1934 yılında Türkiye yelken birinciliklerinde ortalık karışmış. “İzmir Spor Muhabiri” Alber Efendi’nin mektubu, olaya İzmir tarafından bakarken bize hoş bir metin sunuyor. Keyifli okumalar.
Türkiye yelken birinciliğine iştirak için İzmirden yelken amatörlerile beraber birçok meraklı da İstanbul’a gelmiştir. Bu yarışlar futbolde olduğu gibi, yelkencilikte de iki mıntakanın sıkı rekabetine vesile olmuştur.
Moda’da yapılan yarışlara ait Fenerbahçe kapdanının iki mecmuada neşredilen yazısı dolayısile yarışları takip etmek için İzmir’den gelen spor muharriri Alber efendiden aldığımız mektubun bazı parçalarını aşağıya dercediyoruz.
Denizcilik federasyonunun bu husustaki resmí tebliği de Alber efendiye hak verdigi için bu mektubun neşrinde bitaraflığımızin mevzubahs edilemiyeceğine de kaniiz.
Muhterem efendim
Cumartesi günü intişar eden Olimpiyat ve Türkspor mecmualarında yelken yarışları dolayısile bilhassa Olimpiyat mecmuasında Fenerbahçe kaptanı Kadri Bey tarafından yazılan yazıyı hayretle okudum.
Denizcilikten az çok anlamak ve bir gazeteci olmaklığım dolayısile efkârıumumiyeyi tenvir maksadile bu yazıyı yazmaya mecbur oldum.
Kadri Beyin iddia ettiği gibi Fenerbahçeli Hayrı yarışı bitirmemiştir. Hayri Bey tatil edilen bir yarışa devam etmiş ve ancak yarışın bir turunu ikmal etmiştir.
Yarışları tatil etmek keyfiyetine gelince; hâdise aynen şu şekilde cereyan etmiştir. Deniz işlerile uğraşanlar gayet iyi bilirler ki: Böyle sert havalar ekseriya akşama doğru hafifler ve rüzgår kuvvetini kaybeder. Bu sebepledir ki saat 15te başlaması mukarrer olan yarışlara ancak saat 17de başlandı.
Tam saat 17de starttan başta İzmirli Tahir Beyin Meleği arkasından yine Izmirli Refik ve Fethi Beylerin idare ettikleri Acarı ve bunları takiben İstanbullu Hayrl ve Şeref Beylerin şarpileri çıkmıştır.
Hakem heyeti yarışları büyük bir dikkatle takip ediyordu, Rüzgâr da daha fazla şiddetli esmeye başladı. Vakta ki şarpiler Kınalıada önündeki şamandırayı geçmeden evvel rüzgâr şiddetini arttırmış hakem heyeti müsabıkların yarışa devam edemiyeceklerini takdir ederek yarışların tatilini tahtı karara almış ve keyfiyetten Harun Bey vasıtasile Tahir, Refik, Hayri ve Şeref Beyleri haberdar etmiştir.
Bu tebliğ üzerine Fenerbahçeli Hayri Beyden maada diğer müsabıklar tatil kararını infaz ederek yollarından dönmüşlerdir.
Vaziyet bu merkezde iken Fener kaptanının yarışın Hayri Bey tarafından muvaffakiyetle bitirildiğini iddia etmesi doğru değildir.
Kadri Bey diyor ki: Bu musabakalarda alâkadar olan Fenerbahçe ile Anadolu klüpleri olduğuna göre hakem heyetine bu iki klüpten hiç kimseyi ithal etmemek lâzım gelirmiş. Evvelâ Kadri Beye hatırlatalım ki Ziya kaptan hakem değildi ve burada Fenerbahçe Anadolu meselesi yok ortada, ancak İstanbul, Izmir meselesi vardır.
Netice itibarile bu hadisede Kadri Bey kıraldan ziyade kıraliyet taraftarı kesilmiştir. Çünkü Hayrı Bey yarışı terketmiş ve kendi arzususile Maltepe kenarından yavaş yavaş avdet etmiş bu müsabakayı bitirdiğini hiçbir suretle iddia etmemiştir ve edemezdi de. Ortada mevcut olmiyan bir hakkı aramak kulüpçülükten mütevellit fazla bir gayretkeşlik olur.
İzmir Spor Muhabiri Alber | 25 Ağustos 1934 – Vakit Gazetesi (Alber Efendi’nin Mektubu)
Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm II
Fenerbahçe’nin temel direklerinden biri olan, disiplin sahibi, küçüklerine şefkatle bakan, onları düzenli bir şekle sokan bu ağabeyimize kulüp müdürü olarak rastladım. Onun nazarında en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün sporcular aynı muameleyi görürdü. Disiplinsiz bir hareket yapan bir sporcunun yanına sokulması bile meseleydi.
Bir gün dördüncü takımın idmanına geç kalmıştım. Galip Bey’de odamızın anahtarını cebine koyarak tenis oynamaya gitmişti. Yanına yaklaşarak özür diledim. Anahtarı vermesini rica ettim. “Küçük bana bak… Yeni olduğun için seni bu defalık affediyorum. Bir daha tekrarlanmasın…” dedi ve anahtarı verdi. Bunun benim için büyük iltifat olduğunu söylediler.
Ancak kim derdi ki bende yıllar sonra kulüp müdürü olacağım… Fakat bir Galip Bey’in yarısı kadar değil…
İlk Hocam
Ilk hocam 1924 Olimpiyatları için Türkiye’ye gelen ve daha sonra Galatasaray’ın antrenörlüğünü yapan Billy Hunter oldu.
Şimdi hiçbir genç futbolcunun çalışmasında görmediğim şekilde sahaya kayakçıların manialarına benzer direkler dikerdi… Biz gençlere bunların arasında sağa sola dönüşler yaptırarak ayak hakimiyetimizi artırırdı. Cevizlik Çayırı’nın özelliklerinden gelen alışkanlıkla bunları çok iyi yapardım. Bir seferinde topla kendi başıma oynuyordum. Beni karşısına aldı ve karşılıklı kafa oynadık. Top ikimizin arasında 568 defa gidip geldi. Etrafımız seyirci doluydu. Antrenörün takdiri beni çok etkilemişti.
Futbolda yavaş yavaş göze batmaya başladığımı hissediyor ve daha da merak sarıyordum.
İlk Müsabakalarımız
Haydarpaşa semtinde kurulan, bizlerle maç yapmaya elverişli bir İkbaliye takımı vardı. Onlarla sık sık oynardık. Bir defa da Beylerbeyi sahasına giderek onların ikinci takımı ile bir maç yaptık. Orda Şahap adındaki bir genç benim ön dişimi kırmıştı. Bu maçın rövanşını Kadıköy Fenerbahçe sahasında yapacaktık.
O devirde kulübümüzde Tod Bella adında bir Macar antrenör vardı. Bende onun büyük emeklerinin olduğunu açıklamayı borç bilirim.
Nedenini şimdi hatırlamıyorum. Maça geç gelmiştim… Takımımız ilk yarıyı 2-0 yenik kapatmıştı. Dişimi kıran oyuncuyu sahada görünce bir hırslandım ki sormayın gitsin… İkinci yarıya ben de girdim ve antrenörün isteğiyle soliç mevkiinde yer aldım. Bu mevkide yer almayı benim futbol hayatımda bir dönüm noktası olmuştur. Karşı taraf yorulup bozulmuştu. Büyük bir inatla çalışıp maçı 4-2 aldık.
Bu antrenör daha sonra beni gençler şampiyonasında Beşiktaş’a karşı da soliç oynattı. Gençler şampiyonası finalinde Beşiktaş’ı da yenip şampiyon olduk. Beşiktaş’ta o zaman Şeref, Eşref, Ekrem, Nazım ve Hayati gibi sonradan futbolda söz sahibi olmuş gençler vardı…
İlk İddia ve Kendi Büyüklerimizle Yaptığımız Maç
Kulübümüzün o devirdeki üçüncü takımı da kuvvetli ve şampiyondu… O takımda Fenerbahçe birinci takımında yer almış Hüsnü, İhsan, Ulvi, Hakkı, Şahap, Haydar, Sedat, Nihat ve Seyfi gibi ağabeylerimiz vardı. Bir gün dördüncü takım olarak onlarla yaptığımız idman maçında bize kızdılar. “Size bir maç olsa 10 tane atarız…” dediler. Ben, gençlerin takım kaptanıydım. “Yenip yenemeyeceğinizi bilmem ama 10 gol atamazsınız…” dedim. Tartışma kızıştı ve bir cuma günü maç yapmaya karar verdik.
Meşhur Bombacı Bekir de İstanbul’a gelmiş ve Fenerbahçe’de oynamaya başlamıştı. Bizi yakından izlerdi. Hatta küçüklerin çalışmalarıyla meşgul bile oluyordu. Üçüncü takımla maçımız Bekir’in hakemliğinde başladı. Bütün güvencim tatlı sert bir hat olan Şeref, Kadri, Reşat ve benden kurulu hafbek hattımızdı. Maç bayağı heyecanlı geçti. Durum 2-2 berabere olmuşken büyükleri küçük düşürmemek için verilen bir penaltı ile 2-3 kaybettik.
Bu müsabakada Bekir, Zeki gibi ağabeylerimin dikkatini çekmiştim. Beni büyüklerin idmanına çağırmaya başladılar. Onların arasında tekrar solhaf oynamaya başladım. Bütün gayem çalım yutmamak ve oyuna katılmaktı. Bir antrenmandan sonra Zeki Bey cuma günü oynanacak Slavya maçı için beni de soyunma odasına çağırdı… 16 yaşındaydım… Tereddüt ve heyecanım büyüktü…
İlk Maçlarımdaki Büyük Heyecanım
O günkü Slavya maçını Bekir’in bir kafa golüyle 1-0 kazanmıştık. Ben yedek oturmama rağmen Fenerbahçe’nin tarihindeki bu büyük galibiyetlerden birine şahit oldum. Büyük bir seyirci kitlesinin önüne çıkmak heyecanına da erişmiştim.
İşte o tarihten sonra o zamanlar sık sık İstanbul’a gelen Çek, Avusturya ve Macar takımlarına karşı oynayarak futbol tekniğimi artırdım. İlk maçın Avusturya’nın BAC takımıyla oldu. Bu maçtan önce Sabih ve Alaaddin ağabeylerimin muhakkak soyunma odasına gelmemi istemeleri üzerine meşhur Taksim Stadı’nın soyunma odasına gittim…
5-8-1927…
Herkes soyundu… Ben de evvelce olduğu gibi yedeklere mahsus formayı giydim. Fakat kaptan Zeki bana bakarak, “Sen formanı değiştir…” dedi. İçimden “Galiba eski forma giydim’ diyerek yedeklere mahsus bir başka forma çektim sırtıma… Bu şekilde tam sahaya çıkarken kaptan bir daha göz attı bana ve “Sana formanı değiştir demiştim, neden değiştirmedin?” diye sordu. Ben de heyecanlı “Değiştirdim kaptan…” cevabını verdim… Şöyle bir etrafına baktı… Fazıl adında bir solhafımız vardı… Ona dönerek, “Sen Fikret’le formanı değiştir…” diye emir verdi… Hem sevindim hem de heyecandan başım döndü…
Düşünün… Önümde en meşhur forvet… Sabih, Alaaddin, Zeki, Bekir, Bedri… Arkamda Cafer ve Kadri gibi büyüklerim vardı… Ben daha 16 yaşında bir çocuktum… Futbol klası bizden çok üstün bir Avusturya takımı ile oynayacaktık…
Solbek olarak oynayacak olan Cafer ağabeyim yanıma geldi, “Küçük hiç heyecanlanma… Göreceksin dördüncü takımda oynadığın maçlardan daha kolay oynayacaksın…” dedi ve ekledi, “Karşındaki adam seni geçtiği takdirde onun arkasına takılma. Onun üzerine artık ben çıkacağım. Sen de benden boşalan yere topsuz olarak gidip çok çabuk doldurursun… Yalnız, rakibinle beraber yetiştiğin topu sakın kaybetmemeye çalış. Başının üzerinden geçe topa yetişmeye çalışma. Orada ben varım. Boş bir yerde benden gelecek topu al. Derhal o sahadan uzaklaştır…” dedi.
İşte o devirde futbolda başarı kazanmak için verilen samimi öğütler. Bütün futbol hayatımca bunları benimsemişimdir. O zamanlar büyüklerin söyledikleri kitap yazısı kadar önemliydi. Böylece maça başladık.
Biraz sert oynayarak başarı kazanacağıma inanıyordum. Durum böyle giderken epey rahat bir tempoya girmiştim. Önümde oynayan Bekir ağabey birkaç defa benden top istedi… Hemen verdim… O da çalım yaparak topları kaptırdı. Ben Avusturyalılardan topu almak için peşine koşarken Cafer ağabeyle anlaşmamız elbette bozuldu ve Viyanalıların meşhur üçgenleri arasına düşerek yorulmaya başladım.
İçimden, “Fikret kendini topla. Önünde ceylan gibi koşan bir ağabeyin var. Solaçık Bedri ona veya toplamak için topu en uzağındakine gönder…” Bu tarz futbola rakiplerimiz alışık olmadıkları için rahatlamaya çalış. Esasen Bekir’in şöhretini bilen Avusturyalılar onu yalandan marke ediyorlar bu da Bekir Bey’in hiç hoşuna gitmiyordu. Birkaç defa topu kendisine atmadığım için bana terslendi. Fakat hiç aldırmadım. Sonunda bir güzel haşlandım. Tabii ki hiç ses çıkaramadım. Çok canım sıkılmıştı. Şimdiye kadar hiç kimseden böyle haşlama yememiştim. Moralim de bozulmuştu… Oyunun son on dakikasında kaptan Zeki Bey’e yorulduğumu söyledim ve beni oyundan aldı.
Bence o zamana kadar görevimde başarı kazanmıştım. Nitekim ertesi günkü Cumhuriyet gazetesi, “Fenerbahçe’de oynayan genç Fikret vazifesini şayan-ı takdir şekilde yaptı…” diye yazdı ve bir fotoğrafımı koydu. Bu futbol hayatımda gördüğüm ilk takdirdi. Fakat maçtaki haşlanmayı hiç unutamıyordum…
O zaman maçlar Cuma günü oynanır, pazar günleri de rövanşları yapılırdı. İkinci maçtan önce kaptan Zeki Bey’e giderek, “Benim oyun tarzım Bekir Bey’e uymuyor. Beni oynatmamanızı rica ederim…” dedim. Aldığım cevap çok ağırdı. “Dün takıma girdin. Bugün talepte bulunuyorsun. Ters yüzü geri döndüm… Yeni yetişen gençlere bu durum bir derstir…
Yine takıma girerek başarılı olmaya çalıştım. Fenerbahçe formasını birinci takımda giyişim böyle oldu. O tarihten sonra 1941 yılına kadar ne kulüpte yedek bekledim, sakatlıklar dışında ne de Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş muhtelitlerinde, İstanbul muhtelitinde ve millî maçlarda devamlı yer aldığım oldu…
Şunu da belirtmek isterim. Birinci takımda oynadığım halde, dördüncü takımın maçlarına da katıldım… Bir keresinde öğleden sonra Galatasaray’la olan maçımıza rağmen öğleden sonra oynanan genç takımlar müsabakasına katılırdım. Bu benim futbola olan hevesim, futbol topuna olan aşkımdan ileri gelmekteydi…
(DEVAM EDECEK)
Fotoğraf-1: 1929-1930 sezonunda şampiyon olan on biri soldan sağa ayaktakiler: Mehmet Reşat Nayır, Zeki Rıza Sporel, Kadri Göktulga, Alaaddin Baydar, Niyazi Sel, Muzaffer Çizer, Fikret Arıcan. Oturanlar: Şevket Soley, Hüsnü Teoman, Ziya Atamer.
Fotoğraf-2: Fenerbahçe’deki ilk maçları. Sene 1927. Bekirli takım İzmir yolunda… Soldan sağa ayaktakiler: Kadri, Bedri, Zeki, Bekir, Hüsnü, Cafer, Firuzan, Nevzat, Rıza. Oturanlar: Cevat, Fikret Arıcan, Nihat, Nedim.
Türk boksunun efsane ismi, Fenerbahçeli merhum Enver Angün’ün torunu, kıymetli Bülent Angün beyefendi bizimle rahmetlinin fotoğraflarını paylaştı. “Devamını da bilgi-belge olarak biz buluruz inşallah…” dedik ve Enver Angün hakkında (yine Bülent Bey’in verdiği bir tarih bilgisi ışığında) aşağıdakilere ulaştık.
Her ne kadar rakibi gelmediği için ringe çıkamadığını öğrensek de Türkspor dergisindeki portre çalışmalarında kendisine rastladık. Keyifli okumalar diliyoruz… Enver Bey, nur içinde yatsın…
Fenerbahçe kulübü Yunanistan’dan gelen boksörlerle boksörlerimiz arasında çok enteresan müsabakalar tertip etmiştir. 16 ve 21 Eylül Perşembe ve Salı akşamları Açıkhava Tiyatrosu’nda yapılacak müsabakaların birincisinin programı şöyledir:
57 kilo: Abdi Özkutlu – Papayorgi (Yunan hafif siklet şampiyonu)
73 kilo: Cevdet Özçentep – Pavlidis (Yunan orta siklet şampiyonu)
79 kilo: Enver Angün – Çaldaris (Yunan yarı ağır şampiyonu)
Bu müsabakalar ikişer dakikadaan altışar raunddur. Bunların haricinde ayrıca şu dört mühim müsabaka da yapılacaktır.
51 kilo: Halit Ergönül – Takis
57 kilo: Salih Gökay – Aysel
61 kilo: Necip Gülbaşak – Yorgo İstavridis
66 Kilo: K.Garbis – Mustafa
Bu karşılaşmalar da üçer dakikadan üçer raunddur. Fenerbahçe kulübü halkımıza bir kolaylık olmak üzere, programdaki zenginliğe rağmen, fiyatları 100 ve 200 kuruş olarak tespit etmiştir. Numaralı yerler de 4 Liradır.
Uzun zamandan beri yabancı boks temasından mahrum kalmış olan boks meraklılarının bu müsabakalar dolayısıyla heyecanlı dakikalar geçirecekleri programa bir göz atınca derhal anlaşılır.
Filhakika Yunan boksörleri bu müsabakaları için uzun zamandan beri hazırlanmıştırlar. Buna mukabil bizim boksörlerimiz de ve bu arada Abdi, Cevdet ve Enver Olimpiyat kampını müteakip bir ay kadar süren bir ataletten sonra sıkı bir şekilde çalışmaya koyulmuş bulunuyorlardı. Bilhassa Avrupa muhtelitiyle Amerika’ya kadar gitmiş olan Halit için bu müsabakalar klasını göstermeye mükemmel bir fırsat olacaktır.
Gerçi rakibi Takis kendisinden bir kategori daha ağır ve sıkletinin en teknik boksörüdür. Bu bakımdan bu karşılaşma çok çetin olacak ve bize boks sporunun bütün inceliklerini göstermek imkanını verecektir.
Boksörlerimize başarılar dileriz.
Fenerbahçe – Elen Boks Maçları
Müsabakaları Fenerli Boksörler Kazandılar
20 Eylül 1948 – Öz Fenerbahçe Dergisi
Fenerbahçe ve Yunan boksörleri arasındaki ilk müsabaka Çarşamba akşamı saat 21’de Açıkhava Tiyatrosu’nda 2 bin kadar bir seyirci kütlesi önünde yapılmıştır. Fenerbahçe kulübü, Yunan kafile başkanı, eski İktisat Nazırı ve halen Pire mebusu Dr. Marselos’a bu müsabakaların hatırası olarak mavi beyaz ve sarı lacivert kordelalarla süslü güzel bir kupa hediye etmiştir.
Çok heyecanlı geçen müsabakaların neticeleri şunlardır.
51 kilo: Mustafa – Garo (Berabere)
53 kilo: Halit, Taki’ye galip.
57 kilo: Salih, Aysel’e galip.
61 kilo: Necip, Yorgo’ya galip.
61 kilo: Abdi, Papayorgi’ye galip.
73 kilo: Cevdet, Pavlidis’e galip.
Yunan yarı ağır şampiyonu Çaldaris ancak Salı günü geleceğinden Enver’le yapacağı müsabaka o güne tehir edilmiştir. Boksörlerden Papayorgi Yunanistan’ın en teknik elemanlarından biridir ve tam on yıldır namağluptur. Bu bakımdan Abdi’nin galibiyeti bilhassa takdirle karşıladık.
Cevdet’le dövüşen Pavlidis de 12 yıldan beri sıkletinin Yunanistan şampiyonluğunu muhafza eden yüksek tekniğe sahip bir boksördür. Kendisinden 7 kilo ağır Cevdet karşısındaki mukavemeti kayda değer.
Fenerbahçe-Elen boks maçlarının son karşılaşması 21 Eylül Salı akşamı yine Açıkhava Tiyatrosu’nda yapılacaktır. Bu müsabakaların programı daha cazip olduğundan büyük heyecanla takip olunacağı muhakkaktır.
Bilhassa 66 kiloda Pavlidis’in Galatasaray’lı Garpis’le apacağı maç çok enteresan olacaktır.
İsmet Berköz
Türkspor Boks Albümü
22 Kasım 1948 – Türkspor Dergisi
Açıkhava tiyatrosu maçları ile büsbütün ismi duyulan Enver, bizde iri insanların az olmasından pek gelişememiş olan yarı ağır kategorisi boksörlerindendir. O da Cevdet gibi, hemen hemen rakipsiz kalmıştır. Sert ve kuru vuran Muammer gibi güzide bir yarı-ağır da İran seyahatini müteakib boksu bıraktığından, Enver’in bugünkü formunu belirtecek bir maç yapmasına (İstanbul’da) imkân kalmamıştı. Nitekim gelen Yunanlılar arasında bir yarı-ağır da bulunmadığından, Enver’in bugün ne durumda olduğunu kestirmek mümkün olmamıştı.
Enver için teknik dövüşüyor demek imkânsızdır. Fakat biraz da düşünmeden savurduğu yumrukları isabet ettiğinde, rakibini dalima sarsacak kuvvette olduğundan, miktarı az olan yarı-ağırlar arasında o daima tehlikeli bir rakib olarak kalmaktadır.
Teknik bakımdan eksikliğine rağmen, kuvvetli yumruklarından başka Enver’in lehine not olarak kaydedilecek bir tarafı daha vardır. O da istediği zaman kendisini sıkabilmesi ve gayretle çalışmasıdır. Boksa çok meraklı olan ailesi de kendisini bu hususta desteklediklerinden, turnuvalar, kupa ve şampiyonluk maçları gibi iddialı karşılaşmalarda Enver her zamanki formunun üstünde dövüşebilmektedir.
Boksun tekniğine fazla ehemmiyet verdiği takdirde, Enver iyi bir boksör olabilecektir.
Fenerbahçe’nin sembol kalecisi Cihat Arman, 20 Şubat 1947 tarihli Türkspor dergisinde MTK takımının meşhur oyuncusu Deak ile mücadelesini anlatmış. Fenerbahçe tarihinin eli en iyi kalem tutan sporcularından biri, Sarı Kanarya Cihat Arman Deak’e karşı!
Fener-Hungarya maçının ertesi günü gazetelerin “Cihat-Deak mücadelesi” şeklindeki yazılarını göz önünde tutan mecmuamız, gazetelerin bahsettiği bu mücadele hakkında benden bir yazı yazmamı ve bu mücadeleyi okuyuculara anlatmamı istedi. Ben de, mücadele şeklinde vasıflandırılan bu oyundaki duygularımı kısaca anlatmaya çalışacağım.
Şubat ayı ortasında şehrimize gelen Macar Hungarya takımının, yapmış olduğu dört maçta yalnız Vefa’yı yendiği ve diğer maçlarda yenilerek gittiği hepimizin malumudur.
Oynadığı bütün oyunlarda vasattan yukarı çıkamayan bu takım, hiçbir güzel hareket göstermemekle beraber bir tek şey gösterdi ki o da genç santrforları Deak.
Daha ilk oyunda kendini gösteren bu oyuncu, Vefa’ya 6 gol atarak dillere destan oldu ve ismi spor muhitine yayılıverdi.
Vefa maçına gelemeyip bu oyuncuyu göremeyenler yahut oyununu seyre doyamayanlar ertesi gün Beşiktaş-Hungarya maçından ziyade Deak’ı görmek için stadı doldurmuşlardı.
Beşiktaşlılar, Deak’ın peşine Ömer’i koymuş olmalarına rağmen, bu meşhur oyuncu fırsatlardan istifade etmesini bilerek o gün de iki gol attı.
Hafta arası oynanan Galatasaray-Hungarya maçı da Galatasaray tarafından kazanılmış ve Hungarya’nın iki golünden bir tanesi gene Deak tarafından yapılmıştır.
Yapmış olduğu üç maçta tek başını dokuz gol atan Deak’ın ismi İstanbul’un her semtinde ağızdan ağıza dolaşıyor ve Fenerbahçe müdafaasının bu oyuncu karşısında ne yapacağı merakla bekleniyordu.
Görerek, bilerek ve her pozisyonda demir gibi şutlar atan bu oyuncuyu tutmak hakikaten mesele idi. Onun karşısında muhakkak çok dikkatli ve tetik durmak lâzımdı.
Birçok taraftarlar maçtan evvel bana “Deak’in karşısında ne yapacaksın?” diye soruyorlar. Ben de “Ya o beni yahut da ben onu mağlup edeceğim” diyordum.
Maç günü takım arkadaşlarıma Deak’i çok iyi marke etmelerini söylediğim halde gene boş bırakılıyor ve Deak aradan sıyrılmalar yaparak bizi güç pozisyonlara sokuyordu. Nitekim oyunun başlarında sağdan ortalanan topa Deak güzel bir kafa vurarak kaleye havale etti. Fakat ben oyunu iyi takip ettiğim için bunu kurtardım.
Takımımız ilk anlardaki şaşkınlıktan kurtulmuş ve mukabil hücuma geçmişti. Fakat kurnaz Deak bizim kalenin önünden ayrılmıyor ve gol yapabilmek için en ufak fırsatı kolluyordu.
Bu arada yaptıkları bir hücumda Deak, ileriye doğru verilen çok güzel bir pası bizim kaleye dönük olduğu halde hiç durdurmadan çok sıkı bir vuruşla bizim kaleye havale etti. Onun her hareketini takip ettiğim ve her an çekebileceği ani şutlarını beklediğim için bütün kuvvetimle fırlayarak topu yumrukladım.
Bu atlattığımız ikinci mühim tehlike idi. Deak eline geçen bu ikinci fırsatı da kaçırdığı için her halde kızmış olacaktı ki hayretle sert sert baktı.
Macarlar açılmış ardı ardına: hücumlara başlamışlardı. Yaptıkları bu hücumlarda her an gol yememiz imkân dâhilinde idi. Müdafaamızın son elemanı olmak dolayısıyla yapılan hücumları durdurmak bana düşüyordu. Zaten bu maçta Deaks’ten gol yememek içinde azmetmiştim. O mütemadiyen gol atmak için fırsat kolluyor, ben de gol yememek için onun bütün hareketlerini takip ediyordum.
Devrenin sonlarına doğru Deak gene boş kalmış ve on sekiz çizgisi içine girmişti. Bu sefer muhakkak gol atmak hırsıyla, ayağının ve kafasının bütün kuvvetini kullanarak kalenin sağ tarafına doğru bomba gibi bir şut attı. Topa vurmasıyla beraber ben de yaydan kurtulmuş gibi fırladım. Stadda ses seda kesilmiş, bütün ümitler kırılmış, herkes gol oldu diye üzülmüştü.
Fakat bu üzüntüler bir saniye sonra sevince inkilâp etti. Çünkü Deak’in bütün gayretiyle çektiği bu şutu da kurtarmıştım.
İkimizin de bu hareketi, futboldan çok iyi anlayan seyircilerimiz tarafından uzun uzun alkışlanmak suretiyle takdir edilirken, Deak de dayanamadı ve sportmenliğin icap ettirdiği hareketi yaparak gelip elimi sıktı.
Oyun bittiği zaman hem takımımız 2—0 galip gelmiş, hem de Deak’le aramda geçen mücadeleyi gol yememek bakımından ben kazanmıştım.
Duşumu alıp giyindikten sonra Şeref stadı’nı terk ederken Deak’in kapıda beklediğini gördüm. Yanıma yaklaşarak servus (Allahısmarladık) dedi ve boynuma sarılıp bir daha öperek uzaklaşıp gitti.
Cihat Arman | Türkspor Dergisi – 7 Nisan 1947 (Deak Cihat Arman’a Karşı)
7 Nisan 1947 tarihli Türkspor dergisinde Ziya Ateş, Şükrü Saracoğlu ile başbaşa yaptığı bir spor sohbetini anlatıyor. Dönemin spor ruhunu yansıtması bakımından bu tip kısa hatıraları çok önemsiyoruz… Keyifli okumalar.
Alışkanlık bu ya; o bizi, biz onu görmeyince yapamayız. Dün Parti’nin önünden geçiyordum. Zahir alışkanlığın sevkiyle olacak, hatırıma Şükrü Saracoğlu’nu ziyaret geliverdi. Her fırsattan faydalanarak, onun spor işleri üzerinde yaptığı musahebelere ve ince tahlillere esasen susamıştım. Ayaklarım gayri ihtiyari beni o istikamete götürdü. Partinin büyük kapısından girdiğim zaman elime uzatılan matbu kâğıdı hemen oracıkta doldurdum ve (ziyaretin sebebi) hanesine de irice bir yazı ile (spor işleri hakkında) deyiverdim. Aradan çok geçmedi, odacı “Buyurunuz” dedi.
Sayın Saracoğlu beni her zamanki güler yüzlülüğü ile karşıladı ve kendisine has olan nezaketiyle iltifatlarda bulundu. Ben onunla spordan başka ne konular konuşur veya konuşabilirdim. İlk olarak aklıma; Millî Eğitim mükâfatı maçları için İstanbul’da bulunurken arkadaşlardan birkaçının bana havale ettikleri iş geliverdi. Bu arkadaşlar bana demişlerdi ki:
“Satranç beden terbiyesi mevzuuna girebilir mi? Girerse bu maksat için bir federasyon teşkili mümkün müdür? Satranççı ve sporcu Saracoğlu bunun için ne düşünürler? Fikirlerini öğrenmek acaba kabil olabilir mi?”
Suali aynen kendilerine arz ettim. Cevap olarak:
(Bu mevzuda şahsen mütalaa yürütmeğe lüzum görmeden arkadaşlara şunu tavsiye ederim: Bu iş diğer memleketlerde nasılsa bizde de aynen öyle yapılmalıdır. Yani icada değil taklide yer verilmelidir. Nizamnameleri alınıp aynen kabul ve tatbik edilmelidir. Mevzuatlarında Federasyon teşkilini âmir bir hüküm varsa yapmalı, yoksa yapmamalıdır. Mesela futbolun memleketimizdeki tarihine bir göz atarsak görürüz ki onda da böyle yaptık. Milletler arası nizamnameleri getirdik, okuduk, kabul ve tatbik ettik. Bu itibarla muvaffak olduk. Şayet böyle olmayıp da kendimiz icat etmeğe kalkışsaydık bu derece muvaffak olmamıza imkân olabilir mi idi?) dediler.
Saracoğlu’nu bugün her zamandan daha neşeli ve zinde görüyordum. Zaten onun bir sporcu ele geçirip de onunla bir akran ve bir arkadaş gibi candan hasbihal etmemesine ve bu durumda neşelenmemesine imkân tasavvur edilebilir mi? Bir evvelki istirhamıma gösterdikleri yakın ilgiden de cesaret alarak izinlerini diledim ve sözü “FUTBOL HAKEMLERİ” meselesine intikal ettirerek bu işin ıslahı hakkındaki düşüncelerini öğrenmek istedim.
Yaranın tam üstüne el koyarak dedi ki:
(Sporu batıracak da, çıkaracak da HAKEMLERDİR. Dürüst hakem hata da yapsa kusur sayılmaz, Eski sporcularımız arasında bu gün; Tüccar, Hâkim, Müdür, Müfettiş gibi her sınıftan yüksek şahsiyetler var. Bunlar gibi kültürü ve sosyal pozisyonu olan insanları ele almalı, onları sahalarımıza hâkim kılmalı ve kendilerini himaye etmelidir.)
Bütün memleket gençliğinin yakın tanıdığı ve çok sevdiği Sayın Şükrü Saracoğlu’na teşekkür ederek ayrılırken, o; kendisine mahsus tevazuu ile beni kapıya kadar uğurlamayı da ihmal etmedi.
Not: Ziyaretim esnasında şahsi musahabelerden ibaret olan bu konuşmayı, belki de rızaları hilâfına, kendiliğimden şumullendirerek memleket gençliğinin gözleri önüne sermeyi faideli buldum. Sayın Şükrü Saracoğlu’ndan istirham ediyorum; iyi niyet mahsulü olan bu hareketimi hoş görüversinler.
Ziya Ateş | Türkspor Dergisi – 7 Nisan 1947 (Şükrü Saracoğlu ile Başbaşa)
Türkspor dergisinin 31 Mart 1947 tarihli ilk sayısında Saim Turgut Vefa imzalı bir yazı Kadıköylü futbolcu Hasan Bey‘i anlatıyor… Futbolun İncisi Hasan Bey’e çok yakışan bir tabir olmuş. Nur içinde yatsın…
Evet… Türk sporunda öyle inciler var ki… Bunları sıralamak, (spor tarihi)nin vitrinlerine koymak; onları incitmeden kutularına muhafazalarına yerleştirmek vazifesini -elimden geldiğinden fazla- başarmaya çalışmak şerefi; beni bu sahada koşturuyor ve coşturuyor.
(Türk) (Spor)cusu zaten baştan başa (idman)a ilk yaştan itibaren başlamış, bugüne kadar gelen onun her sahasında her memleket Bedestanında öyle (inci)ler var ki… Bunları birer birer saymak, dizmek birkaç asırlık ömürle bitmez.
Yakın bir mazininkileri sıralamaya da yetişmek şerefi benim de hisseme düşerse. Ne şeref… İşte bunlardan biri:
Türk futbolcuları arasında (Hasan)lar çok meşhurdur. Top peşinde koşanların başında gelen bu Kadıköylü Hasan (merhum) biricik incidir.
Tanınması: Hasan merhum Türk futbolunun en eski simalarındandır. Onu bizim tarih (1905)ten sonra tanıyabilir.
İlk kulübü: Kadıköy’dür. Kadıköyü’nde o vakitler Papazın Çayırı denilen şimdiki Fenerbahçe stadının (eski Ünyon kulüp, İttihat spor kulübü, bazen de Kadıköy ligi denilen çayırında) ilk futbol oynayan gençlerdendi. Kadıköy kulübüyle de oynardı.
Diğer kulüplerde: Sonra, Kadıköy kulübünden sonra, Galatasaray’da meşhur futbolcu arkadaşı (hatta kardeşi denebilecek kadar pek seviştikleri Hüseyin merhumla; Dalaklı Hüseyin ile beraber) Galatasaray birinci futbol takımında yer almışlardı. Hasan merhum sonra Fenerbahçe kulübünde de oynadı, Hüseyin de beraber. Bu bir aralık devam etti.
Günün birinde Galatasaray’dan bazı mühim simalar, bir kulüp kurup memleket sporunu daha (aydın)latmak istediler. Raşit Bey de bu işe önayak olmuştu. Bir Ünyon kulüp sahası yapıldığı vakit, Hasan ve Hüseyin de beraber…
Bundan sonra bu devrin bu zamanın da en eski ve değerli sporcusu, idarecisi olduğuna delil istemeyen muhterem bir şahsiyeti olan üstat, Burhan Felek’in arzusiyle onun kulübüne girmişlerdi. Hüseyin de beraber…
Daha sonraki zamanlarda, bu iki inci şimdiki Üniversitenin özü Darülfûnun kulübünün antrenörlüğünü yapmıştı. En son güzel maçlarını da göğsü beyaz yıldızlı yeşil formanın altında Anadolu kulübünde oynadı idi.
Yeri: Santrahafdı. Son zamanlarda birkaç defa bek oynarken de görmüştüm. Mamafih en çok sevdiği ortahaflıktı, en muvaffak olduğu da bu yerdi. Hemen hemen bu yer o günden beri Türk futbolunda ne yazık ki dolamamıştır. O derecede başaran bir futbolcu Hasan merhumun yerini tam manasile işgal edememiştir.|
Meziyetleri: Fevkalâde topa hakimdi, o futbola aşıktı. Fakat top onun esiriydi Türk futbol tarihinde onun kadar birbirini seven canlı cansız iki maddeye rast gelinemez.
Top onun cazibesine tutulmuş seyrederdi; ayağındaki çekici kuvvetten nasıl ayrıldığına onu gören herkes gibi ben de şaşar ve hayret ederdim.
Bir futbol takımını çok iyi idare ederdi. Karşıki takımın zayıf, kuvvetli taraflarını pek az zamanda denemek bulmak hakkıydı. Yalnız onun hakkıydı.
Futbol istidadını haiz olanları bir köşede seçerdi, yetiştirirdi
İyi bir antrenördü. Bilhassa İttihatspor’da, Ünyon Kulüp’te… En son Anadolu’da, Ünyon Kulüp’te, İttihatspor’da toplanmış bir takımı yetiştirdi. Fakat (Anadolu) kulübünde sonradan devrinin en meşhur futbolcularını yetiştirmek: şerefini, merhum kazanmıştı. Bunlar arasında Halit, Rasim, Keçi Kemal, Yusuf, Muhtar, Hattat Şecai, Doktor Hüdai, Doktor Hüsnü, Maliyeci Muammer Kemal, Nasuhi, Macid, (merhum) Atıf, Cemal, Topçu Barbari, Kaleci Şemsi.
Öğretme Tarzı: Bugünün en fenni futbol üstatlarının tarzıydı. Bunları bir filmle tespit mümkün olsaydı, O zamanı görememiş olanlar da bir defa görmekle ustalığını tasdik ederlerdi.
Hizmetleri: En eski devirlerde Kadıköy kulübünde oynarlarken biri santrahaf olarak (Hüseyin de santrafordu) pek göze çarptığı söylenirdi.
Galatasaray’da: Kulübün birinci Avrupa seyahatinde (Romanya’da, Macaristan’da) en büyük hizmetlerini yapmıştı. Bu seyahate beraber gidenler, Hasan ve Hüseyin’in çok muvaffak olduklarını söylerler.
Fenerbahçe’de: Rusya seyahatinde, Odesa’da yaptıkları maçlarda muvaffak olanların başında gelir.
Ünyon Kulüp (İttihatspor)da: Galatasaray, Fener kulüplerine karşı açılan rekabet savaşında bu kulüpte oynadılar, her ikisine karşı zaman zaman zafer sayfaları yazdılar.
Anadolu’da: Balkan harbi sonunda İstanbul limanına gelen Veymut ile Zelandiya zırhlılarının, yerli yabancı takımlarına karşı Anadolu kulübü tarihinin şanlı sayfalarını, Burhan Felek’in ve arkadaşlarının zekâsıyla beraber Hasan ve Hüseyin’in çok güzel üstadane oyunlarına borçludur. Bu maçların sonunda sporcu İngilizler, yabancılar, Hollandalıların ilk sıktığı el değerli üstat Hasan’ın eliydi.
Üstadın Antrenörü Kimdi? Hemen hemen kendisiydi. Zekâsı; kabiliyetiydi. Hüseyin merhum gibi futbola karşı istidatlıydı. İlk takdir edenler arasında birinci futbolcumuz, üstat Fuad Hüsnü Bey (şimdi Beykoz Halkevi Reisi) vardı.
Bu itibarla Hasan, Türk futbolunun en eski ve çok değerli incilerindendi.
Saim Turgut Vefa | Türkspor Dergisi – 31 Mart 1947
Barış Kenaroğlu, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün kuruluş felsefesi üzerine araştırmalarını genişletmeye devam ediyor. Bir devam yazısı mahiyetinde olan “Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Enver Hoca II” huzurlarınızda.
Tarih yazımını; belgelere dayanarak, belgelerin de “kaynak” statüsünde olup olmadığını özenle değerlendirerek yapmaya çalışıyoruz. Akademi etiğinden ayrılmadan, Fenerbahçe Tarihi’ne bir satır bile olsa katkı yapmış herkesi, bu etik çerçevesinde saygıyla değerlendirmek de üstlendiğimiz misyonlardan birisi. Ancak gerçek şu ki: “belgeye ve akademik olarak kabul edilmiş güvenilir kaynak sınıflamasına göre yazılan Tarih, şüphesiz devinim içerisinde… Her gün yeni belgeler, yeni kaynaklar tarihçilerin karşısına çıkabiliyor. Bu kaynaklar kimi zaman ortaya atılan tezleri destekliyor, kimi zaman da çürütüyor.
Aşağıda okuyacağınız satırlar, iki hafta önce kaleme alınan “Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Enver Hoca” makalesinde ortaya attığımız tezi destekler nitelikte belgeleri içeriyor olacak.
Enver Hoca’nın kuruluştaki rolü ile ilgili açtığımız tartışmanın Fenerbahçe Tarihi meraklılarını harekete geçirdiğini görmek bizi fazlasıyla memnun etti. Camiamıza mensup tarih meraklılarının yeni “belge” ve “kaynak” arayışlarının olumlu sonuçlanarak yayınlanması ve tez-antitez-sentez üçlemesinin Fenerbahçe Tarihi’nin bugüne kadar karanlık kalmış olan bu sayfasını aydınlatması, karşılık beklemeden verdiğimiz emeklerin tek amacıdır.
Şerefvarid olan 4 teşrin-i sani 1322 tarihli tezkere-i ali-i daveranelerine cevabdır: Kadıköy ve Haydarpaşa Frer mektebinde lisan-ı Türki muallimliğinde bulunan zatın, nezaret-i acizice celb ve davet edildiğine dair bervech-i kayd malumat olmadığı anlaşılmış olmağla, ol babda
Özel Komisyon Başkatipliğine
19 Kasım 1906 tarihli Yüce Vezirimizden (Bakandan) şerefle gelen tezkereye (sorunun yazılı olduğu pusula/kağıt) cevaptır: Kadıköy ve Haydarpaşa Frer Okulu’nda (Saint Joseph Lisesi) Türkçe öğretmenliği yapan kişinin, nezaretimizce (bakanlık) çağrıldığı ve davet edildiğine ilişkin bir kayıt olmadığı anlaşılmıştır.
Özel Komisyonlar
Abdülhamit döneminde istihbarat faaliyetlerine verilen önemi yazımızda belirtmiştik. Bu dönemde bakanlıklar içerisinde münhasıran “Özel Komisyonlar” kurulduğu da biliniyor. Danıştığımız Hocalarımızın bize verdiği detay ise: “bu komisyonların çalışmalarının dışarıya kapalı olması” Belgeyi incelediğimizde imzasız ve hangi bakanlığa bağlı komisyon adına cevaplandığını göremiyor olmamız bu detayı destekler nitelikte. Kısacası istihbarat faaliyetlerinin olmazsa olmazı “gizlilik” ilkesi belgeye yansımış durumda.
Yazımızda öne sürdüğümüz tezi özetleyerek, yukarıdaki belge ışığında değerlendirmelerimize geçebiliriz.
Enver Hoca’nın yabancı bir misyon okulunun içinde, devletin görevlendirmesiyle başladığı görev sırasında, üstelik yabancıların çoğunlukla yaşadığı bir semtte, birkaç Türk-Müslüman öğrenci ile bir kulübün insan kaynağını oluşturması”
Kadıköy ve Haydarpaşa’da şubeleri olan Saint Joseph Lisesi’nde Türkçe öğretmenliği kişinin Enver Hoca olduğunun maddi kanıtlarını sunmuştuk. Fotoğraflar ve dönemin tanıklarının yazdıkları da kendisinin İstanbul’da öğretmenlik yaptığını doğruluyordu. Siciline göre o tarihte İstanbul’da görev yapan bir gümrük memuru olduğu kesin.
Peki yukarıdaki belgeyi nasıl okumalıyız? Bakanlıklara bağlı özel komisyonların belirli aralıklarla toplandığı ya da bilgi alma amacıyla davetlerde bulunduğu anlaşılıyor. Bu toplantılara da komisyonlar adına çalışan ya da komisyonlarla ilişkisi olan kişiler davet edilmekte. Belgeye göre; bakanlık, 1906 Kasımı ayında komisyona, önceki toplantıya Enver Hoca’nın davet edilip edilmediğini soruyor. Komisyon ise kendisine davet gönderilmediği cevabını veriyor.
Belge üzerinden tezimizi destekler nitelikteki yapacağımız çıkarım: Enver Hoca’nın özel komisyon tarafından bilinmesi. Faaliyetlerinin bir parçası olması. Daha önceden toplantılara çağırılıp çağırılmadığı, 1906’dan sonra ne oldu da bakanlığın böyle bir soru sorma ihtiyacı hissettiği şimdilik soru işareti. Umudumuz ve gayemiz odur ki arşivin derinliklerinde yeni belgeler karşımıza çıkar ve gerçekler tescillenmiş olur.
Hasan Basri Bey’in Anıları
Tezimizin ilk aşamasını oluşturan Enver Hoca’nın “Devlet tarafından görevlendirilmiş bir memur” olması yargısının altını bu belge ile çizdikten sonra, “Türk-Müslüman öğrencileri futbol ile bir araya getirip Fenerbahçe’nin altyapısını oluşturması” kısmına geçebiliriz.
Fenerbahçe’nin ilk kadrosunda yer alan bir diğer Saint Joseph Liseli genç olan Hasan Basri Bey’in, 1932 yılında Türkspor Dergisi’nde yayınlanan hatıralarında, Fenerbahçe’nin kuruluş günlerine ait şu ifadeler yer alıyor:
“İlk kulübüm olan Kadıköy’de (Kadıköy Futbol Kulübü) üç sene bulundum ve bu müddet zarfında kulübüm hep şampiyonluğu korudu. Fakat üç sene sonra bu kulüpten ayrılmak zorunda kaldım. Sebebine gelince: Fransız Mektebi’nde Enver Bey isminde bir Türkçe öğretmenim vardı. Sadi Bey ve Ziya Bey (Nurizade Ziya) bu öğretmen ile beraber bana gelerek, Kadıköy Kulübü’nü terk edip yeni kuracakları kulüpte beraber çalışmamızı istediler. Bu üç hürmet ettiğim adam, böyle bir Türk kulübü doğarken bir yabancı kulüpte ve Rumlarla beraber oynamaman ve kendileri ile beraber bir İslam kulübü yapılması çaresini arayıp çalışmam gerektiğini söylediler. Bu, benim arayıp da bulamadığım bir şeydi. Ben de, kulübün sadece Türklerden oluşması şartıyla birlikte çalışacağımızı vaadettim. (…..) Kendi kanımdan kardeşlerimle bir Türk ve Müslüman kulübünün büyüyüp yaşaması için çalışacaktım”
Hasan Basri Bey’in hatıralarından anladığımız kadarıyla, Enver Hoca, sadece okuldaki öğrencilerini Fenerbahçe’ye yönlendirmekle kalmamış aynı zamanda semtin gayrı müslim takımlarında top koşturan Türkleri de Fenerbahçe’ye kazandırmaya çalışmış. Hasan Basri örneğinde görüldüğü gibi bunu da başarmış. Yazıdan ortaya çıkan bir diğer önemli nokta da, Hasan Basri’nin kendisini ziyarete gelen heyetin başı olarak Enver Hoca’yı işaret etmesi. Şüphesiz en önemli çıkarımımız Hasan Basri’yi ikna etmeye gelen heyetin “Türk ve Müslüman” kulüp vurgusunu yapması.
Fenerbahçe’nin İnsan Kaynağı
Bu belgelerle beraber Enver Hoca’nın Fenerbahçe’nin kuruluşundaki rolüne ilişkin bir tanık daha bulmuş oluyoruz. Nasuhi Esat ve Sait Selahattin’den sonra Hasan Basri’nin de yazdıkları Enver Hoca’nın kuruluştaki rolünü doğrulamış oluyor. Satırlarımızı önceki yazımızın sonuç kısmında yer alan değerlendirmemiz ile bitiriyor, giriş kısmında belirttiğimiz gibi tarihi gerçeklerin ortaya çıkması için emek veren tüm tarih meraklılarının da katkılarını beklediğimizi belirtmek istiyoruz.
“Mülkiye’den mezun olan Enver Hoca’nın yabancı bir misyon okulunun içinde, devletin görevlendirmesiyle başladığı görev sırasında, üstelik yabancıların çoğunlukla yaşadığı bir semtte, birkaç Müslüman Türk öğrenci ile bir kulübün insan kaynağını oluşturması Fenerbahçe Tarihi’nde öne çıkarılması gereken en önemli noktadır. Enver Hoca’nın bir Türkçe öğretmeni iken beden eğitimine verdiği önem, birlik beraberlik ve yardımlaşma üzerine yaptığı vurgular ve modernist bakış açısı dönemin ruhunu yansıttığı gibi; kulübün fikri altyapısının oluşmasına da etki etmiştir”
Barış KENAROĞLU – Fenerbahçe’nin Kuruluşunda Enver Hoca II / Yeni Belgeler
Not : Fenerbahçe’nin 1914’deki Rusya seyahati sırasında Hasan Basri Bey de vardı. Yukarıdaki resimde ayakta, sağdan beşinci sırada…
Burada sık sık anı-biyografi paylaşıyoruz. Sırada 7 Nisan 1947 tarihli Türkspor dergisinde Fenerbahçe’nin ünlü teknik direktörü Ignac Molnar ile yapılan röportaj var. Yaklaşık onar senelik aralarla 3 kez Fenerbahçe’nin başına geçen ve her defasında şampiyonluklar yaşayan bu efsane ismin Türkiye’deki ilk röportajını Gündüz Aktuğ yapmış. Keyifli okumalar…
Sabah saat on… Mano Palas otelindeyim… Moda’nın en güzel yerinde yükselen otelin salonunda antrenörün kahvaltıya inmesini bekliyorum… Biraz sonra antrenör Molnar aşağıya indi… Sarışın orta boylu bir adam… Beni görünce selam verdi. Arkasından karısı ve kızı da geldiler.. Onlar kahvaltı ederlerken ben antrenöre dönerek Türkspor mecmuasından geldiğimi ve kendisiyle bir röportaj yapmak istediğimi söyleyerek ilk sualimi soruyorum :
Hangi kulüplerde futbol oynadınız?
Sevimli muhatabım gülerek:
Mektepten çıktığımdan beri hep futbol oynadım. Hayatımı yalnız bu sayede kazandım. Oynadığım kulüpler sırasıyla : Macaristan, Budapest Atletic Club, Bockai, F.Ç. Futbol Club; Çekoslovakya Bruno, Makabi kulüpleri ve nihayet İtalya F.Ç. di Roma… 25 yaşında futbolu, yani oynamayı bıraktım ve antrenörlüğe başladım.
Mister Molnar şimdi 46 yaşında olduğuna göre 25 yaşında antrenörlüğe başlaması oldukça cazip bir şeydi..
Benim şaşırdığımı görünce:
Oyuncu yetiştirmek bence oynamaktan daha mühimdir dedi.
Bundan evvel nerelerde antrenörlük yaptınız?
Almanya’da, Hollanda’da, Belçika’da, Fransa’da antrenörlük yaptım. Fransa’da 6 ay dolaştım ve bu müddet zarfında yeni modern antrenman sistemi anlattım. Sonra İtalya ve 1943’de de Bulgaristan’da bulundum. Bulgaristan’da milli takımı çalıştırdım. Hakem ve antrenör kurslarında hocalık yaptım.
Molnar o kadar çok yerde bulunmuştu ki bu onun ne kadar fazla kıymeti olduğunun başlıca delilini teşkil ediyordu.
Kaç defa milli oldunuz?
Macaristan, Çekoslovakya ve İtalya milli takımlarında oynadım.
Önümde bulunan mecmualara göz attım. Hepsinin üzerinde Molnar’ın resimleri var. Bir tanesinde kızının da resmini görünce, hemen kızına dönerek “Sporla uğraşır mısınız?” dedim. O tebessümle :
Yüzmeyi çok severim. Macaristan’da sırt üstü şampiyonuydum, diye sualimi cevaplandırdı.
Bütün ailenin sporcu olması ne iyi bir şey…
Antrenöre:
Fenerbahçe’yi nasıl buldunuz? dediğim zaman,
Oyuncuları fert olarak çok iyi buldum. Fakat şimdiye kadar sizde oynanan futbol her şeydir lâkin W değil, dedi. Ben antrenmanlarda üç şey nazarı itibare alıyorum : Çift kale, kültür fizik ve top kontrolü… Bundan başka her oyuncuyu da kendi yeri için ayrı ayrı çalıştırmak lazım.
Antrenörle uzun zaman konuştuk. Bu arada onun dünyada eşine nadir tesadüf edilen futbol filmlerine de sahip olduğunu öğrendim ve biraz daha oturarak daha fazla rahatsız etmemek için kendisine teşekkür ve veda ederek ayrıldım.