Galatasaray Müzesi Müdürü ve Fenerbahçe Başkanı Şükrü Saracoğlu’nun kayınbiraderi Ali Oraloğlu’nun 3 Şubat 1954 tarihinde kaleme aldığı yazı eşliğinde Fenerbahçe tarihinin büyük ismini bir kez daha saygıyla anıyoruz. Fenerbahçe Stadyumu’na “Atatürk” ismi verilmesine en çok Saracoğlu Şükrü sevinirdi. Onun adının unutulmamasını da en çok Atatürk isterdi. Nur içinde yatsınlar
1953 senesinin son günlerinde Cumhuriyet Türkiye’si tarihinde ismi daima şeref ve minnetle anılacak olan Şükrü Saracoğlu’nu da toprağa vermiş bulunuyoruz.
Ödemişte mütevazı bir sanatkârın (Sarac Mehmet Usta)nın oğlu olarak 1887’de dünyaya gelen küçük Şükrü akranları arasında zekâsı, yaramazlığı, cesareti ve doğruluğu ile nazarı dikkati celp ederdi.
Efeler diyarı Ödemiş’te Efe terbiyesi alarak yetişen Şükrü orta tahsilini ikmal ettikten sonra bir daha devamlı dönemeyeceği çok sevdiği evinden ve memleketinden ayrılarak İzmir’e gönderilmişti.
Bilhassa riyazi ilimlerle edebiyata karşı büyük bir istidadı olan küçük Ödemişli üç sene sonra bu sefer tamamen baba yuvasından daha uzağa İstanbul’a gelmiş Mekteb-i Mülkiyeye kaydolmuştu. Oradan da muvaffakiyetle diplomasını alan Sarac Mehmet Usta’nın oğlu ilk memuriyetine tayin edilmişti. Kim bilir nereye gönderilecekti? İmparatorluğun Türklerle meskûn olmayan yerlerinde vazife almaya gönlü bir türlü razı olmuyor, vatandaşları arasında vatandaşlarına hizmet etmeyi istiyordu. Bu maksatla kendisi gibi Mülkiyeyi pekiyi derece ile bitiren iki arkadaşı ile birlikte Talat Paşa’nın huzuruna çıktı. Ve arzusu makul karşılanarak isteği üzerine İzmir’e tayin edildi.
Talat Paşa ile Şükrü Saracoğlu’nun karşılaşmaları çok garip bir tesadüftür. Kim bilir Osmanlı Devleti Sadrazamı kendisinden yirmi altı sene kadar sonra Türkiye Cumhuriyetinin Başvekili olacak gencin gözlerinden istikbali görmüş ve Üniversite mezununun hayata sevdiği bir yerde atılmasına önayak olarak onu teşvik etmişti.
İzmir’de yavaş yavaş kendine bir muhit yapmaya başlayan Saracoğlu, İttihat ve Terakki Lisesi’nde riyaziye öğretmenliğini, aynı liseden müdürlüğünü yapmış ve o esnada Yeni Asır gazetesinde başmakaleler de yazmıştır. Olgunlaşmaya doğru her gün bir adım daha atan genç Lise Müdürü nihayet memleketinde aldığı terbiye ve kültürü Garp Kültürü ile mezcetmek üzere Belçika’ya tahsile gitti. Birinci Cihan Harbi esnasında da Demokrasi kalesi İsviçre’nin Cenevre şehri Üniversitesine kaydolarak Siyasi ve İktisadi İlimler Fakültesi’nden parlak bir şekilde mezun oldu.
Şark terbiye ve kültürünü Garbınki ile gayet iyi bir şekilde bağdaştırmaya muvaffak olan Saracoğlu’nun bundan sonraki hayatı bütün Türk milletinin malumudur. İhtiyat zabitliğini yaptıktan sonra onu ilk defa olarak son Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda aza görürüz. Sonra İstanbul Meclisi’ne Anadolu mümessili olarak seçilen fakat o esnada işgal altında olan Ege’de, sonradan Adliye Vekili olup İsviçre Kanunu Medeniyesi’ni memleketimize kabul ettiren, arkadaşı Esat Mahmut Bozkurt’la birlikte bir çete kurup düşmanlara karşı savaştığından Fındık’taki Meclise dahil olamaz.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra Saracoğlu’nu siyasi şu vekaletlerin başında görürüz:
Maarif, Maliye, Adliye, Hariciye ve Başvekillik.
Siyasi hayatının son iki senesinde de Türkiye Millet Meclisi Reisliği.
1887’de doğup 27 Aralık 1953 Pazar günü saat 11.05 de ebediyete intikal eden Şükrü Saracoğlu tam manasile Türkçü ve demokrat bir devlet adamı idi. Sıhhatini hiçe sayacak kadar memleketine bağlı idi.
Hayatında üç kere ölüm tehlikesi geçirmiştir.
Bunun ilki İzmir Lisesi’nde jimnastik yaparken düşmesi neticesi başına gelmişti. Ele avuca sığmaz bir sporcu olan küçük jimnastik aletinden baş aşağı yere düşmüş ve hayatından ümit kesildiğinden mektepten alınsın diye babasına haber gönderilmişti. Uzun bir istirahat devresinden sonra mucize kabilinden birdenbire iyileşivermişti.
1930 senesinde Maliye Vekili bulunduğu esnada ağır bir hastalığa tutulmuştu. Atatürk’ün emriyle tedavi ile meşgul olan doktorlar hastalığı bir türlü yenemiyorlar, hatta ne olduğunu bile bilemiyorlardı. O esnada gözleri de pek hafif görmeye başlamıştı. Hayatından bir kere daha ümit kesilmişti. Nihayet Başvekili İsmet Paşanın ısrarı üzerine Viyana’ya gitmeye razı oldu. Ve bu sefer bir tesadüf yüzünden bir ay gibi kısa bir zaman içinde tamamen iyileşerek yurda döndü. Umumi muayenesi yapılırken bir diş mütehassısına müracaat etmesi söylenmişti. Dişlerinin röntgeni alınınca dişetleri altında birikmiş bir kist tabakasına rastlandı ve onların hemen temizlenmesi ile mucize kendini gösterdi.
Saracoğlu ikinci Cihan Harbi esnasında Başvekil iken de ağır şekilde hastalanmış fakat memleketine hizmet etmek azmi ile bir gün bile işinin başından ayrılmamış ve birçok ecnebi devlet adamlarını 39’un üstünde ateşle kabul etmiştir. Adana’da Churchill’le tarihi buluşmaya giderken yine gayet ağır hasta bulunuyordu. Ve o esnada yatakta yatması sıhhati için pek elzemdi. Nitekim kendisini ölüm döşeğine düşüren hastalığı o zaman başlamıştı. Eğer memleketine hizmet etme aşkından evvel sıhhatine düşkün olsaydı her halde daha birçok yıllar o büyük devlet adamını aramızda görebilirdik.
Babası ile babasının mesleği ile iftihar ederdi. Sarac Mehmet Usta’nın oğlu olduğunu, küçükken nasıl yaşadığını, evinin halini herkese anlatırdı. Eylül 1943’de T.B.M. Meclisinde verdiği bir nutukta o gürleyen sesiyle: “Ey Şükrü! Sen bir Sarac ustanın oğlu idin. Bu millet seni büyüttü, okuttu. Avrupalara gönderdi, adam etti ve birçok mesuliyetleri vazifelerin başına getirdi. Şimdi de Başvekil seçti. Sen ona layık olduğunu gösterip bu iyiliklere karşı cevap verebilecek misin?” kendi kendisi ile bir vicdan muhasebesi yapmış ve buna “Evet” diye cevap vermişti.
İsviçre’de tahsilde iken bütün Egeli talebelerin hamisi ve ağabeysi vaziyetinde idi. Hepsine yardım eder, nasihat verirdi. Hatta bu yüzden o zaman Cenevre’de tahsilde bulunan bazı Türkler Saracoğlu’nu arkadaşları çok sayarlardı. Mesela hala Büyük Elçilerimizden biri olan bir zat o esnada yine Cenevre’de bulunan bir Türk kızı ile sevişmekte olup evlenmek istemektedir. Saracoğlu arkadaşının tahsilinin yarım kalmasından endişelenerek genç kızı Türkiye ye gönderdi. Mevzuu bahis o an bu genç çift sonradan Türkiye de evlenmişlerdir.
Otuz senelik Cumhuriyet tarihimizde devlet yükünü en fazla taşıyan siyaset adamlarımızdan birisi hiç şüphesiz Şükrü Saracoğlu’dur. Türk ve Avrupa Üniversitelerinden mezun ilk Başvekilimiz olan Şükrü Saracoğlu aynı zamanda Cumhuriyet tarihinde en çok Vekalet başında kalan devlet adamımızdır. İşte hesabı:
6 ay Maarif,
5 sene Maliye,
7 sene Adliye,
5 sene de Hariciye Vekilliği.
Ayrıca 4 sene Başvekillik ve 2 sene de Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisliği ki cem’an 23 sene eder. Saracoğlu hiç bir müspet iş yapmamış olsa dahi Türk İnkılabını kurup perçinleştiren hükümetlerde çeyrek asır vazife almakla İnkılap Tarihimizde haklı olarak kendine bir yer verilecektir.
Bazı politikacılar sade yaptıkları bir hareket veya söyledikleri bir sözle tarihe geçmişler, isimleri nesiller boyunca esatiri bir kahraman olarak dillerde dolaşmıştır. Saracoğlu hiç şüphesiz ki bugünkü siyasi bulanıklık geçip de dahili politika kavgalarına nihayet verilince kıymeti daha fazla takdir edilecek bir Türk Büyüğü olarak ismi nesiller boyunca bir kahraman, bir idealist, müspet bir devlet ve millet adamı olarak minnetle anılacaktır.
Türk milletinin yükselmesi ve bekası için İkinci Cihan Harbi esnasında da bütün sıhhatini kaybeden Şükrü Saracoğlu’nun burada siyasi hayatını nakledecek değiliz. Okuyucularımıza bu Büyük Ölünün siyasi hayatında geçmiş, bilinmesi gerekmekle beraber, daha açıklanmayan bazı hatıraları nakledeceğiz.
– Ben bu adamla, bu deli Türkle müzakere devam edemem…
Hariciye Komiseri Molotof’a “Pekiyi öyleyse, işi bana bırak” diyen Stalin, ondan sonra Türkiye Hariciye Vekili Şükrü Saracoğlu ile müzakerelere bizzat kendisi devama karar vermiştir.
Sene 1939’dur. Türk-İngiliz-Fransız ittifakına muvazi olarak bir Türk – Rus Antlaşmasına karar verilmiştir. Ankara’ya gelen Rus Hariciye Komiser Vekili Potemkin’le anlaşma en ince teferruatına kadar hazırlanmış olup sade imza merasimi için Saracoğlu’nun Moskova’ya gitmesine karar verilmiştir.
Türk Hariciye Vekilinin Rusya’da bir vazifesi daha vardır. Bükreş’te toplanan Balkan Antantı Konseyinin ricası üzerine Rusların Balkan siyasetini öğrenecektir. (O zamanki Rumen Hariciye Vekili G. Gafenconun, “Preliminaires de la Guerra a l’Est” adlı kitabından)
Bir Türk ticaret gemisi ile Odesa’ya vasıl olan Saracoğlu, Moskova’da 23 Eylül 1939’dan 18 Ekim 1939’a kadar hiçbir diplomatik ziyarette rastlanmadığı gibi tam 28 gün ikamete mecbur bırakılmıştır. Bu esnada Alman Hariciye Nazırı Von Ribbentrop da komünizmin beşiğine gelip bir anlaşma yaptıktan sonra Berlin’e dönmüştür.
Ankara’da hazırlanan anlaşmanın tamamen haricine çıkan, bir sürü metalibatta bulunan Molotof yukarda yazıldığı gibi Saracoğlu ile başa çıkamayacağını ve 14 Mart 1939’da Berlin’de ufak bir tazyik sonunda memleketini Almanlara teslim eden Çekoslovak Reisi cumhuru Hacha’ya benzemediğini anlamıştır.
Şimdi Kremlin’in mükellef salonlarından birindeyiz. Stalin, Molotof bir tarafta, Saracoğlu ve Türkiye Büyük Elçisi diğer tarafta… Stalin mağrur bir şekilde oturuyor ve tercümanı vasıtasile Türkiye’den metalibatta bulunuyor…
Kars uğruna haftalardır bekleyen, mukavemeti kırılmayan Bozdağı’nın hürriyet aşığı Efesi dayanamıyor artık… Masaya bir yumruk atıyor ve hemen arkasından:
– Hayır, diyor…
Müzakereler sonuçlanmadan nihayete ermiş ve Saracoğlu İstanbul’a müteveccihen yola çıkmıştır. Dünyayı esarete boğmak, komünizmin pençesinde ezmek isteyen Kızıl Lider bile Türk Hariciye Vekiline hayrandır. Vatanını satmayana, vatan yağma etmekte mahir olanlar bile hürmet edecekler, Türk Hariciye Vekilini Odesa’dan İstanbul’a iki Rus destroyerinin refakatinde bir kruvazörle yollayacaklardır. Saracoğlu, Türkiye’de muzaffer bir kumandan gibi karşılanacak, Avrupa ve Amerika’da “Rusya’ya ilk defa hayır diyen Adam” lakabıyla Hür Milletlerin mümessili olarak sevgiyle selamlanacaktır.
İkinci Dünya Harbi içindeyiz… Alman orduları önünde bütün kuvvetler eriyor… Müttefiklerimizden Fransa yenilmiş, İngiltere kıtada mağlup olarak Adasına çekilmiş, oradan mukavemete çatışmaktadır. Önüne çıkan manileri teker teker, türlü şekillerde yok eden Hitler, Avrupa’nın hakim-i mutlakı vaziyetindedir. Türkiye’de hoşlanmadığı bir veya birçok adam vardır. Bunu bilmiyoruz. Fakat içlerinden birine tahammül edemiyor. Sanki o iş başından uzaklaşsa emellerine erişecek? Ne yapsın da bu adamı vazifesinden uzaklaştırsın? Nihayet çaresini buluyor. Hemen Roma vasıtasıyla İtalya’nın Ankara Büyükelçisine bir şifre gönderiyor… Elçi ertesi günü Reisicumhur, İnönü ile hususi bir mülakat yapıyor ve Alman Orduları Başkumandanı, Almanya Devleti Reisi Führer’in Türk Hariciye Vekilinden pek hoşlanmadığını, Hariciye Vekâletinden uzaklaştırılırsa pek memnun kalacağını ima ediyor… Aradan bir kaç gün geçmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi fevkalade bir içtima yaparak Hariciye Vekili’nin “Türk oğlu Türk ve deruhte ettiği vazifeye layık olduğunu dünyaya ilan ederek ona itimat beyan ediyor. Meclisi, Hükümeti ile birlikte Türk milletinin etrafında birleştiği Hariciye Vekili kimdir? Stalin’le Molotof’a boyun eğmeyen, “Hayır” diyen Saracoğlu! Hitleri de mağlup etmiş ve ona II. Cihan Harbi’nde ilk şamarı atmıştır. Aynı Hitler aradan çok zaman geçmeden Saracoğlu’nun reisliğindeki hükümetle bir dostluk muahedesi imzalamak arzusunu izhar edecektir.
İran Şahı Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti günlerindeyiz. Misafir devlet reisi şerefine verilen balonda Ebedi Şef Atatürk bir salonda Şahla hasbıhal ediyor. En yakın ve inkılap arkadaşı Başvekil İnönü diğer bir salonda Vekillerle konuşuyor. Saracoğlu ise genç hariciye memurları ile ciddi bir mevzua dalmış. Atatürk bir aralık Adliye Vekilini fark ederek yanına çağırıyor.
– Şahın elini öp bakalım, diye gürlüyor.
Gürleyen büyüktür. Arzuları seve seve yapılabilir. Türk adetlerince bir ihtiyarın, hürmet edilen bir insanın veya Vatan Kurtarıcısının eli öpülebilir. Fakat bir Türk Adliye Vekili bir yabancının elini nasıl öpebilir?
– Öpemem, diye bir ses çıkıyor.
– Öp diyorum sana!
Yapılacak şey kalmamıştır. Fakat Saracoğlu çaresini bulacak, hem şenlendirecek, hem de teklifini kabul etmediği Atanın gönlünü alacaktır.
– Öpemem, dedim. Fakat sebebini sormadınız?
Salonda ses yoktur. Sual bir kere daha tekrar ediliyor.
– Öpemem, dedim, Fakat sebebini sormadınız?
– Söyle öyleyse!
– Ben bir kişinin elini öptüm, adı Atatürk’tür Ondan başka kimsenin elini öpemem…
Bir kahkaha yükseliyor…
– Ben zaten Sarac’ın ne kadar mert, ne kadar zeki olduğunu söylemez miydim? Haydi, öyleyse Şahla bir kadeh tokuştur.
Büyük Kurtarıcı bu hareketiyle belki de Şehinşah’a bir ders vermek istemişti…
Saracoğlu birçok vekâletin başında bulunduktan ve hepsinde müspet işler gördükten sonra nihayet çok sevdiği Hariciye Vekaleti’ne tayin edilmiştir. İkinci Cihan Harbi’nin ilk senelerine rastlamasına rağmen Saracoğlu işinden ziyadesiyle memnundur. Çünkü artık asıl mesleğine kavuşmuştur. Fakat bu arada kendisine birkaç kere teklif edilen Başvekilliği münasip bir şekilde reddetmenin yolunu bulmuştur.
Haris olmayan ve haris insanlardan nefret eden Saracoğlu’nun, Refik Saydam’ın vefatı münasebetiyle Florya’dan ayrılırken eşine şöyle söylediği rivayet olunur:
“Bu sefer Başvekilliği kabul etmeğe mecburum. Artık atlatamayacağım.”
Saracoğlu tam manasile halk idaresine inanmış bir devlet adamıydı. Anglo – Sakson ve İsviçre demokrasilerini fazlasıyla beğenirdi. Başvekâlet esnasında diğer siyasi partilerin kurulmasına müsaade etmişti. Memleketimizde inandığı garp demokrasilerinin kurulmasını samimi bir şekilde istemiş ve kendi arzusuyla Başvekâletten çekildikten sonra hastalığına rağmen bazı mesuliyetli vazifeler alarak Mecliste Halkçılarla Demokratlar arasında cereyan eden vahim hadiseleri tek başına yatıştırmıştır.
Siyasi hayattan tamamıyla çekildikten sonra da kin ve garazdan uzak, hür memleketimizde demokrasinin tam bir anlaşma ve kardeşlik havası içinde ilerlemesini temenni ederdi. Bu yüzden zaman zaman şerefli ismine sürülmek istenen lekelere cevap vermez, her şeyin zamanla düzeleceğini ve kıymetlerin zamanla belli olacağına inanırdı.
İkinci Cihan Harbi’nin sonuna doğru Almanya ya ilanı harp edeceğimiz zaman bütün ömrü boyunca kutsiyetine inandığı Türkiye Büyük Millet Meclisine tam dokuz saat izahat vermiş ve Meclis’in ittifakı ile karara varılmıştı. O gün Meclis’te dokuz saat konuşmak mecburiyetini duyan Başvekil Saracoğlu’nun bir gün evvel altı dişini söktürüp sırf toplantı münasebetiyle yerine yenilerini taktırdığını hala pek az kimse bilmektedir.
Geçen senenin son yıllarında toprağa verdiğimiz Saracoğlu 1942’de verdiği bir nutku şöyle bitirmişti:
“Vatanımızın bugünkü çocukları yalnız büyük bir neslin evlatları değildir. Aynı zamanda ölçüsüz bir neslin ta kendisidir”
Evet, Şükrü Saracoğlu da bu büyük neslin bir önderi idi. Almanya Başvekilliğini yapmış Von Papen’in, eşinin vefatı üzerine Bayan Saadet Saracoğlu’na yazdığı mektuptaki cümle gibi:
“Milletin saadeti olan sulhu Türk vatanına temin ettiği ve milletinize çeşitli hizmetlerde bulunduğu için Türklerin bu Büyük Evladını hiç bir zaman unutamayacağı düşüncesi kederinizi biraz olsun teselli edebilecektir.”
Şimalden gelmeyi düşünebilecek her hangi bir düşman karşısında evvela Karadeniz’in sert rüzgârlarına hedef olan Boğazın sırtlarındaki kabrinde Şükrü Saracoğlu’nun ruhunu bularak irkilecektir. Nur içinde yatsın!
Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olarak yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – VIII” : 1916 yılından geliyor.
Spor rekabet elbette ki hayırlı ve ilerlemenin de birinci şartıdır. Kulüplerimiz arasında doğan ve yaşanan rekabetler yüzünden, her yerde olduğu gibi, Türk sporunun da sağladığı faydaların büyüklüğünde herkes ittifak eder. Bir Fenerbahçe – Galatasaray rekabetinin memleketimiz sporunun inkişafında oynadığı birinci derecede rol için münakaşaya hiç lüzum var mıdır?
Bununla beraber, futbolumuzda bir müddet için yaşanmış bir Fenerbahçe – Altınordu rekabeti de vardır ki bunu faydalı saymağa hiçbir izan sahibi yanaşamaz. 40 yıl önceleri yaşanmış bu rekabetin yapıcı olmaktan ziyade yıkıcı mahiyet taşıdığını iddia etmek hakikati söylemek olur.
Ayni muhitin iki kulübü Fenerbahçe ve Progre 1911 den itibaren pazar liginde karşı karşıya gelmeğe başlamışlardır. Fenerbahçe, istibdadın müthiş tazyik ve sürgün tehditlerine göğüslerini siper eden bir kaç fedakâr Türk gencinin 4-5 yıl önce kurdukları bir teşekküldür. Progre ise, tatlı su frenkleriyle birkaç gayrimüslim ve Müslüman Türkün bir araya gelmelerinden meydana gelmiş melez fakat kuvvetli bir kulüptür.
1911/12 senesi liginde iki defa Fenerbahçe’nin karşısına çıkan ve efendice yenilen bu kulüp, Balkan harbi dolayısıyla vaki bir senelik tevakkuftan sonra 1913/14 şampiyonasının ilk maçında da 20 ekim 1913 te 3-1 netice ile yani akıbete uğradı ve bunu da sportmence kabul etti.
Fakat Progre gün geçtikçe daha da palazlanıyordu. O devrin meşhur Hasan ve Hüseyinli kadrosuyla Galatasaray’la berabere kalıyor, hatta meşhur Ramblez’i de 3-0 yeniyordu.
İlk devreyi Fenerbahçe’den sonra Galatasaray’la puan puana bitiren Progre, 1914 yılı başında bir kongre yapıp adını (Altınordu) ya çevirdi ve kadrosundaki tatlı su frenklerini de tasfiye edip yeni bir ruh haletiyle ikinci devreye girdi.
Galatasaray’ı bu ikinci devrede 1-0 yenip onu geride bırakan eski Progre, yeni adı ile Altınordu 2 Şubat 1914 günü komşusu lig lideri Fenerbahçe’nin karşısında bu defa bambaşka bir hüviyet ve maneviyatla yer almıştı.
İşte; aynı muhitte, Kurbağalıdere’nin kıyılarında ve birbirlerine 200 metre mesafedeki Fenerbahçe ve Altınordu’nun tarihteki bu ilk karşılaşmaları müessif bir soğukluk ve zıddiyetin doğmasını intaç etmiştir. Şöyle ki:
Maçın ilk devresinde Altınordu kalesine ilk golü atan Fenerbahçe sağaçığı meşhur Miço’ya, golü müteakip, karşısındaki sol müdafi Sedat Rıza bir şamar indirmiştir.
Bilâhare Galatasaray’a geçen ve hatta Futbol Federasyonu başkanlığında da bulunan merhum Sedat Rıza’nın müteveffa Miço’ya vâkı bu hareketine Fenerbahçeli takım arkadaşları müdahale etmişler ve ortalık karışmıştı.
Bu gürültülü maç Fenerbahçe’nin 2-0 galibiyetiyle bittikten sonra hâdise gazetelerde münakaşa mevzuu edildi. Gayrimüslim Miço’yu himaye etmeleri bazı kulüpçü gazetecilerin gayretkeşlikleriyle milliyet meselesi mevzuu yapılmış ve Fenerbahçe kulübüyle futbolcuları çok şiddetli tenkitlere hedef tutulmuşlardı.
Fenerbahçe o sene ikinci çıkan Altınordu’nun 12 puanına karşı 10 maçın 8 inde galip ve ikisinde de berabere kalarak 18 puanla İstanbul şampiyonu oldu, fakat komşusu Altınordu’yu da artık kendisini çekemez, çok tehlikeli bir rakip olarak karşısında buldu.
Ayni yıl içinde Birinci Cihan harbinin başlaması, o devrin Sadrazamı Talât Paşanın Altınordu’nun başına geçişi, böylece o ana baba günlerinde sağlanan avantaj Fenerbahçe’nin tehlikeli rakibini büsbütün korkunç bir hüviyete sokmuş oldu. Eli silâh tutabilenler üç kıtanın 7 cephesinde kanlı savaşlar verirlerken Altınordu’ya mensubiyet vazifeye İstanbul’da devamı kolaylaştırıyor ve sağdan soldan avantajdan faydalanmaya koşanlar bulunuyordu.
Altınordu şaşaalı bir devreye girmişti. Yeni yeni doğmuş yapıcı Fenerbahçe – Galatasaray rekabeti kısa zaman içinde yerini tahripkâr bir Fenerbahçe – Altınordu rekabetine bırakmağa mecbur kalmıştı. Karşılaşmalar gün geçtikçe şiddetini arttırırken bambaşka bir hâdise doğdu:
Gençliğinde müsamaha ve refah içinde büyümüş ve bugün maalesef çoktan ebediyete göçmüş pek kıymetli ve meşhur bir Fenerli futbolcunun bir Altınordulu ile fazlaca dostluğu hoş karşılanmadığından Fenerbahçeli idareciler kendisine ihtarda bulundular:
“Ya o kimse ile münasebatını kes, yahut bu kulübü terk et; sana 24 saat müsaade!” Dediler.
Futbolcu 24 saat sonra geldi ve kulübü terk edip Altınordu’ya geçeceği cevabını verdi ve hatta takım arkadaşlarından 6’sını beraber götüreceği rivayet ve havası da birdenbire şimşek gibi şayi oldu.
Yıllardır şampiyon birinci takımın çöküvermesi gibi çok vahim bir durum Fenerbahçe kulübünü prensibinden asla rücu ettirmemiş ve amansız hasım Altınordu, eleman sıkıntısı çekilen öyle bir devrin 7 meşhur Fenerlisinin iltihakıyla birdenbire kuvvetlenmiştir.
İşte, yukarıdaki resim, 38 yıl önce, Fenerbahçe’den ayrılanlardan 6sını aralarına almış olarak, yepyeni bir kadro ile 1916 sonbaharında ilk defa sahaya çıkan Altınordu’yu kulüp ileri gelenleriyle bir arada gösteriyor.
Sağdan itibaren ayaktakiler: Bekir, merhum Agâh, Balıkçı Tevfik, merhum Dalaklı Hüseyin, Fitil Nuri, Haydar, merhum Otomobil Nuri, merhum Mahmut Duransoy.
Oturanlar, yine sağdan: Doktor Salâhattin, doktor Cevdet, eczacı Cafer ve Kara Cemil’dir.
Kalpaklılardan sağ baştaki mühendis Mesut, Haydar’ın arkasındaki merhum Aydınoğlu Raşit, Mahmut Duransoy’un solundaki da Ziya Ateş’tir.
Feslilere gelince; sol baştakiler hariciye eski şifre müdürü merhum Suat ve o devrin en şık gençlerinden forvet oyuncusu Feridun, Fitil Nuri’nin arkasındaki futbolculardan ve hâlen Ses operetinde sanatkâr Celâl Sururi, sağ baştaki de doktor Cevdet’in kardeşi futbolcu Kemal’dir. Beyaz fanilalı küçüğe gelince; bu da merhum Otomobil Nuri’nin kardeşi Lebib’dir.
Artık yıkılmağa mahkûm sanılan ve sayılan Fenerbahçe, vefasız 7 evladının yerlerini 14-15 yaşlarındaki 3 üncü takım kadrosundan doldurdu.
Gerçi, zorluklar içinde çırpındı ve 4 yıl şampiyonluğa veda etti. Fakat prensibe sadakatin ve her ne pahasına olursa olsun ondan şaşmazlığın beliğ bir örneğini de vermiş oldu.
Bu iltihaklardan sonra resmen 2 sene üst üste şampiyon olan Altınordu, tarihine altın bir fasıl yazdıysa da devşirmeciliğin ve ah almanın cezasını da çekti. Harbin sona ermesiyle beraber içerden çöküntüye uğrayıp ikinci kümeye de düştü ve nihayet kader onu bir zamanlar sevgi, şöhret ve hatta mevcudiyetini kıskanıp yerine kaim olmak istediği Fenerbahçe’ye iltihaka mecbur etti ve böylece ismi de silindi.
Altınordu, Fenerbahçe içinde hamur olduktan 8 sene sonra, bir kaç yıl var ki Kadıköy’de yeniden doğmuştur. Fakat maalesef 4üncü kümede, ismi var, cismi yoktur.
(Gelecek resim ve yazı; Türk futbolunda ilk ecnebi antrenör 30 yıl önce milli takımımızı Paris olimpiyadlarina hazırlarken…)
Fenerbahçe – Atatürk ilişkisine dair sözlü aktarımlar hepimizin malumu. Tüm bu aktarımları saygıyla kabul edip; tarihin yasası gereği somut kanıtlara, belgelere ulaşma amacıyla yaptığımız çalışmaların verdiği meyveleri sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşunun 98. yılında, Fenerbahçemiz’in Mustafa Kemal Paşa’nın gazetesi “Minber”de yer alan haberi ile karşınızdayız.
Adını dini bir terim olan ve “Yüksek, özel yer” anlamına gelen minberden alan gazete, I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan Osmanlı Devleti’nin galip devletler ile Mondros ateşkes antlaşmasını imzalamasından 1 gün sonra yayın hayatına başladı.
Gazetenin sahibi olarak Mustafa Kemal Paşa’nın yakın dostu Ali Fethi (Okyar) Bey, sorumlu müdürü ise yine Mustafa Kemal Paşa’nın uzun yıllar yakınında olacak olan Doktor Rasim Ferit (Talay) Bey gözüküyordu.
Mustafa Kemal Paşa ile Ali Fethi Bey’in dostluklarının ve birbirine yakın siyasi düşüncelerinin, Minber’in yayın hayatına başlamasındaki en önemli etken olduğunu söyleyebiliriz. Peki iki arkadaşın buluştuğu ortak payda neydi?
Mustafa Kemal Paşa ve Ali Fethi Bey, İttihatçı iki subaydılar. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde Talât, Enver ve Cemal Beylerin yönlendirdiği genel merkezin otoriter tutumuna karşı çıkan bu iki arkadaş İttihat ve Terakki’nin liberal kanadını temsil ediyorlardı. Bu karşıtlığın en çok kendini gösterdiği konu ise, cemiyetin asker üyelerinin politikaya ve devletin idari işlerinde söz sahibi olup olmamasıydı. Genel Merkez, asker olan üyelerin politikaya ve devletin idari işlerine karışmalarına karşı çıkmazken, Mustafa Kemal ile Fethi Beyler, cemiyetin kongrelerinde bu tutumu eleştirmişler, askerlerin politikadan uzaklaştırılmasını istemişlerdi.
Gazetenin genel yayın yönetmeni olan Dr. Rasim Ferit ise o yıllarda İstanbul İl Sıhhiye müdürü olarak görev yapıyordu. Dr. Rasim Bey, hem Mustafa Kemal Paşa’nın hem de Ali Fethi Bey’in ortak arkadaşıydı.
Dr. Rasim’in Mustafa Kemal Paşa ile olan yakınlığını mektuplaşmalarından anlıyoruz. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul dışında bulunurken, önemli konularda Başkent’teki yüksek makamlar ve kişilerle haberleşmesi gerektiğinde, mesajlarını, güvendiği arkadaşı Dr. Râsim Ferit Bey aracılığı ile yolluyordu. Bu mektuplardan birinde ortaya çıkan detay ise, Minber Gazetesi’nin doğmasına yol açacaktı.
İktidar Boşluğu ve Teklif
Savaşın kaybedilmesinin ardından devleti savaş döneminde yöneten İttihat ve Terakki Hükümetinin istifa etmesi ile iktidar koltuğu boşalmıştı. Bu iktidar boşluğunun doldurulması, devletin ateşkes ve barış antlaşması sürecinde iyi temsil edilmesi için çare arayanlardan birisi de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığında ikinci adam olan Mustafa Kemal Paşa’ydı.
Hükümetin istifasından sonra kurulacak İzzet Paşa hükümetinde “Harbiye Nazırı” ve “Başkomutanlık Genelkurmay Başkanlığı” görevlerini yürütmek isteyen Paşa, bu teklifini Adana’dan çektiği telgrafla İstanbul’a iletti. Telgrafın gönderildiği kişi ise arkadaşı Dr. Rasim Bey’di.
Mustafa Kemal Paşa, Dr.Rasim Bey’den teklifini hem sadrazama hem de Padişah Vahdettin’e iletmesini istiyordu. Dr. Rasim Bey’in aracılığı ile saraya giden teklifin reddedilmesinin ardından kurulmuş olan İzzet Paşa hükümetinin ömrü de uzun olmayacaktı. Bu aşamada Mustafa Kemal Paşa, Dr.Rasim Bey’e gönderdiği ikinci mektupta, teklifinin reddedilmesinin sebeplerinin araştırılmasını ve konunun Ali Fethi Bey ile de değerlendirilmesini arkadaşı Dr. Rasim Bey’den rica ediyordu.
“Minber”
İşte Minber Gazetesi Osmanlı Başkentinde bir iktidar boşluğu varken, devlet yenik ayrıldığı savaşın ardından Mondros Ateşkesi’ni imzalamışken yayın hayatına başladı. İlk sayının kapağında Mondros Ateşkes Antlaşmasının maddeleri yer alıyordu.
Gazetenin, ülkenin içinde bulunduğu durumdan çıkarmak için çareler arayan ve o dönemde “Milliyetçi” olarak nitelenen Mustafa Kemal Paşa ve Ali Fethi Bey gibi kişilerin fikirlerinin kamuoyunda destek bulması için bir araçtı.
Kuruluş için gereken sermayeyi 3 arkadaş sağladılar ve “Siyasi, İlmi, Edebi, İktisadi Günlük Gazete” olan Minber, Mondros Ateşkesinin imzalanmasının ertesi günü İstanbul’da yayınlanmaya başlandı.
İzzet Paşa hükümetine girmek için yaptığı teklifin reddedilmesine rağmen, daha önceden yaverliğini yaptığı Padişah Vahdettin’e birkaç ziyarette bulunan Mustafa Kemal Paşa, bir yandan da Minber aracılığı ile kendisini kamuoyuna tanıtmaya çalışıyordu. Gazetenin 17.sayısında kendisi ile yapılmış ve askeri kariyerini anlatan bir haber, gazetenin ilk sayfasını süslüyordu.
İzzet Paşa hükümetinin kısa sürede istifa etmesinin ardından, Padişah Vahdettin hükümeti kurma görevini Tevfik Paşa’ya verdi. Bu esnada Minber grubu, Meclis-i Mebusan’da Tevfik Paşa’nın güvenoyu olmaması için çalışmalar yaptı. Ancak başarılı olamadı.
Mustafa Kemal Paşa’nın, kabinede yer alma ümidi; bir anlamda da Minber’in misyonu, 21 Aralık 1918’de sona erdi. Bu tarihte Tevfik Paşa hükümeti Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak feshetti. Gazetenin 51 sayılık yayın hayatı bu olay ile birlikte noktalanmış oldu. Minber döneminin sona ermesinin, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Osmanlı’nın milliyetçi kanadının mücadelelerini meşruti zeminde yapma umutlarını tükettiğini de değerlendirmelerimize ekleyebiliriz.
Fenerbahçe, Minber’de
Ülkenin genel siyasi durumuna paralel olarak, dönemin tabiri ile “spor aleminde” de durum farklı değildi. Balkan Savaşlarının ardından liglerin yönetimini yabancılardan devralan Türkler, kendi aralarında yaptıkları mücadeleleri sadece sahada değil, masada da sürdürüyorlardı. Fenerbahçe – Galatasaray ekseninde geçen bu mücadeleyi fırsat bilip aradan sıyrılan ve İttihat ve Terakki’nin takımı hüviyetini taşıyan Altınordu, İstanbul’un mütareke dönemi futbolunda öne çıkıyordu. Maçların yarım kaldığı, savaşların liglerin tamamlanmasına engel oluşturduğu bu dönem, aynı zamanda Kadıköy’ün Sarı-Lacivert takımının “Esir Şehrin Moral Kaynağı” olmasına şahitlik edecekti.
Fenerbahçe’nin mütareke ve işgal yıllarında İngiliz takımları ile yaptığı maçların ilki “Atatürk ve Fenerbahçe” ilişkisinin yeni ve önemli bir satır başı olarak tarihteki yerini bu yazı ile birlikte alıyor. Mustafa Kemal Paşa için o dönem taşıdığı önemi yukarıda ortaya koyduğumuz Minber Gazetesi’nin 29. sayısında yer alan Fenerbahçe haberinin, detayları dikkate alındığında, kulübümüzün gurur vesilelerinden biri olacağından şüphe duymuyoruz.
Fenerbahçe’nin mütareke döneminde İngiliz takımlarıyla yaptığı maçların ikincisi, Minber’in 30 Kasım 1918 tarihli sayısında şu ifadelerle yer buldu:
“Dün Union Kulüp’te Fenerbahçe ile İngiliz Takımı arasında bir futbol maçı yapıldı. Fenerbahçe kulübü bu müsabakaya ümit edildiği kadar kuvvetli bir takım ile çıkamadığı gibi oyuncular arasında da kendilerinden beklendiği ölçüde bir yardımlaşma yoktu.Birinci yarıda her iki tarafın hücumları sonuçsuz kaldı. İkinci yarıda İngilizler ard arda iki gol yaptılar. Maçın sonlarına doğru Fenerbahçe de buna bir sayı ile karşılık verdiği için oyun bire karşı iki gol yapan ingilizlerin galibiyeti ile sonuçlandı. İngilizlerin dün çıkarmış oldukları takım kuvvetli kabul edilemez. Bunun bizim kulüplerin kuvvetini ölçmek için yapılmış bir tecrübe olduğuna, şehrimizde bir çok ingiliz askeri bulunduğu için pek kuvvetli takımlar çıkaracaklarına şüphe yoktur. Dört senedir birkaç müsabaka haricinde spor aleminde geniş bir durgunluk hüküm sürerken, Balkan muharebesi esnasında olduğu gibi bu sene de iyiden iyiye faaliyetler başlayacağı tabidir. Önümüzdeki cumadan itibaren lig maçlarına başlanacaktır.”
29 Kasım 1918’deki maç ile ilgili diğer bilgilere dönem basınının diğer temsilcilerinden ulaşmak mümkün. 30 Kasım 1918 tarihli İkdam Gazetesi’nde bu önemli maçın haberi şu satırlarla okuyucuya aktarılmış:
“İngiliz ikinci alayı üyeleriyle Fenerbahçe Kulübü arasında dün saat ikide Kadıköy İttihat Kulübü’nde bir müsabaka yapılmıştır. İngiliz takımı egzersizleri bulunduğundan dolayı (muhtemelen maçtan sonra kışlada egzersiz olduğuna atıf var) kırk beşer dakika olan oyun devrelerinin yarımşar saate indirilmesini istemişler ve bu talep kabul edilerek oyun müddeti bir saat olmak üzere ayarlanmıştır. İlk yarıda her iki taraf da şiddetli hücumlarda bulunduğu halde bir netice çıkmamıştır. Bu müddet zarfında İngiliz kaleci Mister Morris kaleyi gayet iyi müdafaa etmiştir. İkinci yarıda Fener’in müdafi (bek) tarafından yapılan hata üzerine İngilizler tarafından bir penaltı vuruşu yapılmış ve bu suretle Fener ilk golü yemiştir. Bunun üzerine oyun devam etmiş ve İngilizler bir, Fenerbahçe de daha bir gol yemişler. Bu suretle oyun bir karşı iki olarak Fenerbahçe aleyhine neticelenmiştir. Oyun esnasında Fener’in bazı azası Kadıköyü’ndeki yangın sebebiyle oyunda hazır bulunmamışlar ve bu sebepten gelecek Pazartesine bir maç daha yapılmasına karar verilmiştir. Oyun esnasında Galip ve Zeki Bey’ler özellikle takdir edilmişlerdir.“
Dönemin iki gazetesinin haberlerini, Fenerbahçe ve Türk Spor tarihçiliğinin önemli ismi Rüştü Dağlaroğlu’nun notlarında yer alan bilgilerle desteklediğimizde; İkdam Gazetesi’nde sözü edilen ve Fenerbahçe’nin sahada eksik takımla yer almasına neden olan yangının kaleci Karnik Arslanyan’ın evinde çıktığını öğreniyoruz.
Fenerbahçe : Ümit Edilen
Haberi bulduğumuzda “Mustafa Kemal Paşa, kendi gazetesini okuyordur herhalde” diye düşünmüştük.
Haberin detaylarını ortaya çıkarmaya başladığımızda, gözlerimiz buğulandı önce.
Fenerbahçe tarihine bir Cumhuriyet Bayramı hediyesi bırakacak olmanın gururunu “Fenerbahçe kulübü bu müsabakaya ümit edildiği kadar kuvvetli bir takım ile çıkamadığı gibi” cümlesine sığdırdık.
Mustafa Kemal Paşa bir gazete çıkaracak, gazete sadece 51 gün yayınlanacak, bu 51 günün içinde Fenerbahçe maçının haberi olacak, haberde de Fenerbahçe’den “ümit edilen” diye bahsedilecek.
Fenerbahçe’nin, Mustafa Kemal’in ümit ettiği kadar kuvvetli bir takımla sahaya çıkamamasının sebebi de takımın yarısının Kaleci Karnik Arslanyan’ın evinde çıkan yangını söndürmek için yardıma koşması olacak. Sahaya çıkan takıma “Fenerbahçe” emanet edilecek.
Kendi vatanında, ülkeyi işgale gelen İngiliz takımına yenilgi hazmedilemeyecek. “Gelecek hafta bir daha oynayalım” denilecek… Fenerbahçe… Ümit edilen…
Son Halife ve son Veliaht Abdülmecid Efendi’nin oğlu… Fenerbahçe onursal başkanlığını 1920-1924 yılları arasında yürütmüş Osmanlı Hanedan üyesi… Bugünkü yazımın konusu yukarıdaki sıfatların sahibi Şehzade Ömer Faruk Efendi olacak. Günümüzde, Fenerbahçe Başkanlığı yapmış olması sebebiyle “Milli Mücadele” karşıtı olarak yaftalanan bir Osmanlı şehzadesinin hayatından kesitler aktaracağım. Ülkesinden uzak geçirdiği yıllarda “Cânım Fenerbahçe” diyen Ömer Faruk Efendi hakkındaki görüşleri değerlendireceğim.
Bir Fenerbahçeli’nin İstanbul’da başlayıp, Kahire’de sona eren hayatından önemli satır başları…
Ömer Faruk Efendi’nin hikayesini aktarmaya babası Abdülmecid Efendi ile başlamanın, yazının sonunda yer vereceğim sonuç değerlendirmesi için fazlaca önem taşıdığı düşüncesindeyim. Kendisi hakkında Profesör Dr.Ali Satan’ın “Son Halife Abdülmecid Efendi” isimli biyografik eserinin, yazı boyunca aktaracağım bilgiler için ana kaynak olduğunu öncelikle belirtmek isterim. Bunun yanında Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı’nın Ömer Faruk Efendi ile ilgili yıllar içerisinde yayınladığı makalelerden de yararlanılmıştır.
Baba Abdülmecid Efendi
Sultan Abdülaziz’in oğlu olan Abdülmecid Efendi Osmanlı hanedanı içerisinde sanatçı yönüyle olduğu kadar, Milli Mücadele’ye bakış açısı ve kuzeni Son Padişah Vahdettin ile ilişkileriyle de öne çıkmaktadır. Abdülmecid Efendi, dönemin birçok yerli ve yabancı yayınını takip eden, geniş bir kütüphaneye sahip hanedan üyesiydi. Abdülmecid Efendi “Batı müziğinin popüler dans türlerinde eserler vermiş”, hatta “Elegie” adlı eseri İtalya’da yayınlanmıştır.
Abdülmecid Efendi’nin ressamlığı ise üzerinde durulması gereken en önemli özelliğidir. Bugün bile sanat çevreleri tarafından “profesyonel bir ressam” olarak nitelenen Abdülmecid Efendi’nin tabloları uzun yıllardır sergilenmektedir. Bu tabloların içerisinde en dikkat çekici olanı “Tarih/Nasihat” ismini verdiği tablosudur. 1912 Yılında tamamladığı tabloda, Edirne’nin Bulgaristan tarafından işgal edilmesinin ardından bir Balkan haritası üzerinde oğlu Ömer Faruk Efendi ve kızı ile birlikte kendisini resmetmiştir. Dönemin birçok sanatçısı, edebiyatçısı ile yakın dostluklar kuran Abdülmecid Efendi aynı zamanda 1908 yılında kurulan “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti”nin de başkanlığını yapmıştır. Ömer Faruk Efendi’nin babası, Veliaht Abdülmecid Efendi ile ilgili Profesör Dr. Ali Satan’ın aşağıdaki yorumu yazının son bölümü için bir yol gösterici niteliğindedir:
“Dindar, gelenekle barışık ve aynı zamanda batıya da açık bir insan… Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını. Onun “Doğuyu ve Batıyı kendinde birleştirmiş” olduğunu görüyoruz ki bu, bizim ikisinden hangisi olmamız gerektiğine dair sorumuza verilmiş tarihi cevap gibidir”
“Boykotçu Şehzade”
Döneme ait kaynaklarda Ömer Faruk Efendi’nin sık sık babası ile birlikte zaman geçirdiğine; gerek resmi kabullerde gerekse kütüphanesindeki çalışma saatlerinde onun yanında olduğuna ilişkin bilgiler yer almaktadır.
Baba-Oğul arasındaki ilişkinin yakınlığını, Ömer Faruk Efendi’nin okul yıllarında yaşanan bir olayın daha açıkça ortaya koyacağı düşüncesindeyim. Ömer Faruk Efendi’nin öğrenim hayatını sürdürdüğü Mekteb-i Sultani’nin müdürü Tevfik Fikret, 1910 yılında dönemin Eğitim Bakanlığı ile ters düşmüş ve bunun üzerine görevden alınmıştı. Öğrencileri bu gelişme üzerine Tevfik Fikret’e olan bağlılıklarını okulu boykot ederek göstermişlerdi.
Murat Bardakçı’nın ulaştığı dönem gazetelerinde çıkan haberlere göre bu öğrenciler arasında Ömer Faruk Efendi de vardı. Boykotçu öğrenciler olarak tepkilerini bugünün İstiklal Caddesi’nde düzenledikleri yürüyüş ile göstermişler, müdürlerinin yeniden okula dönmesini istemişlerdir. Oğlunun yaptığı protesto baba Abdülmecid Efendi’nin de ilgisini çekmişti. Abdülmecid Efendi devletin yüksek kademesine yazdığı mektuplarda “Tevfik Fikret’in başarılı icraatlarına dikkat çekmiş, onun yokluğunda okulu önemli tehlikelerin beklediğini söylemiş”, kısacası görevden alınan müdürün ve boykotçu öğrencilerin tarafını tutmuştu.
Bu aşamada boykottan bir sene öncesine dönüp Devlet Arşivlerinde karşıma çıkan bir belgeye yer vermek istiyorum. Belgede dönemin Sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa, lise öğrenimi için Mekteb-i Sultani’ye başlamasına karar verilen Şehzade Ömer Faruk Efendi için okulun müdürü Tevfik Fikret’e bir mektup göndererek, şehzade için gereken özenin gösterilmesini ister. Bu mektuba Tevfik Fikret’in cevabı ise “başka ne gibi takayyüdat (dikkatli davranma, özen gösterme)” lazım geldiğini tırnak içinde sormak şeklinde olur. Baba Abdülmecid Efendi‘nin, öğrencilerinin kim olduğuna bakmadan onlara eşit muamele eden okul müdürü Tevfik Fikret’e yaklaşımı bu belge ile birlikte daha değer kazanmaktadır.
Asker
Ömer Faruk Efendi, Tevfik Fikret krizine rağmen Mekteb-i Sultani’yi bitirir. Şehzade, üniversite eğitimine Avrupa’da devam etme kararı alır. Ali Satan’a göre bu kararı almasında Mekteb-i Sultani’deki hocaları Tevfik Fikret ve Salih Keramet Nigar’ın yönlendirmelerinin etkisi vardır.
Ömer Faruk Efendi önce Viyana’daki Theresianum Askeri Okulu‘nda, daha sonra da Berlin’deki Potsdam Askeri Okulu’nda eğitim alır. Bu eğitimlerin ardından ülkesine dönen Ömer Faruk Efendi, 1914 yılında Harbiye Mektebi‘nden de mezun olur. Osmanlı Devleti’nin Almanya ile yakınlaşma politikası sürdürdüğü bu dönemde Ömer Faruk Efendi’nin Alman ekolü ile eğitim alması doğal karşılanması gereken bir durumdur.
Dönem basınında Şehzade’nin üniversite eğitimi için yurtdışına gitmesinden bahsedilmiş, kendisi “Avrupa’ya eğitime gönderilen ilk şehzade” olarak tanıtılmıştır. Ömer Faruk Efendi yurtdışında geçirdiği yıllar sonunda Almanca’ya anadil seviyesinde hakim olmuş, İngilizce ve Fransızcayı da konuşmaya başlamıştı.
Ömer Faruk Efendi, I.Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin Alman İmparatorluğu ile ittifak yapmasının ardından aktif olarak cephede savaşa katıldı. Almanya – Fransa sınırında gerçekleşen Verdun Muharebesi’nde müttefik Alman ordusu safında savaştı.
Osmanlı Şehzadesi Ömer Faruk Efendi’nin Almanya ile bu yakın ilişkileri 15 Aralık 1917’de başlayan ve 4 Ocak 1918’de sona eren Veliaht Vahdettin’in Alman İmparatoru II.Willhem’i resmi ziyaretinde yer almasını da sağladı. Padişah Mehmet Reşat’ın yaşlılığından dolayı Vahdettin Efendi’yi gönderdiği ziyarette Mustafa Kemal Bey de Veliahtın Yaveri olarak yer almıştı. Bu ziyaret, aynı zamanda Ömer Faruk Efendi ile Mustafa Kemal’in ilk karşılaşmalarıydı.
Padişah Damadı
Ömer Faruk Efendi’nin Osmanlı Hanedanının şehzadesi olarak sürdürdüğü hayatında babası Abdülmecid Efendi’nin önemli rol oynadığını yazının başında belirtmiştim. Abdülmecid Efendi ile Veliaht Vahdettin’in ilişkilerine kısaca değinmek bu rolü açıklamak için önemlidir.
1916 Yılında Padişahlık makamında Mehmet Reşat otururken, Veliaht sıfatını taşıyan Yusuf İzzettin Efendi’nin intihar etmesi ile kimin veliaht olacağı konusu gündeme gelmişti. Teamüller gereği Vahdettin veliaht olacaktı ancak iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi, fikirlerini bildikleri şehzade yerine, kendilerine yakın gördükleri Abdülmecid Efendi’yi veliaht yapmak istiyordu. Çünkü Padişah Mehmet Reşat yaşlıydı ve sağlığı iyi değildi. Veliaht olacak kişi yüksek ihtimalle yakında padişah olacaktı. Bu doğrultuda veliaht olması teklifi Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından Abdülmecid Efendi’ye iletilse de, şehzade tarafından “yüzyıllardır süren geleneği bozmak istemediği” gerekçesi ile reddedildi. Nitekim Veliaht olan Vahdeddin, Sultan Reşat’ın 4 Temmuz 1918’de ölümü üzerine Padişah, Abdülmecid Efendi de Veliaht oldu.
Ali Satan’ın tespitine göre Milli Mücadele başlayana kadar Padişah Vahdettin ile kuzeni Veliaht Abdülmecid arasında bir fikir ayrılığı yoktu. Anadolu’da başlayan Milli Mücadele, ikiliyi bir daha bir araya getirmeyecek şekilde ayırdı. Bu küskünlüğün tek istinası ise Veliaht Abdülmecid’in oğlu Ömer Faruk Efendi’nin, Padişah Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’a aşık olmasıyla ortaya çıkmıştır. Hanedanın güzel üyesi Sabiha Sultan ile evlenmek için o dönem Mustafa Kemal Paşa da girişimde bulunmuştur. Murat Bardakçı’nın aktardığına göre Sabiha Sultan, sonraki yıllarda yakın dostlarına Mustafa Kemal Paşa’nın evlenme isteğinden bahsederken olayı doğrulayacak, hatta “Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk’u (Ömer Faruk Efendi) seviyordum” diyecekti. Sabiha Sultan, bu evliliği istememesinin bir diğer nedeni olarak da Enver Paşa’nın hanedan üyesi Naciye Sultan ile evliliğini göstermiştir: ” (Mustafa Kemal) Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu.”
Milli Mücadele
Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele ile ilişkisi 25 Nisan 1921 tarihinde orduya katılmak için İnebolu’ya gidişi ve akabinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul görülmeyerek, İstanbul’a geri gönderilmesi şeklinde özetlenebilir. Bu bölümde Ömer Faruk Efendi’nin bu girişimine yol açan olayları sıralamakta yarar görüyorum.
Veliaht Abdülmecid Efendi’nin Padişah Vahdettin ile Milli Mücadele’nin başlamasıyla beraber fikir ayrılığının başladığından söz etmiştim. Abdülmecid’in, Padişah ile arasındaki temel sorun, Sadrazam Damat Ferit’ti. Abdülmecid, Vahdettin’in Damat Ferit’e olan güvenini doğru bulmuyordu. Bu doğrultuda Padişah’a ilk muhtırasını 18 Ocak 1919’da verdi. “Anadolu’daki milliyetçilerle hükümet arasındaki mücadelenin sona erdirilmesini, Anadolu’ya şehzadelerden birinin başkanlığında bir heyetin gönderilip tarafların yakınlaştırılması gerektiğini” yazdı. Anadolu’da kurulan cemiyetlerin isteklerinin incelenerek faydalı olanlarının kabul edilmesi ve yerine getirilmesini istedi.
Bu söylem, İngilizler ve Fransızlar tarafından Abdülmecid’in Milli harekete ilgi gösterdiği şeklinde nitelendi.
Abdülmecid bu dönemde kendisi ile görüşen İngiliz yüksek komiserliği tercümanı Ryan’a şunları söylemiştir: “Halk, halkı Türk olan topraklarda Türk yönetimi istemektedir. İzmir faciası, Rumların cinayetleri ortadadır. Halk Mustafa Kemal ve arkadaşlarına itibar ediyorsa, bunun sebebi arzularına İstanbul Hükümetince itibar olunmamasıdır”Prof.Dr.Sina Akşin, Abdülmecid Efendi’nin bu teklif ve söylemlerini partiler üstü meşruti bir yöneliş olarak değerlendirmektedir. Akşin’e göre Veliaht, Padişaha karşı apayrı bir ideolojinin sözcüsüydü ve Anadolu’daki milli hareket ile “ülküdaş”tı.
Davet
Veliaht Abdülmecid bu eylem ve söylemlerinden dolayı Mustafa Kemal Paşa tarafından 1920’nin yaz aylarında Anadolu’ya davet edildi. TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa, Veliahtı Anadolu’ya davet eden bir mektup yazdı. Cevaben “Anadolu’ya geçmeyi ve bu mücadeleye katılmayı çok isterdim. Fakat bu karar ve hareketimin ailevi vaziyetimizle yani hanedan vaziyetinde nasıl bir değişiklik göstereceğini, bunun millet ve memlekete faydalı olup olmayacağını açıklıkla anlayıncaya kadar beklemenin daha doğru olduğunu düşünmekteyim” diyerek, daveti reddetti. Resimli Tarih Mecmuası’nın 1952 yılında yayınlanan 29.sayısında Mehmet Ataker’e ilk ve tek röportajını veren Ömer Faruk Efendi, babasının bu daveti reddetmesinin temel sebebinin “ikilik” çıkarmak istememesi olduğunu söylemiştir.
Abdülmecid Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa’nın iç isyanlar dolayısıyla sıkışık durumda olduğu bir zamanda davetini reddetmesi, TBMM ile hanedan arasında var olan soğukluğun artmasına neden olmuştur. Diğer yandan Veliahtın Anadolu’ya geçerek milli hareketin başına geçme ihtimali İtilaf Devletleri’nin uzun zamandan beri korktukları bir konuydu. Bu doğrultuda İstanbul işgal edildikten sonra Veliaht Abdülmecid Efendi’nin sarayı İngilizler tarafından kuşatılarak, yazışma notlarına ve belgelerine el konuldu. Abdülmecid’in Mustafa Kemal’in davetini kabul etmemesinde İngiliz faktörü de göz önünde tutulmalıdır. Abdülmecid, İngilizler tarafından ev hapsinde tutulurken Mustafa Kemal Paşa’ya şu mesajı gönderdi:
“Vaziyeti görüyorsunuz, bu şartlar altında benim ayrılmam maddeten de mümkün gözükmüyor. Mustafa Kemal Paşa’ya hürmetlerimi ve muvaffakiyet temennilerimi söyleyin. Beni mazur görsün.”
İngilizlerin göz hapsinde tutulan Abdülmecid Efendi 16 Eylül 1920’de, 9 ay önce dünür olduğu Padişah’a bir mektup yazdı:
“Yüce şahsınızı elinde ihtiras oyuncağı yapan Ferit’in (Damat Ferit) yalanına dolanına nasıl inanıyorsunuz? Ferit beni bilmez ve anlamaktan acizdir. Bütün önemli hususları kişisel amaçlarına tabi kılan Ferid’in hıyanetkar idaresine bir son veriniz”
Bu mektuptan sonra Veliaht ile Padişahın arası düzelmemek üzere bozuldu. Vahdettin ülkeyi terk ettikten sonra onun hakkında “hain” sıfatını kullanan tek hanedan mensubu Abdülmecid Efendi’ydi.
Ömer Faruk Efendi İnebolu’da
Babası Veliaht Abdülmecid, başkent İstanbul’da İngilizlerin göz hapsindeyken Fenerbahçe Başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi, 25-26 Nisan 1921’de gizlice İnebolu’ya gitti. Bu esnada Türk ordusu I.ve II. İnönü Savaşlarını kazanmış, Milli Mücadele zafere doğru ilk adımlarını atmıştı. Şehre adım atar atmaz, Ankara’ya “vazife-i vataniyyem ve askeriyemi görmek üzere” geldiğini bildirdi. Anılarını 1957 yılında yazan ve Ömer Faruk Efendi’yi İnebolu’da karşılayan polis memurlarından biri olan Ali Rıza Öge, şehzadenin ziyareti ile ilgili şu ifadeleri paylaşmıştır:
“ ‘Şehzadem, millet sizi bekliyor, buyrun’ deyip onu karaya çıkarmışlar. Vapur hareket edinceye kadar Ankara’dan cevap gelmeyince İnebolu’da kaldı. Bir otelde yer bularak korumalar eşliğinde bir geceyi geçirdi. Gece yarısına doğru Ankara’dan gelen telgraf emriyle ilk gidecek vapurla İstanbul’a iadesi bildirilmişti. Biz de kendisini İstanbul’a iade ettik” Ömer Faruk Efendi’nin ve İnebolu’da görevli memurların beklediği Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafında şunlar yazılıydı:
“Telgrafınızı büyük bir memnuniyetle aldık. Yüksek zatınızın Anadolu’yu şereflendirmeleri tarihteki üzücü örneklerinden de görüldüğü üzere saltanat mensupları arasında bazı fena anlamalara yer verebileceği ve birlik halinde bulunan milli kamuoyunu yeniden karışıklığa düşürmek suretiyle fevkalade mahzurlara sebep olabileceği için vatan ve milletin bütün saltanat hanedanı mensuplarının hizmetinden istifade edecekleri zamanın gelmesini bekleyerek şimdilik İstanbul’da kalmaya devam etmenizi yaradılışınızın verdiği vatan sevgisinin gereği görüldüğü saygı ile arz olunur”
Anadolu’ya geçmesi uygun bulunmayan Ömer Faruk Efendi, o gün neler hissettiğini yıllar sonra verdiği tek röportajında şöyle anlatıyordu: “O zaman 23 yaşındaydım. Tecrübesizdim. İstanbul’a döndüğüm takdirde, İngilizler tarafından yakalanacak, hapsedilecek ya da Malta’ya sürülecek belki de öldürülecektim. Sarayın bana karşı takınacağı hareket, Vahdettin’in intikam almaya kalkması… birer birer gözümün önüne geliyordu.” Ömer Faruk Efendi, Gazeteci Mehmet Ataker’e Ankara’nın kendisini kabul etmemesinin nedenini şöyle açıklıyordu: “Birkaç ay sonra Millet Meclisi’nde benim için sorulan bir soruya şöyle cevap verilmişti: ‘İngilizler veya saray tarafından gönderilmiş olması ihtimaline karşı kendisini iade etmek mecburiyetinde kaldık’”
Ömer Faruk Efendi’nin sözünü ettiği cevabı TBMM’nin 24 Aralık 1921 tarihinde toplanan gizli oturumunda Mustafa Kemal Paşa tarafından verilmişti. Mustafa Kemal Paşa, milletvekillerine Şehzade’nin gelişi ile ilgili şu açıklamayı yapmıştı:
“Efendim, bunların mahdumu Ömer Faruk Efendi İnebolu’ya gelmişti; ben kendisini iade ettim. Onun gelişi babasının (Abdülmecid Efendi) ve yahut kayınpederinin (Padişah Vahdettin) onayıyla olup olmadığını bilmiyorum. Şahsen Ömer Faruk Efendi’yi tanırım. Bana bazı mektuplar yazmıştı ve kendisiyle yakından temasta bulunan bazı arkadaşlarla da sözlü haber göndermişti. Bana yazdığı şeylerde diyor ki: “Ben oraya geliyorum. Ben oraya gelir gelmez, benim şartlarımı şimdiden tespit ediniz. Ben buradan bir takım insanlar getireceğim ve benimle beraber kalacaklardır” Doğrudan doğruya amacı, halife ve padişah olmak.. Bunun mümkün olamayacağını kendisine söylemişler. Bunu kafasına koymuş. Halbuki Ömer Faruk Efendi’yi buraya getirmek Halife veya Padişah yapmak söz konusu değildi. Belki de bir çok kargaşaya sebep olacaktı. ‘En iyi vazifenizi İstanbul’da görürsünüz’ demiştim.
Yalnız ona demişler ki, ‘gider gitmez emri vaki yaparsın ve millet her şeyi unutur, büyük gösterilerle sizi Padişah ilan eder’ ve o da buna güvenerek benim onayımı almaksızın gelmiştir ve hakikaten İnebolu’ ya çıktığı zaman, beklendiği üzere ve derhal İstanbul’a da haber vermiştir. Yani açıkça Padişahın ya da babasının izni ile gelmiştir.”
Ömer Faruk Efendi’nin İnebolu’ya gelişinin en önemli tanığı, Milli Mücadele’ye katıldıktan sonra Batı Cephesi Kurmay Başkanlığı görevini yürütecek, Cumhuriyet’in ilanından sonra ise Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapacak olan, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye’den sınıf arkadaşı Orgeneral Asım Gündüz’dür. O dönem Harp Akademisinde ders veren, Ömer Faruk Efendi’nin öğretmeni de olan Miralay Asım Bey:
“Ömer Faruk Efendi bana gelerek, ‘Hocam, ben Anadolu’ya gitmek istiyorum. Eğer Mustafa Kemal Paşa, babam gelmedi diye kızdı ise ben vardım. İster babamın yerine beni kabul etsin isterse Milli Mücadelede bir er olarak kullansın. Gideceğim. Kararımı verdim’ demişti. Tam bu sıralarda Mustafa Kemal Paşa’dan haber aldım. Paşa beni Ankara’ya çağırıyordu. Ömer Faruk Efendi, tekrar evime gelerek Anadolu’ya geçmek konusunda ısrar etti. Arkadaşlarla görüştük. ‘Mustafa Kemal Abdülmecit’i istiyordu. O gidemedi bari oğlunu götürelim. Bu, herhalde yanlış bir hareket olmaz’ diyerek onu da götürmeye karar verdim. Şehzadenin seyahat ettiğimiz gemide tutulduğu bölmenin şartları dolayısıyla yarı baygın halde kıyıya çıkartılması, kimliğinin açığa çıkmasına sebep oldu. Yolculuk sonrasında tedaviye ihtiyacı vardı. Gemiden çıkartıldıktan sonra İnebolu’da gelenin kim olduğu haberi yayılınca halk rıhtıma yığıldı. Davullar zurnalar serhat türküleri gökleri inletmeye başladı. Her tarafta silahlar patlıyordu. Ankara’nın asıl manevi endişesi İnebolu’da genç şehzadeye karşı gösterilen büyük tezahüratın Milli Mücadelenin gayesi üzerinde meydana getireceği şüphelerde toplanmıştı. Ömer Faruk Efendi’ye yapılan tezahüratı kimse beklemiyordu.”
Asım Gündüz’e göre Ömer Faruk Efendi’nin geri gönderilmesinin bir diğer nedeni de şuydu:
“Daha sonra öğrendiğime göre Ankara’nın dostu olan bir yabancı, hanedana mensup bir kişinin Milli Mücadele safhında olmasının bilhassa İngilizler tarafından istismar edileceğini, Anadolu’nun müdafaasına karşı nispeten tarafsız davranan İtalyan ve Fransızları da aleyhimize sevk edeceğini ihtar etmiş. Bu ihtimali mümkün ve akla yakın görmüştüm.”
Fenerbahçe Başkanı
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe’ye 1920 yılında 21 yaşındayken başkan oldu. Başkanlığı, Osmanlı hanedan üyelerinin yurtdışına çıkarıldığı 1924 yılının Mart ayına kadar devam etti. Başkanlığı süresince kulübe, şimdiye dek tespit edebildiğimiz sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. 26 Aralık 1920’deki bu ziyaret dönemin Spor Alemi dergisinde geniş yer buldu. Ziyaret sonrasında kulüp hatıra defterini imzalayan Şehzade’yi kulüpte karşılayanlar arasında ilerleyen yıllarda Fenerbahçe’ye başkanlık da yapacak olan genç bir sporcu, Yavuz İsmet (Uluğ) de vardı.
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe ile ikinci ve son teması ise yıllar sonra gerçekleşecek ve Fenerbahçe Tarihinde derin bir iz bırakacaktır. Spor Alemi Şehzade’nin ziyaretini şu satırlarla aktarmıştı:
“26 Aralık Pazar günü, Fenerbahçe Kulübü fahri başkanlığını kabul buyuran Şehzade Ömer Faruk Efendi Hazretleri kendi yurtlarını (kulüplerini) ziyaret etmişlerdir. Öğleden sonra saat ikide Kadıköy gençlerinden bir kısmı orta salonda sevgili reislerini karşılamak için hazırdılar. Fahri Başkanın yanında yine kulüp üyelerinden Damat Mecit Bey ile Damat Selami Bey ve yaverleri Binbaşı Faik Bey Efendiler bulunuyordu. Önce kulüp ziyaret edildi ve kütüphane, kayıkhane, jimnastik, tenis alanları gösterilerek efendi hazretlerine spor sahasındaki kulübün faaliyeti hakkında bir fikir verilmek istenildi, sonrasında kulüp üyelerinden bir kısmı tanıtıldı. Bu arada kulüpte tenis şubesinde çok yüksek bir faaliyet gösteren Damat Mısırlı Muhsin Yeğen Bey de bulunuyordu. Saat üçte havanın elverişsizliği dolayısıyla yalnız salonda bazı sporlar yapılabildi. İlk numarayı azadan Said ve Fevzi Beylerin eskrimi ve ikinciyi de muallimleri meşhur şampiyon Miralay Grodotski ile Mösyö Nikolay’ın egzersizi oldu. Bundan sonra memleketimizin en kıymetli amatörlerinden İsmet (Yavuz İsmet Uluğ) ve Ziya Beylerin boksu, ve Binbaşı Mazhar Beyefendinin idare ettiği Alman jimnastiği ile program sonlandırıldı. Bu sırada kulübün en değerli bir parçası olmakla beraber musiki yönüyle de gurur kaynağı bir amatörü olan Ekrem Bey’in keman ile çaldığı birkaç parça musikide de kulübün bir yerinin bulunduğunu hissettiriyordu.”
Ziyareti esnasında Kulüp anı defterine bıraktığı iz, bugün hala Fenerbahçe Müzesi’nde sergilenmektedir. O satırlarda Fenerbahçe Başkanı Ömer Faruk Efendi, şu satırlarla kulübünü onurlandırmıştır: “Kulübün tealisini (gelişmesini) görmek medar-ı iftiharım (gurur kaynağım) olacaktır”
Ömer Faruk Efendi’nin Fahri Başkanı olduğu Fenerbahçe, bu dönemde sadece yabancılarla maç yapmakla kalmadı, devletin düzenlediği bağış kampanyalarında aktif rol aldı. Bunlardan bir tanesi de Fenerbahçe – İttihatspor arasında oynanacak şampiyonluk maçının hasılatının Göçmenler Müdürlüğü’ne bağışlanmasıydı. 17 Ağustos 1921 günü oynanan maça Fenerbahçe, Şekip, Galip, Hasan Kamil, Fahir, İsmet, Ethem, Ömer, Boldin, Zeki Rıza, Alaeddin ve Sabih 11’i ile çıktı. Akşam gazetesinin haberine göre maçta “her taraftan gelip stadı dolduran binlerce kişilik büyük bir kalabalık” vardı. Maçı 3-2’lik skorla kazanan Fenerbahçe, şampiyon olmuş ve Göçmen Müdürlüğü yüklüce bir gelir elde etmişti.
Halife’nin Oğlu
Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra, 1 Kasım 1922’de Saltanat yönetimine son veren TBMM, Osmanlı Hanedanın elindeki dünyadaki bütün Müslümanların liderliği anlamını taşıyan “Hilafet” makamına Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin babası Abdülmecid Efendi’yi getirdi. Anadolu’daki Milli Mücadele’ye çeşitli sebeplerle katılmamış/katılamamış olsa da İstanbul’da Fahri Başkanı olduğu Kızılay Cemiyeti aracılığı ile Anadolu’ya yardım ettiği kayıtlara geçen, Milli Mücadele’nin kutlama, miting, yardım gibi organizasyonlarına hem kendisi hem de oğlu adına bağış yapan Abdülmecid Efendi’nin halife olarak seçilmesinde bu tavrının önemli etkisi vardır. Ömer Faruk Efendi’nin halifenin oğlu olarak İstanbul’da yaşadığı 2 yılı aşkın zaman boyunca, Fenerbahçe, İstanbul’u terk etmeye hazırlanan İşgal kuvvetleri takımlarına karşı üstünlüğünü korudu.
“Canım Fenerbahçe”
Ömer Faruk Efendi, Hilafetin kaldırılmasının hemen ardından diğer hanedan üyeleri ile beraber yurtdışına gönderildi. 1924 Yılından, 1969 yılına kadar 45 sene sürgün hayatı sürdü. İsviçre ve Fransa’da yaşadıktan sonra Kahire’de hayatını kaybetti ve oraya defnedildi. Mezarı yıllar sonra, Türk hükümetinin “sessizce nakledilmesi şartıyla” verdiği özel bir izinle Türkiye’ye getirildi ve Cağaloğlu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’ne nakledildi.
Ömer Faruk Efendi’nin, Fenerbahçe Tarihinin en özel hatıralarından biri olan, “Canım Fenerbahçe” seslenişi Murat Bardakçı’nın 16 Ocak 2006 yılında Hürriyet Gazetesi’nde yayınladığı bir mektupla gün yüzüne çıkmıştır. Bardakçı, Ömer Faruk Efendi’nin Kahire’den 20 Temmuz 1966’da İstanbul’da yaşayan dostu ünlü Tarihçi İsmail Hami Danişmend’e gönderdiği mektubun Fenerbahçe ile ilgili kısımlarını köşesine taşıdı. Bu mektupta Ömer Faruk Efendi, yıllar önce başkanlığını yaptığı Fenerbahçe Kulübü’nün o zamanki başkanı Faruk Ilgaz’dan bir mektup aldığını söylüyor, kulübün kendisini hatırlamasından duyduğu memnuniyeti anlatıyor ve gözyaşlarını tutamadığını yazıyordu.
“Geçen gün postacı geldi ve büyükçe bir zarf uzattı. Üstünde canım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü görünce şaşırdım. Mektubu okuyunca büsbütün hayretlere düştüm. Kulübün yeni müdürü, eski başkanlarının resmini istiyor! Salonlarını süslemek için! Kırk küsur senedir böyle bir ilgi görmediğimden şaşırdım ve duygulandım. Gözlerimden yaşlar boşandı. Yeni ve eski birer fotoğrafımı, kulüp üyeleriyle çıkmış olan bir eski resmimi ve göstermiş oldukları ilgi dolayısıyla teşekkürlerimi yazdım ve gönderdim. Yeni reisin ismi de Faruk olduğundan, adaşlık sebebiyle bir sempati doğmuş olacak! Bana gönderdikleri kulübün ismi, işareti ve arkasına yazdıkları beni çok mütehassis etti: ’Kulüp erkanı, eski reislerine saygılarını sunarlar.’ Şimdi resim çerçevelenmiş halde yanımda duruyor…Ömer Faruk”
Sorular
Ömer Faruk Efendi nasıl bir kişiliğe sahipti?
Ömer Faruk Efendi’nin kişiliğinde şüphesiz Babasının etkisi büyüktür. “Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını” olan Abdülmecid Efendi’nin oğlu ve şehzade ünvanıyla, Avrupa’da eğitim gören ilk hanedan üyesi olmuş, birden fazla yabancı dil öğrenmiştir. Özetle, Ömer Faruk Efendi, Osmanlı Modernleşmesinin hanedan içerisindeki en önemli temsilcisi sayılabilir.
Ömer Faruk Efendi Milli Mücadele’ye karşı mıydı?
Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele’ye karşı olduğunu söylemek elimizdeki belgelere ve kaynaklara göre imkansızdır. Anadolu’ya geçişi ile ilgili, kendisi ve Mustafa Kemal Paşa farklı sebepler ortaya koymuş olsa da, bu durum Ömer Faruk Efendi’nin ülkenin kurtuluşunu istemediği anlamına gelmemektedir. Babasının Sadrazam Damat Ferit’e ve Padişah Vahdettin’in Milli Mücadeleye olan tavrına getirdiği ağır eleştiriler göz önüne alındığında, iki tarafın ülkenin kurtuluşu için farklı yöntemler öngörmesi ihtimal dahilinde olsa da; bu, onun Milli Mücadeleye karşı olduğu göstermemektedir. Kendisini Anadolu’ya getiren Asım Gündüz’ün sonraki günlerde Milli Mücadele’nin önemli komutanlarından biri olacak olması ve Cumhuriyet’in ilanından sonra Genelkurmay 2. Başkanlığı yapması, bu değerlendirmeyi destekler niteliktedir.
Mustafa Kemal Paşa’ya göre Milli Mücadele’nin yöntemi neydi?
Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele yıllarında söylemleri farklı bakış açılarıyla değerlendirilmektedir. Bu söylemlerin ve Paşa’nın eylemlerinin tek hedefi şüphesiz ülkenin bağımsızlığını kazanmasıydı. Yakın çevresine Milli Mücadele’nin ilk günlerinde “Cumhuriyet” fikrini hayata geçireceğini paylaşmış olsa da, 620 yıldır bir hanedanın yönetimi altında yaşayan halka bu fikrini açmamıştır. Bağımsızlığın kazanılması için deha seviyesinde bir iç politika yürütmüş, kendi deyimiyle “uygulamayı evrelere ayırarak, hedefe varmıştır.” Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’un giriş kısmında yer alan ifadeleri yaptığım bu değerlendirmenin temel dayanağıdır:
“Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahlı olarak karşı koymak ve onlarla mücadele eylemek gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini ve zorunluluklarını ilk günden ortaya koymak ve ifade etmek, elbette isabetli olamazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalardan ve hadiselerden istifade ederek milletin hissiyat ve fikirlerini hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur.”
Tarihi nasıl okumalıyız? Olaylara nasıl bakmalıyız?
Şüphesiz tarihi olayların, farklı düşüncelere sahip, dünyaya başka pencerelerden bakan insanlar tarafından çeşitli şekillerde yorumlanması doğal karşılanmalıdır. Bu farklı değerlendirmeler ancak tek bir şartla tarih yazımını değerli kılar. O da: “geçmişte yaşanmış olayları, meydana geldikleri dönemin şartlarına göre değerlendirerek” Anadolu topraklarında kurtuluş mücadelesi verilirken, iç isyanların bu mücadeleyi tehlikeye sokmaya başladığı günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın Veliaht Abdülmecid Efendi’yi Anadolu’ya davet etmesi onu “Saltanat yanlısı” yapmayacağı gibi, Osmanlı Şehzadesinin “Campidoglio” gemisinin gizli bir bölmesinde Anadolu’ya geçişi de onu “Milli Mücadele karşıtı” yapmaz.
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe Başkanlığı ne ifade etmektedir?
Ömer Faruk Efendi, Fenerbahçe’nin fahri yani bugünkü anlamıyla onursal başkanlığını yürütmüş isimlerden biridir. Kısaca Fahri Başkanlık, yönetsel değil simgesel bir makamdır. Her ne kadar bu makam “simgesel” olsa da, Fenerbahçe’nin, buhranlı geçen kuruluş günlerinin ardından, ilk önce İttihat ve Terakki’nin sonrasında da hanedanın dikkatini çekmesi, kulübün sportif olduğu kadar sosyal bir olgu da olduğunu göstermektedir. Nitekim Fenerbahçe faktörü Cumhuriyet’in ilanından sonra da ülkeyi yönetenler tarafından dikkate alınmaya devam etmiştir. Fenerbahçe, Ömer Faruk Efendi’nin başkanlığı döneminde işgal yıllarının esir İstanbul’una moral kaynağı olmuş, bu dönemde yaşanan gerek maddi gerekse manevi sıkıntılara rağmen, Türk insanının kalbinde yer etmeye Ömer Faruk Efendi kulübün başkanıyken başlamıştır.
Fenerbahçe tüzüğünün yazılışı ile kulübün tescil edilmesi, kuruluş yıllarına ait birbiriyle bağlantılı iki meseledir. Bu meseleler kuruluş yılları içerisinde önce 1908’de sonra da 1913’te ortaya çıkmışlardır. Fenerbahçe tarih yazımında tescil olayı “1908’de ilk tescil edilen spor kulübü” nitelemesi ile yer almıştır. Bu yazımda, sözü edilen niteleme hakkındaki değerlendirmelerime yer vereceğim.
Meşrutiyet’in Yeniden İlanına Dair Kartpostallardan Biri (İ.B.B. Atatürk Kitaplığı arşivinden)
Endişe – Özgürlük
1908 yılı bilindiği üzere Meşrutiyetin yeniden ilan edildiği yıldır. Ülke genelinde belirsizlik ve karmaşa havasının hakim olduğu bu dönemde, yeni kurulmuş Fenerbahçe özelinde durum bundan farklı değildi. Bu yıl, Fenerbahçe Kulübü’nde neler yaşandığını Nasuhi Esat Baydar’ın 1931 yılında Olimpiyat Dergisi’nde yayınlanan “Fenerbahçe Nasıl Kuruldu?” adlı yazı dizisindeki ifadelerinden öğreniyoruz.
“Necip Bey gayet gizli bazı beyanatta bulunacağını ifade eden bir tavırla cümlemizi bir köşeye çekerek siyasi vaziyette bazı gerginlikler olduğundan bahsedip, cemiyet teşkil ettiğimizi ortaya çıkaracak her türlü belgeyi ve makbuzları yok etmemiz için uyarıda bulundu. Bundan iki gün sonra da Meşrutiyet ilan olundu. Meşrutiyet idaresinin ilk işi cemiyetler nizamnamesini (yönetmeliğini) tanzim (düzenlemek) ve bir gecede mantar gibi biten cemiyetleri tescil etmek olmuştu. Fenerbahçe Kulübü bu zamanda resmen kurulmuş oldu.”
Nasuhi Esat’ın satırlarından Fenerbahçe’nin, kurucular nezdinde, Meşrutiyetin ayak seslerinin duyulduğu günlerde endişeli olduğu ve bu endişenin de genç bir deniz subayı olan Necip Bey’in edindiği izlenimlerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu endişenin sonucunda ise kulübün kuruluş evrakı imha edilmiştir. Kurucu kadronun endişelerinin yersiz olduğunun anlaşılması ise uzun sürmemiş, Meşrutiyet idaresinin yeniden kurulması Osmanlı Başkentinde özgürlük rüzgarlarının esmesine neden olmuştur. Nasuhi Esat, bu özgürlük ortamından yararlanan birçok cemiyet gibi Fenerbahçe’nin de resmen tescil olduğunu söyler. Öyle görülüyor ki Fenerbahçe tarih yazımı tescil olunma tarihi olan 1908’i Nasuhi Esat’ın aktardıklarından almıştır.
Kanun-i Esasi’nin İlk Sayfaları (İ.B.B. Atatürk Kitaplığı arşivinden)
“Tescil” Ne Demek?
Öncelikle “tescil” kelimesinin anlamı üzerinde duralım. Tescil kelimesi Arapça “resmi evrakların kaydedildiği kütük, dosya anlamına gelen, sicill” isminden (tef’il masdarıyla) türemiş bir fiildir. Sicile geçirme, kütüğe geçirme anlamını taşımakta, günümüz Türkçesinde ise “kayıt altına almak” olarak kullanılmaktadır.
Nasuhi Esat’a göre Meşrutiyet ilan edilir edilmez Fenerbahçe tescil edilmiştir. Şimdi Fenerbahçe’nin bir cemiyet olarak varlığını kayda geçirttiği dönemde resmi statünün nasıl olduğuna bakalım.
1876’da Yürürlüğe giren ilk anayasa, Kanun-ı Esasi’de, cemiyetler için bir düzenleme yer almıyordu. Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesine kadar bir cemiyetin kurulması ve devlet tarafından tanınması örfi hukuk kurallarına tabiydi. Kısacası devlet idaresi zararlı gördüğü cemiyetlerin faaliyetlerine hemen son verebiliyordu. Abdülhamid döneminin özelliklerini de düşünecek olursak Türklerin kurduğu cemiyetler fazla uzun ömürlü olamıyordu. Bu durum onların gizli cemiyet olarak faaliyetlerini sürdürmesine neden oldu. Devlet bir anlamda cemiyet kültürünü yok etmek isterken, istemeden yayılmasına sebep oldu. Meşrutiyetin yeniden ilanından sonra ise özgürlük havası ile cemiyetlerin kuruluşunda ya da gizlenen cemiyetlerin ortaya çıkışında önemli ölçüde bir çoğalma oldu.
Buraya kadar verdiğimiz bilgiler Nasuhi Esat’ın aktardıklarıyla örtüşüyor. Bir nokta dışında. O da cemiyetler hakkındaki yönetmelikler üzerinde yapılan düzenlemelerden sonra tescil olayının gerçekleştiği… Bu dönemde cemiyetler hakkında bir yönetmeliğe kaynaklarda rastlamadık. Yukarıda da devletin, cemiyetleri, örfi hukuk kurallarına göre yani keyfi idare ile yönettiğini söylemiştik. Bu yargılara örnek olarak; Meşrutiyetten hemen sonra kurulan cemiyetlerden olan Askeri Veterinerleri Terakki Cemiyeti’nin tüzüğünün son maddesini gösterebiliriz. Bu maddede Nasuhi Esat’ın bahsettiği düzenlemelerin var olmadığı ortaya konulmaktadır. Madde şöyledir: “Cemiyetimiz, mercimiz olan Harbiye Nezaret-i celilesince de (Savaş Bakanlığınca da) tasdik edilecektir” Görüldüğü üzere cemiyet tasdik, tescil gibi işlemlerin daha sonra yapılacağını tüzüğüne ekleyerek, bir anlamda kendini devlet idaresine karşı garantiye almak istemektedir. Gerçekte de 24 Temmuz’da ülkeyi yönetmeye başlayan Meşrutiyet iradesinin, hükümet kurmak ve devlet idaresine hakim olmak için uğraştığı 1908 yılının son 5 ayında cemiyetlere ilişkin bir düzenlemeye zaman ayıramamasından doğal bir şey yoktur.
Talat Paşa Uzunçayır At Yarışlarında. Sağdan Beşinci Fenerbahçe Başkanı Doktor Hamit Hüsnü Kayacan (Salt Araştırma Arşivinden)
Cemiyetler Kanunu
Peki cemiyetlere ilişkin düzenlemeler ne zaman yapılmıştır?
Sorunun cevabını şu cümleyle verebiliriz: “Haziran 1909’da Meclis-i Mebusan’da görüşülmeye başlanan ve 16 Ağustos 1909’da çıkan Cemiyetler Kanununun çıkmasıyla düzenlemeler yürürlüğe girmiştir.”
Cemiyetler Kanunu’nun çıkması yüzeysel olarak toplumun özgürleşmesi olarak değerlendirilebilirse de, gerçek bundan farklıdır. İttihat ve Terakki yönetimi, sayıları artan ve ileride kendisine karşı hareketlerde bulunabilme ihtimaline karşı cemiyetlerin kurulmalarını belirli şartlara bağlayarak, kısıtlamak istemiştir. Nitekim aynı dönemde çıkan, Kamu Toplantıları, Basın ve Yayın kanunu gibi kanunlar bu amaca yönelik diğer kanunlardır.
1876 Anayasasına eklenen 120. maddeye göre cemiyet kurmak için izin almaya gerek görülmüyor, fakat kurulduktan sonra hükümete bildirilmesi emrediliyordu. Edirne Mebusu Talat Bey (ileride Talat Paşa) tarafından hazırlanan cemiyetler kanununa göre:
– Devletin bütünlüğü, genel ahlakın korunması, millet ve ırk ayrımı yapan cemiyetlerin kurulması yasaklanıyor,
– 20 yaşını doldurmayanların cemiyetlere üye olması yasaklanıyor,
– Cemiyete üye olacak kişilerin cinayetle mahkum ve medeni haklarından mahrum olmaması kanunlaşıyor,
– Bir cemiyetin umumi menfaate hizmet etmiş sayılması, devlet tarafından tasdik edilmesine bağlanıyordu.
Cemiyetler kanununda yer alan bu maddelerin Fenerbahçe ile olan ilgisine ilerleyen sayfalarda değineceğiz. Cemiyetler kanununun bazı ayrıntılarından yukarıda bahsettikten sonra tescil meselesinin 1908-1909 dönemine ait ara değerlendirmemizi şu şekilde yapabiliriz: “Fenerbahçe 1908 yılında tescil edilmemiştir. Fenerbahçe kurucu kadrosu Ağustos 1908 tarihinden sonra en yakın mülki idare birimine giderek bildirimde bulunmuşlardır. Resmi makamlara yapılan bildirim, resmen kayıt altına alınma anlamına gelmemektedir. Çünkü cemiyetlerin tabi olduğu kanun Ağustos 1909 tarihinde çıkartılmıştır.”
Fenerbahçe’nin Kurucusu, Kaptanı, Başkanı, Kısaca Her Şeyi… Galip Kulaksızoğlu.
Fenerbahçe’nin İlk Tüzükleri
Fenerbahçe’nin en eski tüzüğü olarak 1913’te yazılanı kabul etmiş durumdayız. Günümüzde Fenerbahçe Müzesi’nde sergilenen bu tüzük, yazılış hikayesi ile döneme ayna tutan bir belge durumundadır. Bugüne kadar üzerinde konuşulmamış yönleriyle Fenerbahçe’nin ilk tüzüğünü incelemeye başlıyoruz. Bu inceleme öncelikle 1913 tüzüğünün “ilk” olup olmadığı sorusuna cevaplamış; sonrasında da tüzüğün kim tarafından yazıldığını, meşhur ikinci maddenin tüzüğe nasıl konulduğunu ortaya çıkarmış olacak. Bölümün başında aktardığı bilgilere yer verdiğimiz Nasuhi Esat Baydar’ın, 1913 tüzüğü ile ilgili yazdıkları şunlar:
“Hamit Hüsnü Bey bir anlaşmazlık sonucunda Galatasaray’dan istifa etmişti. Bir gün bizim kulübü ziyaret etti. Yaşlı bir sporcu olarak kendisine layık olduğu saygıyı gösterdik. Hamit Bey ziyaretlerini sıklaştırdı. Kulübün işleri ile ilgilenmeye başladı. Kendisine Başkanlık teklif ettik. Kabul etmedi ve Erenköy’den komşusu Nafia Nazırı (Bayındırlık Bakanı) Hulusi Bey’in bu göreve layık olduğunu söyledi. Hulusi Bey ilk önce tüzüğümüzü inceleme ve gerekirse düzeltmek istediği için kendisine bir kopyası verildi. Bu tüzük Meşrutiyet’ten sonra kulübün resmen kuruluşunu belgelendirmek için alelacele kaleme alınmış olan birkaç maddeden oluşan ilk tüzük idi.
Haftalarca süren inceleme ve araştırmadan sonra Hulusi Bey’in meydana getirdiği değiştirilmiş tüzüğün müsveddeleri idare heyetine verildi. Bilmem ki bu tüzüğün yazılış tarzını nasıl tarif etmeli? (Tacü’t Tevarih veya Mecelle-i Ahkam-ı Adliye’deki) Ağdalı lisan; futbol, su top, kriket gibi spor tekniğine ait kelimelerle birleşerek, neden yapıldığı meçhul bir marmelat gibi yenilmez yutulmaz imkansız bir halde tüzüğe girmişti. Sonra bir spor kulübüne mahsus olan tüzük müsveddesine, idarecilikle ilgili ne düşünülebilirse hepsi vardı. Fakat asıl spora dair “Fenerbahçe Spor Kulübü” cümlesinden başka hiçbir şey bulmak mümkün değildi.
Müsvedde basılmak üzere bize verilince şaşkın şaşkın birbirimize baktık. Hamit Hüsnü bey ile henüz samimiyetimiz olmadığı için nizamname ile ilgili görüşlerimizi ona söyleyemedik. Nihayet “Brest-Litovsk” anlaşması yapılırken müdahaleleriyle şöhret kazanan Alman Generali gibi imdadımıza Galip yetişti. Tüzüğü okuyup lazımsa değiştireceğimizi sertçe bir dille Hamit Hüsnü Bey’e bildirdi. Dediği gibi yaptık ve tüzüğü okuyup çok lazım olduğu için de baştan başa değiştirdik. Bu suretle Fenerbahçe’yi örnek gösterilecek kadar kuvvetli ve sağlam bir kuruluş halinde senelerce yaşatan ikinci esas tüzüğümüz meydana gelmiş oldu. Hulusi Bey iyi bir mühendis ve devlet adamı idi. Yalnız bir Nafia Nazırı bir spor kulübüne yardım etmiş olmak için onun genel başkanlığını kabul edebilir, ancak bilmediği sporun idaresine yönelik tüzükler oluşturamaz.”
Müdafaa-i Milliye Cemiyeti Harp Hatırası (İ.B.B. Atatürk Kitaplığı arşivinden)
Değişim
Bu paragrafa dayanarak giriş paragrafında sorduğumuz soruları yanıtlamaya başlayalım.
Nasuhi Esat, Fenerbahçe’nin ilk tüzüğü olarak muhtemelen 1908 yılında “alelacele” yazılan birkaç maddeden oluşan tüzüğü esas almaktadır. Fenerbahçe’nin ilk tüzüğüne ilişkin nitelemeler, tescil konusunda yaptığımız ara değerlendirmeyi haklı çıkarmaktadır. Bu değerlendirmemize göre, Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinden hemen sonra, alelacele yazılan birkaç maddeden oluşan bir tüzük ile resmi makamlara gidilmiş ve beyanda bulunulmuştur.
1909-1912 döneminin Fenerbahçe için kolay geçtiğini söyleyemeyiz. Kurucu kadronun teker teker kulüpten ayrılması, sahada alınan başarısız sonuçlarla başlayan bu dönemde, kulüp dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı. Sonrasında gelen ilk şampiyonluk ile beraber Fenerbahçe için artık kabuk değiştirme zamanı gelmişti.
Aslında ülkede yaşanan değişime göre Fenerbahçe de değişiyordu. Meşrutiyetin yeniden ilanından sonra iktidarı doğrudan ele almayıp bir baskı unsuru olmayı seçen İttihat ve Terakki de 1913 yılına kadar geçen dönemde tıpkı Fenerbahçe gibi yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı. 31 Mart ayaklanması sonucunda güçlenen askeri sınıfı kontrol etmekte zorlanmış, ortaya çıkan muhalefetin saldırıları sonucunda da gittikçe zayıflamıştı. Balkan savaşlarının sonucunda iktidarı ancak bir hükümet darbesi yaparak kazanabilmişti. İktidarı bir baskı unsuru olarak elde tutma politikasının benimsendiği ilk yıllar, İttihat ve Terakki’ye bu stratejisinin hatalı olduğunu göstermişti. Ülkedeki muhalif unsurlar görüldüğü gibi kendisi için yıkıcı olabiliyordu. Bu doğrultuda kazandığı iktidarı kaybetmemek, yerini sağlamlaştırmak için teşkilatlanmaya önem vermeye başladı. Bu önemi o dönemde kurulan cemiyetler üzerinde görmek mümkündür. Bu dönemde yarı askeri, düzensiz, gönüllülüğe dayanan ve devletin doğrudan desteğini alan, “paramiliter” olarak nitelendirilebilecek, gençlik dernekleri kurulmaya ve devlet desteği ile örgütlenmeye başladı. İzci örgütleri de bu faaliyetin bir sonucu olarak kurulup, geliştiler.
İdman Dergisinin Kapağında Fenerbahçe Başkanı Mehmet Hulusi Bey
Mehmet Hulusi Bey
Bu derneklerin kurulup örgütlenmesinde bir isim öne çıkıyordu: Mehmet Hulusi Bey. Dağınık izci derneklerini “Türk Gücü Cemiyeti” çatısı altında 1913 yılında bir araya getirenlerin başındaki bu isim aynı zamanda Fenerbahçe Başkanlığı görevini de yürüten Bayındırlık Bakanıydı. Mehmet Hulusi Bey’in kuruluşunda yer aldığı bir diğer cemiyet de “Müdafaa-i Milliye Cemiyeti” idi. Profesör Zafer Toprak’a göre Hulusi Bey’in cemiyetlerinin ortak özelliği, “Osmanlılar arasında beden eğitiminin, spor faaliyetlerinin ve askeri eğitimin yaygınlaştırılmasını amaçlamasıydı.” Hulusi Bey, cemiyetlerin tüzüklerinin yazılmasında aktif olarak yer almış, birçok maddeyi de kendisi yazmıştır. İdman Dergisi’nin 1 Haziran 1329 (14 Haziran 1914) tarihli 2.sayısında yer alan mektuba göre; neredeyse bütün devlet ricalinin üyesi olduğu Müdafaa-i Milliye Cemiyeti tüzüğünde yapılan değişikliklerin fikir babası, mektubun sahibi olan Hulusi Bey’dir. Hulusi Bey, bir memlekette spor eğitimine neden önem verilmesi gerektiğini bu mektupta uzun uzun anlattıktan sonra cemiyet tüzüğü üzerinde yapılan tartışmaları şöyle ifade etmiştir:
“Müdafaa-i Milliye cemiyetinin ülkenin ihtiyaçlarına ve milletin geleceğine uygun bir şekilde çalışabilmesini sağlayacak yeni bir tüzük hazırlamayı teklif edeceğim zaman bir çok itirazlar, zamansız olduğuna dair türlü eleştiriler baş gösterdi. Esas mesele hakkında haftalarca görüşmeler oldu. Sürekli olarak yapılan açıklamalar, gerektiği durumlarda yapılan şiddetli savunmalar nihayet amacın iyi niyete, ülkenin kurtuluşuna, yaklaştığına dair kanaat oluşturdu. Ve onun neticesi olarak da bahsettiğimiz tüzük meydana geldi”
Görüldüğü üzere Hulusi Bey, İttihat ve Terakki idaresinin sosyal alan yapılanmasında önemli bir işlev üstlenmiş, gençlik derneklerinin teşkilatlanması için çalışmıştır. İdman Dergisi’ne yazdığı mektupta da belirttiği gibi spor eğitimi vatanın savunmasında önemli bir yer tutmaktadır. Fenerbahçe ile yollarının kesişmesi de bu iki nedenin bir araya gelmesiyle gerçekleşmiştir.
Hulusi Bey’in nasıl başkan olduğunu Nasuhi Esat’ın yazdıklarından öğrenmiştik. İttihatçı arkadaşı Hamit Hüsnü Bey’in önerisiyle başkan olduğu kulüpte ilk, belki de tek, icraatı ise kulübün birkaç maddeden oluşan 1908 tüzüğünü genişleterek 1913 tüzüğünü yazmak olmuştur. Nasuhi Esat’ın ağır eleştirileri de bu icraat üzerinedir. Cemiyetlerin teşkilatlanması üzerine çalışmalar yapan Hulusi Bey, Fenerbahçe tüzüğünü yazarken spor yönetimi ile ilgili maddeler koymayarak kulüpte tartışmalara neden olmuştur. Hulusi Bey’in yazdığı tüzüğe yapılan eleştiriler, Galip’in (Kulaksızoğlu) müdahalesi ile sonuçlanmış ve aşağıda günümüz Türkçesi ile sadeleştirilmiş halde okuyacağınız 1913 tüzüğü son halini almıştır.
Nasuhi Esat’ın anlattıklarına dayanarak Hulusi Bey’in yazdığı tüzüğün tamamının değiştirildiği sonucunu çıkaramayız. 6 Bölümden oluşan tüzüğün ilk bölümü dışındakiler, spor yönetimini doğrudan ilgilendiren maddelerden oluşmaktadır. Nasuhi Esat, Galip ve arkadaşlarının müdahalesi de muhtemelen bu bölümler üzerinde olmuştur.
Fenerbahçe’nin kuruluşunu anlatan en detaylı hatıratı yazan Nasuhi Esat Baydar (en sağda), hemen yanında Doktor Hamit Hüsnü Kayacan, en soldan ikinci ise Mehmet Hulusi Bey. (İdman Dergisinden)
Fenerbahçe Spor Kulübü Tüzüğü (1913)
Kuruluş Amaçları
Madde 1 – 1907 yılında kurulmuş olan Fenerbahçe Spor Kulübü, 1913 yılında, Cemiyetler Kanunu hükümlerine göre, hükümetin resmi iznini elde etmiştir.
Madde 2 – Kulübün amaç ve ülküsü, ülkede beden eğitimi düşüncesinin yaygınlaştırılması için çalışmak ve ülke gençlerini hayat mücadelesi ile askeri seferler ve zorluklara alıştırmaktır.
Madde 3 – Kulüp, özellikle askeri antrenmanların gerçekleştirilmesi ve milli oyunların yaygınlaştırılması ve iyileştirilmesi işine girişecek ve atış deneyimlerinin gerçekleştirilmesine uygun tesisler kurup geliştirmeye çalışacaktır.
Madde – 4 Kulüp, beden eğitiminin maddi ve manevi faydalarının kamuoyuna benimsetmeye ve spor merakının Osmanlı Memleketlerinde yaygınlaştırılması için çalışmaya ve bunu gerçekleştirmek için gerektiğinde şehirlere ve Osmanlı gençleri ile Avrupa gençleri arasında ilişkiler kurmak amacıyla fırsat bulduğunda yabancı ülkelere seyahatler yapmaya ve gereğince karşılaşmalar, oyunlar düzenlemeye çalışacaktır.
Madde 5 – Kulüp hiçbir şekilde ve nedenle politika ile ilgilenmeyecek ve uygulamalarıyla hiçbir siyasi partinin amaç ve uygulamalarını benimsemeyecektir.
Kulübün Yapısı
Madde 6- Kulüp çeşitli spor şubelerine ayrılmıştır. Bir de “Fanfar” takımı (yalnız üflemeli bakır çalgılardan meydana gelen orkestra) kuracaktır.
Madde 7- Kulüp asil ve öğrenmeye hevesli üyeler adıyla iki tip üyeden oluşmaktadır. Asil Üyeler: Spor şubelerinden birinde beceri ve hüner kazanan ya da kulübe madden veya fikren yardımda bulunmak isteyen ve yaşları yirmiden büyük olanlardır. Öğrenmeye Hevesli Üyeler: Spor şubelerinden birine katılan ve spor öğrenmek arzusu gösteren kişilerdir.
Madde 8- Kulübün bütün işleri bir genel başkan ile yönetim kurulu tarafından yürütülür. Yönetim kurulu bir başkan ile genel sekreter ve muhasebeciden oluşur. Yönetim kurulu hükümete karşı sorumludur. Genel kurul tarafından atanan genel Kaptan ve müfettiş, yönetim kurulu ile beraber çalışır. Oyunların idaresi için çeşitli spor şubeleri kaptanlarından oluşan bir Kaptanlar Heyeti vardır. Bu heyete Genel Kaptan başkanlık eder.
Madde 9- Bu heyetlerde tüm üye sayısının yarısından bir fazlasının alacakları kararlar uygulamaya konulur. Eşitlik durumunda başkanın oy verdiği karar tercih edilir. Genel kurul kaptanlar heyetinin yönlendirdiği kararları kabul veya reddetmekte serbesttir.
Madde 10- Her yılın Mart ayı içerisinde yönetim kurulu, genel kurulu toplantıya davet eder. Genel kurulun toplanma yeri İstanbul’daki kulüp merkezidir. Gerektiğinde yönetim kurulu, genel kurulu olağanüstü toplantıya davet edebilir. Genel kurulda sadece asil üyeler bulunabilir ve fikir beyan edebilirler. Gerek olağan, gerekse olağanüstü toplantılar için yönetim kurulu tarafından 15 gün önceden toplantı günü basın yoluyla ilan olunur.
Kulüp Üyeliğinin Şartları
Madde 11- Fenerbahçe Spor Kulübüˈne üye olabilmek için: 1) Öğrenim ve terbiye görmüş olmak. 2) Medeni haklarına sahip olmak. 3) Namuslu ve şerefli olmak 4) Hiçbir suç ve cinayetten hüküm giymemiş olmak 5) Sporu kendisine gelir elde edecek bir iş olarak benimsememiş olmak şarttır. Asil Üyeler 20 kuruş giriş ve 10 kuruş aylık, Öğrenmeye Hevesli Üyeler 10 kuruş giriş ve 5 kuruş aylık aidat vermek zorundadırlar. Orkestraya katılacaklar yukarıdaki aylık aidatlara dahil olacaklar ek olarak orkestrada oldukları sürece aylık 5 kuruş daha vermek ve kulüp doktorunun iznini almak zorundadırlar.
Madde 12- Üyeler aralarında birbirine sevgi ve yakınlık oluşturmaya son derece gayret ve birbirlerinin kişisel haklarına saygı ve kulübün, tüzüğündeki hususlar için oluşturacağı talimatname hükümlerine uymakla ve sosyal hayat ve düşüncelerin gelişmesini bir birlik oluşturmak ve vazgeçilmez medeni şartlar olarak kabul etmekle yükümlüdürler.
Madde 13- Kulübe katılmak isteyenler asil üyelerden iki kişi tarafından tavsiye edilirler. Tavsiye edilen kişinin isim ve kimliği ve hangi üyeler tarafından tavsiye edildiği yönetim kurulu tarafından bir kağıda yazılır ve bu kağıt 15 gün boyunca kulüp salonunda asılı olarak sergilenir. Bu süre boyunca asil üyelerden her biri kendi düşüncelerine göre “kabule uygundur” ya da “kabulü sakıncalıdır” ibaresini içeren kapalı ve imzalı mektubu yönetim kuruluna sunarlar. On beş günün sonunda yönetim kurulu bu mektupları açıp tasnif eder ve çoğunluğun kararı hangi tarafta ise ona göre kabul veya ret kararı verir.Kabul kararı verildiği taktirde başvuru yapan kişiye basılı bir taahhüt kağıdı gönderilir. Ve sözü edilen kağıt usul gereğince o kişiye ve tavsiye eden kişilere imzalatılır.
Madde 14- Öğrenmeye hevesli üyeler, yukarıdaki maddelerin şartlarına tabi olmakla beraber taahhüt kağıdını ebeveynlerine imzalatmak ve kulüp doktoru tarafından muayene olmak zorundadırlar.
Madde 15- Öğrenmeye hevesli üyeler 11.maddede açıklanan şartlarla orkestraya katılabilirler ise de yönetim kurulu üyesi olamazlar ve genel kurulda bulunamazlar.
Görevler
Madde 16- Genel Başkan aşağıdaki görevleri yerine getirmekle sorumludur. 1. Kulübün genel işlerini kontrol ve gerektiğinde yönetim kurulu toplantılarına katılmak ve başkanlık etmek. 2. Her 3 ayda bir kulüpte yapılan işleri inceleme ve bu işlerin olduğu gibi ya da sakıncaları durumları belirterek onaylamak ya da reddetmek. 3. Gerektiğinde yönetim kurulu aracılığı ile genel kurulu olağanüstü toplantıya çağırmak. 4. Yönetim kurulunca ihracına gerek görülen üye hakkında verilen kararı onaylamak ya da reddetmek. Genel başkanın görev süresi 3 yıldır. Bu sürenin sonunda 24.madde gereğince yeniden bir genel başkan seçilir. Mevcut ve daha önceki genel başkanlar yeniden seçilebilirler.
Madde 17- Yönetim kurulunun görevleri aşağıdadır: 1. Yönetim kurulu, genel başkanın bulunmadığı zamanlarda yönetim kurulu başkanının başkanlığında haftada bir toplanır. 2. Kulübün tüm faaliyetleri ile ilgili kararlar alır. 3. İşlerin ve kayıtların ve hesapların düzenli işlemesi ve kulübün ilerlemesi için tedbirler ve meseleler görüşülür ve gereğince uygulanması için çalışılır. 4. Kulübe katılacak üyeler hakkında asil üyelerin oyları tasnif edilir ve kulüp tüzüğüne aykırı harekette bulunan üyeler hakkında alınacak kararları belirler. 5. Kulüp gelirlerinin doğru yerlere harcanması için çalışır. 6. Aldığı kararları tutanak defterine kaydeder ve giriş, aylık aidat makbuzlarını imzalar ve mühürler. 7. Genel kurulda okunacak raporları ve kulübün bilançosunu düzenler ve genel kurulu davet eder. Yönetim kurulunun görev süresi bir yıldır. Bu süre içerisinde seçim yapılabilir ve eski yönetim kurulu üyeleri arasından tekrar yönetim kuruluna seçim gerçekleşebilir.
Madde 18- Genel Kaptan, kaptanlar kuruluna başkanlık eder. Çeşitli spor şubelerine katılacak üyelerinin durumunu kesinleştirmek için kaptanlar heyetine gönderir.
Madde 19- Kaptanlar kurulu, çeşitli spor şubelerinin ilerlemesine ilişkin maddelerle ilgilenir ve bu doğrultuda kararlar alır. Bu kararlar arasında yönetim kurulunu ilgilendiren maddeler sözlü olarak adı geçen kurula iletilir. Her kaptan takımını kendi uygun gördüğü şekilde oluşturmaya yetkilidir. Ancak şubelerinin yapısı hakkında genel kaptana bilgi vermekle yükümlüdür. Kaptanlardan her biri kendi takımlarına ait aylık aidatı tahsil etmeye ve muhasebeci ve yönetim kurulundan onaylı makbuzları ödeme yapan üyelere vermek zorundadırlar. Kaptanların görev itibariyle üstleri genel kaptandır.
Madde 20- Sekreter, haberleşme ve mektuplaşmaları düzen içerisinde yerine getirmek ve kaydetmek ve yönetim kurulu kararlarını tutanak defterine geçirmek ve evrakları sırasıyla dosyalamakla yükümlüdür.
Madde 21- Muhasebeci, yönetim kurulu kararıyla yapılacak harcamaları gerçekleştirmek ve aylık aidat ve çeşitli ödemeleri tahsil ve talep etmekle, hesap işlemlerini görev gereği yerine getirmekle ve gelirlerin harcanmasına ilişkin günlük belgeleri gerektiğinde beyan etmek üzere saklamakla yükümlüdürler. Muhasebeci yönetim kurulu kararına uymayan hiçbir gelir ve gideri talep ve harcamaya ve kasasında 5 liradan fazla para bulundurmağa yetkili değildir. Beş liradan fazla meblağ yönetim kurulunca belirlenecek bir bankaya yatırılacaktır.
Madde 22- Müfettiş, kulübün günlük işlerini inceleme ve kontrol etmekle ve gördüğü kusurları sözlü olarak yönetim kuruluna iletmekle yükümlüdür. Müfettiş kulübün bir yıllık faaliyetleri hakkındaki incelemelerini içeren kapsamlı bir raporu, özet ile beraber genel kurulda okunmak üzere yönetim kuruluna iletir.
Madde 23- Genel Kurul kulübün bir senelik faaliyet ve hesapları hakkında gerek yönetim kurulu gerekse müfettiş tarafından düzenlenen ve okunacak raporları, asli üyeler tarafından verilecek önergeleri dinler. Bunları anlam ve içerik olarak olduğu gibi kabul ve onay veya yeniden düzenlenmek üzere onaylar. Kulübün ilerlemesine ait günlük maddeleri görüşerek karara bağlar. Genel başkan ve yönetim kurulu üyelerini seçer ve atamasını gerçekleştirir. Genel kurul toplantısında çoğunluğun oyu ile bir divan başkanı seçilir ve toplantıyı yönetir. Genel kurul tutanakları, kurul içerisinden seçilecek iki kişi tarafından tutulur ve toplantının sona ermesinden sonra divan başkanı tarafından imzalanır. Alınan kararlar üye tam sayısının yarısından bir fazlasının oyu ile geçerlilik kazanırlar. Kulüp üyeleri bu kararlara uymak zorundadırlar .
Seçilme
Madde 24- Genel Başkan asil üyeler arasından seçilir. Bu görevi yerine getirmeye yetkin üyeler arasından kendi izinleri de olmak şartıyla 3 aday seçilerek genel kurula sunulur. Genel kurulun gizli oylaması sonucunda adaylardan en çok oyu alan kişi Genel Başkan olarak atanır.
Madde 25- Yönetim kurulu seçimi için genel kurul toplantısından önce yönetim kurulu üyeliğinden ayrılanlar yeni kurula aday olabilecek kişiler için nabız yoklandıktan sonra aday gösterilebileceği gibi asli üyeler de kendi adaylıklarını açıklayabilirler. Bu şekilde ortaya çıkan adaylar gizli oy ile ayrı ayrı seçilirler.
Madde 26- Her takıma yönetim kurulu tarafından bir kaptan ve bir de kaptan yardımcısı atanır.
Çeşitli Maddeler
Madde 27- Üyelerin tüzük hükümlerine uyması zorunludur. Aksi takdirde durumun gereği ve hükümlere uymamanın derecesine göre o üye hakkında yönetim kurulu tarafından alınan ve genel başkan tarafından onaylanan karar çerçevesinde gerekli işlem yapılır.
Madde 28- Yönetim kurulu üyelerinden biri bir süre toplantılarda bulunmadığı takdirde, görevi ve kurul üyeliği yönetim kurulunun oyuyla başka bir üyeye geçer. Kaptanların görevlerinin başında bulunmadığı durumlarda kaptan yardımcıları şubenin yönetimini yürütürler.
Madde 29- Yönetim kurulu üyeliğinden istifa eden ve genel başkan tarafından istifası kabul edilenlerin yerine kendilerinden sonra o görev için en çok oyu alan kişiler atanırlar. Genel başkanın istifası durumunda yönetim kurulu genel kurulu hemen toplantıya çağırır. Yirmi dördüncü maddeye göre genel başkan seçimi yapılır.
Madde 30- Hırsızlık, namusa zarar verme ve şeref meseleleri dolayısıyla yönetim kurulu kararı ve genel başkanın onayı ile kulüpten ihraç olunan üye, sonrasında hiçbir sebep ve şekilde kulübe tekrar kabul olunamaz. Bu gibilerin durumları ve hareketleri hakkındaki incelemeler ve bu doğrultuda alınan kararlar bir yazışma ile tüm kulüp üyelerine gönderilir. Ve o üye ile hiçbir şekilde ilişkide olunmaması üyelerden rica edilir ve tavsiye olunur.
Madde 31- Her nasılsa yalan söylemek, sözlü hakaret etmek, şaka yollu da olsa arkadaşlarından biriyle alay etmek, bir başkasının kişiliğine saldırmak, verdiği sözü geçerli bir sebep olmadığı halde tutmamak, dinini ve milliyetini küçük düşürecek hareketlerde bulunmak gibi adetleri tekrar edenlere uyarılar ve uygun uyarılarla dikkatleri çekilir ve gerektiğinde azarlanırlar. Bu uyarılar ve azarlamalarla iyi bir hale dönmeyeceği anlaşılanlar kulüpten ihraç işlemi ile karşılaşırlar. Madde 32- Yukarıdaki maddeler gereğince kulüpten ihraç olunanlar hakkında gerek İstanbul’da gerekse taşrada bulunan diğer spor kulüplerine de bilgilendirme yapılacak ve onların da bu kişilere karşı dikkatleri çekilecektir.
Madde 33- Her üye spora uygun elbise ve malzemeyi kulüp tarafından verilen numuneye göre kendi adına edinmeye mecburdur.
Madde 34- Kulübün kırtasiye, kahve, su gibi çeşitli harcamaları aylık aidatın yüzde onunu geçmeyecektir.
Madde 35- İşbu tüzük hükümlerinin bazılarının iptali ve değiştirilmesi veya bazı maddelerin eklenmesi hakkında verilecek teklif genel kurul tarafından uygun görüldüğü takdirde değerlendirilecektir.
Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali’nin Açılışı. Fenerbahçe Tarihinin Birbirinden Ünlü Simaları Bir Arada (İdman Dergisinden)
Tüzüğün Detayları
Meşhur 2.maddenin de yer aldığı tüzüğün giriş bölümünün Hulusi Bey tarafından yazıldığını; aynı dönemde kurduğu ve teşkilatlandırdığı derneklerin kuruluş amaçlarına, yayınlanan mektubundaki ifadelere bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. İttihat ve Terakki ile Fenerbahçe’nin ilişkisinin fikri olarak Jön Türklere dayandığını “Kurucular”ı anlatırken defalarca ortaya koymuştuk.Tüzüğün yazılış öyküsü bize, Hulusi Bey’in bu ilişkiyi bir adım ileriye taşıma amacında olduğunu göstermektedir. Bu amaç doğrultusunda yazılan maddelerden bazıları kurucu kadronun müdahalesi ile engellenmiştir.
Fenerbahçe’nin 1913 tüzüğünde, giriş bölümdekilerin haricinde dikkat çekici bazı maddeler de yer almaktadır. Bunlardan bazılarında Cemiyetler Kanunu’nda yer alan bazı hükümler aynen yer bulmuşlardır. Tüzüğün 7.maddesine göre 20 yaşını doldurmayanlar kulübe üye olamazken, gençleri de kulüp bünyesinde tutmak için bir çeşit “öğrenci üyeliği” sistemi geliştirilmiştir. 11.Maddede yer alan üye olacakların “cinayetle mahkum ve medeni haklarından mahrum olmaması” gibi nitelikleri Cemiyetler Kanunu’ndan alınarak sıralanmıştır.
Fanfar
Tüzüğün 6.maddesinde yer alan “Fanfar” ise en ilginç konulardan biri olarak Fenerbahçe Tarihi’nde yer almaya adaydır. Fransızca “Fanfare” kelimesinden gelen “Fanfar” sadece üflemeli çalgılardan oluşan küçük çaplı bir orkestra anlamını karşılamaktadır. Tüzükte yer alan bu bilgi bize, kulübün o dönemde bir orkestrasının varlığını söylemektedir. Nitekim Refet Paşa’nın 3 Kasım 1922 tarihinde kulübe yaptığı ziyaretin yer aldığı gazete haberlerinde kulübün orkestrasının varlığına ilişkin maddi kanıtlara da rastlanmıştır. Bu da bize, en azından, 1913 – 1922 yılları arasında kulübün bir orkestrası olduğunu göstermektedir.
Fenerbahçe’nin 1913 Tarihli Tescil Evrakı
Tescil Yılı : 1913
Fenerbahçe’nin devlet tarafından tescil tarihinin 1908 ya da 1909 yılı olmadığını yazımızın ara değerlendirmesinde belirtmiştik. Bununla ilgili ilk dayanak noktamız Cemiyetler Kanununun çıkış tarihi ve bu tarihe kadar cemiyetler için herhangi bir düzenleme olmadığıydı.
Peki Fenerbahçe Spor Kulübü hangi yıl tescil edildi? Sorunun cevabı 1913’tür.
Bu cevabı 3 belgeye dayanarak veriyoruz.
İlki Profesör Erhan Afyoncu ve Profesör Vahdettin Engin’in Devlet Arşivlerinde buldukları “Spor Kulüplerinin Kuruluş Tarihleri ve Amaçları” başlıklı bu defterin sayfalarından birinde yer alan Fenerbahçe’ye ait satırlar. Transkripsiyonunu aşağıda görebileceğiniz bu belgede dikkat edilirse 1913 Tüzüğünün 2.maddesi aynen yer almıştır. Belgede tescil tarihi doğrudan yer almasa da Hulusi Bey’den sonra başkan olan Hamit Hüsnü Bey’in idare heyetinde başkan sıfatıyla yazılması, tarihleme yapmamız için yeterlidir.
Spor Kulüplerinin Kuruluş Tarihleri ve Amaçları
Cemiyetin Ünvanı : Fenerbahçe Spor Kulübü
Maksad-ı Tesisi : Memlekette terbiye-i bedeniye ve fikriyenin teminine çalışmak ve şebban-ı vatanı mübareze-i hayata ve meşak ve esfar-ı askeriyeye alıştırmak üzere. (Ülkede beden eğitimi düşüncesinin yaygınlaştırılması için çalışmak ve ülke gençlerini hayat mücadelesi ile askeri seferler ve zorluklara alıştırmak üzere)
Merkez İdaresi : Kadıköy’ünde Kuşdili Çayırında
Tarih-i Tesis : 1323 (1907)
Heyet-i İdaresi Reis-i Umumi : Hamid Hüsnü Bey Reis: Fuad Kaptan-ı Umumi: Galip Kasadar: Hakkı Katib-i Umumi: Hüseyin Hüsnü beylerden mürekkeptir.
Fenerbahçe’nin 1913 Tarihli Tüzüğü
1913 Tüzüğünün ilk maddesinde “1907 yılında kurulmuş olan Fenerbahçe Spor Kulübü, 1913 yılında, Cemiyetler Kanunu hükümlerine göre, hükümetin resmi iznini elde etmiştir” demektedir. Kulübün tescil tarihi ile ilgili dayandığımız ikinci belge de tüzüktür. Nitekim hem defterde hem de tüzükte yer alan tarihler birbirleriyle eşleşmektedir.
12 Mart 1941 Tarihli Resmi Gazete
Öne sürdüğümüz tescil tarihini kanıtlayan son belge ise 1941 tarihlidir. Bu belgede kulüplerin yapısına ilişkin düzenlemeler yapılırken tescil tarihlerine de yer verilmiş, Fenerbahçe’nin tescil tarihi 14 Mart 1913 olarak yazılmıştır. Aynı belgede Galatasaray’ın tescil tarihi ise 15 Ağustos 1913 olarak yazılmıştır. Bu belge, devlet kayıtlarında Nasuhi Esat’ın sözünü ettiği ve Fenerbahçe Tarihini yazanların istisnasız kabul ettiği 1908 tarihli tescil bildiriminin yer almadığını göstermekte; sözü edilen tarihte sadece bir bildirim yapıldığı ihtimalini ise kuvvetlendirmektedir.
“İlk”
Fenerbahçe’nin kuruluş yıllarındaki “tüzük ve tescil” öyküsünü iki açıdan değerlendirmek gerekir.
İlki, 1908-1913 dönemi siyasi olaylarının bu öykünün yazılmasına olan etkisidir.
Meşrutiyetten sonra kulübün birkaç maddeden oluşan tüzüğü ile devlete yaptığı beyan, İttihat ve Terakki’nin cemiyetler üzerine çalışan üyesi aynı zamanda kulüp başkanı Hulusi Bey’in Fenerbahçe’yi “spor kulübü” kimliğinden ayrı tutarak yazdığı tüzüğe yapılan müdahale ve o meşhur ikinci madde… Bu etkiyi bize gösteren unsurlardır.
İkinci açı ise spor tarihi yazımında “ilk” olma tutkusunun tescil hikayesinde kendini göstermesidir.
Fenerbahçe’nin tartışmasız kuruluş yılı “1907” olarak tarihe geçmişken, bu tarihin kağıda geçirildiği iddia edilen “1908” yılı, “ilk tescil edilen spor kulübü” nitelemesi ile birlikte tarih yazımımızda yer almaktadır. Kanımızca Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün 1909 yılında kurulduktan yıllar sonra, kuruluş tarihini 1903 olarak değiştirerek “ilk” olma iddiasında bulunması Fenerbahçe tarih yazımına etki etmiştir. Tıpkı 1901 yılında kurulup, kapatılan “Black Stocking” kulübünün kuruluş tarihinin bugün hala Fenerbahçe resmi sitesinde “gerçek kuruluş yılı” başlığı altında 1899 tarihi ile yer alması gibi.
Buna benzer bir örneğe Galatasaray tarih yazımında da rastlanmaktadır. Fenerbahçe ile beraber 1913 yılında tescil olan Galatasaray, bugün resmi internet sitesinde tescil öyküsünü şöyle anlatmaktadır: “1905’te Osmanlı İmparatorluğu’nda bir dernekler yasası bulunmadığından, Galatasaray Spor Kulübü yasal olarak tescil edilme olanağını bulamamıştır. 1912 yılında Cemiyetler Kanunu çıkarıldıktan sonra, kulüp yasal bir kimlik kazandı. Yetkili makamlara kulüplerin tüzükleriyle birlikte, kurucu üyelerin ad ve adreslerinin de bildirilmesi zorunlu tutulduğundan, istifa eden ya da eğitimlerini tamamlayarak ülkelerine dönen üyeler ilk listeden çıkarılmış ve 1 Eylül 1913’te kurucu liste yeniden düzenlenmiştir.”
Bildiğimiz kadarıyla 1912 yılında çıkarılan bir cemiyetler kanunu olmadığına göre, Galatasaray tarihçileri geç tescil edilmelerinin nedenini 1909 çıkan kanunu 1912 yılında çıkmış şekilde yazarak kamufle etmek istemişlerdir.
Belirttiğimiz ve Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün 1910 yılındaki tescil evrağı incelendiğinde de görüleceği gibi, kulüplerin tescil evrakları beyanları üzerine verilen birer “ilmühaber”den ibarettir. Köklü kurumların tarihini yazarken birçok konuda ısrarla yer verilmek istenen “ilk” olma nitelemesinin tarihin devinimi içerisinde atfedildiği kadar önemi yoktur.
Okuyacağınız bu yazının konusu, eski bir Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey… Selanik’te başlayıp Paris-İstanbul-Berlin-Moskova-İzmir’de devam eden ve Ankara’da sonlanan hikayenin kahramanı; hakkında üç kez idam cezası verilmiş, Meşrutiyet döneminin baş aktörlerinden olan bir İttihatçı… Doktor Nazım Bey’in hikayesi ile karşınızdayız.
Kaleme aldığımız yazıların, yaptığımız araştırmaların hepsinin şüphesiz bir hazırlanış öyküsü var. İtiraf etmeliyiz ki hiçbirisi bu yazınınki kadar etkileyici değil.
Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Tarihi’nin aydınlatılmaya en çok ihtiyaç duyulan meselelerinden biri olduğunu hepimiz biliyorduk. Bununla beraber “Atatürk’e suikast düzenleyen Fenerbahçe Başkanı” yalanının popülist spor tarihçiliği (daha doğrusu tarih denemeciliği) için tükenmez bir kaynak olması, konuyu aydınlatmamızın zorunluluğuna olan inancımızı da hep canlı tutuyordu. Fenerbahçe Tarihinde Doktor Nazım’ın varlığına ilişkin maddi bir kanıt bulmak için yaptığımız arşiv taramalarından sonuç alamamıştık.
Doktor Nazım Bey’in adı Fenerbahçe resmi kayıtlarına Rüştü Dağlaroğlu’nun yazımı ile girmişti. Dağlaroğlu yayınladığı kurucular listesinde Doktor Nazım Bey’e yer vermiş, ancak meslek kısmını boş bırakmıştı. Fenerbahçe resmi kayıtlarında adının sadece başkanlar listesinde bir fotoğrafı ile yer alması dışında kulüpteki günleri hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik. Bu durumda ikincil kaynaklara başvurduk.
Doktor Nazım Bey hakkında 1988 yılında bir doktora tezi yazan Profesör Ahmet Eyicil’in satırlarında, 19 Nisan 1971 tarihinde Fenerbahçe Kulübü’ne Doktor Nazım Bey’in başkanlığına dair bilgi isteyen bir mektup yazdığına ve karşılığında Doktor Nazım Bey’in 1916 yılında Fenerbahçe’de başkanlık yaptığını doğrulayan bir mektup aldığına ilişkin bir dipnota rastladık.
Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe başkanlığına ilişkin Soner Yalçın’ın 2004 yılında yayınlanan “Efendi” isimli kitabındaki detaylar ise konu hakkındaki kısıtlı bilgilerimizi giderecek nitelikte değildi. Soner Yalçın’ın kaynak göstermeden verdiği bilgiye göre; “Doktor Nazım, 1917 yılının Aralık 17’sinde oynanan ve Fenerbahçe’nin 2-3’lük yenilgisi ile sonuçlanan maçı İttihatspor Sahası’nda ‘Başkan’ olarak izlemişti” ve Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda oynanan bu maç öncesinde Doktor Nazım Bey, “cephede olan Fenerbahçe takımı oyuncularının maça yetiştirilmesi için çaba göstermişti.”
Doğrulanmaya muhtaç olan bu bilgiler için maç kayıtlarına baktığımızda maçın yazılanın aksine 21 Aralık’ta oynandığı görülmekteydi. Başkan olduğuna dair verilen tarih ise, kulübün kayıtlarındaki 1916 yılı ile çelişmekteydi. Ayrıca maçın haberini yapan Tasvir-i Efkar gazetesinde maç ile ilgili bir çok detaya yer verilmesine rağmen Doktor Nazım Bey’in ismine rastlanmıyordu.
22 Aralık 1917 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde Fenerbahçe-Galatasaray maçının haberi
Sürpriz Haber
Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe’deki günlerine ulaşma çabalarımız belge ve kaynak yetersizliğine rağmen devam ederken, eş zamanlı olarak Fenerbahçe Anı Defteri üzerinde yaptığımız incelemelerde bir imza dikkatimizi çekti. İmzadaki ismin “Nazım” olduğuna emindik. İmza sahibinin Doktor Nazım Bey olma ihtimali karşısında çalışmaya başladık. İmzanın üzerindeki metnin çevirisini yaptıktan sonra, metni tarihlendirdik. İmzanın yanında tarih olmadığı için, önceki ve sonraki sayfalarda, metne en yakın tarihlerden bir aralık belirledik. “Nazım”, Fenerbahçe’yi 9 Nisan 1915 ile 23 Nisan 1915 tarihleri arasında ziyaret etmişti.
Topladığımız bu verileri Doktor Nazım Bey’in evrakını elinde bulunduran çok kıymetli bir “büyüğümüze” ilettik ve imzanın Doktor Nazım Bey’e ait olup olmadığını sorduk. Kendisinden gelen cevap “Evet”ti. Gönderdiğimiz imza, Doktor Nazım Bey’in mektuplarının altındaki imza ile karşılaştırılmış ve eşleşmişti.
Eşleşme haberinden sonra arşivlerde Doktor Nazım Bey’in el yazısının olduğu belgeleri aramaya devam ettik ve aradığımızı Taha Toros Arşivi’nde bulduk. Doktor Nazım Bey’in, 10 Mayıs 1907’de yazdığı mektuptaki el yazısı ve imza detaylarını Anı Defteri’ndeki yazısıyla karşılaştırıp, sözlü teyitten sonra maddi teyidi de yapmış olduk.
Fenerbahçe’nin eski bir başkanının kulübün anı defterinde izini bulmamız, üstelik hakkında bu kadar az bilgi ve belgeye sahipken, Fenerbahçe Tarihi açısından çok önemli bir gelişme. Bu gelişmenin önemine dair yapacağımız vurguları yazımızın sonuna bırakarak, Doktor Nazım Bey’in hayatından satır başlarını aktarmaya başlıyoruz.
Doktor Nazım Bey’in Ahmet Rıza Bey’e yazdığı mektup ve imzası
Paris
Nazım Bey, 1872 yılında Selânik’te doğdu. ilk eğitimini burada aldı. Önce Askeri Tıbbiye Lisesi’ne, ardından Mekteb-i Tıbbiye’ye girdi. Daha henüz öğrenciyken, İttihat Terakki’nin temelini oluşturan İttihad-ı Osmani Cemiyeti’ne üye oldu. Cemiyet içinde aktif görevler aldı ve 1893’te cemiyet tarafından Paris’e gönderildi. Öğrenimini tamamlamak için Sorbonne Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydoldu. Paris’teki İttihatçı gençleri bir araya toplamak amacıyla 1895’teMeşveret Gazetesi’ni yayınlayan kadronun içinde yer aldı. Abdülhamid yönetimini eleştirdi. Yazılarında muhalefetin örgütlenmesini savunan Doktor Nazım Bey, 1894’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Cemiyetin kadrolaşma ve teşkilatlanma görevini 1907’den itibaren üstlendi. Yurt içinde ve dışında yeni şubeler açılmasını sağladı. Bu çalışmalarından dolayı Doktor Nâzım Bey “vatan haini” ilan edilerek sonraki yıllarda 2 kez daha yüzleşeceği idam cezalarının ilki ile yüzleşti. İttihat Terakki’nin 27 Eylül 1907’de Selanik’te yaptığı ikinci kongresinden sonra kılık ve kimlik değiştirerek, gizlice İzmir’e geldi.
İzmir’de Bir Teşkilatçı
Doktor Nazım Bey ile İttihat Terakki Cemiyeti yöneticileri, Selanik’teki kongrede bir ihtilalin yapılmasına karar vermişlerdi. Abdülhamid’e karşı Meşrutiyeti yeniden ilan etmek için gerçekleştirilecek ihtilali o dönemde sadece İzmir Kolordusu önleyebilirdi. Doktor Nazım Bey İzmir Kolordusu subaylarını cemiyete üye yapmaya ve onların yardımı almaya çalıştı. İzmir’de çeşitli yerlerde toplantılar düzenleyip kadrolaşmayı sağladı. Sadece İzmir’de değil Ege Bölgesinin tamamında özellikle Aydın ve Denizli’de tanınmış kişileri cemiyete üye olarak kazandırdı.
Meşveret gazetesi… En altta “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin vasıta-i neşriyatıdır” yazılı.
Meşrutiyet’in Yeniden İlanı
Meşrutiyet yeniden ilan edildiğinde Doktor Nazım Bey İzmir’deydi. Onun faaliyetleri sayesinde, İzmir Kolordusu askerleri Meşrutiyet’e karşı harekette bulunmamışlardı. Hatta Selanik’e gönderilen İzmir Kolordusu’nun ilk taburları rıhtıma çıkınca silahlarını bırakıp göğüslerine hürriyet işaretlerini takarak Hürriyet hareketine katılmışlardı. Doktor Nazım Bey, Meşrutiyet’in yeniden ilanını haber alır almaz Selânik’e gitti ve bir süre orada kaldıktan sonra 27 Temmuz 1908’de İzmir’e döndü. İzmir’e dönüşünde halkın söylediği “yaşasın hürriyet” tezahüratlarıyla karşılandı.
Katib-i Umumilik ve Esaret
İttihat Terakki yapılanmasının en önemli görevi olan ve günümüzde “genel sekreterlik” olarak tanımlanan Katib-i Umumilik görevini 3 Temmuz 1909 – 23 Temmuz 1910 tarihleri arasında sürdürdü. 1908-1918 yılları arasında da cemiyette Merkez-i Umumi üyesi olarak yer aldı. Bu görevlerde bulunduğu sırada Avrupa’ya öğrenciler gönderdi. Balkan Savaşı esnasında Kızılay Hastahanesi Başhekimliği yaptı. Selanik işgal edilince Yunanlılar’a esir düştü ve Atina’da 11 ay hapsedildi. I. Dünya Savaşı’ndan birkaç ay önce esaretten kurtularak İstanbul’a geldi.
Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesi, üzerinde “Kanun-i Esasi (Anayasa)” yazan bayraklarla kutlanıyor
Sonun Başlangıcı
Doktor Nazım Bey, I. Dünya Savaşı sırasında askere gitmek istediyse de arkadaşları tarafından İttihat Terakki’nin Merkez-i Umumi üyeliği görevinde kalması daha uygun bulundu. Savaş esnasında Talat Paşa’nın ısrarı ile 21 Temmuz 1918’de Eğitim Bakanlığı görevini üstlendi. Üç ay süren bu görevi sırasında devlet malını titizlikle koruduğu, hatta şahsına ayrılan makam arabasına bile binmediği dönemin tanıklarının anılarında yer almaktadır. Savaşın kaybedilmesi ile birlikte önde gelen diğer İttihatçılarla beraber İstanbul’dan ayrıldı ve 1 Kasım 1918 gecesibir Alman torpidosuyla Sivastopol’a, oradan da Berlin’egitti. İttihat Terakki’nin ilk yargılanması olan 5 Temmuz 1919 tarihli duruşma sonucunda Divan-ı Harb-i Örfi tarafından idam cezasına çarptırıldı. Bu onun için verilen 2.idam kararıydı.
Berlin-Moskova
Doktor Nazım Bey, Berlin’de iken İngiliz ve Fransızlar karşısında ezilen müslüman milletlerin haklarını korumak için “İslam İhtilalleri Cemiyeti”nin kurulması çalışmalarına katıldı. Halklarının çoğunluğu müslüman olan devletlere mektuplar, bildiriler gönderdi. Enver Paşa’nın esir düştüğünü öğrenince onu kurtarmak amacıyla Moskova’ya gitti. Hapisten çıkarılmasını sağladıktan sonra tekrar Berlin’e döndü.
Berlin’de müslüman milletlerin lehinde propaganda yapmak amacıyla bir büro açtı. Burada yaptığı çalışmalarda Anadolu’da devam eden Milli Mücadele tarafında yer aldı. İttihatçıların Milli Mücadele’ye katkı sağlayacaklarını belirterek, ülkeye dönüşlerine izin verilmesini yazdığı bir mektup ile Mustafa Kemal Paşa’dan istedi, ancak cevap alamadı.
1921’de tekrar Moskova’ya gitti. Enver Paşa’nın yanında kalarak onun Anadolu’ya geçerek Mustafa Kemal Paşa’ya muhalif bir pozisyon almasını engellediği bazı kaynaklarda yer aldı. Berlin’deyken Ermeni katliamıyla suçlanan İttihatçı arkadaşı Bahaeddin Şakir’in 1922’de bir suikast sonucu öldürülmesi ile hayatı hakkında endişelenmeye başladı. Milli Mücadele’nin başarıyla sonlanmasının ardından siyasete karışmaması şartıyla İzmir’e geldi. İzmir’de yaşamını sürdüren Doktor Nazım Bey’in hayatı Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından verilen idam cezasının uygulanması ile 1926’da Ankara’da son buldu.
İstanbul’un işgalinden sonra Malta’ya sürgüne gönderilenler arasında elbette İttihatçılar çoğunluktaydı.
Mustafa Kemal Paşa – Doktor Nazım İlişkisi
Suikast Girişimi Davası yargılamaları ile ilgili değerlendirmelerimize başlamadan önce, Doktor Nazım Bey’in Mustafa Kemal Paşa ile ilişkisine yer vermenin doğru olacağını düşünüyoruz. Öncelikle Doktor Nazım Bey’in Fransız devlet yönetim sistemini benimsediğini, “laik ve demokratik” bir anlayışa sahip olduğunu söylemeliyiz. Bu yönüyle Mustafa Kemal Paşa ile paralel bir düşünce yapısındaydı. Doktor Nazım Bey ile Mustafa Kemal Paşa’nın hayatı Çanakkale Savaşları’ndan sonra Mustafa Kemal Bey’in terfi meselesinde kesişti. Profesör Ahmet Eyicil, savaştan hemen sonra İttihat Terakki Merkez-i Umumi toplantısında gerçekleşen terfi tartışmasında yaşananları şöyle özetlemiştir:
“Doktor Nazım, Talat Paşa’ya Mustafa Kemal’in terfi meselesinin neden uzadığını sordu. Talat Paşa, terfi işinin Enver Paşa’ya ait olduğunu söyledi. Bu defa Doktor Nazım öfkeyle aynı soruyu Enver Paşa’ya sordu. Enver Paşa onun daha fazla konuşmasına fırsat vermeden “işin bana ait olan kısmı bitmiştir. Padişaha arz olundu. Bugün yarın Mustafa Kemal Bey generalliğe terfi etmiş olacaktır” dedi. Bu cevap üzerine Doktor Nazım Bey ayağa kalkarak Enver Paşa’yı kucakladı ve yanaklarından öptü.”
Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey, İttihat Terakki’ye 1908 yılından sonra Trablusgarp delegesi olarak katılmıştı. Cemiyetin bir üyesi olsa da yöntem olarak ordunun siyasetten ayrılmasını savunan Mustafa Kemal, askeri gücün ve uygulamaların hayli etkin olduğu bu oluşumun içinde aktif olarak yer almamıştı. İsmet İnönü“Hatıralar” adlı kitabında Mustafa Kemal – İttihat Terakki ilişkisi için şunları yazmıştır: “Mustafa Kemal İttihatçıları her dönem tehlikeli bulmuştu. Onlarla ilişkilerinde ihtiyatlı davranmaya dikkat etmişti. Kısacası Mustafa Kemal Paşa, İttihat Terakki’yi çok iyi biliyor ve tanıyordu”
Mustafa Kemal Atatürk, Yüzbaşı rütbesiyle…
Suikast Girişimine Giden Yol
Osmanlı’nın son yıllarında gerçekleşen olaylar ve İttihat Terakki’nin idaresi altında olan devletin I.Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla Türkiye bir yönetim boşluğuna düştü. Ülke fiilen işgal altındaydı. Mustafa Kemal Paşa, işgal dönemindeki yönetim boşluğunu Milli Mücadele’yi örgütleyerek doldurdu. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra, Cumhuriyet 1923 yılında ilan edildi. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı oldu.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, yukarıda da belirttiğimiz gibi demokratik ve laik bir devlet sistemine inanıyordu. Gerek imparatorluk mirasından gerekse yerleşmiş geleneklerden kaynaklanan zorluklara rağmen “Türk Devrimi” uygulamaya konuldu. Türk milletinin, sosyal ve siyasal alanlarda çağın gereklerine uygun bir sistem içerisinde yaşaması ideali Cumhuriyet ile birlikte hedef olarak belirlenmişt. Şüphesiz bu dönem muhalif düşünceler de ortaya çıktı. Özellikle laiklik ilkesinin devlet sistemine hakim olması gelenekçi askerler ve siyasetçilerin rahatsızlığına neden oluyordu. Devrim faaliyetlerinin başlaması sonucunda birkaç sene önce yitip giden bir milletin, üstelik dünyanın en önemli coğrafyalarından birinde, tekrar ayağa kalkması, yabancı devletlerin müdahalesini de geciktirmedi. Şeyh Sait İsyanı bu müdahaleye örnek bir olay olarak tarihe geçti.
Mustafa Kemal Paşa, devrim kanunlarını çıkartırken Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kozmopolit yapısı dolayısıyla sıkıntı yaşıyor, muhalif cephe Kurtuluş Savaşı’nın diğer paşaları etrafında birleşiyordu. Profesör Tarık Zafer Tunaya, bu dönemi en iyi ifade eden değerlendirmeyi “Gerginliğini kaybetmeyen siyasal hava” şeklinde yapmıştır. Özellikle İstanbul Basınının Ankara’ya olan eleştirilerinin sürekli hale gelmesi havayı daha da gerginleştiriyordu. Bu siyasi hava içerisinde genç cumhuriyetin ilk muhalefet partisi kuruldu. 1924 Yılı Kasım ayında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile muhalefet tek çatı altında örgütlenmeye başladı. Ancak partinin ömrü kısa oldu ve Şeyh Sait isyanı sonrasında Haziran 1925’te kapatıldı.
İzmir İstiklal Mahkemesi
Bu siyasi gerginlik içerisinde, aralarında bazı milletvekillerinin ve eski İttihatçıların da olduğu kişiler Mustafa Kemal Paşa’ya suikast planladılar. İzmir’de yapılacak suikast öncesinde yapılan bir ihbar sonucu suikast olayı bir girişim olarak kaldı. Olağanüstü bir yargı organı olan ve aldığı kararların temyize götürülemeyeceği İstiklal Mahkemesi İzmir’de kurularak 15 kişinin idamına karar verdi. Aralarında Kazım Karabekir, Ali Fuat, ve Refet Paşaların da olduğu 24 kişi ise beraat etti.
Ankara İstiklal Mahkemesi ve Tasfiye
Suikasti planlayanları ve eylemi gerçekleştirecek olanları İzmir’de cezalandıran mahkeme, Ankara’da siyasi yargılama yapmaya karar verdi. Bu defa suikast ile ilişkisi olmayan ancak yeni rejim için tehlikeli olduğu düşünülen eski ve önemli İttihatçılar yargılanacaktı. Bu bağlamda İzmir’de tutuklanan Doktor Nazım Bey de Ankara’ya götürüldü. Muhalefetin varlığından güç alanların, suikastı gerçekleştirmeye fırsat bulamadan yakalanıp cezalandırılmaları, siyasal ortamın yeniden şekillendirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarmıştı.
Profesör Vahdettin Engin ve Profesör Tarık Zafer Tunaya’nın “Hesaplaşma”, Erol Şadi Erdinç’in “Tasfiye” olarak tanımladığı davada; Doktor Nazım Bey, Cavit Bey gibi önemli İttihatçılar yargılandı.
Bugün TBMM arşivinde yer alan duruşma tutanaklarında da görüleceği üzere, sanıklara suikast ile ilgili bir tek soru bile sorulmadı. İttihat Terakki’nin faaliyetleri yargılanıyor, sanıklara siyasi hayatları üzerinden sorular soruluyordu. Dönem Basını bu yargılamalar sürerken “İttihat Terakki Belasından Kurtuluş” manşetleri atıyordu.
Profesör Tarık Zafer Tunaya, tutanaklara dayanarak yaptığı değerlendirmede, “mahkeme heyetinin tarihsel bilgi ve belgeye sahip olmadığını” belirtir. Ona göre; “yargılayanlar, yargılananlara kişisel anılarına ve rivayetlere dayalı sorular sormuşlardı”
Erol Şadi Erdinç, Cavit Bey’in çok parlak bir savunma yapması üzerine, Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya’nın “Ben seni şimdi asmayayım da ne yapayım?” demesini aktarır. Bu anektod mahkemenin yapısını ortaya koyan önemli bir örnektir.
Profesör Vahdettin Engin; “Kimin suçlu kimin suçsuz olduğu konusunda çok hassas davranılmadı” değerlendirmesiyle yukarıdaki yargıları desteklemektedir.
Sanıkların avukat tutmasına izin verilmeyen yargılamalar idam ile sonuçlandı ve aralarında Doktor Nazım Bey, Cavit Bey gibi İttihatçıların olduğu 4 kişi idam cezasına çarptırılırken 8 kişi de hapis cezası aldı. Doktor Nazım Bey “Fesh olmuş bir partiyi (İttihat Terakki) yeniden canlandırmak için propaganda yapmak” suçundan 26 Ağustos 1926 gecesi idam edildi. Son sözleri: “Efendiler, bu mesele ile katiyen alakam yoktur. Kusurum yoktur” oldu.
Ankara İstiklal Mahkemesi’nin Doktor Nazım Bey’i yargıladığı zabıtların başlangıç sayfası
“Günahsız Arkadaşlar”
Ankara İstiklal Mahkemesi’nin yargılamaları sonucunda ülkede muhalefetin etkinliği kalmamış oldu. Cumhuriyet rejimi devrimi yerleştirmek için gerekli siyasi ortamı böylece yakaladı. Falih Rıfkı Atay bu durumu şöyle açıklamıştır: “Yeni rejimin otoritesi İzmir ve Ankara sehpalarının üzerine tutundu. Mustafa Kemal Paşa’ya başladığı devrimi tamamlama fırsatını verdi.”
Bunlarla beraber Profesör Vahdettin Engin’in aşağıdaki satırlarının, bu meselenin olası sonuçları hakkında en isabetli değerlendirme olduğunu söyleyebiliriz: “Suikast girişiminin başarılı bir istihbarat faaliyeti ile sonuçsuz kalması ülke için şans olmuştur. Eğer başarılı olsaydı, kaos ortamına girilir, iktidarı ele geçiren kadrolar ülkeyi felakete sürüklerdi”
Ankara İstiklal Mahkemesinin verdiği idam kararları özellikle Doktor Nazım ve Cavit Beyler özelinde dönem üzerinde araştırma yapan tarihçilerin tamamı tarafından haksız olarak nitelendirilmektedir.
Uğur Mumcu, “Gazi Paşa’ya Suikast” kitabında “Doktor Nazım ve Cavit Bey gibi İttihatçılar suikast ile uzaktan yakından bir ilgileri olmamalarına karşın ölüm cezasına çarptırılmışlardır.” değerlendirmesinde bulunur.
Falih Rıfkı Atay, 1968 yılında yayınladığı “Çankaya” adlı kitabında “Cavit ve arkadaşlarının suikastçı olamayacaklarını biliyorduk. Günahsız arkadaşların ölümden kurtulamamış olmalarına hala vicdanım yanar” demektedir.
İzmir İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp beraat eden Kazım Karabekir Paşa’ya göre ise: “Her inkılapta olduğu gibi, ilk zamanda birlikte çalışanlar, maksat hasıl olduktan sonra ortaya çıkan parazitler yüzünden bu birliği kaybederler.”
Doktor Nazım Bey Ankara İstiklal Mahkemesi’nde
Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey
Doktor Nazım Bey’in idam ile sonuçlanan yaşam öyküsü iniş çıkışlarla doludur. Cinayete kurban giden babasının yokluğunda öğrenimini tamamlamış ve Jön Türk fikirlerini benimseyerek iyi bir teşkilatçı olarak Osmanlı’nın son dönemine hükmeden İttihat Terakki’nin en etkili isimlerinden biri olmuştu. Doktor Nazım Bey, siyasi hayatı boyunca 1918’de getirildiği Eğitim Bakanlığı dışında hiçbir memuriyeti kabul etmemişti. Bu görevi de Talat Paşa’nın yoğun ısrarları sonucu kabul ettiği dönemi inceleyen tüm kaynaklarda ve mahkemedeki ifadesinde yer almaktadır.
Siyasi hayatının satırbaşları ve yargılanmasının detaylarından sonra Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey için değerlendirmelerimize başlayabiliriz.
Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Başkanı olmasını, ülkenin savaşta olduğu yıllarda yürütülen bir siyasi faaliyetin, teşkilatçılığın bir sonucu olarak açıklamak mümkündür. Kendisinden önceki Başkan Hamit Hüsnü Kayacan’ın İttihatçı arkadaşı Doktor Nazım Bey’i kulübe kazandırdığı açıktır. Gençlerle iyi anlaşan, öğretici bir karakterinin olması bu siyasi faaliyeti yürütmesine şüphesiz etki etmiştir.
15 Mayıs 1330 (1914) tarihli İdman dergisinde Hamit Hüsnü Kayacan (soldan ikinci) : Kadıköyü’nde Union Club’de Donanma menfaatine icra olunan idman müsabakalarında Bahriye Nazırı Cemal Paşa hazretleri ve sair zevât-ı kiram mükâfat tevzi ederler iken…
Doktor Nazım Bey’i Fenerbahçe Tarihi’ne yazarak “mazinde bir tarih yatar” sözünü adeta ispat eden Rüştü Dağlaroğlu’nun verdiği bilgiye göre bir yıldan az bir süre başkanlık yapmıştır. Başkanlık dönemi ile ilgili herhangi bir faaliyette, maçta ya da olayda ismine rastlamadığımız Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Spor Kulübü’ndeki tek izini bulmanın gururu ile, yazımızın başında bahsettiğimiz Anı Defteri’ndeki yazısını ve imzasını yayınlıyoruz. Çalışmalarımız ve umudumuz bu dönem için daha fazla bilgi ve belge bulmak üzerinedir. Doktor Nazım Bey, henüz başkan değilken Fenerbahçe’yi 9 Nisan 1915 ile 23 Nisan 1915 tarihleri arasında bir tarihte ziyaret etmiş ve Anı Defterine şu satırları kaydetmişti:
Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Spor Kulübü Hatıra Defteri’ndeki yazısı.
“Memleketimizde spor oyunlarının …… edildiği (azaldığı) bir zamana tesadüf ettiğine müteessifim”
Nazım
Bu satırlarında Doktor Nazım Bey, kulübü ziyaret ettiği sırada savaş dolayısıyla ülkede spor oyunlarının sık yapılamadığı için üzüntüsünü belirtmiştir. Ziyaretin gerçekleştiği dönemde, 2 Temmuz 1915 – 24 Aralık 1915 tarihleri arasında, Fenerbahçe futbol takımının sadece 6 maç yaptığı kayıtlıdır. Böylece Doktor Nazım Bey’in sık maç yapılamadığı için duyduğu üzüntüyü anı defterine kaydettiği ziyaret, maç kayıtları tarafından da doğrulanmıştır.
Zenginlik…
Yazdıkları gayrimeşru satırlarda; gerçekleri, cehaletin karanlığını beslemek için kurban eden tarih bezirganlarının kafalarını, yaptığımız her yayın ile birlikte, gömdükleri çukurlardan bir daha çıkarmamaları için son söz olarak şunu söylüyoruz: Tarih yazmaya çalışırken yaptığınız kasıtlı “Anakronik” hatalardan kaynaklanan “Doktor Nazım, Atatürk’e suikast düzenlediği için idam edildi” yalanınız bu yazıyla beraber yok olmuştur.
Bugün, ona atfedilen suç ile ilgisi olmadığı ortaya çıkmış olsa da, kısa bir süre başkanlığını yaptığı Fenerbahçe’ye olan nefretlerini onun üzerinden kusacaklara karşı, Doktor Nazım Bey’in hikayesinin gerçekleri yukarıda yazılıdır. Doktor Nazım Bey; siyasi faaliyetleri, hayatının dönemeçlerinde aldığı kararlar bir yana Fenerbahçe Tarihi’nin bir zenginliğidir. 110 Yaşındaki küçücük bir defterde onun imzası ile Mustafa Kemal Paşa’nın imzası arasında sadece bir yaprak vardır. Fenerbahçe’yi seven ziyaretçileri; Meclis-i Mebusan üyelerinden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin milletvekillerine, Saltanatı İstanbul’dan çıkarmaya gelen Refet Paşa’dan, o saltanatın üyelerinden olan Şehzade Ömer Faruk ve Şehzade Osman Fuat Efendilere uzanan büyük bir topluluktur. Çağı aşan bu zenginlik; farklı düşünen, hayata farklı bakan kişilerin ortak paydası olarak Fenerbahçe’nin gururudur.
*Doktor Nazım Bey ve İzmir Suikast Girişimi ile ilgili çalışmalarıyla ufkumuzu açan; başta artık aramızda olmayan Erol Şadi Erdinç, Uğur Mumcu, Tarık Zafer Tunaya, Falih Rıfkı Atay ve Kazım Karabekir olmak üzere; sayın Murat Bardakçı, Prof. Dr. Erhan Afyoncu, Prof. Dr. Vahdettin Engin ve Prof. Dr. Ahmet Eyicil’e saygı ve minnetle…
Nasuhi Baydar bu defa akrabalık bağları açısından da önemli bir ismi, Fenerbahçe’nin Yanyalı Futbolcusu Şefkati Bey’i anlatıyor. Sadrazam Talat Paşa’nın kayınbiraderi Şefkati, ilk futbolcularımızdandı. Keyifli okumalar…
Osmanlı İmparatorluğu acayip bir topluluktu. Bu toplulukta her kavim kendi diliyle konuşur, kendi geleneğine göre yaşardı. Din, aslında sağlam olmayan bu yapıyı -ancak zamanın şartları sayesinde ve geçici olarak- ayakta tutan kıvamı kaçmış bir harçtı. Müslüman Şefkati de, çocukluğunda, tahsil için gönderildiği İstanbul’da, Türkçe’yi Yanya kıyılarında söylenildiği gibi telaffuzdan bir türlü kurtulamamıştı. Saint Joseph Koleji’nde, akşamın geç saatlerine kadar devam eden Türkçe dersinde, etrafa karanlık çöker çökmez, havagazı lambasını yakmaya, nedense, hep o talip olur, gırtlaktan gelen kalın ve hırıltılı sesiyle sorardı :
“- Hocayfendi, lambayı yaktırttıtatırayım mı?”
Bizler de bu sese ve bu sual tarzına gülerdik. O zaman Şefkati kızarır, ırkına mahsus palavracı tavriyle, beş parmağını birbirinden ayırarak hepimizi tokatlamaya hazır kocaman elini gösterirdi. Bizler, bu tehdit karşısında omuz silkince, hiddetlenenlerin nefislerini sabır ve sükuna zorladıkları zaman kullandıkları ayetlerden birini (bilmem, nereden öğrenmişti) mırıldayarak, başını iki yana sallaya sallaya, yerine oturur ve hepimize küserdi.
Şefkati, Yanya zenginlerinden Hulusi Bey’in oğlu idi. Babasından her ay ona bir avuç altın gelir, o da bu parayı gelişigüzel harcar, bir kısmını da ilk günlerde girmiş olduğu Fenerbahçe Kulübü’nün ihtiyaçlarına tahsisten zevk alırdı. Hem cömertliğinden, hem dinamik oyunundan, hem de temiz arkadaşlığından dolayı Şefkati’yi çok sever, kendisiyle tahammülü nispetinde şakalaşırdık.
Otomobil Nuri’den önce, takımın sağ açığı Şefkati idi.
Vücudu kuvvetli, oyunu sertti. Karşısındakini çalımla, driblingle geçemeyince kuvvetinden faydalanmaya kalkar, ceza vuruşuna sebep olur, bu sefer hakeme kızar, kalın sesiyle Rumca bir şeyler söyler, kaptanın (Galip’in) ihtarıyla karşılaşırdı:
“- Şefkati, seni bir daha oynatmayacağım”
“- Oynatmazsan gebermem ya!”
“- Sus, Şefkati!”
“- Sustum!”
Susarken de bir daha söylenmeyeceğini dudaklarına elini götürüp işaretle anlatır, fakat vâdini biraz sonra unuturdu.
Galip, Fenerbahçe’nin yumuşak üsluplu oyununa alıştırmak için en çok Şefkati ile uğraşmış, buna muvaffak da olmuştu. Öğretim sistemi şu idi: Şefkati’nin beğenmediği hareketlerini egzersizlerde fazlasıyla kendisine tatbik ederdi. “Karşındakine çarpıyordun, çarpınca rakibin bu hale geliyor” der, ve çivi gibi vücuduyla çarpıp onu yere sererdi. “Oyunda durmadan söyleniyorsun, arkadaşlarını da seyircilerini de rahatsız ediyorsun” der ve yüzünü Şefkati’nin yüzüne yaklaştırarak ve onun mimiğini taklit ederek söylenir, bağırırdı.
Galip’in Elinde Yumuşayan Fenerbahçe’nin Yanyalı Futbolcusu Şefkati
Şefkati, bir iki sene içinde, sakin olduğu kadar çevik, becerikli olduğu kadar nazik bir futbolcu haline geldi. Bunda iyi niyetinin, kendini terbiye etmek azminin de büyük hissesi vardı. Mesela, hatırlarım, hiç ağzına koymadığı viskiden, bir toplantıda, üç kadehi ardı sıra yuvarlayıp iradesini kaybedince, alaylarına maruz kaldığı Galip’i, küçücük tırnak çakısıyla güya vurmaya kalkışmıştı :
“- Artık geberteceğim, Galip’i! diyordu.
Ertesi gün aklı başına gelip de hadise kendisine anlatılınca:
“- Bre tövbe, dedi, içmeyeceğim bir daha bu coni içkisini! ve içmedi.
Şefkati rahmetli Sadrazam Talat Paşa’nın kayınbiraderi idi. Birinci Cihan Harbi sonunda Paşa gibi, o da ortada görünmez oldu. Sonra, İkinci Cihan Harbi başında, Şefkati’ye Fenerbahçe Stadı’nda, büyük bir maçta rastladım. Denizyollarında küçük bir memuriyet kabul etmiş, genç bir kızla evlenmiş, Kalamış’ta oturuyordu. Kendine has heyecanıyla boynuma sarıldı. Evini ziyaret etmemi ısrarla istedi. Hatta gün tayin etti. Fakat, ikinci buluşmamız mukadder değilmiş; Bir kalp sektesinden göçüp gitti.
Oh, benim hafif ruhlu çocukluk arkadaşım, kabrinin berisinde, bilsen seni nasıl için titreyerek anıyorum!