Etiket: Turan Seyfioğlu

  • Caddebostan

    Caddebostan

    Sitemizde bir Caddebostan yazısı daha olmasın mı? Caddebostanı’nı bir de İslam Çupi‘den okumayalım mı? Yazıda adı geçenlerin hepsi nur içinde yatsın. Çok keyif alacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Caddebostan

    1960 yılına kadar Kadıköy ve deniz hinterlandı, İstanbul sayfiye anlayışı içinde önemli bir yere sahipti.

    Taşra istilası, kamyon ve vagon dolusu araç kalabalığının “İstanbul’a boca” şeklindeki kesafetine ulaşmamış, Kadıköy ve yöreleri bahçe içindeki ahşap evleri ve köşkleri ile her mevsimin dolu dolu yaşandığı bir doğa laboratuvarı görünümünü muhafaza ederdi.

    İstanbul yakası ile Anadolu yakasını biribirine ilikleyen bembeyaz vapurlar, Karaköy’den Kadıköy’e hareket ettiği zaman, sanki içine rafine edilmiş bir İstanbul kalabalığını alır, “deniz maviliği iyod ve yolculuk” bir su ressamının, nezih ve kibar çizgilerinde bütünleşen bir peyzajın sanatsal malzemesi olurdu.

    Kadıköy ve semtlerini bağlayan tramvaylar her keseden insanın dolduğu mütevazi araçlar olur, bisikletler varlıklı ailelerin çocuklarına verdikleri iki tekerlekli bir imtiyaza dönüşür, çok toplum dışı zenginler ise, az sayıdaki özel otomobili ve tıkır tıkır ağır aksak giden paytonu kullanırlardı, bir yerlerden bir yerlere varırken…

    Çocukluğumun ve ilk gençliğimin mekanı deniz aşırı bir uzaklık gösterse bile, Kadıköy ve ona bitişik semtler, değişiklik ve Fenerbahçelilik aşkına, seyyah kılıklı adımlarımın tabanlarını kaşımıştır, hep…

    Etyemez, Samatya, Narlıkapı ve Yedikule’de, mayom aynı tuzlu suya girmekten bıktığında, yaz çıkınını toplar değişik olsun diye, uzun bir Kadıköy yolculuğuna çıkardım.

    Haziran ve Temmuz’un sıcak buğusu Marmara’nın üstüne düşünce, denizin yüzeyi tost makinasının arasında kalan sun’i bir ekmek gibi buram buram tüter, vapur yolculuğu insana elbise ile, bu engin su kitlesine kafa üstü dikilmek hazzı verirdi.
    Kadıköy vapur iskelesinden sonra, seri adımlara binen gençliğim beni bilemedin, 20 dakika yarım saat sonra bu beldenin “Riviera”sına götürür, Moda, Kalamış koyu Onsekiz Mart Suadiye ve Caddebostan, olanca güzelliği ve çekiciliği ile bedava keyif günlerimin çarmıhına gerilirdi.

    Kadıköy’e baharın gelişi, mis gibi kokan hanımeli ve manolya pülverizasyonunda belli olur, tertemiz oksijen doğanın ve insanların zindeliğini sağlıklı bir çizgiye çıkarırdı.


    Bahçeli ahşap evler ve konaklarda, bir şehir ve iskan özgürlüğünü çıkaran az sayıdaki İstanbullular, denize daha yaklaştıkça, önü sandal ve motor bağlı geniş rıhtımlı yalılara kayar, yaz bu imtiyazlılar için, “denizde yıkanan mevsim” çekiciliğine bürünürdü.

    İstanbul kıyılarındaki denizler, o zaman fakirliğin simgesi olan Sümerbank patiskasından mayo yapma gibi bir mal beyanını sürdürürken, Kadıköy kumlukları karaborsa zenginlerinin “zade” ve “kerime”leri ile bir defile podyumuna döner, şaibeli aristokrasi karşı kıyılarda kurulurdu, hep…

    Yalı rıhtımlarında sırt ve göğüslerini, üstlerine epey inmiş İstanbul güneşinin kızgınlığına veren babası pahalı kızlar, Menderes liberalizminin ilk ithal “koka kolalarını içer, “Dual” marka pikabın üstüne konan Avrupa menşeli 33’lük bakalit plaklardan Nat King Cole, Frank Sinatra, Louis Armstrong ve Dean Martin dinlerlerdi.

    “Arrow” marka döpiyes ve bikini mayolarla Kadıköy sosyetesinin genç bireyleri o zaman tanışıyor, demokrasi koyulaştıkça koyulaşacak “servet düşmanlığı” kini, bu sahillerde tohumlarını atıyordu, belki de…

    “Fiber Glas” teknelerinin küçük ve azman modelleri, az sürat yapan kıç motorları ile daha 1940’larda Marmara denizine indiriliyor, az sayıda su kayağı meraklısı da maviliğin üstünü, bir buz pistinin helezonlu baş dönmelerine çeviriyordu.

    O zamanlar Kadıköy eğlence hayatının favori yeri Caddebostanı gazinosu ve aynı adı taşıyan plajı idi.

    Asırlık çınarların gökyüzünü ve güneşi bloke ettiği geniş bahçe, çardak ve kamelyaları ile yer yer localaşır, gün boyu çay kahve gazoz içilen ve ailelerin yağlı gevrek küçük halkalarla 5 kahvaltısı yaptıkları bir mekana dönüşür, gece ise çehre değiştirerek, ya Mualla Gökçay ve Hacer Buluş’un alaturka ve türkülerine mikrofonluk eder, ya Erdoğan Çaplı’nın piyanosu ile deruni bir sukuta bürünür, ya da cambaz truplarından heyecan, alafranga gruplardan tango ve fokstrot için figürler alırlardı.


    O tarihlerde Caddebostanı plajı ve gazinosunun kralı, beyaz perdemizin en çarpıcı jönü Turan Seyfioğlu idi.

    Melankolik gözleri ve bakışları, kendinden perma yapmış dalgalı saçları, yanaklarından 1 milim çıkmış siyah sakalları, uzun ince boylu ve biçimli vücudu ile Turan Seyfioğlu, kapıdan içeri girdiği andan itibaren kız ve kadınların “dikiz tacizi”ne maruz kalır, mekan “film kahramanı ve figüranlar” denen bir platoya dönerdi.

    Fransız lejyonunda paralı askerlik yaptığı söylenirdi, Turan Seyfioğlu’nun…

    Yazın üstüne giydiği safari benzeri Mısır ipeği ve keteninden yapılı bol gömlekler, sonbahar geldiğinde kirli yeşil Cezayir parkaları ile yer değiştirir, yakın arkadaşı prens Vedat, hep aynı esprilerle saldırırdı, bu lejyon butiğine…

    “Bu kıyafetler, Turan’ın Cezayir’de vatanı bilinmeyen öldürdüğü düşmanlarının üzerinden çıkarıp aldığı, savaş kreasyonlarıdır, beyler…”

    Turan Seyfioğlu plaja gelir gelmez, “sarı çakar”a kadar giden ve uzun süren iki üç yüzme maratonu yapar, sonra badem yağı tendürdiyot karışımı, kendi yapımı güneş losyonunu sürer, güneş göğün tavan ortasına gelinceye kadar “çekek”in betonunda, boydan boya vücudunu uzatırdı. Saat 12.00 oldu mu Turan Seyfioğlu’nun kararma ve bronzlaşma seansı biter bol buzlu bir bira bardağına koyduğu renksiz maiyi etrafına doluşan arkadaş grubu ile şakalaşarak rahat bir tempoda içerdi.

    Bazı günler Turan Seyfioğlu’nun yaz keyfine kendi meslek klanının hatunlarından Neriman Köksal, Şadıman Aşın ve Pola Morelli gelir, suda ağır şakalar yaptığını bildikleri için, bu melül bakışlı, fakat özel hayatında devi- rici yumruklan olan bu romantik jönle, denize girmezlerdi kesinlikle.

    Turan Seyfioğlu “Yeşilçam’ın hurileri gelmiş” diye onların karşısında aşırı bir nezaket cimnastiğine girmez, bir salon ve fırsat erkeği gibi yılışmaz, yakası zor açılan konuşmalarla, kendi uslubunu hayat umursamazlığını ve derbederliğini sürdürürdü, olanca frensizliği ile…

    Herkesin “buzlu su” diye baktığı büyük bardak Turan Seyfioğlu’nun ellerinde saatler boyu kalınca, plaj cemaati olanca saflığını sürdürse bile, alkolün iç monoloğu gerçeği söylerdi, kısık kısık…

    “Turan’ın elindeki bardak sek votka ve buzdur. Sallanmadığına, etrafa dokunaklı laf göndermediğine bakıp bu çocuğu evliya sanmayın. O buzla karışık iki büyük votkayı bu sahilde içer bitirir, sonra akşam rakısına başlamak için, ağzını bir iki el perdahı ile ütüleyip, buradan çeker gider.”

    Turan Seyfioğlu kendi zamanı ne kadar büyükse, o çapta büyük bir aktördü.

    Yüreği büyüktü, arkadaşlığı içtenliği insanlığı yaşamı paylaşışı ve kadehi büyüktü.

    Onun için erken öldü, ya…

    İslam Çupi / Taha Toros Arşivi

  • Tokatlıyan

    Tokatlıyan

    Sürekli söylediğimiz bir şey var; “Fenerbahçe tarihi, biraz da Fenerbahçelilerin tarihidir” ve bu tarihi yazanlar arasındaki en kıymetli üç-beş isimden birisi de İslam Çupi‘dir. Rahmetlinin futbol yazıları kadar muazzam bir de İstanbul yazıları var. İşte onlardan birisi : Tokatlıyan Oteli… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tokatlıyan

    Tokatlıyan Oteli, şimdiki çiçek pasajım az geçtiğinizde uzun bir kaldırım parçasını kaplayan, başınızı göğe kaldırdığınızda kafanızda şapka varsa onu düşürten, İstiklal caddesinin gölgesi öğleden sonra tüm tarihi ile sokağa yayılan, en esatiri binalarından biri idi.

    Kaldırım tarafına, kalın camlı ve kalın dantel perdeli panoramik pencerelerle kendisine özgü bir görüş sansürü koyan otelin çay kahve içilen pasta yenen geniş salonları, sanki ayrı bir dünyanın Disneyland’ım çizerdi.

    Kendiliğinden şekillenmiş bir dürbün demokrasisi vardı, otelin…

    Müşteriler, sabahtan akşama kadar istiklal Caddesine ayrı ayrı defileler getiren büyük ve değişik bir kız ve kadın kalabalığını gözlerine yerleştirdikleri değişik striptiz uzmanlığı ile bütün giysilerinden arındırır, ama kaldırımdakiler başlarını kaldırıp içerdeki aristokrasinin ne porselen çay fincanına ne de gırtlak altına düğümledikleri kravatlarına bakabilirlerdi.

    Terbiyeli idi, o günlerde İstanbul…

    Ya da bu günlerde iyice belirginleşen, zenginler her şeyin sahibidir fakirler ise sadece kendisinin sahibidir sermaye terakkümü, kaçınılmaz kumbarasını daha o tarihlerde koymuştu, Tokatlıyan Otelinin kaldırımlarına…


    Kimler mi müşteri idi, bu garsonu değişik, bu servis biçimi vals gidişlerini andıran, o loş ve gizemli geniş otel lobisinin?

    İstanbul’un hep pahalı semtlerinde batı dünyasını kurmuş konsoloslukların mensupları..

    Geçim cüzdanlarının hangi üretime doğru açıldığı belli olmayan lovantenler…

    İstanbul’un “han-hamam-apartman” üçgen kiralarından ilk rantiye ekonomisini kurmuş, varlıklı baba ve büyük babaların devamı olanlar…

    Daktilosunun adresi belli olmayan yazarlar, özellikle tiyatro sanatçıları, tek elbisesi ve gömleğini asla buruşturmayan eskitmeyen içki gereksinimini, onun bunun masasından sağlayan kronik alkolikler…

    Önünden her gün geçiş provaları yaptığımız, içerisini girilmez bir pahalı dünya olarak gençliğimize kapalı tuttuğumuz bu Tokatlıyan kulübünün bütün ayrıcalıklı engellerini bir gün indirivermiştik, birkaç Cihangirli delikanlı ile…

    Öğrenmiştik otelin veresiye şifreli alfabesini…

    Her konsolosluğun orada yeme içme hatta yatma gibi bir konfor zenginliğinin totaline asılmış bir anahtar numarası vardı. Tesbit ettik, bunu…

    Sonra başladık; İngilizce, Fransızca, Almanca dillerinde en huylanılmayacak dialekte, “Lütfen 302, Lütfen 602, Lütfen 802 numaralı anahtarı verir misiniz” deme talimlerine…

    Artık bizim grup, Tokatlıyan Kulübü üyeliğine kabul girişi yaptırmıştı.

    Hangi gün bu herkesin giremediği dünyayı şereflendirme niyeti ile ayağa kalkacak, arkasından bir sinek kaydı traşa sıra gelir, sonraki aksesuvar titizliği, mutlaka akşamdan Yorgo Maruko’ya verilmiş olan gömlek ve elbiselerin askıdan alınıp üstlere giyilmesi ile tamamlanırdı.

    Konsolosluktaki genç mahdum olma rötuşunu Cengiz isimli arkadaşım yapardı, hepimize…

    Hachette Kitapevi’ndeki dulluğu epey gençkinleşmiş madam Roza ile bizim Cengiz, filmlerin eskimeyen konusu olan, “paralı yaşlı kadın ve paradan başka her şeyi bulunan genç” düetini, arada bir Kom Kemal’in Tavuk Uçmaz’mdaki garsoniyerinde oynardı.

    Tünel’in hemen çıkışında olan Hachette Kitabevi’nin aydınlık vitrininden yarı karanlık olan dükkan arkalarına bizden önce, birer “günaydın matmazel (!)” iltifat potburisi girer ve masadan Cengiz heyecanı ile kalkan madam, hepimizin yanaklarına Pera imbiğinden geçmiş birer öpücük kondururdu.

    Sonra raflardan aldığı en aktüel İngilizce Almanca ve Fransızca kitap, dergi ve gazeteleri koltuk altımıza yerleştirir, sonra klasik bir titizlik lafını söyleyerek uğurlardı, bizi kapıdan…

    “Akşam aynen isterim mallarımı… Buruşmuş olmadan, bir dirhem bir çekirdek halde…”

    Kaç yıl sürdü, Tokatlıyan salon ve lokantasındaki bedava üyeliğimiz… Ya bir ya iki…

    Bu süre içinde bodrumlaştınlmış gece kulübünde Perez’in piyano tuşlarında sağdan başlayıp son uca varıp oradan yere düşen bir yığın palyatif aşklarla tanıştım, revü kızı Mualla Kaynak’la tarihini o otelle birlikte gömdüğüm tangolar ve Foks- Trot’lar yaptım; alkol, benimle Benli Belkıs’ın gecelerini tesadüfen biribirine yapıştırırsa, bir kadının olduğu değil, olmak istediği yaşa kolaylıkla iniverdiğine tanıklık ettim. Sonunda, o zamanki rakamlarla pek kabaran faturalar yabancıların ödeme veznelerine gidince konsolosluklar anahtar yönetiminden vazgeçip, girip çıkanı yakından izleyen, denetimi daha kaçaksız etkili bir yol buldular.

    Benim Cihangir ekibinin bu parasız Tokatlıyan sefası biterken, Beyazıt ve Galata Kulelerini saf vatandaşa okutmak, Karaköy meydanındaki dev saat ve tramvayları renk sırası ile taşralıya dürtüklemek şeklinde özetlenen Sülün Osman açık gözlüğü ya da dolandırıcılığı, polis bültenlerinde ve gazetelerin çift sütunlarında, yeni yeni uç veriyordu.

    Ronald Colman şıklığında olan, Platine saçları Villi’den elbise kuponu İngilizden çıkışlı otelin patronu İbrahim Gültan, ödeme şeklini bizim düşündüğümüz tediyesini ise yabancı konsoloslukların sağladığı bu yaşam biçimini kendisine anlatsak, belki o anda bir “AET”i 50 yıl önce kuran Jön Türk zekasını ayakta alkışlar, parmağını Oteli kurduğundan beri asalaklıklarını yok edemediği zümreye çevirirdi.

    İbrahim Gültan’ın en kızdığı müşteri tipi, otelin cümle kapısı sabah açılır açılmaz içeri dolup pencere önlerini bir maden sodasına veya bir çay ya da kahveye esir edip, buraları akşama kadar kaidesini tuvalete bile deplase etmeden kaplayan sabit kalçalılardı.

    Onlara olanca çelebiliği içinde verip veriştirir, bulduğu “cam zamparaları” lafını bu münasebetsizliğin üstüne en anlamlı protesto mesajı olarak gönderir, sonra öfkesini şöyle bir cümle ile söndürürdü.

    “Onlar ölmeden, oteli öldürecekler…”

    Rivayet ederler kı, bu tarihi oteli, tarihi bir sarhoşluk öldürdü.

    Can Peker, Turan Seyfioğlu prens Vedat ve avanesi bir tanker rakılı akşamın sabahına doğru eve adım atamayacak hallere düştüğünde otelin bu bölümüne düşmüşler.

    Sabah otele gelirken İbrahim Gültan, bakmış kepengleri kaldırılmış kahvehane kısmının sinemaskop camlarından içeriye yığınla kaldırım kellesi uzanmış dikkatle bakıyorlar.

    Acele kalabalığa karışıp, o da uzatmış başını… Manzara Feci… Masalar biribirine eklenmiş, kanepeler camın kenarına çekilmiş, bitmeyen kadehler radyatör dilimlerinde… Bir horlama, bir koku, Can Peker ve arkadaşlarının yarattığı bir alkol yatakhanesi… Kapatmış oteli..

    İslam Çupi / Taha Toros Arşivi