yakın duran fötrlü olmalı. Sunumun eksiksiz olması için çalıştığını biliyor ve o edayla bakmış fotoğrafçıya. Sergi sorumlusu, köpekbalığının ağzının büyüklüğünü anlatmak, kendinden daha küçük bir deniz canlısını yutmadan evvelki o anın ürkütücü görüntüsünü vurgulamak istercesine camgözün çenesini yerden destekli bir kalasla iyice açmış. Dev balığın gövdesinin ön bölümünün kotu, kırık dökük bir ahşap sandalyeden omuz alan latayla yükseltilince ‘bana fazla yaklaşmayın, her an bir kaza çıkartabilirim’ ürpertisi yaratmış seyirciler arasında. Bakın izleyenlere, hepsi adeta mum gibi.
Koş Vatandaş Koş
Yerden otuz santim yüksekteki platformun üzeri ıslak. Camgöz kokmasın diye bize yakın duran yağ tenekesinden bozma kovalarla canavarı sık sık ıslatan kişi, seyircilerin önünde çömelen genç arkadaşın ta kendisi. Henüz plastik bidonlardan bîhaber olunduğu için, Rus malı, üzeri orak/çekiçli gaz tenekeleri kullanılırdı suyun lojistiğinde. Bu tanekelerin deve resimli olanları da vardı ki onların menşei de Arabistan olurdu. Bu genç boş boş çömeleceğine, yatıp kalkıp köpekbalığının yazın yakalanmadığına dua etsin. Sıcağın altında dev balığın gövdesini nemli tutmaya çalışmaktan, oturmaya vakit bulabilir miydi acaba!
Soldaki şapkalı da sergi alanının güvenlik görevlisi muhtemelen.
Bu eski kışla avlusu sportif müsabakanın her türlüsünü gördüğü gibi, işte böyle ilginç gösterilere de ev sahipliği yapardı. Binanın dış kapısındaki dev panoda, içerdeki gösterinin duyurusu ve ücreti dev puntolarla yazardı. Bütün bu atraksiyonlar 1922-1941 arasında oldu. Sonra Taksim Gezi Parkı yapılırken kışla parça parça yıkıldı. Yıkıcıların balyozları altında kalan kışla duvarlarından ve reklam panosundan geriye, 1929 tarihli işte bu ilginç slogan kaldı:
“Koş vatandaş koş, canavarı ayağınıza getirdik.”
Canavar Burhan
Bu gösterinin yapıldığı günlerde, bir bebek dünyaya gözlerini açtı. O minik yavru bu statta hiç top oynamadı. Bu devasa yaratığa da tarihin tozlu sayfalarında rastlamışsa ne âlâ! Ama hayata 1929 yılında merhaba diyen bu bebek, yıllar sonra hücum gücüyle büyüyecek ve rakiplerini futboluyla korkutan bir canavara dönüşecekti. Bu forvetin adı Burhan’dı, üzerine zimmetli lakabıyla söylersek “Canavar Burhan”
Burhan Sargın Fenerbahçe forması içinde 100 gol barajını parçalayan bir hücum silahıydı. Türkiye’nin ‘gidebildiği’ ilk Dünya Kupası’nın arefesindeki İspanya kapışmalarının altına, attığı iki golle fiyakalı bir imza konduran Sargın’a eşlik eden bir kişi daha vardı: Küçük Franco.
Türkiye, İspanya ile eşleşmiş, ilk maçı kaybetmiş, ikinci maçı kazanmıştı. O zamanlar, rakip sahada atılan golün avantajı yoktu. Üçüncü maç Roma’da oynandı ve 2-2 berabere bitti. Sonucu kura belirleyecekti. Seyirciler arasından bir çocuk şeref tribününe getirildi ve bir kupanın içine Türkiye ile İspanya yazan iki küçük kağıt, katlanarak kondu. Franco’nun sol eli Türkiye’yi çekti ve böylece ilk kez Dünya Kupası hakkını sarışın bir çocuğun tercihiyle kazanmış olduk. O gün on yaşında olan Franco, yıllar sonra verdiği bir röportajda 17 Mart 1954 gününü şöyle anlatıyordu:
“Evimiz stada yakındı. O gün de bir maç vardı. Biz maçlara hep beleş girerdik. Goller atıldı, maç bitti. Staddan çıkarken iki polis peşime düştü. “Gel buraya canavar” diye hem bağırıyor, hem de korkma diyorlardı. Maça beleş girdiğim için yakalandım sandım, beni bırakmaları için çok yalvardım. Sonra tribüne götürüp, gözümü bağladılar ve kupanın içindeki iki kağıt parçasından birini çekmemi istediler. Korkarak çektim “Turchia” dediler ve birden Türk futbolcuları beni havaya kaldırdılar. Hatta bir İspanyol futbolcu bana tükürdü. Sonra Türkler beni İsviçre’ye götürdüler. Şampiyona boyunca maskotları oldum…”
Franco bu röportajdan üç yıl sonra, 1989 yılında trafik kazasında hayata veda etti. Bunun haberini geçmek ise yine, Roma’dan bildiren Reha Erus’a düşüyordu.
Bir zamanların heyecan bahçesi Taksim Stadı artık yok, Canavarlar da çekip gittiler buralardan. Ne demişler,
Birinci fotoğraf, Cengiz Kahraman koleksiyonundan, 1925 senesinde çekilmiş bir çim hokeyi maçının resmi. Mekan Anadolu Hisarı olarak belirtilmiş.
İkinci fotoğraf (yine Cengiz Kahraman’dan) bu defa Fenerbahçe Stadı’nın o müthiş binasını da kadraja almış. Yılın 1933 olduğu söyleniyor..
Üçüncü ve dördüncü resimler ise bu defa Yapı Kredi Arşivi’nden… Fotoğrafları çeken ya Namık Görgüç ya da Selahattin Giz. Bunlar da 30 Kasım 1934 tarihinde oynanan ve 0-0 berabere sonuçlanan Fenerbahçe-Galatasaray maçında, Taksim Stadı’nın tribünleri.
Meraklıları muhteşem detaylarla baş başa bırakalım…
“İkisinin birbiriyle ne alakası var?” diyeceksiniz… Haklısınız… Fakat resimleri görünce, bu işlere biraz meraklıysanız, siz de büyüleneceksiniz. İstanbul’da futbol ve çim hokeyi, bir zamanlar birlikte oynanan iki popüler spordu. Her ne kadar buradaki resimler farklı zaman aralıklarına ait olsa da…
Birinci fotoğraf, Cengiz Kahraman koleksiyonundan, 1925 senesinde çekilmiş bir çim hokeyi maçının resmi. Mekan Anadolu Hisarı olarak belirtilmiş.
İkinci fotoğraf (yine Cengiz Kahraman’dan) bu defa Fenerbahçe Stadı‘nın o müthiş binasını da kadraja almış. Yılın 1933 olduğu söyleniyor..
Üçüncü ve dördüncü resimler ise bu defa Yapı Kredi Arşivi’nden… Fotoğrafları çeken ya Namık Görgüç ya da Selahattin Giz. Bunlar da 30 Kasım 1934 tarihinde oynanan ve 0-0 berabere sonuçlanan Fenerbahçe-Galatasaray maçında, Taksim Stadı’nın tribünleri.
Meraklıları muhteşem detaylarla baş başa bırakalım…
The photograph accompanied a sports article in Cumhuriyet. The spectators are watching the Galatasaray vs. Fenerbahçe football game in Taksim stadı on 30 November 1930. The article gives an attendance figure of close to five thousand. The game ended in a 0-0 draw.
Men playing field hockey on a lawn near Anadolu Hisarı. One team is wearing white jerseys, the other dark. All the players wear shorts and socks, some also caps. Four players are moving towards two men who are fighting for the ball. A fifth player is walking on the other side of the field. In the centre of the photograph, a member of the white team has a jersey with dark stripes, slightly different to those of his teammates. Spectators, almost exclusively male, are sitting and standing on a small slope at the edge of the pitch.
Field hockey was introduced to the Ottoman Empire by the British, who organized a first match in Kadıköy in 1910. During World War I, Fenerbahçe Kulübü was among the first clubs to popularize hockey within the Ottoman Empire and later in the Turkish Republic.
1920’li yılların “Resimli Ay” mecmuasında Çelebizade Sait Tevfik tarafından yapılan sporcu söyleşilerine devam ediyoruz. İşgal yıllarındaki Fenerbahçe’nin sembol oyuncularından “Ceylan” lakaplı Bedri Gürsoy ile yapılan söyleşiyi Barış Kenaroğlu çevirdi. Keyifli okumalar…
* * * * * *
Avrupa turnesinde yüzümüzü güldüren bu mahir oyuncumuz henüz yirmi yaşında bir gençtir. Türkiye’nin hem de yegane sol açığı olan Bedri Bey, spora nasıl intisab etmiş, nasıl muvaffak olmuştur.
Bu küçük sevimli oyuncumuzu bilmeyiz ki idman aleminde sevmeyen var mıdır? Küçük boyu, zarif vücudu, güzel yüzü ile daima etrafına ve bilhassa kulübü taraftarlarına kendini fazlaca alkışlattıran Bedri’nin hatıratını almak için kendisini sevgili kulübünde görmüştüm. Ona mazisini sorduğum zaman düşündü. Nasıl düşünmesin ki, küçük yaşında milli takımın hakiki oyuncusu olduğu halde daha spor tarihi pek yenidir. Bende çok iyi hatırlarım ki birkaç seneler evvel bu küçük oyuncuyu üçüncü takımlar arasında çapraz vuruşlarıyla sevmiş ve tebrik etmiştim. Aradan birkaç sene geçmeden bu oyuncu birbiri arkasına iki büyük mevkiye sahip olmuştur. Bunlardan birincisi Fenerbahçe birinci takımına girmesi, ikincisi de bir çok garazkârların arasında milli takıma dâhil olmasıdır. Henüz daha darülfünun sıralarında tahsil gören bu oyuncumuzun yaşı yirmiyi geçmediğine nazaran kendisinden Türk milli takımı için daha pek çok hizmetler beklenebilir.
İşte pek küçükken tanıdığım bu oyuncu kulübün soyunma odasında etrafına sıralanmış elbise dolaplarına dayanarak hatıratını bakınız nasıl anlattı:
Futbola olan çıldırasıya aşkım 1327 senesinden başlar. Şimdi yirmi yaşında olduğuma nazaran demek ki o zaman sekiz yaşında imişim. Şayet on iki sene evvelki Bedri’yi muhayyilemde canlandırarak ortaya çıkaracak olursam şu neticeyi bulurum: her dakika koşmak, oynamak, sıçramak, atlamak isteyen ele avuca sığmayan lastikten bir makine… İşte Bedri… O vakitler biz – şimdiki küçük bahtiyar futbolcular gibi – bir usul ve nizam dairesinde futbol oynamazdık. Biz o zamanlar futbol oynuyoruz diye beş on kişi toplanır ve bir yuvarlak paçavra parçasının arkasından güneş doğarken başlayarak, batarken bitirmek üzere mütemadiyen koşar, gözümüz ne yemek ne içmek görürdü.
İşte birkaç sene ben mini mini vücudu bu usul ile yaktım ve zehirledim. Bir gün mektebin taşlık bahçesinde bir duvar bir kale diğer duvar bir kale, bir tarafta on-on beş, diğer tarafta yirmi kişi, ortada bir taş parçası “futbol maçı” yapıyorduk. Oyuncular içinde ben en ufakları, lakin en fedaileri idim. Öyle ki taş parçasının arkasından ona buna çalım yapıp pire gibi sıçrayarak taşlığın üstünde, çocukların ensesinde parende atıyor ve karşı duvara arka arkaya gol atıyordum.
Bir gün ne oldu bilmiyorum başım hızla duvara çarptı. Gözümü açtığım zaman kendimi eczahanede buldum. Başım tehlikeli surette yarılmıştı, sarıyorlardı. Evde bir hafta kadar yattım. Başımdan geçen bu kazadan sonra artık evden futbol oynamama kat’iyen müsaade etmiyorlardı. O zaman İttihad Spor Kulübü’nün tam karşısındaki evi satın almıştık. Futbolun her Cuma ve Pazar önüme kıskandırıcı bir ziyafetini koyan bu güzel sahanın karşısında ben ciğer görmüş kedi gibi, bakar bakar yutkunurdum. Kendimi büyük maçları kıymetli oyuncuları görmekle teselli ediyor ve avutuyordum. O zamanlar bir Galip’i bir Hikmet’i bie Arif’i görünce kalbim çarpmaya başlardı. Sevincimden çıldırıyordum.
Birkaç ay kadar geçti. İyiden iyiye yine başladım. Lakin bu defa – çok maç seyrettiğimden olacak – az çok futbolun usul ve nizamını öğrenir gibi olmuştum. Arkadaşlarım çantalarını ve feslerini çıkarıp Kuşdili çayırına iki kale yapıp oyuncu almak için ayak yaptıkları zaman beni almak için çalışırlardı. Artık mektebde maharetim söyleniyordu: “Bedri Bey’in bir çalımı var ki, beş altı kişiyi yutturuyor, pire gibi kaçıyor”
1333 senesinde Kadıköy sultanisi dahilinde iki kulüp vardı: Hilal ve Küçük Ocak. Ben Hilal’in kalecisi idim. Mektep, futboldaki kabiliyetimi inkişaf ettirdi. 1334 senesinde Alaaddin Bey oyunumu beğenmiş ve beni Fenerbahçe’ye yazdırmıştı. Artık hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. Bir zaman geldi ki Fenerbahçe üçüncü takımında oynamaya başladım. Mektepte de maçlar yapardık. Galatasaray, İstanbul Sultanisi, Aşiyan Mektepleri ile yaptığımız maçlar ekserisinde galip gelirdik. Bu galibiyetlerde büyük hisselerim olurdu.
1335 senesinde Fenerbahçe ikinci timinde sağ iç olarak oynamaya başladım. Çok güzel oynuyordum, çabuk terakki ediyordum. Bilhassa futbolda hiç kimsenin vuramadığı bir vuruş icat etmiştim. Şayan-ı hayret bir çeviklik ile bu vuruşu yaptığım zaman çok takdir olunurdum.
Bir gün Galatasaray ikinci takımı ile Fenerbahçe ikinci takımı maç yapıyorduk. Ben sağ iç, Zeki Bey’in kardeşi Arif orta muhacim idi. Oyun başladıktan pek az zaman sonra Galatasaray’dan Arif bize bir gol yaptı. Top ortaya geldi. Arif bana bir pas verdi. Ben topu santra çizgisinden biraz açtım ve bir iki kişiye çalım yaptıktan sonra kaleye kırk yarddan bir şut çektim. Top havalandı, döndü dolaştı, rüzgarla beraber kalenin zaviyesinden içeri girdi.
1336 senesinde ilk defa olarak Beylerbeyi’ne karşı birinci timde – takımın diğer azaları natamam olduğundan – sol açık mevkiinde oynadım. O gün güzel oynadım. Ve bir gol attım. Sonra Vefa’ya Selimiye’ye karşı oynadım ve hepsinde muvaffak oldum.
1337’de Altınordu – Fenerbahçe maçında sağ açıkta cidden güzel bir oyun oynadım. O gün Cafer’i çalımla geçip Nedim’e bir gol atınca kendimi dünyanın definesine gark etmişler sandım. Bu oyundan sonra hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. En büyük kusurum futbolun ilk heveskar mübtedileri gibi, çok fazla çalım yapmak ve gol heveslisi olmaklığım idi. Daha sonra İngilizlerle olan maçlarımız gelir… İngilizlerle hemen her hafta Taksim’de ve İttihad Spor kulübünde gayet müntezim ve heyecanlı maçlar yapardık. Ben sol açık veya sol iç oynuyordum.
Bir gün futboldaki maharetine prestij ettiğim biri bana dedi ki: “görüyorsun ki İstanbul’da şimdi iki halde iyi bir sol açık var.. işte senin için rakipsiz olarak serbestçe yürüyebilip muvaffak olacağın yegane saha… çalış memleketin en iyi sol açığı olacaksın..”
Filhakika pek çok çalıştım. Sol ayağımla hiç vuramazken az zaman sonra sol vuruşlarımda, ortalayışlarımda mühim farklar görmeye başladım.
İngilizlerle yaptığımız maçlardan ben çok istifade ettim. Çalımsız seyir geliştirdim. Şahsi oyundan vazgeçtim. Oyunumda seri ve bariz bir terakki mevcuttu. Bilhassa süratim ve çevikliğim hasmın önünden sıyrılıp uzun ….kalmaya sevk olup ortaya içlere isabetli pas verişlerim başlıca meziyetimi teşkil ediyordu. İngilizlerle olan maçların ekserisinde çok muvaffak olurdum. Bir gün geldi ki artık İstanbul muhtelit takımında yer tutmaya başladım.
Artık İngilizler gitmişti. Lakin hariçten takım getiriliyordu. (Slavya – İstanbul Muhtelit Takımı) maçında futbol hayatımın parlak bir yıldızı saydığım fevkalade bir oyun oynadım. O gün karşımda enternasyonal bir muavin olan – bu defa olimpiyatta bize karşı oynatılmayıp daha kuvvetli bir hasma saklanılan – meşhur oyuncu tamamiyle acz göstermiş ve futbolun bütün hilelerine müracaat etmişti. Arkamdan tekme vuruyor, çelme takıyor, eteğimi çekiyordu. Lakin bütün bunlara rağmen ben bir lastik top gibi sıçrıyor, yıldırım gibi onun kalesine akıyordum. O günkü gollerin ikisinde de büyük bir hissem vardı.
Slavya’yı, Romanya Milli Takımı takip etti. O gün fevkalade bir surette hazırlandığım maçı maatteessüf feci bir surette sakatlanarak başlangıcında terk etmeye mecbur kaldım. Hastanede iki aya yakın yattım. Futbolun apansız geliveren bu menfus hediyesi beni bu uğurdaki aşkımla hayatıma veda ettirecek diye çok korktum. Lakin çok şükür iyileştim ve maşukuma yine kavuştum. Sakatlandıktan sonra yaptığım maçlarda bacağımda ufak bir arıza kaldığından tabii olarak muvaffak olamadım. Lakin birkaç ay sonra eski oyunumu yeniden iktisab ettim.
Türklerin de 1924 olimpiyatlarına iştirak etmeleri tekerrür etmiş ve bir Türk futbol grubu ihzar edip milli takımı meydana çıkarması için bir antrenöre ihtiyaç hissedilmişti. Çok geçmeden günün birinde Mister Hunter namında bir İngiliz futbol antrenörü Eskişehir’de seçme müsabakalarında hazır bulundu. Hunter’ın ilk nazarında takdirini celb edip beğendiği oyuncular meyanında ben de vardım.
Bir zaman geldi ki Paris olimpiyatlarına iştirak etmek üzere yola çıkan Türk futbolcuları meyanında ben de bulunuyordum. Paris’te Çekoslavaklara karşı çıkan Türk timinde sol açık olarak oynadım. O gün diğer ekser arkadaşlarım gibi beklenilen oyunumu oynayamadım. O gün zaten bir iki kişi müstesna kimse muvaffak olamadı. Bunun en büyük sebebi ise aylar geçtiği halde büyük ve heyecanlı bir maçtan uzak ve yabancı kalmamızdı. Yoksa o gün karşımıza ihtiyat oyuncusu ile çıkan Çek takımı mağlup etmemiz pek de uzak bir hayal değildi.
Futbol Avrupa turnesine çıkarak İsveçlilere karşı, “Reval”de Estonya milli takımına karşı, “Krakow”da “Lodic” “Prezemişil” de Lehlilere karşı olan oyunlarda muvaffak oldum. Bilhassa Estonya milli takımına karşı oynarken tam zamanında üç kişiyi atlayarak yapmış olduğum golün galibiyet üzerine iyi bir tesiri oldu. İşte şimdi Avrupa’dan pek çok istifade ederek avdet ettim. Kulübümde idmanlarıma muntazaman devam ediyorum. 1328’den 1340’a kadar olan hatıratımın muhayyilemde canlanan bazı aksamı bundan ibaret.
Şimdi hal-i hazırda yirmi yaşındayım. Fenerbahçe kulübünün ve milli takımın sol açığı bulunuyorum. Türkiye’nin en iyi sol açığı olduğuma kaniyim. Bu kanaatim azmimin kolları arasında daima yaşayacaktır. Daha yaşım küçük olduğundan futboldaki bu muvaffakiyetimi bir mani zuhur etmediği takdirde muhafaza ve terakki ettirebilirim. Bunun için çalışacağım daima çalışacağım. Futbolu zeka, cesaret, azim, sebat, nezaket, münakaat gibi evsaf ve mezayatı kolları arasına alan bu güzel oyunu daha pek çok ilerleteceğim. En iyi oyunum iki sene sonra olacaktır.”
1920’li yılların “Resimli Ay” mecmuasında Çelebizade Sait Tevfik tarafından yapılan sporcu söyleşilerine devam ediyoruz. İşgal yıllarındaki Fenerbahçe’nin sembol oyuncularından “Ceylan” lakaplı sol açık Bedri Gürsoy ile yapılan söyleşiyi Barış Kenaroğlu çevirdi. Keyifli okumalar..
Avrupa turnesinde yüzümüzü güldüren bu mahir oyuncumuz henüz yirmi yaşında bir gençtir. Türkiye’nin hem de yegane sol açığı olan Bedri Bey, spora nasıl intisab etmiş, nasıl muvaffak olmuştur.
Bu küçük sevimli oyuncumuzu bilmeyiz ki idman aleminde sevmeyen var mıdır? Küçük boyu, zarif vücudu, güzel yüzü ile daima etrafına ve bilhassa kulübü taraftarlarına kendini fazlaca alkışlattıran Bedri’nin hatıratını almak için kendisini sevgili kulübünde görmüştüm. Ona mazisini sorduğum zaman düşündü. Nasıl düşünmesin ki, küçük yaşında milli takımın hakiki oyuncusu olduğu halde daha spor tarihi pek yenidir. Bende çok iyi hatırlarım ki birkaç seneler evvel bu küçük oyuncuyu üçüncü takımlar arasında çapraz vuruşlarıyla sevmiş ve tebrik etmiştim. Aradan birkaç sene geçmeden bu oyuncu birbiri arkasına iki büyük mevkiye sahip olmuştur. Bunlardan birincisi Fenerbahçe birinci takımına girmesi, ikincisi de bir çok garazkârların arasında milli takıma dâhil olmasıdır. Henüz daha darülfünun sıralarında tahsil gören bu oyuncumuzun yaşı yirmiyi geçmediğine nazaran kendisinden Türk milli takımı için daha pek çok hizmetler beklenebilir.
İşte pek küçükken tanıdığım bu oyuncu kulübün soyunma odasında etrafına sıralanmış elbise dolaplarına dayanarak hatıratını bakınız nasıl anlattı:
Çocukluk Yılları
Futbola olan çıldırasıya aşkım 1327 senesinden başlar. Şimdi yirmi yaşında olduğuma nazaran demek ki o zaman sekiz yaşında imişim. Şayet on iki sene evvelki Bedri’yi muhayyilemde canlandırarak ortaya çıkaracak olursam şu neticeyi bulurum: her dakika koşmak, oynamak, sıçramak, atlamak isteyen ele avuca sığmayan lastikten bir makine… İşte Bedri… O vakitler biz – şimdiki küçük bahtiyar futbolcular gibi – bir usul ve nizam dairesinde futbol oynamazdık. Biz o zamanlar futbol oynuyoruz diye beş on kişi toplanır ve bir yuvarlak paçavra parçasının arkasından güneş doğarken başlayarak, batarken bitirmek üzere mütemadiyen koşar, gözümüz ne yemek ne içmek görürdü.
İşte birkaç sene ben mini mini vücudu bu usul ile yaktım ve zehirledim. Bir gün mektebin taşlık bahçesinde bir duvar bir kale diğer duvar bir kale, bir tarafta on-on beş, diğer tarafta yirmi kişi, ortada bir taş parçası “futbol maçı” yapıyorduk. Oyuncular içinde ben en ufakları, lakin en fedaileri idim. Öyle ki taş parçasının arkasından ona buna çalım yapıp pire gibi sıçrayarak taşlığın üstünde, çocukların ensesinde parende atıyor ve karşı duvara arka arkaya gol atıyordum.
Bir gün ne oldu bilmiyorum başım hızla duvara çarptı. Gözümü açtığım zaman kendimi eczahanede buldum. Başım tehlikeli surette yarılmıştı, sarıyorlardı. Evde bir hafta kadar yattım. Başımdan geçen bu kazadan sonra artık evden futbol oynamama kat’iyen müsaade etmiyorlardı. O zaman İttihad Spor Kulübü’nün tam karşısındaki evi satın almıştık. Futbolun her Cuma ve Pazar önüme kıskandırıcı bir ziyafetini koyan bu güzel sahanın karşısında ben ciğer görmüş kedi gibi, bakar bakar yutkunurdum. Kendimi büyük maçları kıymetli oyuncuları görmekle teselli ediyor ve avutuyordum. O zamanlar bir Galip’i bir Hikmet’i bie Arif’i görünce kalbim çarpmaya başlardı. Sevincimden çıldırıyordum.
Sol Açık Bedri
Birkaç ay kadar geçti. İyiden iyiye yine başladım. Lakin bu defa – çok maç seyrettiğimden olacak – az çok futbolun usul ve nizamını öğrenir gibi olmuştum. Arkadaşlarım çantalarını ve feslerini çıkarıp Kuşdili çayırına iki kale yapıp oyuncu almak için ayak yaptıkları zaman beni almak için çalışırlardı. Artık mektebde maharetim söyleniyordu: “Bedri Bey’in bir çalımı var ki, beş altı kişiyi yutturuyor, pire gibi kaçıyor”
1333 senesinde Kadıköy sultanisi dahilinde iki kulüp vardı: Hilal ve Küçük Ocak. Ben Hilal’in kalecisi idim. Mektep, futboldaki kabiliyetimi inkişaf ettirdi. 1334 senesinde Alaaddin Bey oyunumu beğenmiş ve beni Fenerbahçe’ye yazdırmıştı. Artık hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. Bir zaman geldi ki Fenerbahçe üçüncü takımında oynamaya başladım. Mektepte de maçlar yapardık. Galatasaray, İstanbul Sultanisi, Aşiyan Mektepleri ile yaptığımız maçlar ekserisinde galip gelirdik. Bu galibiyetlerde büyük hisselerim olurdu.
1335 senesinde Fenerbahçe ikinci timinde sağ iç olarak oynamaya başladım. Çok güzel oynuyordum, çabuk terakki ediyordum. Bilhassa futbolda hiç kimsenin vuramadığı bir vuruş icat etmiştim. Şayan-ı hayret bir çeviklik ile bu vuruşu yaptığım zaman çok takdir olunurdum.
Bir gün Galatasaray ikinci takımı ile Fenerbahçe ikinci takımı maç yapıyorduk. Ben sağ iç, Zeki Bey’in kardeşi Arif orta muhacim idi. Oyun başladıktan pek az zaman sonra Galatasaray’dan Arif bize bir gol yaptı. Top ortaya geldi. Arif bana bir pas verdi. Ben topu santra çizgisinden biraz açtım ve bir iki kişiye çalım yaptıktan sonra kaleye kırk yarddan bir şut çektim. Top havalandı, döndü dolaştı, rüzgarla beraber kalenin zaviyesinden içeri girdi.
İlk Takımdayım
1336 senesinde ilk defa olarak Beylerbeyi’ne karşı birinci timde – takımın diğer azaları natamam olduğundan – sol açık mevkiinde oynadım. O gün güzel oynadım. Ve bir gol attım. Sonra Vefa’ya Selimiye’ye karşı oynadım ve hepsinde muvaffak oldum.
1337’de Altınordu – Fenerbahçe maçında sağ açıkta cidden güzel bir oyun oynadım. O gün Cafer’i çalımla geçip Nedim’e bir gol atınca kendimi dünyanın definesine gark etmişler sandım. Bu oyundan sonra hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. En büyük kusurum futbolun ilk heveskar mübtedileri gibi, çok fazla çalım yapmak ve gol heveslisi olmaklığım idi. Daha sonra İngilizlerle olan maçlarımız gelir… İngilizlerle hemen her hafta Taksim’de ve İttihad Spor kulübünde gayet müntezim ve heyecanlı maçlar yapardık. Ben sol açık veya sol iç oynuyordum.
Bir gün futboldaki maharetine prestij ettiğim biri bana dedi ki: “görüyorsun ki İstanbul’da şimdi iki halde iyi bir sol açık var.. işte senin için rakipsiz olarak serbestçe yürüyebilip muvaffak olacağın yegane saha… çalış memleketin en iyi sol açığı olacaksın..”
Filhakika pek çok çalıştım. Sol ayağımla hiç vuramazken az zaman sonra sol vuruşlarımda, ortalayışlarımda mühim farklar görmeye başladım.
İngilizlerle yaptığımız maçlardan ben çok istifade ettim. Çalımsız seyir geliştirdim. Şahsi oyundan vazgeçtim. Oyunumda seri ve bariz bir terakki mevcuttu. Bilhassa süratim ve çevikliğim hasmın önünden sıyrılıp uzun ….kalmaya sevk olup ortaya içlere isabetli pas verişlerim başlıca meziyetimi teşkil ediyordu. İngilizlerle olan maçların ekserisinde çok muvaffak olurdum. Bir gün geldi ki artık İstanbul muhtelit takımında yer tutmaya başladım.
Dış Temaslar Başlıyor
Artık İngilizler gitmişti. Lakin hariçten takım getiriliyordu. (Slavya – İstanbul Muhtelit Takımı) maçında futbol hayatımın parlak bir yıldızı saydığım fevkalade bir oyun oynadım. O gün karşımda enternasyonal bir muavin olan – bu defa olimpiyatta bize karşı oynatılmayıp daha kuvvetli bir hasma saklanılan – meşhur oyuncu tamamiyle acz göstermiş ve futbolun bütün hilelerine müracaat etmişti. Arkamdan tekme vuruyor, çelme takıyor, eteğimi çekiyordu. Lakin bütün bunlara rağmen ben bir lastik top gibi sıçrıyor, yıldırım gibi onun kalesine akıyordum. O günkü gollerin ikisinde de büyük bir hissem vardı.
Slavya’yı, Romanya Milli Takımı takip etti. O gün fevkalade bir surette hazırlandığım maçı maatteessüf feci bir surette sakatlanarak başlangıcında terk etmeye mecbur kaldım. Hastanede iki aya yakın yattım. Futbolun apansız geliveren bu menfus hediyesi beni bu uğurdaki aşkımla hayatıma veda ettirecek diye çok korktum. Lakin çok şükür iyileştim ve maşukuma yine kavuştum. Sakatlandıktan sonra yaptığım maçlarda bacağımda ufak bir arıza kaldığından tabii olarak muvaffak olamadım. Lakin birkaç ay sonra eski oyunumu yeniden iktisab ettim.
Türklerin de 1924 olimpiyatlarına iştirak etmeleri tekerrür etmiş ve bir Türk futbol grubu ihzar edip milli takımı meydana çıkarması için bir antrenöre ihtiyaç hissedilmişti. Çok geçmeden günün birinde Mister Hunter namında bir İngiliz futbol antrenörü Eskişehir’de seçme müsabakalarında hazır bulundu. Hunter’ın ilk nazarında takdirini celb edip beğendiği oyuncular meyanında ben de vardım.
Paris Olimpiyatları
Bir zaman geldi ki Paris olimpiyatlarına iştirak etmek üzere yola çıkan Türk futbolcuları meyanında ben de bulunuyordum. Paris’te Çekoslavaklara karşı çıkan Türk timinde sol açık olarak oynadım. O gün diğer ekser arkadaşlarım gibi beklenilen oyunumu oynayamadım. O gün zaten bir iki kişi müstesna kimse muvaffak olamadı. Bunun en büyük sebebi ise aylar geçtiği halde büyük ve heyecanlı bir maçtan uzak ve yabancı kalmamızdı. Yoksa o gün karşımıza ihtiyat oyuncusu ile çıkan Çek takımı mağlup etmemiz pek de uzak bir hayal değildi.
Futbol Avrupa turnesine çıkarak İsveçlilere karşı, “Reval”de Estonya milli takımına karşı, “Krakow”da “Lodic” “Prezemişil” de Lehlilere karşı olan oyunlarda muvaffak oldum. Bilhassa Estonya milli takımına karşı oynarken tam zamanında üç kişiyi atlayarak yapmış olduğum golün galibiyet üzerine iyi bir tesiri oldu. İşte şimdi Avrupa’dan pek çok istifade ederek avdet ettim. Kulübümde idmanlarıma muntazaman devam ediyorum. 1328’den 1340’a kadar olan hatıratımın muhayyilemde canlanan bazı aksamı bundan ibaret.
Şimdi hal-i hazırda yirmi yaşındayım. Fenerbahçe kulübünün ve milli takımın sol açığı bulunuyorum. Türkiye’nin en iyi sol açığı olduğuma kaniyim. Bu kanaatim azmimin kolları arasında daima yaşayacaktır. Daha yaşım küçük olduğundan futboldaki bu muvaffakiyetimi bir mani zuhur etmediği takdirde muhafaza ve terakki ettirebilirim. Bunun için çalışacağım daima çalışacağım. Futbolu zeka, cesaret, azim, sebat, nezaket, münakaat gibi evsaf ve mezayatı kolları arasına alan bu güzel oyunu daha pek çok ilerleteceğim. En iyi oyunum iki sene sonra olacaktır.”
Tuncay Yavuz, çok güzel bir işe imza attı ve 1931 yılında oynanan Fenerbahçe-Olympiakos maç yazısını Milliyet gazetesinde yazan Ali Naci Karacan’ın satırlarından buraya aktardı. Bu maça dair önemli bir olayı da “Özel Dosyalar” sayfamızda Barış Kenaroğlu‘nun araştırmacı kaleminden göreceksiniz. Keyifli okumalar…
(Fenerbahçe kulübü müessislerinden ve bu büyük gençlik müessesemizi senelerce idare eden Ali Naci Beyden, Olympiacos ile Fenerbahçe takımları arasında icra edilecek maçın tafsilatını “Milliyet”e yazması için rica ettik. Aziz arkadaşımızın bütün maçı bir sinema filmi gibi tasvir eden güzel yazısını memnuniyetle dercediyoruz.)
İnsan Akını
Saat on ikiden itibaren şehrin büyük caddelerinden Taksim’e doğru sel gibi bir insan akını başladı. Saat birde stadyum etrafındaki vaziyet, Talimhane meydanındaki meşhur Ben-A-mar sirkine ait mutat kalabalığı, geniş bir mürekkep lekesi yanında küçük bir nokta haline indirecek derece kesif bir halk vardı. Daha maça üç saat kala stadyumun önü, arkası, yan kapılarının bulunduğu uzun sokaklar, girilemez, geçilemez derecede dolup taşmaya başladı.
Biletlerini alanlar iki resmi kapıdan, bilet almaya imkan bulamayanlar da eski Taksim kışlasının büyük maç günleri her biri gizli birer kapı rolünü oynayan sayısız, viran pencerelerinden içeri girmeye çalışıyorlardı. Bu mahşerin arasından nasıl geçtiğimi, metalden nasıl içeri girdiğimi ve nihayet nasıl yukarı balkona çıktığımı hatıra getirdikçe bir tarafımın nasıl olup da sakatlanmamış olmasına karşı hayretten hayrete düşmekteyim. Birbirine kenetlenmiş yüzlerce insandan mürekkep bir seyirci dalgasının arasında bir çöp parçası gibi tamamen iradesiz bir halde, evvela öne atılıyor, sonra bir polis ve jandarma reddine çarparak geri geliyor, daha sonra tekrar ileri geri gidiyor, nihayet kalabalığın müşterek hamlesi ile ileri atılıyorduk. Kadıköyünden stadyuma kırk beş dakikada gelmiştim. Büyük kapıdan balkona kadar, münakaşalar, gürültüler, itişmeler, kakışmalar, sıkışmalar ve mütemadi geri tepilmeler arasında tam bir saatte vardık.
Balkona çıkıp etrafa bakınca müthiş kesafet karşısında “bu ne hal!” demekten kendimi alamadım.
Kan Ter İçinde Tıklım Tıklım Bir Stadyum
Saat tam dörtte stadyum içinde barınabilecek ne bir yer, ne bir pencere içi, ne bir ağaç dalı kalmamıştı. Muhakkak ki en kalabalık Galatasaray-Fener maçının üç misli halk vardı. Stadyumda yapılan en kalabalık ecnebi maçı bundan dört sene evvel Slavya-Galatasaray maçı idi. O gün kalabalık rekoru diye 12 bin kişi tespit olunmuştu. O izdiham ile dünkü kalabalığı mukayese edince Fener-Olympiacos maçında dün herhalde 15.000’den fazla seyirci vardı. Bazı zavallı seyirciler yer bulamayınca tribünlerin payandaları üzerine yerleşmişler ve oralarda, rafa konmuş saksı nevinden, yahut komik Şarlo’nun son filminde abideye takılması gibi garip oturuş vaziyetleri icat etmişlerdi. Hava o kadar sıcaktı ki seyircilerin yarıdan fazlası yeleklerini çıkarmışlar ve ellerindeki gazetelerden imal ettikleri yelpazelerine, güneşliklerine rağmen zırıl zırıl terlemeye başlamışlardı.
Stadyum adam almayınca ve sığınabilecek hiçbir yer kalmayınca herkes birbirini dışarıda değil, içeride tazyike başladı. Duhuliye tarafı ile tribünleri ayıran taş duvar sallanmaya, balkonun altından piste çıkan orta kapı kabına sığmayan seyircilerin tazyiki ile çatır çatır çatırdamaya başladı. Nihayet sağ taraftan fasıla duvarı taş ve tuğla olmasına rağmen paldır küldür yıkıldı ve o taraftaki seyirciler bir kısmı – hikmette ki muvazene-i meyah kaidesine tevfikan!- tribün tarafına taştılar. Birkaç kere polis bu mahreci tıkamaya çalıştı amma mümkün olmadı. O taraftaki halka biraz fazla şiddetli bile davranınca genç talebe kümeleri durup durup bu tarafa aktılar ve nihayet duhuliye ile tribün arasındaki sınıf farkını fiilen ortadan kaldırdılar.
Esasen nihayet yirmi sekiz bin kişi için yapılmış bir yere 15.000 kişiyi soktuktan sonra tribün, duhuliye saha kenarı diye mevkiler ayırmak -hasılat noktasından müessir olsa bile- intizam noktasından faideli olmazdı. Nasıl ki piste çıkan orta kapıdaki intizamsızlık, tam 24 polisin 3 metre genişliğinde bir kapıyı muhafaza için saatlerce uğraşması şeklinde dehşetli bir manzara halini aldı. Biletlerini alanlar kapının bu tarafından ellerini uzatarak ‘bırakın! Allah aşkına bırakın!’ diye bağırıyorlar, polisler ise kapının öbür tarafından: ‘Olamaz!’ diye haykırıyorlardı.
Deplasman Seyircileri
Hele bu esnada Olympiakos ile gelen ve piste çıkmak isteyen Yunanlı seyirciler de epey müşkilata uğradılar. Oynayacakları maçın ehemmiyet ve azametini kalabalık arasındaki itişme ve kakışmalarla daha iyi anladılar. Hakikaten manzara ana baba gününden pek farklı değildi. Kimi: ‘Yahu biletim elimde kaldı, paramla içeri giremiyorum!’ diyor, misafirlerden biri de kapıyı tutmuş kendi arkadaşlarını içeri almak için boyuna: – Ela viresi – Siga vire pedyamu! – Diki maz! Diki maz! diye bağırıyor ve kalabalığın içinden denizde boğulan insanların feryadı kabilinden: – Pinkene! Pinkene! – Ekselihistiha! apistena pedamu! – Sasparakolo! Piso! diye tazalumlar işitiliyordu.
Bu esnada sıcaktan zarıl zarıl terleyen ahali de -alay ihtiyacıyla- en küçük şeylerle eğleniyor, mesela bir sinek uçsa, kahkahadan kırılıyordu. Nasıl ki bir çocuğun boş sahanın ortasına attığı sarı bir oyuncakçı balonu ile – balon havada zıplayıp oynadıkça – halk da gülüp eğlenir. İşte Olympiacos maçı dün garson, berber ve daha binlerce Rum’un da dolup taştığı böyle mahşeri bir kalabalık, cehennemi bir sıcak ve halkın kesif kalabalıkla sıcağın biraz daha gerginleştirdiği derin bir heyecan halet-i ruhiyesi içinde icra edildi.
Takımlar Sahaya Çıkıyor
Saat beşte evvela Olympiacos takımı sahaya çıktı. Yazıldığı gibi arkalarında kırmızı-beyaz formalar vardı. Kapıdan girip kalabalığı görünce içlerinden biri iki elini yanaklarına götürüp: – Urre pedyamu! Ti kalabalikine! diye hayretini saklayamadı.
Yunan takımı sahaya çıktıktan sonra parmaklıkların ve tribünlerin önlerine gidip halkı selamladılar ve çok alkışlandılar. Hemen arkalarından Fenerliler ortaya çıktılar ve “Yaşa, var ol, galibiyet isteriz’” seslerine karışan devamlı bir alkış tufanına tutuldular. Güneşin ışığı içinde sarı-lacivert formaları daha güzel parlıyordu. Onlar çelimli, cüsseli, çalak ve seri görünüyorlardı. Fenerlilerin yüzlerinde ise, kendilerini çeviren kalabalığın azametini görünce o derece azametli ve net çetin ve ehemmiyetli bir imtihana çıktıklarını daha iyi anlamış görünüyorlardı. Heyecandan renkleri solmuştu: Fakat hepsi de Yunan sporu gençlerinin en yüksek tezahürü karşısında ve aynı zamanda efendiliğinin tahmil ettiği ağır vazifeye layık olmak emeline er meydanına, ürkeklerin değil erkeklerin meydanına çıktıklarına bariz imanı gözlerinden taşıyor gibiydi. Bütün maç baştan sona kadar Türk’e yakışan misafirperverlik havası içinde, Fener’e yakışan centilmenlikle ve Türk gencinin galebe azmine herkesi hayran bırakan bir hava içinde cereyan etti ve her iki takım birbirleriyle karşılaşmaya hakikaten layık sporculardan mürekkep olduklarını bihakkin gösterdi.
Nutuk ve bayrak teatisi gibi merasimden sonra para atıldı ve takımlar vaziyetlerini alınca Fener takımının: Natık Hüsnü-Ziya Cevat-Sadi-Reşat Niyazi-Alaeddin-Zeki-Muzaffer-Fikret şeklinde olduğu anlaşıldı. Fenerbahçe’nin mevcut anasırına ve bugünkü vaziyetine nazaran çıkarabileceği en kuvvetli takım da ancak bu olabilirdi. Buna mukabil Yunanılar da bizzat kendi taraflarının en kuvvetli şekilleri olarak tertip ettikleri kadro ile ortaya çıktılar. Bu kadro şu idi: Gramatupulos Curentes-Sofros Lokos-Pupolos-Koneros Terezokis-Tostos-Yorgos-Bailis-Seonudos
İlk Devre Nasıl Oldu?
Bir talihsizlik eseri olarak Fener rüzgarı kaybetmiş ve daha büyük bir talihsizlik eseri olarak da aksi rüzgar bu sıcak havada, birkaç dakikadan beri esmeye başlamış bulunuyordu. Yunanlıların aynı zamanda 4 numaralı küçük bir topla oynamak noktasında ısrar ettikleri de görülüyordu. Nihayet hafif münakaşa bizim dostane kabulümüzle neticelenerek düdük çaldı ve insanın asabını mahvı muzmahil eden heyecanlı maç cereyana başladı.
Yunanlılar daha ilk hamlede hiç yadırgamamış, hatta karşılarındaki takım kadar bu sahaya sanki alışıkmış gibi oynamaya başladılar. Topa gayet muntazam vuruyorlar, aralarında gayet iyi anlaşıyorlar ve derhal buraya gelen ecnebi ekiplerin en iyilerinden biri oldukları intibaını uyandırmakta gecikmiyorlardı. Oyuna başladıktan sonra, daha beş dakika olmadan iki müessir akın yaptılar ve denebilir ki bizim takımın asabına hakim oldular. Yerini değiştiren takımların daima başına geldiği gibi yadırgamıyorlar, hatta adeta galiba dostluğa mugayir bir şey yapmış olmayayım endişesiyle nefesini tutarak, ses çıkarmaktan korkarak kendilerini seyreden halkımız arasında, kendi halkları arasında oynar gibi rahat oynuyorlardı. Bütün oyunlarına bir şuurun hakim olduğu aşikardı. Birbirleriyle mükemmel paslaşıyorlardı. Topu muntazam sürüşler ve güzel aldatışlarla kendi muhacimlerine verdikten sonra o hatta da sol açıkları, sağ içleri, merkez muhacimleri gibi çok düzgün ve sıkı şut çeken oyuncular ile yenilmesi güç bir rakip hissini uyandırıyorlardı.
Maçın ilk on beş dakikası onların bu hakimiyetine mukabil bizim çocukların heyecanının fazlalığından bir çok falsolu hareketleri ile geçti. Mütemadi ıskalarız ve en mahir oyuncularımızın bile topa düzgün vuramayışı seyirciyi ne kadar endişeye düşürse yeriydi. Bereket versin ki onların bütün akınları dün hakikaten çok güzel oynayan, canla başla çalışan, birkaç muhakkak golü kurtaran Fener müdafileri Ziya ve Hüsnü’nün, Fener merkez muhacimi Sadi’nin, Fener sol müdafii Reşad’ın gayretleriyle tamamen akim kaldı. 15 dakika bu suretle bocaladıktan sonra Fener takımı müessir akmaya başladı.
Yunan Kalecinin Hüneri
Muhaccim hattında bilhassa Alaeddin ve Fikret’in bugün ve hiçbir fırsatı kaçırmamak için azami bir dikkat gösteren Niyazi’nin atılgan ve candan oyunları ile bir iki gol yapmak fırsatı çıktı ise de Yunan kalecisinin çok güzel oyunu sayı yapılmasına imkan bırakmadı. Ancak rüzgarın altında olmadığına ve karşı tarafa nazaran bizim binnisbe falsolu oynamaklığımıza rağmen oyunun beraberlik şeklinde cereyanı ikinci devre için ümit verici bir vaziyet idi. Birinci devre bu şekilde, mütekabil akınlar korveler, neticesiz şutlar, birçok tasalar ve sayısız çalımlar içinde durgun, hadisesiz geçti.
İkinci Yarı
İkinci devrede kaleler değişti. Fakat bu sefer de, demin talihsizlik eseri olarak çıkan rüzgar kesildi. Onlar müessir bir akın yaptılar, kalenin önüne geldiler ve orada, sol içleri üç dört metreden çok mükemmel bir gol fırlattı, topu auta atmak sureti ile – Bereket versin! – heder etti. 15.000 kişinin: – Ooooohhh! diye nasıl derin bir nefes aldığı görülecek şeydi. Halk, lisanıhal ile, Yunan sol içine, adeta: – Hay allah senden razı olsun! demek ister gibi garip bir ifade idi.
Bunu müteakip Fenerliler tehlikeyi yakından duymuş adamların endişe ve heyecanlı daha düzgün daha canlı, daha azimkar oynadılar ve Olympiacos’un yaman bir kalecisinin muhafazası altına bırakılmış kalesine doğru akın üzerine akın yaptılar. Bu esnada Fikret’in cidden emsalsiz ve derin golü bu şutunu Yunan kalecisinin nasıl kurtardığına, kurtarabildiğine, hala kaleci kurşun gibi gelen topu yaman bir uzanışla direk hizasında ve havada yakaladı ve gol diye bağırmaya hazırlananların ağzı hayretten açık kaldı. Bunun arkasından Olympiacos kalesi gene sıkı bir akına uğradı ve bu sefer de Niyazi’nin tutulmaz bir kafa vuruşunu aynı kaleci aynı derece müşkül bir hareketle yakaladı.
İkinci devrenin 35’inci dakikasında vaziyet bu şekilde cereyan ederken ve Yunanlı kaleci en sıkı şutları böyle tutup söndürüverirken herkese de: -Anlaşıldı, berabere kalacağız! fikri gelmeye başlamış gibiydi.
Evet… Bu esnada, ümidin sallandığı bu sırada idi ki, Alaeddin ah canım Alaeddin! İkinci devrenin tam 38’inci dakikasında bizim kale önünden kaptığı topla kedinin makara ile oynaması kabilinden ve nasıl yaptığına bir türlü akıl ermeyen garip bir takım çalımlar yaparak ve karşısına çıkan Yunanlılar’ı geçip atlayarak, Olympiacos kalesinin 20 metre mesafesine geldi ve oradan, topu durdurtmadan (Yaradana sığındım!) diye öyle bir çekiş çekti ki topun Yunan kalesine girmesi ile Yunan kalecisinin kederinden düşüp bayılması ve ortalığın (gol!) diye bayram yeri gibi bir türlü sevinç çınlama sesleri arasında bir oldu.
Kazandık!
Stadyumda dünkü maçın 38’inci dakikasında tesadüfen bu tarihi manzarası görülecek şeydi ve denilir ki, Alaeddin o golü takımının yenme azmini birdenbire nefsinde canlandırmak suretiyle ve emsalsiz bir zafer hizile tahakkuk ettirdi. Çünkü bu kadar güzel bir gol, ancak o kadar yüksek bir duygu ve gayretin eseri olabilirdi.
Hülasa efendim.. Yesü kederinden bayılan Yunan kalecisi ancak beş dakika sonra kendisine gelebildi ve oyunun mütebaki kısmı ümitsizliğe duçar olan Yunanlıların neticesiz uğraşmalarıyla geçerek Olympiacos cenapları Fenerbahçe’ye karşı 1-0 mağlup olarak sahayı – dostluk iyi amma, dayanamayıp bir haibü hasir kelimesi kullanacağım – terletip dün 15.000 kişilik münevver bir kalabalığın önünde Türk’ün göğsünü kabartacak derece yüksek oyun ve yüksek efendilik, centilmenlik gösteren Fenerbahçeli arkadaşlarımı candan tebrik eder ve Yunanlı dostlarımıza da: – Üzülmeyin dostlar – meşhur Slavya da bu takıma tıpkı sizin gibi 1-0 yenilmişti. Bu az bir teselli de değildir! derim..
Bu toprakların ilk maç ve spor spikeridir Çelebizade Sait Tevfik Bey. Spor yazarlığını meslek haline getiren “Sarı Lacivert Mikrofon” Sait Çelebi, dünyaya gözlerini, 1897’de İstanbul’da açmıştı.
Askeri Tıbbiye’de okurken her genç gibi top peşinde koşmuş, ama kalben yaptığı iş, 1913-14 şampiyonluğuna giden Fenerbahçe takımını Union-Club sahasının ufacık tribünlerine Fenerbahçe için gelmiş taraftarları heveslendirmek ve takımları lehine tezahürat yapmalarını sağlayabilmek olmuştu. Ezcümle, sarı lacivertli takımın ilk amigosu, Tıbbiye öğrencisi Fenerbahçeli Sait idi. Dağlaroğlu’nun, açık boz renk kaput, koyu boz kalpaklı ve yakışıklı genç tıbbiyeli diye resmettiği Sait Çelebi, 1914 yılının ilkbaharında, Elkatipzade Mustafa Bey’e başvurarak gönül verdiği renklere ıslak imzayla kaydolur. Said Çelebi, Dünya Harbi yıllarında hep, meftun olduğu kulübüne gelir getirecek organizasyonların içinde olacaktır
Çelebi Fenerbahçe’de
Tıbbiyeli gencin, 1914 yılından sonraki mektup adresi artık Anadoluhisarı’ndaki yalıları değil Fenerbahçe Kulübü oluyordu. İki aşk arasında kalan Sait Çelebi, 1918 yılında tercihini yapacak; Tıbbiye’nin son sınıfından ayrılıp, Kuşdili’ne doğru yola çıkacaktı. Çelebizade Sait Tevfik Bey için, gönülden bağlılık anlaşmasının ilk maddesinde Fenerbahçe yazmaya çoktan başlamıştı bile.
Sait Çelebi bir süre Fenerbahçe forması giydi, hatta hokey de oynadı ama aktif sporculuk hayatı, hokeyin misak-ı milli sınırlarımız içindeki ömrü gibi kısa olmuştu.
Sait Çelebi, devrisi yıllarda işadamlığına soyunmuş, Topçu Kışlası avlusunu uluslararası organizasyonlar için kiralamıştı. 1922 yılında, Taksim Stadı’nda, resmi olmayan ama serdüzenleyicisi olduğu, şehirde yaşayan farklı milletleri spor sahasında buluşturan “İstanbul Olimpiyat Oyunları” organizasyonu, Sait Çelebi’nin üzerinden hiç çıkartmayacağı gurur ceketi olmuştur. Sait Bey bu gösterileri, kendine has, son derece tatlı, bilgili üslubuyla sporseverlere aktarırdı. Sporla uzaktan yakından ilgisi bulunmayanlar bile onu radyolarının başında ilgiyle dinlerdi. Maç anlatımını hoş hikâyelerle bezeyen, bu arada saha içi kadar, tribünlerle de ilgilenip, rastladığı tanıdık simalardan ve onlarla ilgili hoş anılardan bahseden Sait Çelebi’yi herkes dudaklarından eksik olmayan bir tebessümle dinlerdi. Sevimli spiker, devre aralarında futbolcuları, müsabakalardan önce ve ya sonra güreşçileri, boksörleri, atletleri yaka mikrofonunun başına çağırır ve kendileriyle sohbet ederdi. Ona arkadaşları, çok konuşmasından kelli “Traşçı Sait” deseler de, ona bu lakabı verenler, yine de kulaklarını Sait’ten ayıramazlardı.
Güreş sporunu halka ısındıran zat-ı alileridir. Milli Piyango çekilişlerini radyodan öyle ballandıra ballandıra anlatır(mış)dı ki, yetmişinde büyük ikramiyeyi bulan Salih Dede’nin ünlü spikeri dinledikten sonra soluğu bayide aldığı ve o günden sonra ayın sonu dokuzla biten günlerini iple çektiği rivayet olunurdu…
Gözyaşları ve Spor Alemi’ne Attığı İmza
Refikası, Keçecizade Ailesi’nden, bir dönem BJK başkanlığı yapmış Sait Keçeci’nin kardeşi Güzide Hanım, onu sadece bir defa ağlarken görmüştü: Atatürk’ün” Kendin küçüksün ama memleket için çok büyük iş yaptın. Artık ismin Türk Spor Tarihine geçti. Çok yaşa Yaşar” telgrafına mazhar olan güreşçi Yaşar Erkan, Berlin’de olimpiyat şampiyonu olup, kürsüye çıktığı gün Sait Bey gözyaşlarına engel olamamıştı. Türkiye’nin ilk spor dergisi “Spor Âlemi’’nin (1919-29) altında onun imzası vardı. Sait Çelebi, 1919 yılından sonra on yıl neşrettiği dergisiyle Türk sporu ve Fenerbahçe için önemli hizmetlerde bulunmuştu.
Sait Çelebi, 1936’ya doğru Ankara’ya yerleşti. Maç ve güreş yayınları için bu kez adresi 19 Mayıs Stadı’ydı. Bu arada Cumhuriyet Bayramı geçit törenlerini de nakletti. Ankara’nın ilk büyük sinemasını o açtı ve işletti. Başkentin ilk “Sinema Kralı” oldu. 1953 yılının soğuk bir 30 Mart gününde, üstadın hayat sesini kesen, çocukluğundan beri vücudunu gizli gizli kemiren böbrek rahatsızlığı olacaktı. Türkiye radyolarından yükselen ilk spor naklen yayınında “Alo Alo… Burası Taksim Stadyomu, karşınızda Sait Çelebi…” diyen ses susmuştu.
Ceketinin yakasına ‘teğelli’ portatif ve hep sarı/lacivert renkli olduğunu hayallediği mikrofonuyla, stadın her köşesinde uzun yıllar ‘şakıyan’ Sait Çelebi, fotoğrafta bu kez masada mikrofon başında ve çok sevdiği çocuklar arasında görülüyor.