Öz Fenerbahçe dergisinin fotoğraf albümü özelliğinden istifade ederek yazlık bir seriye başlıyoruz… Huzurlarınızda 1955 Fenerbahçe Hatıraları I. Keyifli seyirler…
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu










Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Ersoy Sandalcı röportajı ile karşınızda…
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Spor hayatınız nasıl başladı?
İstanbul, Kızıltoprak semtinde yaşıyorduk. Dört kardeşli bir ailenin en küçüğüyüm.
Sporcu bir aile sayılırız. Ağabeyim Erdinç’le benim aramda 1,5 yaş var. O da Fenerbahçe’de iki sene oynadı, 1969’da Vefa’ya transfer oldu, başarılı olunca da Vefaspor geri vermedi.
Top benim için mahalle arasında başladı. Ben fazla meraklı değildim ama arada bir oynuyordum. Mahallede oynarken o dönem kulüplerin altyapılarına yönlendiren ağabeyler vardı. O dönemde de Talha Altunbaşak vardı. Onun tavsiyesiyle Fenerbahçe genç takıma iki kardeş gittik. 40 kişi arasından seçilmiştik. Birinci plana çıktık. Benim yaşım küçük olduğu için lisansım çıkmadı ama ağabeyiminki çıktı. Baktım ona ayakkabılar, formalar verildi. Bana da cazip geldi, iştahlandım.
Futbola ben de yetenekliydim fakat kendi yeteneğimin farkında değildim. Fakat bana lisans çıkarılmayınca ben de antrenmanlara gitmemeye başladım. Lisans yaşı on beşti çünkü. Ben de o ara Beşiktaş’ın seçmelerine katıldım. Gittik oradan döndük.
Dönüşümüzde Molnar zamanında semt takımları turnuvaları düzenlerdi. Fenerbahçe’de Faruk Ilgaz dönemiydi. Biz de Kızıltoprak olarak katılırdık. Orada junior takıma ve genç takıma seçim vardı. Burada ben Ümran Kaçar’la genç takıma seçildik. Bir müddet oynamadık. Genç takımda Donanma Kamil ilk antrenörümüzdü. Kendi muhitinden oyuncular getiriyordu, kadro öyle oluşuyordu. Biz yeni çıktığımız için öyle sessiz, ufak tefek, cılızdık. Diğer oyuncular daha güçlü kuvvetliydi. Antrenmanlarda başarılıydı.
1966-67 yıllar böyle başladı. Yaş 15. Tabii daha sonra tercih edilmeye başlandık. Genç takım bazında Türkiye’de ilk defa gerçekleşen turnuvada Türkiye şampiyonu olduk. Fenerbahçe tarihinde o da bize kısmet oldu. Konya’da finalleri oynadık. O zaman bana Karşıyaka takımı talip oldu. Oradan beni kaçırdılar. Bir ay orda kaldım Fenerbahçe onaylamadı tabii. Sonra Almanya’da olan bir turnuvaya katıldık. Faruk Başkanımız da geldi. Turnuvada çok başarılı oldum, hatta turnuvanın gol kralı oldum. Hâlbuki orta saha oyuncusuydum fakat uzak toplara iyi vururdum.
Hatta sizin “Takımın beyni” diye de bir titriniz varmış…
Evet, daha çok organizasyon, oyun kurma ve asist yapardım. Az gollerim var ama öz gollerdi bunlar. Değerli gollerdi. Braytner’e benzetirlerdi. Lakap olarak “Dansör” derlerdi.
Dönüşte sezon sonuydu. Ankara’ya gittik, Başbakanlık Kupası vardı. Orada da gol attım. Yavaş yavaş oynamaya başladık.
A takımdaysa daha yeni oynuyorum. Nedim Doğan kaptandı. Birkaç iyi maçım oldu. Sabri Hoca ile de çalıştım. Parlak dönemim Didi zamanıydı. Benim için “Didi’nin gözdesi” derlerdi, Didi dönemi çok başarılı geçti. O’nun gelişiyle şeklimiz değişti, öz güvenimizi kazandık, onla beraber şampiyonluklar yaşadık, kupalar aldık.
Kaptanlık da yaptınız…
Ercan Aktuna menajerdi. Necdet Niş’le beraber görevdelerdi. 1974’de Abdulah Gegiç geldi.1975-76 sezonunda Abdullah Gegiç antrenörümüzdü. “Kim eski?” diye sordu. Benim olduğumu söylediler. Ziya’nın sakatlığı döneminde kaptan oldum.
Fenerbahçe Spor Kulübü’nden sonra hangi takımlarda oynadınız?
1976-77 sezonunda Zonguldakspor’a transfer oldum. Altı sene oynadım. Başarılı geçti. Oradan Ankaragücü’ne gittim. 1985 yılında bıraktım.
Fenerbahçe Spor Kulübü’nden ayrılmak zor olsa gerek…
Buruk ayrıldım. O günkü koşullarda bazı polemikler yaşandı, dışarıdan gelenler daha öncelikliydi. İçerideki altyapıdan yetişenler evlat muamelesi görüyordu. Haklarımızı aramak durumundaydık.
Hatta bir dönem rahmetli Emin Cankurtaran’ın başkanlığı zamanında beni satışa çıkardılar. Büyük bir paraya çıkardılar, kulüpte kaldık fakat bir sürü vergi ödedim.
Bir süre kadro dışı çalıştım sonra affedildik. Didi “Ersoy’suz Fenerbahçe olmaz” dedi tekrar başladık.
Futbol sonrası neler yaptınız?
1985’te amatör kurslara katıldım, antrenörlük kurslarına gittim. Fenerbahçe’de PAF takımını çalıştırdım.
Daha sonra Denizlispor’a gittim. 1996’da “Altın Tepsi Amatör Şampiyonluğu” olayı oldu.
Sonra Düzcespor, Nilüferspor’da teknik sorumlu olarak çalıştım, Düzce dönüşü 1998’de TFF’ye girdim.
O zamandan bu zamana genç milli takımlar bölge antrenörü olarak başladım, tüm yaş kategorilerinde antrenör olarak çalıştım.
Semih’le başlamıştım. Daha sonra 1984-85-86-87 grupları çalıştırdım sonra rotasyon oldu, 88’lileri yetiştirmek üzere milli takım Gürbüz Hoca’yla olan takımı biz hazırlamıştık. Dünya üçüncüsü olan takımdı. Volkan Demirel, Volkan Babacan gibi değerli sporcularımıza bizim de katkılarımız olmuştur.
Milli takımda kaç kez forma giydiniz?
Üç kez giydim. En son İtalyan maçında menüsküs oldum. 70 senesiydi. Şimdi bakıyorsun bir genç 150 kere milli olmuş. O zamanlar bu kadar milli maç yoktu.
Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oyuncu olduğunuz dönemde kimle aynı evi paylaşırdınız?
Dereağzı Fenerbahçe Burnu’nda kalırdık. Adil’le paylaşırdım evi. Çoğu zamanım onla geçerdi.
Bir anınızı paylaşır mısınız?
Benim Erdinç kardeşim Kayserispor’a transfer olduğu dönemde karşılıklı bir maç yaptık. Ben de Fenerbahçe’de oynuyordum.
Bir gün evvel de annemle beraberdik. Anneme şakadan “Bak oğlunun ayağını elini vereceğim eline” dedim. Annem de saf bir kadın “Aman sana sütümü helal etmem güzel oynayın, birbirinizi yaralamayın.” dedi.
Maç başladı. Kayserispor da iyi oynuyor. Bir pozisyon oldu, baktım o taraf çok etkili geliyor. Ben ağabeyim Erdinç’i bir tırpanladım, attım, çimden dışarı çıktı. Ben de dışarı çıkmışım. İstemeden tabii. O da sakatlandı, benim de dizim döndü, ameliyatlık duruma geldim, onun da kasığı yırtıldı.
Ertesi gün gazetelerde “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?” diye başlık atmışlardı. Annem de duyunca baktım benimle konuşmuyor, aramızda önceden böyle esprili bir konuşma geçince gerçek sanmıştı. Ta ki ben ameliyata girinceye kadar…
Taraftarımıza mesajlarınız nelerdir?
Zaman zaman taraftar faturayı kişileştirir, bazen protestolar olurdu. Tabii aranan isim de olurdunuz.
Fenerbahçe çok büyük bir takım olduğu için onun büyüklüğünü sahaya yansıtmak çok önemli bir işti bizim için. Taraftar takımı kişiselleştirmemeli. Futbol bir takım oyunu.
Maçlara geliyor musunuz veya izlerken nasılsınız? Tepkileriniz neler?
Maçlara geliyorum. Gelmediğim zaman televizyondan izliyorum. Kazanmasını arzu ediyorum.
Kaoslar bazen yaşanıyor ama kısa sürede atlatılacağını düşünüyorum. Keyifli maçlar izledik son haftalarda. Küfre çok sinirleniyorum. Televizyonda daha sinirli olmadan izleyebiliyorum.
Uğurlarınız var mıydı?
Uğur olarak bir muskam vardı, onu takmadan çıkmazdım.
Özel sorunlarınızı sahaya yansıtan biri miydiniz?
Özel sorunlarımı sahaya asla yansıtmazdım, sahada her şeyi unuturdum ama çok hassas yapılı insanlar vardı, onlar yansıtırdı. Düzenli bir hayatım vardı. Erken yatardım. Maç önceleri sorunlardan uzak kalmayı başarırdım.
Evlatlarınızın spor ilgisi oldu mu?
Üç evladım var ama sporla ilgileri olmadı. Ben de belki fazla yeteneklerini araştırmadım. Okudular.
Kulübümüzün bugünkü şartlarında oynamak eminim sizin için çok zevkli olurdu…
Kim istemez ki bu koşullarda bu kulüpte oynamayı? Aziz Başkan gerçekten çok güzel işler yaptı. Çok büyük bir değişime uğradık. Bizim şartlarımızla kıyas kabul edilmez. Kulübe gibi sobalı soyunma odalarından, yırtık formalardan, merdaneli çamaşır makinelerinden nereye geldik. 70’li yıllarda bile koşullar çok kötüydü.
Yabancı oyuncuların sayısının artmasının artı ve eksileri yaşanıyor. Belki sadece yabancı oyuncunun gelişi ile ilgili değil, altyapı oyuncularının yetişmeleriyle ilgili de problem yaşıyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz?
Altyapıdan oyuncu yetişiyor ama kendi oyuncumuza fazla ilgi duymuyoruz. 8+1 ya da 7+1 olursa belki hiç şansları kalmayacak. Yetişmesinde problem oluyor tabii, şimdi biraz gençlik geliştirme programları içerisinde iyi eğitilmeye başlandı.
Eskiden ahbap çavuş ilişkileri yaşanıyordu. “Gel işte, orda çalış” deniyordu. O çocukları geliştirmek önemli. Bir yere kadar geliyoruz fakat neticeye endeksli olduğu için sonra pek ilgilenemiyoruz. Avrupa’da öyle değil. Önce kendi sistemini oturtuyor.
Bizdeki yetenekli çocuklar da Avrupa’nın kancasına takılıyor, diyebilir miyiz?
Avrupa takımının menajerleri bütün turnuvalara dağılıyor. Küçüğü büyüğü nerde turnuva var takip ediyorlar, alıp götürüyorlar.
Bizim kulüplerin bu oluşumu yapması lazım. Federasyonun 14 bölgesi var. Turnuvalar yapıyoruz sezon sonunda, kulüplere hizmet veriyoruz. Gelip seçebiliyorlar. Veya biz Dereağzı’na götürüyoruz. Orada yetenekli oyuncuları gösteriyoruz.
Fenerbahçe devreye girip bir oyuncu seçti mi kulüpler fazla para istiyorlar. Bazı çocuklara şans veriliyor mesela Semih, Emre bunlara örnek.
Yabancıya karşı değilim tabii. Örnek oluyorlar. Fakat bizlerden de yeteneklerin keşfedilmesi adına devletin daha fazla destek olması lazım.
Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

Fenerbahçe’nin 2022 Malî Genel Kurulu’nda yaşananlar, bir “Kongre Adabı” tartışması yarattı. Biz de 1967 yılına gidelim ve yıllık genel kurul önesinde yaşananlara bir bakalım istedik. Başlıktaki gibi ağız kavgası mı yoksa sonda iddia edildiği gibi fikir ve prensip mücadelesi mi? Her halükarda enteresan bir metin… Keyifli okumalar…
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Başkan Ilgaz’ın iddialarını muhalefet listesinde bulunan Müslim Bağcılar ve Talha Altınbaşak cevaplandırdılar. Eski başkan İsmet Uluğ aday değil.
Fenerbahçe Kongresi’ne iki gün kala karşı gruplara mensup liderler arasındaki söz düellosu kızışmış, bu arada Başkan Faruk llgaz’la eski ikinci Başkanlardan ve muhalefet listesi adaylarından Müslim Bağcılar birbirini ağır şekilde itham etmişlerdir, Muhalefetin Başkan adayı Talha Altınbaşak da, Ilgaz’ın “Fenerbahçe namuslu ellerdedir” sözüne karşı bir demeç vermiştir.
Eski Başkanlardan Dr. İsmet Uluğ ise, iki taraftan da kendisine teklif yapıldığını açıklamış, fakat hiçbir listede yer almayı arzulamadığını bildirerek, “Bu yıl kulübümde vazife almak istemiyorum. Fenerbahçe’ye idare heyeti dışında bulunarak da hizmet etmek mümkündür, İki gruptan da beni rahat bırakmalarını rica ediyorum” demiştir.
Fenerbahçe kulübünde bize söz söyleyecek ve dil uzatacak kimsenin, en az bizim kadar şahsiyet sahibi ve temiz mazisi olması iktiza eder.
Müslim Bağcılar, Fenerbahçe kulübünde idareci iken Erol, Hilmi, Samim, Halil, M. Ali gibi güzide futbolcularımızı Adalet kulübüne götürüp, o kulübün idarecisi olduktan sonra da “Fenerbahçe’ye kilit vurduracağım” diyen kimsedir.
Müslim Bağcılar, Fenerbahçe’nin Kıbrıs seyahatinde Fazıl Küçük, Rauf Denktaş, Osman Örek ve Türk erkânının hazır bulunduğu Türkiye Büyükelçiliği’nde Fenerbahçe şerefine verilen kokteylde kafile başkanı olarak “Benim iki hanımım var; biri Türk, biri Rum. Gül gibi geçinip gidiyorlar. Siz de burada öyle yapın” seklinde beyanat vererek Hariciye Vekâletimize şikâyet edilen kimsedir.
Müslim Bağcılar, Fenerbahçe’nin her nezih toplantısında göbek atarak nezahetini bozan kimsedir,
Müslim Bağcılar, Fenerbahçe balosunda arttırmaya çıkan imzalı topa yüz lira vermeyerek çıplak dansözün göğsüne bin lira sıkıştıran kimsedir.
Müslim Bağcılar, Fenerbahçe kulübünde kendi reklamı için transferi dejenere eden kimsedir.
Müslim Bağcılar, futbolculara kulübün binliklerini sayarak ve el öptürerek fotoğraf çektirmeğe meraklı kimsedir.
İşte Fenerbahçe’yi kurtarmağa (!) koşan ve şahsımıza dil uzatmağa çalışan vatanperverin (!) içyüzü. Takdir, sayın kongre azalarımızındır.
Faruk Bey isterse başkan olur, çünkü bu iş parayla satın alınıyor. Elimde ve vesikalar var, beni bunları açıklamak zorunda bırakmasınlar.
İki gün önce bana Ali Aladar ve Suphi Ergür vasıtasıyla kendi listesine girmesi için haber gönderdi.
Faruk Bey maalesef çok kötü bir çığır açtı ve işi şahsiyata döktü. Şimdi ben de konuşacağım.
Kıbrıs’taki sözlerimi bir ihanet vesikası gibi yüzüme vurduğunu sanıyor. O zamanki hükümetin Kıbrıs politikası onu gerektiriyordu. Lefter’in Kıbrıs kesimine geçtiği dedikoduları yayılmış, ben de “Ne olur geçmişse, ben de geçerim, başkası da geçer” demiştim. Bize Kıbrıs’a giderken “İyi geçinin” diye tenbihatta bulunmuşlardı. “Vize kalkacak” diyorlardı.
Transfer işlerine gelince; futbolcu elimi öpmek istemiş, tekme mi atacaktım ya? Ben Fenerbahçe’ye hayatımı verdim. Ve bunun karşılığında 1 kuruş almadım, bir bardak suyunu içmedim kulübümün. Bir vakitler 50.000 liralık alacağımın altına çizgi çektiğimi kongre halkı bilir. Faruk Bey ne vermiştir kulübe? Benim Kıbrıs’taki konuşmalarımı tahrif edeceğine, yurda İngiliz Lirası yerine Türk parası getirdiğinin sebeplerini açıklasın. Osman Kavrakoğlu’nun bu usulsüzlüğü düzeltinceye kadar canı çıkmıştı.
Bazı futbolcuları Adalet kulübüne götürdüğüm iddiası ise gülünçtür. O futbolcular Fenerbahçe’den kovulmuştur. Adalet idarecileri de bana telefon edip, bunların itimada şayan olup olmadığını sordular. Hepsinin dürüst olduğunu söyledim. Sokak ortasında mi kalsınlardı?
Faruk Bey göbeğimle ç çok uğraşıyor. Para da yapıştırırım, gezerim de, Faruk bey göbeğimin kahyası mı?
Sonuca geliyorum; bu tartışmalardan ben bir şey kaybetmem, Fenerbahçe kaybeder. Ben Fenerbahçeli futbolculara yıllarca babalık yaptım, hâlâ da yapıyorum, Selâhattin’i aldım, okuttum. Cihat’ı da öyle. Cihat, Melih, Murat’ın maaşlarını ben verdim, Faruk Ilgaz bugüne kadar kaç futbolcuyu okutmuş, kaçına yardım etmiş, kulübe kaç kuruş vermiş? Bunlardan bahsetsin.
Yine söylüyorum, iktidarda bulundukları bir yıl içerisinde muvaffak olamamışlar, kulübü kötüye götürmüşlerdir.
Fenerbahçe’yi kurtarmak için çalışan arkadaşların ricalarını kıramadım ve “Evet” dedim. Sevgi, saygı, para ile satın alınan bir şey değildir.
Kurtarma faaliyeti yalnız namussuz ellere karşı yapılmaz. Sayını Ilgaz hafızalarını yoklarlar veya eski gazete koleksiyonlarını karıştırmak külfetine katlanırlarsa, kendilerinin de 1957’de kulübü kurtarmak amacıyla muhalif olarak mücadele ettiklerini hatırlarlar.
O tarihlerde idare heyetinde Sayın Sporel, Sayın İsmet Uluğ, Küçük Fikret, Niyazi Sel, Müslim Bağcılar ve bendeniz gibi insanlar mevcuttu. Acaba Sayın Ilgaz o sırada kulübün namussuz ellerde olduğuna mı kâni idiler?
Sayın Ilgaz, Fenerbahçe kulübünün bir lokali bulunduğuna işaret ederek; “Muhalifler toplantılarını orada yapmalıydılar” demektedirler. Bu zarureti kendileri için de düşünseydiler, bir müddet evvel bir sinemayı kiralamak suretiyle toplantılarını orada yapmazdılar. Ve o toplantıya münhasıran kendileriyle hemfikir olanları davetiyelerle çağırıp davetsiz gelen Fenerbahçelileri toplantıdan kovdurmazdılar.
Sayın llgaz, bizleri zayıf olanların telaşı içinde buluyorlar. Telaş, kaybedecek şeyi olanlarda olur. Bizim kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktur. İktidarda değiliz ki; onu kaybedecek olalım. Seçimde yenilirsek bunun şahıslarımız için bir nakise teşkil edeceğine de inanan insanlar değiliz. Kaldı ki, kulübümüzdeki seçim sonuçlarının hangi nevi gayretlerin mahsulü olduğu cümlenin malumudur. 800’ü aşkın kongre üyesi içinde sadece 400 kadarının iştirak hakkına sahip sayıldığı bir toplulukta, münhasıran seçim sonuçları haklıyı ve haksızı ortaya koyan kesin bir ölçü olamaz. Aksi düşünülseydi geçmişte müteaddit seçim kayıplarına uğrayan Sayın Ilgaz’ın, “Karşı taraf haklıymış” diyerek mücadeleyi terk etmeleri gerekirdi. Kendileri öyle yapmadıklarına göre bugün karşılarında yer alanların da aynı şekilde hareket etmekte haklı olduklarını kabul etmeleri gerekir. Yapılan fikir ve prensip mücadelesidir.
Milliyet Gazetesi

Geçende yayınladığımız 1979 yılı faaliyet raporunun okunduğu Fenerbahçe kongresi 10 Şubat 1980 tarihinde yapıldı. İlginç hikayelerle dolu 1980 Fenerbahçe Kongresi haberini Milliyet gazetesinden okuyalım.
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Başkanlık seçiminde Razi Trak 435, Firuzan Tekil 153 oy alırken, Yönetim Kurulu seçimini büyük bir farkla Kadıköy grubunun listesi kazandı…
Eski Başkan Ilgaz, üyelere yaptığı veda konuşmasında, “Fenerbahçe’ye hizmetim geçtiyse helal olsun” dedi… Yeni Başkan Trak, işi nedeniyle kongreden erken ayrıldı…
Kongre Başkanı Erdemir, üyelerin 10’ar bin lira teberru vermesini isleyen önerge için, “Bana Humeyni de deseniz, bu önergeyi oylamaya koymam” dedi…
Fenerbahçe Kulübü’nün olağan genel kurulu dün yapılmış ve başkanlığa Razi Trak seçilmiştir.
Avukat Sadun Erdemir’in başkanlığını yaptığı kongreye 679 üye katılırken, eski başkanlardan Emin Cankurtaran ile bir ara başkanlığı söz konusu olan Cevher Özden’in gelmeyişi dikkati çekmiştir.
Kongrenin başlangıcında konuşmaların 10’ar dakika ile sınırlandırılması için iki önerge verilmiştir.
Bu önergelerin verilmesinden sonra Avukat Orhan Ergüder bir konuşma yapmış ve “İki yıldır sabırla beklediğimiz kongrede meseleleri 10 dakikaya sığdıramayız. Sorunların üstüne gitmek için bizi 72 gün daha bekletmeye kimsenin hakkı yok” demiştir.
Ergüder, yerine otururken de, “Bu önergeleri ücretle tutulmuş kişilerin verdiğini biliyorum” demiştir. Ergüder’in bu sözleri ortalığı karıştırmış, kongre başkanı Sadun Erdemir, “Disiplini bozanı zabıta kuvveti ile dışarı attırırım” diyerek üyeleri uyarmıştır.
Daha sonra Yüksel Günay önergenin lehinde bir konuşma yapmıştır. Ergüder ve Günay’ın konuşmalarından sonra önerge oylamaya konulmuş ve konuşmaların 10’ar dakika ile sınırlandırılması kabul edilmiştir.
Gündem gereğince kürsüye yönetim kurulu adına Altan Ayanoğlu gelmiş ve iki yıllık çalışmalarını kapsayan çalışma raporunu okumuştur.
Gündemin dilek ve temenniler bölümünde Altan Dinçer söz almış ve yönetim kurulunu suçlayarak şunları söylemiştir:
“Ben bakkala kapıcımı gönderirken 7 kelimeden fazla konuşuyorum. Ama faaliyet raporunda voleybol ve basketbola 7 kelime bile yer verilmiyor. Rezil oluyoruz…”
Dinçer’in konuşmasından sonra Yeni Kadıköy Grubu’nun başkan adayı Firuzan Tekil kürsüye gelmiş ve “Fenerbahçe’nin yönetiminde ipler başkasının elindeyse ve kukla yönetim varsa, bundan daha vahim durum olamaz” demiştir.
Yeni Kadıköy Grubu’nun liderlerinden Orhan Ergüder de bir konuşma yapmış ve “Fenerbahçe’yi mutluluğa götürme gayreti değil, sömürme gayreti vardır” demiştir.
Ergüder, yıllar sonra ilk kez haysiyet divanına da çatacağını belirtmiş ve şunları söylemiştir:
“Sosyal Tesislerde insanlar havuza atılıyor, kafalarında bira şişeleri kırılıyor. Bana ‘Niçin tesislere gelmiyorsun?’ diyorlar… Gelmiyorum, güvencem yok… Gelmiyorum, param yok… En önemlisi de, bunların hesabını soracak haysiyet divanı yok… Fenerbahçe Türkmen çadırlarına benzetilmiştir.”
Ergüder, konuşma süresinin kısıtlı olması nedeniyle kürsüden ayrılacağını da söylemiş “Allah sizi inandırsın, bu ve mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğim” demiştir.
Bu konuşmalardan sonra eski yönetimin başkanı Faruk Ilgaz kürsüye gelmiş ve “1956 yılından beri sürekli görev aldım. 12 yıl başkanlık yaptım. Eğer bir hizmetim olduysa bunu helal ediyorum” diyerek üyelere veda etmiştir. Ilgaz yerine otururken uzun süre alkışlanmıştır.
Fenerbahçe kongresi devam ederken Razi Trak, İzmir’e gideceğini söyleyerek salondan ayrılmıştır. Trak salondan ayrılırken, “Nasıl olsa başkan seçileceksiniz, ne diyorsunuz” seklinde soru soran gazetecilere, “Fenerbahçe’de önce bu gruplaşmaları kaldırmak gerekiyor. Amatör şubelere gereken önemi verecek ve futbol şubemiz için kendi öz kaynaklarımıza döneceğiz” yanıtını vermiştir.
Daha sonra, artan yaşam koşulları göz önüne alınarak, yeni yönetim kurulunun bütçesinin yüzde elli oranında artışla kabul edilmesine karar verilmiştir.
Ayrıca Ali Şen’in yeniden üyeliğe alınması kabul edilmiştir. Bazı konuşmacılar da yönetim kurulundaki titiz çalışması nedeniyle Başaran Ulusoy’u teşekkür etmişlerdir.
Bu sırada Recai Aslan ve Hanefi Ulutekin, kongre başkanlığına bir önerge vererek, salonda bulunan üyelerin kulübe 10’nr bin lira teberruda bulunmalarını istemişlerdir. Kongre başkanı Sadun Erdemir, “Önergeyi veren arkadaşlarımı biliyorum. Onlar milyon da verse dokunmaz. Bu önergeyi oylamaya koyamam” diyerek reddetmiştir.
Aidatların yıllık 1200 liraya çıkarılması da tüzüğe uygun olmadığı için kabul edilmemiştir.
Konuşmaların tamamlanmasından sonra oylama işlemine geçilmiştir. Sadun Erdemir’in oylamanın harf sırasına göre yapılacağını söylemesinden sonra bir üye ayağa kalkmış ve “Yıllardır hep (A) harfinden başlanıyor ve biz saatlerce bekliyoruz. Bir de (Z) harfinden başlansın” demiştir. Bunun üzerine salon karışmış ve eline zarfı alan sandığın başına gelmiştir.
Kongre başkanı Erdemir’in üstün gayreti ile düzen yeniden sağlanmış ve oylama yapılmıştır.
Oylama sonunda yönetim kuruluna şu üyeler girmiştir.
Talha Altınbaşak (428), Yüksel Günay (426), Muhittin Bulgurlu (429), Semih Bayülken (423), Melih Ilgaz (434), Güven Sazak (429), Kazım Bayülken (410), İlkin Okan (130), Osman Karatop (429), Aziz Yılmaz (428)
Başkanlık seçiminde ise Razi Trak 435 oy alırken, Firuzan Tekil 153 oy toplamıştır.
Fenerbahçe kongresine sadece bir çiçek ve bir telgraf geldi… Telgrafı çeken ve kongreye başarılar dileyen, kulübün üyesi, eski Deniz Kuvvetleri komutanı Hilmi Fırat’tı… Tek çiçeği yollayan da Türkiye Spor Yazarları Derneği… Ne gariptir ki, yönetim kurulu raporu okunurken “Basının maksatlı tutumu bizi yıpratmıştır” görüşüne yer verildi… Belli ki, yönetim kurulu bazı şeylere kılıf arıyordu…
* Kongre başlamış, her şey istenildiği biçimde gidiyordu… Bu sırada Kadıköy grubunun lideri Semih Bayülken’in kongrenin yapıldığı sinemanın balkonundan çalışmaları tek başına kuşbakışı izlediği görüldü… Bayülken, bu sırada kaleyi fethetmeye hazırlanan birliklerin komutanına benziyordu…
* Fenerbahçe kongresinde gerçekten ilginç konuşmalar oldu. Kulübün eski üyelerinden Dr. Memduh Eren, “Artık bilimsel çalışmaya girmeliyiz” dedi, “Sonra Fenerbahçe ikinci kümeye düşer, biz de sosyal tesislerde bol bol pişti oynarız…”
* Kongrede eski başkan Cankurtaran ile kongre öncesi başkanlığından söz edilen Cevher Özden yoktu… Ancak kongrenin yapıldığı sinemanın kapısında ilginç bir pankart vardı:
“Büyük Başkan Cankurtaran, yuvaya…”
* Fenerbahçe kongresinde en çok eleştirilen konulardan biri de sosyal tesisler oldu… “Pahalı” denildi, “Üyelerin rahat giremediği” söylendi… Bu konuşmalar yapılırken bir üye şöyle bağırdı: “Adını değiştirelim… Hanefi’nin yeri olsun…”
* Kongrenin başlangıcında konuşmaların 10 dakikayla sınırlandırılması ile ilgili önerge büyük tartışmalara neden oldu… Bu sırada Fenerbahçe’nin ve Milli Takım’ın eski oyuncusu Ogün Altıparmak’ın, kongre başkanı Sadun Erdemir’e “Taraflı yönetiyorsun” diye bağırdığı duyuldu…
* Kongre Başkanı Sadun Erdemir’i en çok, salonda bulunan üyelerin 10’ar bin lira teberruda bulunmasını isteyen önerge kızdırdı… Erdemir hiddetle ayağa kalktı ve “İsterseniz bana Humeyni deyin arkadaş, bu önergeyi oylamaya koymam” dedi…
* Razi Trak, hafta içinde yapılan Kadıköy grubunun toplantısından işi olduğunu ileri sürerek çabuk ayrılmıştı… Dün yapılan kongrede de İzmir’e gideceğini ileri sürerek salondan erken çıktı… Bunu gören bir üye “Eyvah” dedi, “Bizim başkan daha başlangıçta su koyverdi…”
* Başkanlık oylaması yapılırken Razi Trak ve Firuzan Tekil’in dışında Ajda Pekkan’a 2, Aysel Tanju’ya 1 ve Cevher Özden’e de 1 oy çıktı…
Şansal Büyüka – 11 Şubat 1980 – Milliyet

Fenerbahçe tarihinde “Süt Kardeşler” denince akla Halit Deringör ve Müzdat Yetkiner gelir. Fenerbahçe’nin 1943, 1944, 1945, 1946 ve 1950 yıllarında kazandığı Türkiye şampiyonluklarında Halit Deringör (114 maçta, 38 gol) ve Müzdat Yetkiner (82 maçta, 56 gol) çok büyük pay sahibi oldular. Öyle ki bu sezonlarda Halit Deringör yalnızca 5 maçta takımının formasını giyememiş; iki oyuncu toplamda attıkları 196 gol ile neredeyse bu 5 şampiyonlukta atılan 409 golün yarısına imzalarını bırakmışlardı. 1948 yılında Talha Altınbaşak bir yazı kaleme aldı ve Fenerbahçe tarihinin “Süt Kardeşler” hikayesini anlattı. Keyifle okuyacağınızı umarak, iki Fenerbahçe efsanesinin ruhu şâd olsun diyelim.
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
O kadar beraberler ve o kadar müşterek tarafları var ki onları bir türlü birbirinden ayıramadım ve her ikisini de beraberce yazmaya karar verdim.
Beraber doğmadılar amma ikisi de 1922 yılında dünyaya geldiler hem de aynı şehrin, aynı semtinin, aynı mahallesinde. Kadıköy’ün hemen her tarafı Fenerbahçe’ye sayısız sporcu yetiştirmiş olmak mazhariyetine sahiptir. Fakat aynı yılda ileride sarı-lacivert renkleri zaferden zafere koşturacak iki arslan yavrusunu birden yetiştirmek ancak onların doğdukları sene “Acıbadem”e nasip oldu.
Onlar ilk temaslarını anneleri tarafından yan yana yatırıldıkları sedirin üstünde kundaklarından dışarı bırakılmış olan minimini ellerini birbirine uzatıp birbirlerinin parmaklarını tutmak suretiyle yaptılar ve aralarında henüz birer kundak çocuğu iken başlayan bu arkadaşlık, her geçen yıl hararet ve kuvvetini arttıra arttıra bugüne kadar hiç sarsılmadan devam etti. Yıllardan beri komşu olan aileleri o kadar samimi ve dostturlar ki anneleri aynı yıl dünyaya gelen oğullarına müşterek süt verdiler. Bu suretle bu iki yaramazın çok kuvvetli arkadaşlık ve dostlukları bir de aynı sütü emmiş olmanın doğurduğu süt kardeşlikle perçinlendi.
İlkokul çağına gelinceye kadar mahallelerinde gece gündüz beraber oynadılar. İlk zamanlar yaşları pek küçücükken dokuz ay büyük olanı “Müjdat” küçüğünü “Halit” diğer mahalle arkadaşlarına karşı korurdu, sonraları küçüğü de serpilip boylanarak büyüğüne yetişince ikisi de birbirlerinin daimi koruyucusu oldular.
İlkokula beraber gittiler, aynı mektepte okudular, aynı liseyi beraberce bitirdiler. Kadıköy arsalarında küçük lastik topların peşinde didinmeye başladıkları zaman da beraberdiler. Meşin topla tanışmaları da beraberce oldu. Sabahtan akşama kadar o topun ardından birlikte koşarlar, akşam olup güneş ufkun arkasına çekildikten bir hayli sonra evlerinden işitecekleri azarı düşüne düşüne alaca karanlıkta mahallelerine birlikte dönerler ve ertesi sabah tekrar buluşmak üzere aralarında beş-on metre mesafe bulunan evlerine yorgunluktan bitap vücutları ve kurumaya başlayan terli çamaşırlarıyla yarı korkudan yarı soğuktan titreye titreye girerlerdi. Ertesi sabah güneşin ışıkları henüz sokaklarını boydan boya aydınlatmamışken erken kalkanı diğerinin kapısı önüne gider ve keskin üç ıslık sesi uykuda olanı uyandırırdı.
Seneler geçtikçe futbola olan sevgileriyle birlikte topa olan hakimiyetleri ve oyun kabiliyetleri de arttı. Kendileri gibi yüzlerce Fenerbahçeli sporcu yetiştiren Haydarpaşa Lisesi’ne devam ettikleri sıralarda iyiden iyiye temayüz etmeye başladılar ve mektep takımının hücum hattında beraberce yer almakta güçlük çekmediler. Aynı yıllarda Fenerbahçe’nin kıymetli kalecilerinden Sabri ile keza Fenerbahçe’nin yetiştirdiği güzide futbolculardan İbrahim ve Ercüment’i kadrosu içinde bulunduran Haydarpaşa’nın kırmızı-beyaz formalı on biri önüne çıkan her mektebi kolayca yenen sayılı bir futbol kudretine malikti. Bu çok değerli beraberlik içinde Halit ve Müjdat bilhassa temayüz ediyorlar ve her maçta rakip kalesi onların ayaklarından ve kafalarından çıkan şahane gollere sahne oluyordu. Sırtlarında şerefle taşıdıkları kırmızı-beyaz renklerden başka meftun oldukları ve füsunkar sihrinden kendilerini bir türlü kurtaramadıkları öyle iki renk daha vardı ki bir gün olup o renklere de bürünebilmek arzusu daima yüreklerini yakardı.
Nihayet o çok özledikleri gün de geldi ve onlar da tıpkı birçok Haydarpaşalı arkadaşları gibi sırası gelince kendilerini çok sevdikleri sarı-lacivert forma içinde buldular ve o güzel formayı giymek bahtiyarlığına ulaştıkları 1941 yılından beri vatani hizmetlerini ifa için zaruri olarak ondan ayrı kaldıkları kısa fasıla müstesna daima o renklerin şerefi ve zaferi için çarpıştılar.
Bu iki kıymetli gencin futboldaki bariz vasıfları çok enerjik ve fedakar oluşlarıdır. Ayrıca aşırı derecede golcü olmak en güzel hususiyetlerini teşkil eder. Halit’in hasım müdafaa hatlarının sağ tarafını felce uğratan kıvrak ve seri inişleri ekseriya ağlarını bulan demir gibi bir şutla neticelenir ve o anda sahayı yerinden oynatan “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” avazeleri içinde Halit’in boynuna ilk sarılan sarı-lacivert formalı oyuncu muhakkak ki Müjdat’tır. İki Fenerbahçe açığının o zarif süzülüşleri sonunda rakip kale önüne ortaladıkları toplar hemen ekseriyetle Müjdat’ın demir kafasını ve oradan da ağları boylar. İşte böyle anlarda da Müjdat’ın boynuna ilk sarılan kollar Halit’in sırım gibi esmer kollarıdır. Onlar antrenmana, maça, sinemaya diğer eğlence yerlerine beraber giderler. Bu beraberliği evvela Müjdat bozacak oldu ve ani olarak Yedek Subay Okulu’na yalnız gitmeye karar verdi. Kimbilir belki de çok sevdiği kulübünün aynı anda Halit’inden de mahrum kalmaması için… Fakat Halit bu hasrete dayanamadı ve Müjdat’ın arkasından hemen o da aynı okulun yolunu tuttu, bu suretle Türk ordusunun şerefli subay üniformasını da yine beraberce sırtlarında taşımış oldular. Terhisleri ve sarı-lacivert renklere yeniden bürünüşleri yine beraber oldu.
Onların huyları da birbirine çok bener; ikisi de çok çekingen ve mütevazıdırlar. Aşırı derecede terbiyeli ve sağlam karakterlidirler. Büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi göstermek şeklinde tecelli eden Fenerbahçeli sporcu vasfı onlarda ziyadesiyle mevcuttur. İçki ve sigara kullanmazlar, sefahet nedir bilmezler. Yetiştikleri Kadıköy’ün havası kadar temiz, içtikleri su kadar saf ve taşıdıkları sarı-lacivert renkler kadar vakur ve kibardırlar.
Hayatlarının her safhasında beraber olan bu ahbap çavuşlar gönül yolculuğuna da beraber çıktılar. Bugün her ikisi de kendileri kadar temiz ve nezih birer genç kızla nişanlıdırlar ve muhakkak ki onların düğünleri de sıcak bir sevgi dalgası halinde etraflarını kuşatacak olan sarı-lacivertli arkadaşları arasında beraberce ve bir arada olacak. Kulüp arkadaşları içinde en çok kimi sevdiklerini sorduğumuz zaman Halit ve Müjdat’tan aldığımız cevap “hiç ayırmadan hepsini”dir. Fakat bu cevabı verirken bile yan yana olduklarını görünce bu nazikane sözün altında gizli olan hakiki karşılığını sezmemek kabil olmaz. Futboldan sonra en sevdikleri spor güreştir. “Türkün yaratılış üstünlüğünü en açıkça meydana koyan spor olduğu için güreşi bilhassa çok severiz” diyorlar. Takımlarının bu sene şampiyon olacağına büyük imanları var. “Çok değerli bir hocamız ve renklerine aşık kıymetli arkadaşlarımız var, bu şartlar altında şampiyon olmamız tabiidir” mütalaasını dermeyan ediyorlar.
Olimpiyatlar hakkında düşündükleri de hemen hemen aynı. “Türk futbolcuları ferd olarak birer büyük kabiliyettir. İyi hazırlanılırsa ay-yıldızlı formanın muzaffer olmaması için hiçbir sebep yok. Yeter ki takım tertibi işine hatır gönül girmesin” diyorlar. En kuvvetli milli takımın nasıl kurulacağı sorusuna isim saymak suretiyle cevap vermekten kaçınıyorlar ve “En kuvvetli milli takım en iyi çalışıp, en iyi hazırlananlardan ve en formda olan, en kuvvetli futbolculardan kurulmalıdır” şeklinde cevaplandırıyorlar. Onlarda en büyük heyecan uyandıran maç, sarı-lacivert forma altında ilk oynadıkları maçtır. Admira’yı yendikleri maçı hiç unutamıyorlar. Ayrıca “Ezeli rakibimiz Galatasaray’la oynadığımız maçlarda müstesna bir heyecan duyarız” diyorlar. Onların bir de acı olan müşterek tarafları var ki o da şudur: Vatani hizmetlerini bitirip terhis oldukları günden beri bugünkü anormal hayat şartları on aya yaklaşan bir zamandan beri bu iki kıymetli sporcuya onların üstün kabiliyetlerine ve bilhassa temiz ve sağlam karakterlerine yaraşır ciddi birer vazife bulunmasına engel oluştur. Onların bu üzüntülerini gidermek her Fenerbahçelinin ve her spor severin başlıca kaygısı olmalıdır.
Talha ALTINBAŞAK / Sarı-Lacivert Dergisi

1948 yılında yayın hayatına başlayan ve Cihat Arman’ın sahibi olduğu Öz Fenerbahçe dergisinde, Talha Altınbaşak imzasıyla bir yazı dizisi başlamıştı. “Her Hafta İçimizden Biri” isimli bu seride ilk konuklardan biri Erdal Kocaçimen oldu. Cem Ertuğrul’un 2007 tarihli kayıtlarına göre 1947-1951 yılları arasında 23 resmî maçta forma giyen eski kalecimizi rahmetle anıyor ve sözü Talha Altınbaşak’a bırakıyoruz.
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Büyük kaleci Cihad’ın 16 senelik şerefli futbol hayatına son vermeye niyetlendiği sıralarda Fenerbahçe kalesinin akıbetinden endişe duymaya hazırlananlar Erdal’ın sarı-lacivert formaya büründüğünü görünce rahat bir nefes aldılar. Artık Fenerbahçe kalesi asgari on senelik bir istikbal için yine garanti altına girmiş demektir.
Cihad’ın ince silueti, zarif stili ve şayanı hayret çevikliği gelecekte de daima hasretle anılacaktır. Lakin ağabeyinden daha gösterişsiz fakat aynı derecede emin bir tarzda kalesini koruyacak olan Erdal taraftarlarına hiçbir gün endişe vermeyecektir.
Erdal bünyesinin azami kuvveti, aşırı fedakarlık ve cesareti, nefsine itimadı, soğukkanlılığı ve bilgili oyunuyla cidden çok kıymetli bir kalecidir.
Herkesin Ankaralı olarak tanıdığı Erdal Kocaçimen halis bir İstanbul çocuğudur. O 1926 senesi Şubat’ında İstanbul’da Fındıklı’da dünyaya geldi ve Ankara’ya gittikleri 1941 yılına kadar İstanbul’dan bir karış dahi dışarıya çıkmadı. Erdal’ı Ankara’ya götüren saik İstanbul’da Kambiyo Müdür Muavinliği vazifesini ifa etmekte bulunan babası Vedat Kocaçimen’in Ankara’da bulunan Maden Tetkik Arama Enstitüsü Teftiş Heyeti Reisliği’ne tayin edilmiş olmasıdır.
Fındıklı’da doğan Erdal’ın çocukluğu Ayaspaşa ve Cihangir’de geçti. Futbol her İstanbul çocuğu gibi Erdal’ı da daha pek küçükken kendisine cezbetti. Evlerinin civarındaki arsalardan tutun da Talimhane arsası, Ermeni mezarlığı ve Dolmabahçe camiinin avlusu Erdal’ın önceleri seyircisi, sonraları oyuncusu olduğu meşhur stadlardır.
Erdal tahsil hayatına Fındıklı 13. ilkokulunda başladı ve mektepte bulunduğu sıralarda topa karşı olan düşkünlüğü son haddini buldu. Bütün teneffüslerini ufak tenis toplarının peşinde geçirdiği yetişmiyormuş gibi akşam paydoslarında da kitap ve defterlerini evin penceresinden içeriye atar; soluğu en yakın arsada alırdı. Orada mahalle arkadaşlarıyla beraber kurdukları çift kalenin heyecanına kendini kaptıran Erdal çok kere havanın iyice karardığını fark etmez ve eve ezandan bir hayli sonra dönmeye mecbur olur ve pek haklı olarak da babası ve annesi tarafından adamakıllı haşlanırdı.
Yaramaz Erdal’a ayakkabı dayandırmak da mühim bir mesele haline gelmişti. Sağlam olmasına bilhassa itina edilerek alınan en babayiğit ayakkabı bile bu afacana ancak iki ay hizmet edebiliyor ve evvela burnundan başlamak suretiyle tabanlarından patlak veriyordu. Nihayet Erdal bu mevzuda işittiği azarlardan kurtulmak için pratik bir çare buldu. Mektepten gelir gelmez fırtına gibi eve dalıyor ve karyolasının altından kaptığı terliklerini koltuğunun altına sıkıştırdıktan sonra çift kale kurulmakta olan arsayı boyluyor ve arkadaşlarına kaleci duracağını ihsas ettikten sonra ayakkabılarını çıkartarak terliklerini ayaklarına geçiriyor, basık olan arkalarını da kaldırdıktan sonra kale direği vazifesini gören iki taş yığını arasına geçerek topları yakalamaya çalışıyordu. İşte Erdal’da kalecilik hevesi bu zaruret yüzünden doğdu.
Bir gün Erdal Hürriyet-i Ebediye tepesindeki çayırda yapılacak mühim bir maça iştirak etmek için erkenden evden savuşmuştu.
Yemek zamanı geldiği halde oğlunun görünmediğini gören annesi bir hayli meraka düştü. Nihayet sokağa çıkarak Erdal’ı aramaya karar verdi. Epeyce sorup soruşturduktan sonra Hürriyet-i Ebediye tepesine gitmiş olduğunu öğrenerek peşine düştü.
Bu sırada Erdal ufacık boyu ile kocaman kale direkleri arasına geçmiş mahallesinin şerefini korumakla meşguldü, bir ara uzaktan kendilerine doğru gelen çarşaflı bir kadının annesi olduğunu sezer gibi oldu.
Kadın biraz daha yaklaşınca Erdal’ın yakayı ele verdiğine hiç şüphesi kalmamıştı. Kale direkleri yanına bıraktığı ceketini kaptığı gibi sahadan fırladı ve kaçmaya başladı. Bu sırada rakip mahalle takımının yaptığı akın da Erdalların kalesine doğru yaklaşıyordu.
Çekilen şut boş kaleye girince takım arkadaşlarında da şafak attı ve golün kızgınlığı ile hepsi birden kaçmakta olan Erdal’ın peşine düşerek onu yakaladılar. Ve yaka paça annesine teslim ettiler. Akşama evde cereyan eden sahneyi artık siz tahmin edin.
Erdal ilkokulu bitirince Taksim Orta Mektebi’ne girdi.
1941 yılında Ankara’ya gittikten sonra da lise tahsilini Gazi Lisesi’nde yaptı. Erdal’ın ilk resmi futbol maçı Gazi Lisesi takımında oynadığı maçtır ve bu maçta Erdal santrhaf oynamıştır.
Erdal küçüklüğünden beri Fenerbahçe’yi seviyor ve İstanbul’da iken Sarı-Lacivertlilerin Taksim Stadı’nda yaptıkları bütün maçları büyük bir hayranlıkla seyrediyordu. En çok beğendiği futbolcu da kaleci Cihad’dı. Onun oynamadığı maçlarda Erdal büyük bir üzüntü duyar ve adeta neşesi kaçardı.
Ankara’ya gidince su sporlarına çok düşkün olan Erdal, Gençlerbirliği kulübüne intisap ederek orada yüzmeye başladı. Bir sene Ankara’nın 100, 200, 400 metre serbest yüzüş birincisi oldu. En iyi derecesi tatlı suda elde ettiği 1.13’dür.
Su topunda da Ankara karmasının kalesini korudu. Bir gün arkadaşlarıyla kulübün futbol antrenmanını seyre gitmişti. Kaleci Rahim gelmediği için Erdal’ı kaleye geçirdiler. O gün o kadar güzel oynadı ki kulübünün idarecileri kendisini derhal futbolda da lisansiye ettiler ve o seneden itibaren Gençlerbirliği birinci takım kalesini ona emanet ettiler.
Artık Erdal Ankara’nın en sevilen ve en çok muvaffak olan futbolcularından biriydi. Erdal Gençlerbirliği’nden sonra Ankara karma takımındaki yerini almakta da gecikmedi ve bu kaleyi de Ankara’dan ayrıldığı gün kadar müstemirren korudu.
945, 946 yılında Gençlerbirliği, Beşiktaş’ı, Altay’ı ve Eskişehir Demirspor’u üst üste yenerek Türkiye şampiyonu olmuştu. Erdal’ın bu şampiyonluktaki hissesi büyüktü. Onun cesur ve muvaffakiyetli oyunlarını gören Beşiktaşlılar Erdal’ı Angulem ve Asteras takımlarına karşı yapacakları maçlarda oynamak üzere Gençlerbirliğinin kaptanı ve orta hafı Hasan’la beraber İstanbul’a çağırdılar.
Erdal İstanbul’a geldi ve bu takımlara karşı muvaffak oyunlar çıkardı. Bu sırada küçükten beri sevdiği Fenerbahçe’ye girmeye teşebbüs etti. Sarı lacivert forma ile antrenmana çıktığı ilk gün büyük bir talihsizlikle Erol’un sıkı bir şutunu karşılamak isterken parmağı ters döndü ve sakatlandı. Bu meşum tesadüften de istifade eden ve koyu bir Beşiktaşlı olan dayısı, Erdal üzerinde manevi tesir icra ederek ve kendisini Beşiktaşlıların İstanbul’a getirttiğini ileri sürerek Erdal’ı Beşiktaş’a maletti.
Siyah Beyaz kadroda birkaç lig maçı oynayan Erdal bu muhite bir türlü ısınamayarak tekrar Ankara’ya ailesinin yanına döndü ve hemen bir sezon sonra da çok sevdiği Fenerbahçe’ye yeniden kavuştu.
Erdal şimdi büyük bir sabırla ağabeyi Cihad’dan sonra Sarı-Lacivert kalenin kendisine emanet edileceği günü beklemekte ve muntazaman çalışmaktadır. O, kulübünü ve bütün Fenerbahçeli arkadaşlarını çok sever.
“Fenerbahçe’yi aile ocağım kadar çok severim, orası benim yuvamdır” diyen Erdal kulüpteki oda arkadaşları Ahmet (Erol) ve Suphi’ye (Ural) karşı aşırı bir sempati duymaktadır.
Erdal 1.78 boyunda ve 79 kilo sikletindedir. Kumral saçlı ve mavi gözlüdür. Lise mezunudur. Bu yıl Hukuk Fakültesi’ne devam edecek ve Allah kısmet ederse avukat olacaktır. Boğazına düşkündür, her yemeği severek yer. En büyük zevki bol bol sinemaya gitmek ve kitap okumaktır. Polis romanlarından bilhassa hoşlanır. Yazın deniz sporlarına bayılır. Yüzer, kürek çeker ve iyi yelken kullanır. Belki de anne ve babasının duymasından çekinerek şimdiye kadar hiç açık olmadığını söylemektedir.
Milli takım mevzuunda anlaşma temini bakımından tek takımın takviyesine taraftardır, bu tek takım ona göre kuvvet ve kudretini bu sene hiç yenilmemek suretiyle ispat eden Fenerbahçe olmalıdır.
“Fenerbahçe’nin bütün kadrosuna Vedii, Bülent, Hüseyin ve Şükrü de ilave edilmek suretiyle Olimpiyat kadrosu en iyi şekilde tespit edilmiş olur” diyen Erdal Türk futbolunun kudretine inanmakta ve Türk futbolcuları içinde en çok Cihad (Arman), Selahattin (Torkal), Küçük Fikret (Kırcan), Erol (Keskin) ve bilhassa Lefter’in (Küçükandonyadis) oyunlarını beğenmektedir.
Talha Altınbaşak

Bugün sizlerle ilginç bir yazı paylaşacağız. Tabii başlığa bakınca “Yahu Fenerbahçe rozeti işte, ne kadar ilginç olabilir” diyeceksiniz ama demeyin… Yönetici Talha Altınbaşak, Öz Fenerbahçe dergisinde yazdığı yazıda Fenerbahçe rozeti hakkında insanları aydınlatırken, bu konu üzerinde dönen tartışmaların, yanan Kuşdili Lokali’nde yapıldığını yazmış. Eğer bu bilgi doğruysa, 1910 olarak bildiğimiz rozet ve hikayeyi 1914 olarak değiştirmek gerekecek, zira biz o lokale 1914 yılında geçtik. Fenerbahçe’nin “kullanılmadı” şeklinde yanlış bir bilgiye kurban giden “Işık Saçan Fener” armasının da 1910’ların ortasına kadar formalarda olduğu düşünülürse… Gerçekten aydınlatıcı bir yazı… Keyifli okumalar.
Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu
Sevgili okuyucular, şüphesiz ki çoğunuz koyu birer Fenerbahçelisinizdir ve yine hiç şüphe yok ki yakasında Fenerbahçe rozeti taşıyan birisine rastladığınız zaman o şahsa karşı tıpkı bir dostunuz ve ahbabınız hakkında duyduğunuz sevgi ve alakayı duymuşsunuzdur.
Fenerbahçe rozeti müştereken sevilen bir varlığın sembolü olduğu içindir ki onu taşıyanların kalpleri arasında derhal görünmez sevgi bağları örülüverir. Sarı-Lacivert yuvaya karşı bağlılığınızın bir ifadesi olarak, göğüsleriniz üzerinde iftiharla ve sevgi ile taşıdığınız bu ufacık rozetin ifade ettiği manayı acaba hiç düşündünüz mü?
Daha doğrusu onun diğer rozetler gibi sadece bir teşekkülün sembolü olmaktan çok daha ileri bir vasıf taşıdığını ve üzerindeki her renk ve şekille büyük bir mana ifade ettiğini biliyor musunuz?
Evet Fenerbahçe rozetinin bütün renkleri ve bütün şekilleri ayrı ayrı birer mana ifade etmektedir. Yıllarca evvel Fenerbahçe’nin yanan lokalinde yapılan bir müessisler heyeti toplantısında Fenerbahçe rozetinin şekli ve manası üzerinde saatlerce süren münakaşalar yapılmış ve neticede Fenerbahçe kulübünün ana umdelerinin bugünkü rozeti ile tebarüz ettirilmesine karar verilmişti. Şimdi geliniz sizinle birlikte rozetimizin neler ifade ettiğini birer birer gözden geçirelim.
Evvela Fenerbahçe rozetinin en dış kısmını teşkil eden ve üzerinde Fenerbahçe Spor Kulübü 1907 yazısını ihtiva eden beyaz yuvarlaktan başlayalım. Kulübün ismini ve kuruluş yılını gösteren bu yuvarlak zemininin beyaz renkte intihap edilmesi hiç de sebepsiz değildir. Renklerin dünyanın hemen her yerinde ifade ettikleri birer müşterek mana vardır. Beyaz daima yürek temizliğinin sembolü olmuştur. Fenerbahçe rozetini tespit eden büyüklerimiz, dış yuvarlağın zeminini beyaz olarak seçtikleri vakit, bütün Fenerbahçelilerin kalben temiz olduklarını ifade etmek istemişlerdir. Kara kalpli insanların, Sarı-Lacivert ailede yeri yoktur.
Beyaz dairenin içine isabet eden Sarı-Lacivert armanın kenarlarını süsleyen kırmızı renk de rozetimize sebepsiz olarak konulmamıştır. Kırmızı sevgi ifade eden bir renktir ve rozetimize konulan bu kırmızı renkle, Fenerbahçelilerin kulüplerini ve birbirlerini yürekten seven insanlar oldukları tebarüz edilmiştir.
Kulübün renkleri olan lacivert ve sarı renklere gelince, lacivert asaletin ve vekarın timsalidir. Rozetimizdeki lacivert renk Fenerbahçeli sporcunun asil ve vakur olduğunu gösterir, sarı renk ise kıskançlığın sembolüdür. Yalnız burada ifade edilmek istenen, haset manasındaki kıskançlık değildir. Fenerbahçelilerin kulüplerini ve birbirlerini sevmek hususunda ne kadar kıskanç oldukları belirtilmek istenmiştir.
Yeşil renkte meşe dalına gelince; meşe dalı kuvvet ve kudretin, yeşil ise ümidin sembolüdür. İşte Fenerbahçe rozeti bu şekilde, her renginin ve her şeklinin ifade ettiği mana uzun uzun düşünülmek suretiyle meydana getirilmiştir.
Şu halde tam bir Fenerbahçeli olmak için sadece Fenerbahçe’yi sevmek ve onun rozetini göğüste taşımak kafi değildir. Bir şahsın “Ben Fenerbahçeliyim” diyebilmesi için, aynı zamanda göğsünde taşıdığı rozetin ifade ettiği umdeleri de benimseyerek: evvela kalben temiz bir insan olması, sonra kulübünü ve bütün Fenerbahçelileri candan ve kıskançlıkla sevmesi, daima asil ve vakur hareketlerde bulunması ve nihayet kuvvet ve kudretine güvenmesi ve zaferinden her zaman için ümitvar olması lazımdır. Ancak bu şekilde hareket ettiği takdirdedir ki taşıdığı rozete ve mensup olduğu şerefli kulübe layık bir sporcu olur.
Talha Altınbaşak