Etiket: Vefa

  • 19 Mayıs’ların Takımı

    19 Mayıs’ların Takımı

    Fenerbahçe futbol takımı, kuruluşundan beri, 19 Mayıs tarihinde oynadığı hiçbir maçı kaybetmemiş. Aşağıda listesini göreceğiniz 21 maçta yalnızca 4 beraberlik alırken, 17 kez galip gelmiş. 19 Mayıs’ların takımı Fenerbahçe… Bu da öyle bir bilgi işte… Çok sevgili Ata’mıza, Ulu Önder’e bir tazim vesilesi… 19 Mayıs Kutlu olsun!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    19 Mayıs 1916: Fenerbahçe 5 – 2 Avusturya Ordu Karması

    19 Mayıs 1922: Fenerbahçe 4 – 1 Anadolu

    19 Mayıs 1933: Fenerbahçe 2 – 0 İstanbulspor

    19 Mayıs 1944: Fenerbahçe 1 – 0 Vefa

    19 Mayıs 1946: Adapazarı Gençlik 1 – 2 Fenerbahçe

    19 Mayıs 1951: Karşıyaka 3 – 4 Fenerbahçe

    19 Mayıs 1952: Fenerbahçe 2 – 2 Galatasaray

    19 Mayıs 1954: Fenerbahçe 2 – 1 Emniyet

    19 Mayıs 1955: Fenerbahçe 4 – 4 Beşiktaş

    19 Mayıs 1956: Fenerbahçe 3 – 1 Beyoğluspor

    19 Mayıs 1961: Fenerbahçe 1 – 1 Vefa

    19 Mayıs 1966: Adapazarı Şekerspor 0 – 3 Fenerbahçe

    19 Mayıs 1968: Mersin İdman Yurdu 1 – 2 Fenerbahçe

    19 Mayıs 1971: Eskişehir 0 – 1 Fenerbahçe

    19 Mayıs 1974: Fenerbahçe 1 – 0 Ankaragücü

    19 Mayıs 1979: Fenerbahçe 1 – 0 Boluspor

    19 Mayıs 1980: Fenerbahçe 1 – 0 Altay

    19 Mayıs 1996: Vanspor 0 – 3 Fenerbahçe

    19 Mayıs 2007: Galatasaray 1 – 2 Fenerbahçe

    19 Mayıs 2016: Fenerbahçe 2 – 2 Sivasspor

    19 Mayıs 2018: Fenerbahçe 3 – 2 Konyaspor


    Erenköy Kız Lisesi mezun ve öğrenci sporcuları bir arada…
  • Türk Futbolunun Bazı İlkleri

    Türk Futbolunun Bazı İlkleri

    Ali Sami Yen, Nasuhi Baydar ve Burhan Felek… Bu üçlü olmasa bizler için Türk futbolunun bazı ilkleri hep gölgeler arasında kalacaktı. Bu sefer mikrofonlarımız Burhan Felek’te. Milliyet gazetesindeki köşesinde, tanıdığı eski sporcuları anlatıyor. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tanıdığım Eski Sporcular

    Bu tanımak sözünden iki türlü mana çıkaracaksınız. Birisi gördüğüm sporcular, ötekisi görüştüğüm, tanıştığım kimseler. Bunların birincisi azdır. İkinci kısmı hayli dolgundur. Şimdi bu eski amatörleri sayıp dökmeye başlamadan evvel bizdeki eski sporlar bahsini burada kapatmak isterim.

    Sanırım bundan evvelki yazımda bazı eski sporlardan bahsetmiştim. Bunlar arasında kayık yarışlarını yazdığımı hatırlamıyorum. Kayık yarışları programlı, tertipli olmakla beraber ara sıra yapılırdı. Bu ekseriya Donanma Cemiyeti menfaatine tertiplenen deniz bayramlarında yapılırdı. Bugün olimpik sporlar arasına girmiş ve beynelmilel nizamlara bağlanmış olan kürek yarışlarına benzemezdi. Mesela alamana kayıkları yarışı, piyade dediğimiz iki ucu sivri, şimdi tarihe karışmış kayık yarışları ve bildiğimiz sandal yarışları olduğu gibi yazın nadiren de futa denilen ince uzun sandal yarışları da olurdu. Bugünkü yarış teknelerinin hiçbirisi o zaman mevcut değildi.

    Yüzme sporu da pek başıbozuk olarak yapılırdı. Devirde denize girmek için deniz hamamlarına gidilirdi. Bu hamamlar sahilden 5-10 metre uzakta, denize çakılmış direkler üzerine inşa edilmiş tahta salaş deniz hamamlarıydı. Etrafı tahtadan bir dolanma yeri, üstü kısmen kapalı, etrafı kapalı, deniz kısmi da kısmen kapalı birer havuz gibiydiler. İstanbul’un birçok sahillerine kurulurdu Bugünkü plaj hayatı çok yenidir ve o devirde âdeta ayıp sayılacak bir şeydi. Evinin önünden denize girenler bile bir küçük kulübe yaptırırlardı.

    Şimdi mevcudu kalmamış sporlardan biri de çayır hokeyi idi. Hokey, bildiğiniz gibi buz üzerinde veya tekerlekli patenlerle skating dediğimiz kapalı salonlarda, bir de çayırda oynanan üç çeşittir. Bizde bunun ikisi yapılırdı. Çayırda[BE1]  hokey, bir de salonda hokey.

    Bilhassa İkinci Meşrutiyet’ten sonra Galatasaray, Anadoluhisarı, İdmanyurdu gibi Büyük kulüplerin hokey takımları vardı, Hokey, futbol sabasına yakın bir saha üzerinde ucu eğilmiş sopalarla oynanır ve oldukça sert bir Topa bu sopalarla vurarak futbol kalesinin yarısı kadar bir kaleye topu sokmaktan ibaret bir oyundu. Sopalar ve sert top bakımından oldukça tehlikeliydi. Bu sporun en meşhur simalarından birisi Galatasaraylı Rıza idi.

    Bu sporun oynandığı İstanbul’da birkaç salon vardı. Bunlara skating adı verilirdi. Birisi Taksim’de eski Taksim Kışlası’nın şimdi yeri meydana gitmiş olan köşesinde büyük ve zemini çimentodan yapılmış bir salondu.

    Hiç unutmam, biz o salonda Kazım Karabekir Paşa’nın himayesinde bir spor müsamere gecesi tertiplemiştik. Gecenin en mühim müsabakası, o devirde parlamış olan iki genç güreşçiyi karşılaştırmaktı. Bunlar birisi Haliç’ten veya Fatih Güreş Kulübü’nden Vehbi, diğeri Anadolu Kulübü’nden Enver ismindeki genç amatör pehlivanlardı. Hatırımda kaldığına göre Enver daha teknik, Vehbi daha kuvvetliydi. Güreş ne netice verdi bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey, gecenin geç saatlerine kadar süren o müsamere sebebiyle Üsküdar’a geçemeyip Beyoğlu’nda bir otelde kaldık. Gece sabaha karşı top atışlarıyla uyandık. Ne olduğunu anlayamadık. Fakat sabah gazetelerde bunun Cumhuriyet ilanı için atılmış toplar olduğunu öğrendik. Günlerden 29 Ekim 1923’tü,

    Bu iki pehlivandan Enver bir bağırsak düğümlenmesi sonucu o müsabakadan biraz sonra hayatını kaybetti. Spor âlemini ve Anadolu Kulübü’nü mateme boğdu. Çünkü çok sevilen, nazik, terbiyeli, malumatlı ve aslan gibi güzel bir delikanlıydı. Rakibi Vehbi ise bildiğimiz arkadaşımız Vehbi Emre’dir. Uzun müddet, Türk güreşine ve beynelmilel federasyona hizmetten sonra sanırım şimdi emekli olmuştur. Allah uzun ömür versin.

    Gelelim tanıdığım eski sporculara…

    Bunların başında adını işittiğiniz ve Kadıköylü futbolcuların tanıdığı “Tahtaperde Aleko” gelir. Tahtaperde Aleko, sanırım Kadıköy Futbol Kulübü’nün sağbekiydi. Ben onu bir kere Kuşdili’nde Galatasaray’a karşı oynarken görmüştüm. O devirde futbol müsabakaları herkese açık çayırlarda oynanır, yalnız etrafına çelik tel halattan bir korkuluk gerilirdi. Biz de, oyunu bu telin dışından seyrederdik. Bir Galatasaray-Kadıköy maçında Galatasaray’da solaçık oynayan meşhur Emin Bülent Bey’di. (Merhumun Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa’nın torunu olduğu söylenirdi).

    O zaman da hücumlar kanatlardan yapılırdı. Bir gün Emin Bülent, topu sürüyor, sürüyor, tam ortalayacağı sırada Aleko ayak koyup topu alıyor yahut çeliyordu. Bu iki defa tekerrür etti. Üçüncüsünde Emin içerledi:

    “Herif! Seninle karakola gideceğiz galiba! Ne çelme takıyorsun?” diyecek oldu.

    Aleko şakacı, yumuşak, terbiyeli bir sporcu idi. Rum şivesiyle:

    “Neden karakola gidelim beyim? Birahaneye gideriz!” cevabını vermişti. Bunlar birbirinin arkadaşıydılar.

    O devirdeki Türk takımında oynamayan ve önde gelen Türk futbolcularını yazmıştım. Bir daha sempati ve rahmetle hatırlayalım: Hasan, Hüseyin ve Fuat Bey.

    Hasan ile Hüseyin Kadıköy takımında, Bahriyeli Fuat Bey Moda Kulübü’nde oynardı. Bunların içinde Hasan adındaki oyuncu bugün futbolun sihirbazı sayılan Pele ayarında bir oyuncuydu. Topa hâkimiyeti cambazlık derecesine varmıştı. İyi zamanında haf bek oynardı. Son zamanlarda bek oynamaya başlamıştı. Futbol hayatında Hasan’ın bizim Anadolu Kulübü de dâhil girmediği kulüp kalmamıştı. Maalesef, futboldaki büyük yeteneğine mukabil, hususi hayatı son derece intizamsız geçti ve genç yaşında hastanede öldü.

    Hüseyin’in adı Dalaklı idi. Çünkü Hüseyin şişman ve kuvvetli bir futbolcu idi. Attığı şutu tutacak kaleci nadir bulunurdu. Ama kondisyonu yoktu. Daha ilk yarıda şişerdi. Onu için adına “Dalaklı” demişlerdir.

    Fuat Bey de sağ veya solaçık oynardı. İyi İngilizce bilmesi sebebiyle futbolun bütün nazariyatına vâkıftı. Lakin oyuncu olarak orta halli bir açık forvetti.

    Dediğim gibi Türkiye’de ilk Türk takımı Galatasaray’dır. Fenerbahçe ondan sonra gelir

    Türk olmayan takımlara gelince…

    Bunların hemen hemen hepsi Kadıköy ve Moda’da kurulmuş Rum, İngiliz veya karma takımlarıydı. Başlıcaları Kadıköy, (Rum, İngiliz ve Türk), Moda (İngiliz ve Türk), Strugglers Rum, Helis Rum kulüpleriydi. Sonra Progre adıyla bir kulüp kuruldu. Bu kulüp sonradan Altınordu oldu. Anadolu, Süleymaniye, Şehremini, Türkgücü, Vefa, Nişantaşı, Hilal, Beşiktaş, Anadoluhisarı, İdmanyurdu, Beylerbeyi, Beykoz hep sonradan kurulan Türk kulüpleridir.

    Galatasaray takımı futbol sahasına girdiği zaman, belli başlı oyuncuları başta Emin Bülent ve Ali Sami gelir, Ali Sami az oynamıştır. Sonra Bekir gelir, Bekir, beş-on sene evveline kadar İngiliz Mektebi Türk müdürü idi. Ben Emin Bülent’i oynarken gördüm, Bekir’i ve Ali Sami’yi hatırlamıyorum.

    Ama Galatasaray’ın meşhur beki Adnan’ı herkes tanır. Adnan, kuvvetli bir bekti. Fakat her kuvvetli bek gibi bazen ıska geçerdi. Adnan, İttihatçıların Adliye Nâzırı merhum Müsahipzade Müsahip Molla’nın oğlu İbrahim Hakkı Bey’in oğlu idi. Bunu da yazıyorum ki, o zamanın sporcu neslinin hangi sınıftan geldiğini göresiniz diye!

    İngilizlerden tanıdıklarımı değil de, oyununu gördüklerimi de sayayım.

    Başta o zaman bizim Komber diye telaffuz ettiğimiz Cumber adındaki İngiliz ile onun soliçi Haytung dediğimiz arkadaşıydı. Bunlar, bize dripling, şut ve pasın ne olduğunu öğretmişlerdi. İngilizlerin bir de Jim Lafonten adında sonradan idareci olan birisi vardı. Daha sonra Novil ailesi katıldı. Bu İngilizler içinde uzun boylu, esmer, iriyarı bir bek vardı ki, Türkler adını Karamanlı koymuşlardı.

    Galatasaray’ın ilk takımında ün yapmış oyuncuların başında Kürt Celal dediğimiz genç gelirdi. Celâl, aslında Kürt mü idi, yoksa karayağız ve çetin bir çocuk olduğundan mı öyle denirdi, bilemem. Ama şimdiye kadar gördüğüm santrhafların en kuvvetli ve yorulmayanı idi. Bugünkü futbol, artık oyuncuları oyuna başlarken diziliş tertibine göre adlandırıyorlar. Bizim anlatmaya çalıştığımız o devirde santrhaf takımın en mühim mevkii ve haf hattı belkemiği idi.

    Kalecilere gelince… O devirde neden bilmem, iyi kaleci yok gibiydi, Bugün kalecilerin gösterdikleri tehlikeli ve fedakâr müdafaa oyunu hemen hemen yok gibiydi. Galatasaray’ın kalecisi Ahmet Robenson adında Güney Afrikalı bir mühtedi (sonradan Müslüman olmuş) İngiliz ailesinin çocuklarından en büyüğü idi sanırım. Hiçbir kuvvetli şutu tuttuğunu görmedim. Golü yedikten sonra topun nereden girdiğini, kendisinin nerede kaldığını uzun uzadı etüt ederdi. Ve bu hareketiyle şöhret bulmuştu. Bu Robenson ailesinin Abdurrahman Robenson adında pekiyi bir cimnastik hocası oğulları daha vardı. Bir de oldukça safdil Yakup Robenson vardı ki, herkesle dost, her yere girer çıkar, safsaf laflar ederdi. Birinci Cihan Harbi’nde casusluk suçuyla biçarenin kurşuna dizildiğini söylemişlerdi.

    Kadıköylülerin kalecileri biri lokumcu, bir diğeri demirciydi, hatırımda öyle kalmış. Bunların hiçbirisi bugünkü gibi bir kaleci şöhreti yapmamışlardı. Aslına bakarsanız kaleci, o devirde futbola meraklı, fakat iyi oynayamayan çocuklardan seçilirdi. Size Anadolu Kulübü’nün birisi topal, diğerinin bir gözü sakat iki kaleciyle senelerce lig maçlarına iştirak ettiğini söylersem şaşar mısınız? İlk şöhretli kaleci Fenerbahçe’nin Arslanyan adındaki Ermeni kalecisi olmuştur. Tıknaz bir çocuktu. Bütün meziyeti çevik ve refleksinin süratli oluşundan ibaretti.

    Burhan Felek (Geçmiş Zaman Olur ki – Tanıdığım Eski Sporcular)

  • Canlı Yapraklar – X

    Canlı Yapraklar – X

    Fenerbahçe tarihinin hâmisi Dr. Rüştü Dağlaroğlu‘nun 1954-1955 yıllarında Akşam gazetesinde yayınlanan ve 1957 kitabının öncülü olarak yazılarını kıymetli büyüğümüz Müzdat Dağlaroğlu‘nun müsaadesiyle sitemizde yayınlıyoruz. Huzurlarınızda “Canlı Yapraklar – X” : 1923 yılından geliyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spor Tarihimizden Canlı Yapraklar – X

    Bugün İstanbul’un 4 kümeye bölünmüş 92 kulübü içinde öyleleri vardır ki, bunlar hangi kümede olurlarsa olsunlar, taşıdıkları adları ile birer (tarih)tirler. İkinci kümedeki Anadolu, Süleymaniye, Anadoluhisarı İdman Yurdu ve dördüncü kümedeki Altınordu kulüpleri gibi.

    Siyah-Beyaz formasıyla, uzun seneler İstanbul semtinin en kudretli kulübü olarak temayüz eden (Süleymaniye)nin bugün adını sık sık işitmemek onun yüce tarihinin silinmiş veya unutulmuş olması manasına gelmemelidir.

    Şöyle, 35 yıl öncelere gidelim. Ve futbolda İstanbul’un birinci kümesine göz atalım… Göreceğiz ki orada 6 kulüp vardır… Bunlar: Fenerbahçe, Galatasaray ve yukarıda adları geçen 4 kulüptür.

    40 yıl önceye gidelim… 1915 te de küme yine aynı 6 kulüpten müteşekkil olarak bütün bir hüviyet ve kudretiyle karşımıza çıkar. Hem de öyle bir küme ki şartlar, aşağı yukarı bugünkü gibi, müsavi olduğundan karşılaşmalarda hiç bir kulüp için önceden kati bir üstünlük iddiası varit olamaz. Her maç çetin, her karşılaşma şedit bir mücadeledir.

    Yıllarca birbirleriyle kaynaşmış ve sporumuzun bugünkü ileri durumunun, hemen her şube için ve uzun yıllar kahrını çekmiş bu emektar 6 kardeşin bugün, 40 sene sonra, çil yavrusu gibi dağılmış olmaları hakikaten hazindir. Fakat bu, onların şaşaalı tarihlerine bir nakisa teşkil etmeyeceği gibi bir gün yine bir arada ve en üst kümede toplanmalarının imkânsız olduğu manasını da taşımaz.

    1910’da kurulmuş olan (Süleymaniye Kulübü) nün gerçekten şaşaalı bir tarihi vardır. Kaleci Büyük Nedim’ler, solaçık Zeki’ler, Fikret’ler, Büyük Orhan’lar, Arif’ler, Hikmet’ler, Badi Şükrü’ler, Ahmet’ler, Arap Hüseyin’ler, Kemal Halim’ler, daha sonra Hamdi’ler ve Lütfi’ler… Ve daha nice kıymetler bu eski ve köklü yuvada yetiştiler.

    Futbolda Milli Takıma müteaddit elemanlar veren ve İstanbul ikinciliklerini alan Süleymaniye, atletizm ve bilhassa bisiklette de birçok Türkiye şampiyonluklarına erişmiştir.

    Bu eski ve kıymetli spor ocağımızın 15 yıl önceleri güttüğü Yenibahçe stadı dâvasını müspet bir neticeye bağlayamaması cidden talihsizlik olmuş ve onu lâyık olduğu büyük gelişmeden mahrum bırakmıştır.

    İstanbul semtinin, en az çeyrek asır için, en kuvvetli kulübü olan Süleymaniye’nin Fenerbahçe ile olan münasebetleri 40 sene, fasılasız olarak, büyük bir kardeşlik havası içinde devam etmiştir.

    1913’de bir ihtilaf yüzünden cuma ligine giremeyen Süleymaniye’nin Büyük Orhan ve Zeki gibi en kıymetli futbolcularını, o sene pazar liginden mâda cuma ligine de ayrı bir takımla katılan Fenerbahçe’ye ödünç olarak vermesiyle başlayan bu samimiyet 1939’da Yenibahçe sahasında ilk ve son defa olarak tertiplediği 29uncu yıldönümü bayramını Fenerbahçe ile beraber kutlamasıyla en yüksek dereceye varmıştı.

    Süleymaniye’nin Fenerbahçe ile 40 yıl sürmüş kardeşçe münasebatı içinde dikkate şayan bir nokta vardır ki, o da, bu kulübümüzün talihinin Sarı-Lacivertliler önünde hiç de yâr olmayışıdır.

    Filhakika; İstanbul’da gelmiş, geçmiş ne kadar kulüp varsa bunların, istisnasız olarak hepsi Süleymaniye’den zaman zaman birçok silleler yemişlerken, yalnız Fenerbahçe bu iste muaf kalmıştır.

    Süleymaniye’nin Fenerbahçe ile karşılaşmalarının listesi önümde… 70 kadar maç yarmış. Fakat hiçbir galibiyeti yok. Yalnız, 30.11.917’de 2-2, 9.2.1947’de de 1-1’lik iki beraberliği var. Halbuki aynı Süleymaniye meşhur Altınordu’ya 6, Galatasaray’a 4’er golle bir kaç defa galip geldiği gibi, birincisi tarihlerinin ilk karşılaşmasında olmak üzere Beşiktaş’ı da birkaç defa yenmiştir.

    Süleymaniye’nin Fenerbahçe önündeki talihsizliği daha ilk karşılaşmalarında, hem de büyük bir belâgatle kendini göstermiştir. Biraz da Fenerliler fazla insafsız davranmışlardır.

    Ama kabahat da yine Süleymaniye’dedir. Şöyle ki; 40 yıl kadar maziye rücu edelim:

    11 Aralık 1915 cuma günü (Union Club) sahasındayız. Hava yağmurlu ve saha çamurlu.

    Maçı tehir edelim mi, etmeyelim mi? Düşünüyorlar. Fakat, Süleymaniyeli talihsizce bir celâdet gösteriyor: «- Buraya kadar geldik, oynayalım artık!» diyor.

    Fenerbahçe umumi kaptanı Galip merhum için verilecek cevap malumdur artık: «- Pekâlâ oynayalım!» mukabelesinde bulunuyor. Bulunuyor ama o da rakibinin celâdet ve bilhassa geçen haftalardaki oyunlarından ürkmemiş de değildir.

    Çünkü; Süleymaniye daha evvel yaptığı 3 lig maçında, sırasıyla Anadolu’ya 3-2, Anadoluhisarı İdman Yurdu’na 1-0 ve Altınordu’ya da 6-2 galip gelmiştir ve dördüncü kabak bu gidişle Fenerbahçe’nin başında patlayacaktır!

    Bu haleti ruhiye altında başlayan maç, bütün tahminleri altüst eden bir netice ile bitti: Birinci devrede 8, ikincide de 4 gol yapan Fenerbahçe, yılın namağlup rakibini tarihteki bu ilk karşılaşmada 12-0 gibi, yıllarda görülmemiş bir netice ile hayal kırıklığına uğrattı.

    İşte, Fenerbahçe ile Süleymaniye arasında 11 Aralık 1915 teki 12-0’lık maçla başlayan futbol karşılaşmaları 19 Şubat 1949’daki 5-2’lik maçla, şimdilik sona ermiş bulunuyor. İnşallah, profesyonel kümede yakinen yeniden başlayıp devam eder.

    Yukarıdaki resim, senede vasati olarak iki karşılaşma halinde 35 yıl devam etmiş olan Fenerbahçe-Süleymaniye maçlarından birini canlandırmaktadır. Bundan 32 sene evvel, 12 Ocak 1923 te Kadıköy’de yapılan bir lig maçından önce alınmıştır.

    Fenerbahçe ligde ilk devrenin 7nci ve sonuncu maçını oynamağa çıkmış bulunuyordu. Daha evvelki 6 maçta, sırasıyla Hilâli 4-0 yenmiş, Altınordu ile 0-0 berabere kalmış, Galatasaray’ı 3-0, Anadolu’yu 2-0, Darüşşafaka’yı 5-0 ve Vefa’yı da 5-0 yenmişti, 14 maçta (1) beraberlik ve (13) galibiyet ve sıfıra karşı (67) golle kazandığı emsalsiz 1922/23 İstanbul şampiyonluğuna doğru dolu dizgin gidiyordu.

    Yusuf Ziya Öniş’in hakemliğinde oynanan bu maç cidden çok heyecanlı olmuştur. Bilhassa Hikmet ile Cevat’ın cansiperane müdafaalarıyla Süleymaniye, gol atmakta çok mahir, o ele avuca sığmaz meşhur rakiplerine ilk 45 dakikayı haram etmiş ve gol yememiştir.

    Ancak 2nci haftaymın 25inci dakikasında sol müdafi Cafer’in uzaktan savurduğu şiddetli bir şut ağlara takıldıktan sonradır ki Sarı-Lacivertli muhacimler sinirden kurtulmuşlar ve neticeyi 5-0 lehlerine sona erdirmişlerdir.

    Resimde 11 Fenerli ve 9 Süleymaniyeli görüyorsunuz. O zamanın âdeti veçhile, o gün de iki Süleymaniyeli gecikmiştir. İçlerinde tanımadığınız var mı?

    Ben 2 Süleymaniyeliyi tanıyamadım. Diğerlerini beraber sayalım:

    Ayaktakiler, iki meşhur Süleymaniyeli hariç, Fenerlilerdir;

    Sağ baştan: Fahir (Yeniçay), Kadri (Göktulga), Sabih (Arca), Hasan Kâmil (Sporel), Cafer (Çağatay), Ömer (Tanyeri), Süleymaniyeli müdafi Cevat, Doktor İsmet (Uluğ), Diş tabibi Bedri (Gürsoy) Süleymaniye santrhafı meşhur Hikmet (Barlan), Şekip (Kulaksızoğlu), Alâeddin (Baydar), Zeki (Sporel).

    Yerdeki Süleymaniyeliler, yine sağdan: Abbas, Salâhaddin, Arab Hüsnü, kaleci, Safa ve sol baştaki de müdafi Saimdir.

    (Gelecek resim ve yazı, Taksim stadında 32 sene evvelki bir Fenerbahçe – Galatasaray maçına ait enteresan hâtıralardır.)

    Rüştü Dağlaroğlu – 29 Mayıs 1954 – Akşam Gazetesi

  • Ne Güzel Bir Sayfa

    Ne Güzel Bir Sayfa

    “Tarihte Bugün” serimize 14 Mart 1930 tarihinde oynanan derbi maçı ile devam ediyoruz. Detayları Vakit gazetesinden keyifle okuyalım… Bu arada, şöyle bir gazeteye bakınca… Ne güzel bir sayfa, değil mi?

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe 3 – 1 Galatasaray

    Galatasaray bozuk bir oyun oynamış ve maç umumiyetle Fener’in hakimiyeti altında geçmiştir.

    Vefa ile Beşiktaş (3)’er sayile berabere kaldılar.

    Dün, İstanbul futbolunun sayılı günlerinden biri idi. Çünkü Şilt maçları şehrimizin ön safı işgal eden kıymetli dört takımı: Galatasaray, Fenerbahçe, Vefa ve Beşiktaş’ı karşı karşıya getirdi. Hem de Galatasaray, Fenerle, Beşiktaş da Vefa ile karşılaşmak suretiyle…

    Neticeyi hemen söyleyelim: Beşiktaş’la Vefa berabere kaldılar. Fenerbahçe 3-1 Galatasaray’ı yendi.

    Fenerbahçe, Galatasaray’a karşı bu ikinci galebeyi kazanırken cidden güzel bir oyun oynamıştır. Fakat alınan neticenin değişmemesinde en esaslı amil Galatasaray’ın şuursuz bir müsabaka yapması olmuştur. İlk golü oyunun üçüncü dakikasında kendi kendine yapan takım bundan sonra hiçbir oyun sistemi takip etmeyerek gelişi güzel bir müsabaka yapmış ve karşısında oyunun bir saatini dokuz kişi ile oynayan Fener takımı üzerinde bir türlü müessir olamamıştır.

    Maçların tafsilâtına gelince:

    Bu dört takımın yaptığı şayanı dikkat müsabakalar (öğleden sonra hava da açtığı için) İstanbul’un hemen bütün futbol meraklılarını Stadyuma toplamıştı. Tribünleri ve sahanın etrafını lebalep dolduran seyirci adedini dört bin rakamile tespit etmek hakikate yakın bir tahmin olur.

    İlk maçı Beşiktaş’la Vefa oynadı. Hakem Kemal Halim yan hakemleri Hasan ve Nevzat.

    Takımlar şu tertiple oynadılar:

    Vefa: Natık, Hayri, Ragıp, Saim, Emin, Refik, Sami, Muhteşem, Osman, Gazi, Seyfi Naci

    Beşiktaş: Osman, Adnan, Kadri, Mahmut, Hüsnü, Tahir, M.Kemal, Feyzi, Nazım, Şükrü, Nuri

    Müsabaka güzel bir başlangıçla çok ahenktar bir cereyana girdi. Ve böylece mütekabil hücum ve müdafaalarla pek zevkli bir hal aldı. Bu aralık Beşiktaş ilk golü yaptı, biraz sonra buna Vefa mukabele etti. Bu bir bire vaziyet karşısında sayı yapabilmek için sarf edilen gayret güzel oyunu bozdu. Yer tutmayan oyuncuların gelişi güzel vuruşları maçın zevkini kaçırdı. Beşiktaş bir fırsatı kovalayarak ikinci sayısını kaydetti. Birinci devre 2-1 Beşiktaş’ın lehine bitti.

    İkinci devrede Vefanın muvaffakiyetli harekâtına şahit oluyoruz. Tevali eden akınlar kaleye her defasında bir sayı tehlikesiyle iniyor. Vefanın sol içi Seyfi bu hücumlardan birinde sağdan gelen bir pası sıkı bir şutla olduğu gibi kaleye atarak takımına beraberlik sayısını kazandırdı. Bundan sonra Vefa beş dakika kadar çok güzel bir oyun gösterdi. Buna Beşiktaş da mukabele edince ilk dakikalardaki muvaffakiyetli oyun yeniden canlandı.

    Fakat birkaç dakika sonra Beşiktaş’ın hâkimiyetine şahit oluyoruz. Ve takımın genç oyuncusu Nâzım nefis bir vuruşla 3 üncü sayıyı yapıyor.

    Oyunun bitmesine iki dakika kala Vefa sağaçığı güzel bir darbe ile topu kale direğine çarptırıp takımına üçüncü ve beraberlik sayısını kazandırdı. Oyun bu netice ile, yani beraberlikle bitti.

    Galatasaray – Fenerbahçe maçı, malum olan gürültülü hava içinde oynandı. Takımlar sürekli alkışlar arasında sahaya çıktı. Hakem Futbol heyeti reisi Hamdi Emin Bey , yan hakemleri Saim Turgut ve Ragıp Beyler.

    Takımlar şu tertiple sıralanmıştır:

    Fenerbahçe: Rıza Nemlioğlu, Füruzan Şansal, Kadri Göktulga, Mehmet Reşat Nayır, Sadi Çoban, Cevat Seyit, Fikret Arıcan, Muzaffer Çizer, Zeki Rıza Sporel, Alaettin Baydar, Niyazi Sel

    Galatasaray: Avni, Vasi, Burhan, Mithat, Nihat, Suphi, Rebii, Latif, Muslih, Kemal Şefik, Mehmet

    Müsabaka on altıyı on bir geçe baş adı. İlk hücumu Galatasaray yaptı. Buna Fener mukabele etti ve top karşılıklı akın dalgaları içinde kaleden kaleye koşmaya baş adı.

    Devrenin üçüncü dakikasında maçın ilk golü Galatasaray’a oluyor. Galatasaray müdafaası pek sıkışık bir vaziyette iken Suphi kaleciye pas veriyor. Kaleci yetişemiyor, top içeriye gidiyor…

    Bu, Galatasaray hesabına fena bir başlangıçtır. Durup dururken kendi ayağile gol yemek…

    Bundan sonra çok sıkı bir maç seyretmeye başladık. Top ortalarda hiç kalmadan bir kaleden diğer kalenin önüne geçiyor, her zıplayışında, her hareketinde sayı tehlikesi taşıyan bir hal var. Bir kalede bir şey yapamayınca öbürüne koşuyor.

    Ve böylece 23 üncü dakikayı bulduk. Ama bu geçen dakikalar içinde Fenerbahçe vaziyete daima hâkimdir. En çok o hücum ediyor. Oyunun üzerinde daha fazla sarı – lacivertliler müessir…

    İşte bir de gol kazanıyorlar: 23 üncü dakikada Muzaffer topu kapıyor, sürüyor, müdafileri geçiyor, sıkı bir şut. Kaleci boşuna yatmıştır. Top ağlara takıldı.

    Fener bu suretle ikinci sayısını da kaydedince vaziyete büsbütün hâkim oldu. Beri tarafta Galatasaray her itibarla bozuktur. Ahenksiz oynuyor. Gayrı muntazam oynuyor. Bütün bunları bir tarafa bırakın. Düşüncesiz oynuyor.

    Vaziyet tavazzuh etmiştir. Fener bu defa galibiyete lâyıktır. Fakat takımın bir saat gibi işleyişi bozuldu. Niyazi bir çarpışma neticesinde sakatlandı, Dışarı çıkarıldı. Takım on kişi kaldı.

    İki dakika sonra, hakem, maçı durdurmasına rağmen oyuna devam eden Fikret’i de dışarı çıkardı. Bu suretle Fenerbahçe dokuz kişi kaldı. Oyunun bitmesine de daha bir saat olduğu için sarı – lacivertlilerin bu vaziyeti muhafaza edemeyecekleri hatıra gelirdi. Filhakika Galatasaray bunu düşünerek akıllıca oynasa idi netice çok değişebilirdi.

    Hâlbuki iki dakika sonra Fenerbahçe üçüncü sayısını kaydediyor: Alâeddin topla beraber kaleye koşarken Burhan topa eliyle dokundu. Penaltı, Zekinin şutu ve gol; devre böylece bitti.

    2 inci devreye başlanırken Fener bahçe 0 – 3 galip vaziyetindedir. Bunu düşünerek ve dokuz kişi ile oynadığını nazarı itibara alarak sıkı bir müdafaa sistemiyle topu taca savuran bir oyun oynamaya başladı. Bu suretle oyunun zevki kaçtı, Fenerbahçe dokuz kişi olmasına rağmen Galatasaray’a hâkimdi. İki muhacimle oynarken bile top kaleyi tehlikeli vaziyetlere sokabiliyordu. Çünkü sarı- kırmızılılar manevi kuvvetini gaip etmiş ve hiçbir oyun ve tabiye esası düşünmeyen bir takım manzarası arz ediyordu.

    Fenerbahçe bu dokuz oyuncusile böyle topu taca atarak, yakışık almayan bir oyun oynayacağına tazyiki idamede devam etse idi oyundan daha fazla sayı ile çıkması pek mümkündü. Oyun bu zevksiz cereyan ile beş dakika kalıncaya kadar sayısız geçti. Bu sırada Galatasaray bir frikik atışı esnasında muhacim hattına geçen Nihandı gayretiyle yegâne sayısını yaptı ve oyun bu suretle 3- 1 Fenerin lehine bitti.

    15 Mart 1930 – Vakit Gazetesi

  • Burhan Felek’in Futbol Hatıraları

    Burhan Felek’in Futbol Hatıraları

    Merhum Burhan Felek, Milliyet gazetesinde “Yaşadığımız Günler” başlığı altında anılarını yazmıştı. Bunlardan biri olan “Burhan Felek’in Futbol Hatıraları” sadece kendi kulübü Anadolu için değil, Fenerbahçe için de önemli detayları haiz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Spora Nasıl Başladım?

    Üsküdar’da İhsaniye mahallesi doğduğum, büyüdüğüm bir mahalledir. Havalar İhsaniye yamacının derece derece yükselişine göre yumuşaktan serte kadar giden bir gam gösterir. Biz Sultaniye sokağında hem poyraza hem lodosa bakan sırttayız.

    İhsaniye mahallesi bir bakıma Üsküdar’ın bir sınır mahallesi idi. Gerçi daha doğusunda Selimiye vardı ama burası da Üçüncü Selim’in planını Fransız mühendislere yaptırdığı ve daha ziyade Selimiye kışlasındaki zabitlerin ailelerini barındırmak için tasarladığı bir lojman mahallesi idi.

    Kuzey tarafı ise Karacaahmet mezarlığı denilen büyük servi ormanıyla çevrilmiş olduğu için, İhsaniye mahallesi, Üsküdar’ın diğer mahallelerinden farklı ve oldukça tecrit edilmiş durumda idi. Ondan dolayı bu mahalle halkının diğerlerine göre gece veya tatil günü hayatı daha mahdut imkanlarla zor doldurulabilirdi.

    Aslına bakarsanız mahallenin bir tek kahvesi vardı: Çiçekçi kahvesi. Bir tek bakkalı vardı: Çiçekçi bakkalı…

    Birbirine ve denize paralel üç uzun ve genişçe sokağı vardı. Yukarıdan denize doğru da üç yokuş inerdi. Bunların üst sokağının adı Sultaniye, ikinci sokağının adı Aziziye, alt sokağındakini hatırlamıyorum, galiba alt sokak idi.

    Birim evin hemen karşısından alt sokağa inen yokuştan Selimiye caddesine çıkan daracık ve ancak 100 metre kadar uzun bir sokak vardı. Burada Mısır çarşılı Sadık Bey, Müftü Şamlı Ahmet Efendi (kendisinden hukuk imtihanına hazırlanmak için Arapça ve vakit geçirmek için satranç öğrenmiştim), daha ileride pek güzel bir kızı ve torunları olan Mabeynci Mahir Bey otururdu. Bu küçük sokağın adı “Çiçekçi Sokağı” idi. Yani mahalle bakkalı ve mahalle kahvesi adlarını bu sokaktan almışlardı.

    Bunun sebebini bir türlü anlayamamışımdır. Evvela bu “Çiçekçi” lafı nereden geliyordu. Çünkü, gerek bakkal, gerekse kahve zamanının isim yapmış dükkanlarından idi. O devirde bazı dükkanlar bilinmeyen sebeplerle ün salmış ve halkça yeri dahi bilinmeden ismi şöhret bulmuş yerlerdi. “Çiçekli Bakkal” da (Sinekli Bakkal gibi) bunlardan biriydi. Çiçekçi Kahvesi de öyle! Bunların ne büyüğünün ne küçüğünün sattığı mal bakımından hiçbir fevkaladeliği yoktu.

    Bütün bu tafsilatı verişimin sebebi İhsaniye mahallesinde 14-15 yaşında bir çocuğun vakit geçirmek için gidebileceği bir yer olmadığını anlatmaktır. Onun için babam beni Çiçekçi kahvesine götürürdü.

    Çiçekçi kahvesi bizim eve pek yakın da değildi. En azından 100-150 metre yürümek lazımdı. Ama kahvenin hemen civarındaki evlerde oturan mahalleli erkekler boş zamanlarını hemen hemen kahvede geçirirlerdi. Bunlardan biri de sesi kısık Şadiye Hanım’ın oğlu Serasker kapusu ketebesinden Ziya Bey’di. Bu Ziya Bey kısa boylu, çabuk konuşur bir adamdı. Ziya Bey kahveye başında kalıplı bir fes, sırtında entari ve üstünde hafif bir cübbe veya ince abamsı bir şey ve ayağında potin kundura ile gelirdi. Merhum şair Talat Bey ve arkadaşları Ziya Bey’e (arkasından) “Apitintoni” adını takmışlardı.

    Bütün bunları size zamanın mahalle hayatını gözünüzün önünde mümkün olduğu kadar iyi canlandırabilmek için yazıyorum.

    Evet, Ziya Bey bir gün kahve halkına daha doğrusu bize bir haber verdi:

    “Aman efendim, Kuşdili çayırında İngilizler bir top oyunu oynuyorlar, görülecek şey! Bir Pazar gidip görelim…”

    Bu Ziya Bey’in babası kimdi, bilmem. Yalnız annesi mahallece sesi kısık Şadiye Hanım ismiyle anılan, oldukça tanınmış bir hanımdı. Karşılarında Abdi Bey’ler otururdu. Bu Abdi Bey’ler de Serasker Kapusu “Harbiye Nezareti” memurlarından idi. Kahvenin hemen ensesine düşen bir de çiçek bahçesi olan ve çiçekçilikle para kazanan Esvapçıbaşı zade Behçet Bey vardı. Mahallenin Selimiye kıyısında ise Kağıtçıbaşıların Hacı Raşit Bey ile damadı Selahattin Bey otururdu.

    Bir de “Birdirbir” dediğimiz beli bükük birinin üstünden atlamak oyunu vardı. Bunların az çok sportif kıymeti olduğu inkar edilemez. Bu arada birkaç kişinin üstünden atlamadan ibaret “uzun eşek” ismindeki oyun zorluğu bakımından her zaman oynanmazdı. Ne kalıyordu? Kaydırak. Muayyen bir hedefe yassı bir taşla vurmak…

    E… Bunlar 15 yaşından sonraki gençliği pek tatmin edecek şeyler değildi. Onun için o devirlerdeki gençlik oyunsuzluk yüzünden karakter ve meyline, ailesinin kendine karşı olan kaydlanma derecesine göre kahve peykelerine, tulumbacı koğuşlarına veya meyhane köşelerine düşer, yahut eve kapanıp abdallaşırdı. Çiçekçi kahvesinde konuşan sesi kısık Şadiye Hanım’ın oğlu Apitintoni Ziya Bey beni bu akıbetten kurtardı.

    Haberi aldığımızın ertesi Pazarı babamla beraber Kuşdili’ne gittik ki bir kıyamet! Yani o zamana göre birkaç bin kişi var…

    Kuşdili çayırı (adı üstünde) açık bir çayırdı. Ne duhuliye var, ne bilet. Yalnız halkın oyun sahasına girmemesi için futbol sahası ölçülerinden ikişer metre kadar geniş köşelere yuvaları evvelden hazırlanmış demir kazıklara gerilen çelik halat tel gerilmiştir.

    İlk oyun Moda kulübü ile Kadıköy kulübü arasında imiş. Modalılar içinde sonradan Fenerbahçe kulübünde şöhret bulan Bahriyeli Fuat Bey vardı. Fuat Bey galiba sol açık oynardı. Sahanın dört bir tarafını halk sarmıştı. Daha iyi seyretmek için açık fayton arabası tutup üstünde oyun seyredenler de vardı. Bu futbolu ilk görüşümdür. Tarihi 1906’ya düşer. O günden bugüne futbol ve onun bahanesiyle spora ömrümün 66 yılını verdim.

    1907’de Üsküdar’da bir kısım gençler, Nafia Nezareti ketebesinden Şucauddin Bey adından oldukça müstebit birinin başkanlığı altında hala üçüncü kümede oynayan Anadolu kulübünü kurduk. Kurucular arasında Kaptan Paşa camii imamı huzur hocalarından ve sonradan Sinop sürgünlerinden meşhur Hafız Nazif Efendi’nin oğulları Hafız Nasuhi, Hafiz Macit, onların akrabalarından Telgrafçı Atıf, Rıza Suneri Sadullah, Selahattin, daha hatırlayamadığım kimseler vardı

    Ne var ki biz yani Türkler uzun müddet Pazar günleri oynayan Kadıköy, Moda, Barham, Strugglers (İngiliz sefareti gemisi mürettebatı) takımlarının kurdukları Pazar Ligi’ne giremedik. Ama Galatasaray ve Fenerbahçe ile Progre (daha sonraki Altınordu) takımı girdi. Zaten biz Pazarları oyun oynayamazdık. Memleketin resmi tatili Cuma günü idi.

    Oyunlarımızı ekseri tek kale halinde İbrahim Ağa çayırında yapardık. Bir gece bizim evdeki toplantıyı polis bastı. Durumumuzu anlattık. Hemen cemiyetler kanununa göre kendimizi “nizami”leştirmemizi emrettiler. 1907’de kurulmuş olan “Anadolu” kulübü resmi tescil tarihi olan 1908’de kurulmuş göründü.

    Bir müddet sonra bizim gibi semtlerdeki bazı Türk takımlarını bir araya getirip Cuma Ligi’ni kurduk. Bu ligde ilk önce sekiz takım vardı. Bazılarını hatırlarım: Anadolu, Süleymaniye, İdman Yurdu, Şehremini, Türkgücü, Vefa gibi.

    1914 Harbi’nden sonra Cuma Ligi ve Pazar Ligi birleşti ve birinci, ikinci futbol ligleri kuruldu. Bunların hepsi amatördü. Bu ligde de Fenerbahçe ve Galatasaray hep başta gitti.

    Kabul etmek lazımdır ki Pazar Ligi bizden kuvvetli idi. Anadolu kulübü bir ara Fenerbahçe ile birleşti. Sait Selahattin falan o sıralarda takıma yeni giriyorlardı. Sonra tekrar ayrıldım.

    Ben takımda yer almak suretiyle futbola 17 yaşında başladım. Sol haf oynadım. 29 yaşımda 12 sene oyundan sonra kestim. İyi bir oyuncu olamadım ama Anadolu kulübünün kuruluşundan itibaren idarecilikte vazife aldım.

    1918 yıllarında kulübün reisi idim. Sonradan işlerimizle kulübün işlerini telif etmek mümkün olamadı. 1923’de Ali Sami, Yusuf Ziya merhumlarla Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nı kurduk. Bu Türkiye’nin ilk amatör ve esaslı spor kuruluşudur.

    1906 tarihlerinde Çiçekçi kahvesinde sesi kısık Şadiye Hanım’ın oğlu Ziya Bey’in teşvikiyle bende başlayan spor merakı bugün Türkiye Olimpiyat Komitesi Başkanlığını yüklenmeye ve ona gelinceye kadar ne tehlikeli ve pürüzlü işlere, mihnetlere katlanmaya yetti de arttı bile…

    Çünkü 66 yıllık spor hayatımızın süt limanlık geçmediğini söylemem lazım. Az kalsın unutuyordum. Gene bu merak saikasiyle 1908 tarihinde Üsküdar’da “Futbol” adında bir spor mecmuası çıkardıktı. Dört nüsha yayınlanabildi. Paramız bitti, kapadık. Bu Türkiye’de çıkan ilk spor mecmuasıdır.

    Burhan Felek

  • 1953 Yılında Millî Takım

    1953 Yılında Millî Takım

    5 Haziran 1953 tarihinde Yugoslavya ile 2-2 berabere kaldığımız millî maçtan önce Nejat Altay futbolcuları anlatan bir yazı yazmış. 1953 yılında millî takım kadrosunda Fenerbahçelilerin çokluğu göz çarpıyor. Bu Türk futbolunda kadim bir gelenektir… Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    1953 Yılında Millî Takım

    Bugün Yugoslavlar karşısında çetin bir imtihan geçirecek olan millî futbol takımımız oyuncularının kısa biyografileri:

    Şükrü Ersoy (Kaleci)

    1929 İstanbul doğumlu. Küçük yaşta futbola başlamış. 16 yaşında Fenerbahçe’ye intisap ederek genç takımda oynamıştır. Bilahare Vefa’ya geçen Şükrü halen vatani vazifesini yapmakta ve Karagücü’nde oynamaktadır. Bir defa (A), bir defa (B) millî takımında yer almıştır.

    Form düşüklüğü gösterdiğinden kampa çağrılmayan Turgay’dan sonra son senelerin yetiştirdiği en iyi kalecidir. Blokajları emniyetlidir. Topu iyi takip eder. Fedakarca plonjonlariyle takımını mutlak gollerden kurtarmaktadır.

    Erdoğan Akın

    1930 İzmir doğumlu. Futbola forvet olarak başlamış, esas mevkini bilahare 1949’da Göztepe kulübünde iken bulmuştur.

    952’de Adalet’e geçmiştir. İki defa (A), iki defa (B) millî takımlarında oynamıştır.

    Gayet çevik ve iyi top takip eder. Kaleci Şükrü’nün yedeği idi. Ancak son dakikada ayağındaki arızası nüksettiğinden yerine Selahattin çağrılmış bulunmaktadır.

    Müzdat Yetkiner (Bek)

    1924’te İstanbul’da doğmuştur. Meşin topa forvet olarak başlamıştır. Fenerbahçe takımının hemen her tarafında oynamıştır. 12 defa millî.

    Futbolu tam olarak hazmetmiştir. Her iki ayağına hakimdir. Mükemmel bir (WM) oyuncusu. Ayağındaki arızası bizim için büyük talihsizliktir. Yerine Ankaralı Rıdvan çağırılmıştır.

    Basri Dirimlili (Sol Bek)

    1930’da Silistre’de doğmuştur. Futbola Eskişehir Demirspor’da başlamıştır. Vatanî vazifesi dolayısıyla Ankara’ya gitmiştir. Halen Havagücü’nde tescillidir. 3 defa millî olmuştur.

    Havadan hakimiyeti ve rakip takımın oyununu bozuşu başlıca meziyetidir. Sol ayağı daha kuvvetlidir. Takımında orta haf oynamaktadır.

    Gökçen Dinçer (Yedek Bek)

    1935 İstanbul doğumlu. Futbola Çengelköyü’nde başlamıştır. Bir sezon Beylerbeyi’nde oynadıktan sonra 952’de Adalet’e geçmiştir. 4 defa genç, 1 defa B millîdir.

    Genç yaşına rağmen futbolda gösterdiği yüksek kabiliyeti dolayısıyle millî kadroya alınmıştır. Kulübünde orta haf oynamakta, millî takımda bek yedeği.

    Mustafa Ertan (Sağ Haf)

    1928’de Bursa’da doğmuş ve futbola orada başlamıştır. Bilahare Adana Millî Mensucat takımında yer almış, askerliğe Ankara’ya gelmiştir. Halen Karagücü’nün kaptanlığını ifa etmektedir. 8 defa millî formayı giymiştir.

    Millî takımın en teknik oyuncularıdan. Müstakar oyunu ile Ay-Yıldızlı formada hakkı olan yerini almıştır ve uzun zaman da muhafaza edeceği umulmaktadır.

    Ali İhsan Karayiğit (Sol Haf)

    1927’de Manisa’da doğmuştur. Futbola olan yüksek kabiliyetini hemen belli etmiş ve Beşiktaş’a geçtiği günden beri orta haf mevkiinin rakipsiz adamı olmuştur. 13 defa (A), 1 defa (B) millî takımda oynamıştır.

    Ayağına hakimiyeti, akın kesme ve hücum hattını beslemesiyle Beşiktaş’ın ve millî takımın en esaslı unsuru. Havadan üstünlüğünü ve bilgili oyununu da zikretmek icap eder.

    Rober Eryol (Sol Haf)

    1930’da Mersin’de doğmuştur. Futbola İstanbul’da Talimhane’de başlamıştır. 1947’de Galatasaray’a girmiş, genç, (B) ve (A) takımlarında oynamış ve üç sezondur devamlı olarak birinci kadroda yer almaktadır. Bir defa (A), iki defa (B) millî takım formasını giymiştir.

    İleri geri çalışması, forvet hattını layıkiyle desteklemesi, maç esnasında aklını ve dikkatini sadece topa ve oyuna hasretmesi başlıca meziyetleridir.

    Akgün Kaçmaz (Yedek Haf)

    1935 Ankara doğumlu. Futbola Doğanspor’da başlamış, bir mevsim sonra Hacettepe’ye, oradan da Fenerbahçe’ye geçmiştir. Dört defa genç, bir defa (B) millîsi.

    Müthiş enerjik, topu ayağından bırakmak istemez. İlerde daha “teknikleşeceği” muhakkak. Millî takımın haf yedeği.

    Fikret Kırcan (Sağ Açık)

    1920’de İstanbul’da doğmuştur. Feneryolu’nda futbola başlamış, 1933’de Fenerbahçe’ye  girmiş ve günden beri Sar-Lacivert takımda oynamaktadır. 7 defa millî formayı giymiştir.

    Türk futbolunun yetiştirdiği nadir kıymetlerden biridir. Millî takım ve Fenerbahçe kaptanı. Ayağını aklıyla idare etmesi en büyük hususiyetlerinden. Top sürüşleri, ortaları ve isabetli frikikleriyle karşı taraf için en tehlikeli oyuncudur.

    Mehmet Ali Has (Sağ İç)

    1927’de İstanbul’da doğmuş ve meşin topa Beykoz çayırında başlamıştır. Beş sene Beykoz birinci takımında oynadıktan sonra 1948’de Fenerbahçe’ye geçmiştir. 13 defa millî. 11 defa (A), iki defa  genç millî takımda yer almıştır.

    Top olan hakimiyeti… Fizik yapısı futbola elverişlidir. Fazla dripling yaptığı ve ayağında top tuttuğu zamanlar takımına zararlı olmaktadır. Sağ iç oynayacaktır.

    Garbis İstanbulluoğlu (Santrfor)

    1927’de İstanbul’da Kumkapı’da doğmuştur. Futbola Kadırga’da başlamış, gayri federe kulüplerde yer aldıktan sonra Taksim’e geçmiş, vatanî vazifesini müteakip 1949’da Taksim’den Vefa’ya girmiştir. 3 defa millî olmuştur.

    Fevkalade cevval, son senelerin en iyi santrforlarından. Her iki ayağına ve kafasına hakim. 90 dakika rakip müdafaayı karıştırabilecek enerjiye sahip. Topla fazla oynamadığı zamanlar daha randımanı olduğu muhakkak.

    Burhan Sargın (Sol İç)

    1929 Ankara doğumlu. İlk kulübü Hacettepe. 947den 951’e kadar Hacettepe’de oynamış, bilahare Fenerbahçe’ye intisap etmiştir. 3 defa millî olmuştur.

    Top sürüşleri fevkalade. Son derece fırsatçı. Gayet girgin ve kıvrak oyun tarzı var. Bir ismi de “Ankara Canavarı” geçen yılın Ankara gol kralı ve bu senenin İstanbul ikincisi.

    İsmet Yamanoğlu (Sol Açık)

    1925’de İzmir’de doğmuş ve futbola orada başlamıştır. 944’de Beşiktaş’a, 947’de Elektriğe geçmiş, bir sezon sonra da Vefa’ya intisap etmiştir. 8 defa (A), bir defa da (B) millî takımında yer almıştır.

    Gayet sıkı sol şutlara malik. Top söküş ve pas tevziatı ile for hattını işletmektedir. Futbolda ciddi çalışması hakkı olduğu yeri kendine verdirmiştir.

    Ali Erener (Yedek Sağ Açık)

    1930’da İzmir’de doğmuştur. 945’de Karşıyaka birinci takımında yer almış, 950’de Vefa’ya girmiştir. Millî takımın sağ açık yedeği.

    Feridun Bugeker (Yedek Santrfor)

    1933 İstanbul doğumlu. Küçük yaşta meşin topun peşinde koşmaya başlamış, mahallî kulüplerde oynadıktan sonra 949’da Beyoğluspor’a girmiş ve derhal birinci takımda yer almıştır. 952’de Fenerbahçe’ye geçmiştir. Aynı zamanda atletizmle de meşgul olur. 100 metreyi 11.3 ve 200 metreyi de 24 saniyede katetmektedir. Bir defa (A), bir defa (B) millî takımında oynamıştır. Bu maçta santrfor yedeği.

    Garbis Baklaoğlu (Sol Açık Yedeği)

    1930 İstanbul doğumlu. Futbola Şişli’de başlamıştır. İlk tescilli kulübü Taksim’dir. Fenerbahçe ve Galatasaray’da oynadıktan sonra 952’de Vefa’ya geçmiştir. Bir defa (B) millîsi. Bu maçın sol açık yedeği.

    Nejat Altay | 5 Haziran 1953 – Milliyet Gazetesi (1953 Yılında Millî Takım)

  • 1933 Moda Yüzme Yarışları

    1933 Moda Yüzme Yarışları

    11 Ağustos tarihinde Vakit gazetesi tarafından düzenlenen 1933 Moda Yüzme Yarışları, sporculardan ve halktan çok büyük bir ilgi gördü. Bir gün önce, 10 Ağustos’ta gazetede katılımcıların listesi yayınlandı. Bu kıymetli isimlerin bulunduğu liste arşivde saklı kalmasın istedik… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yüzme Müsabakalarımız Yarın

    Tahminimizden çok fazla rağbet ve alaka uyandıran yüzme müsabakalarımız yarın Moda yüzme havuzunda yapılacaktır.

    Kayıt müddeti dün akşam bitmiş ve yazılanların sayısı iki yüzü geçmiştir.

    Müsabakalara saat on üçten itibaren başlanacaktır. (1500) için yazılanlar sayı itibarile fazla olduğu için bunlardan bir kısmını saat ondan itibaren yüzdürmek zarureti baş  göstermiştir. Bu müsabakaya katılan Salim, Cemil, Toma, Lili, Talat, Sedat ve Mihalaki Beylerden maadasının saat onda havuzda bulunmaları lazımdır. Hakem heyeti isimleri yukarıda işaret edilenlerin öğleden sonra, diğerlerinin öğleden evvel müsabaka yapmalarına karar vermiştir.

    Bu itibarla herhangi bir haksızlığa meydan vermemek üzere yüzücülerin zamanında gelmeleri rica olunur.

    Bunlardan başka diğer müsabakalara girecek yüzücülerin de kontrol edilebilmeleri için 12’de gelmeleri lazımdır.

    Hakemler ve İdareciler

    Müsabakamızda baş hakemliği yüzme komitesi reisi Ekrem Rüştü Bey kabul etmiştir. Hakem heyeti güreş federasyonu reisi Ahmet Fetgeri, denizcilik federasyonundan Rıza, kıdemli yüzbaşı Abdurrahman, kaptan Ziya, Fuat Rüştü Beyler ile Her Riedt, Her Eichstadt, Her Prak ve kulüp denizcilik şubeleri kaptanları Fahri, Şekip, Rüştü Beylerden terekküp etmektedir.

    Tertip ve idare heyetimiz de şunlardır:

    Gazetemiz namına spor muharriri Sırrı, muharrir Sadri Etem, 800cü Ziya Beyler ile gazeteci ve sporcularımızdan Ömer Besim, İzzet Muhittin, Ahmet İhsan, Mehmet Salim ve Moda yüzme havuzu müdürü İhsan Kaptan Beylerdir.

    Halk için Yer

    Bu büyük müsabakaları görmek isteyen vatandaşlar için, müsabaka yerini tamamile gören küçük Moda gazinosunda yerler temin ettik.

    Davetiyemizi hamil olanlara bu gazino tarafından yüzde otuz, diğer vatandaşlarımız için de yüzde on tenzilat yapılmasını kabul ettirdik.

    Hediyeler

    Müsabakamızda kazananlardan birinci ve ikinciye birer madalya, su topunda kazanan takıma bir vazo ve diğer hediyeler verilecek ve hediyeler müsabakalardan sonra verilecek danslı çayda dağıtılacaktır.

    Müsabakamıza Yazılanlar

    Müsabakamıza yazılan yüzücülerin girecekleri müsabaka nevilerine ve kulüplerine göre muntazam listesi şudur:

    50 Metre Çocuklar

    (12-14 yaşında serbest ve kurbağalama)

    Turan, Mahir, Kirkor (Fenerbahçe), Ferit, G.Müller, W.Mamboury, Susi Müller, Gerlinde Zehender, Yeğen Ali, Fikret (İ.S.K.), Necla Hüsnü, Fevzi, Yani Gramandani, İskender, Muvaffak, Lola Lâfteri, Gerhart Müller, Artin, İbrahim, Veciye, Fethi, Muzaffer. (Hariçten)

    100 Metre Gençler

    (14-16 yaşında serbest ve kurbağalama)

    Fuat, Nezihi, Rauf, Kirkor, Talat (Fenerbahçe), K.Krocher, Smoliak, Karl Linke, Hendel, Ortrud Preusser, Rut Müller, Sua Goldenberg, Eva Alter (İ.S.K.), Lili Madencidis (Pera), Burhan, Valantin Strikalkin, Jale, Muvaffak, İzak Holdman, Lola Lafteri (hariçten)

    50 Metre Tekaütler

    Hüseyin, Zeki, Ekrem Rüştü (İ.S.K.), Fahri (Beykoz), Cemil, Mühendis Galip (Fenerbahçe), Şahin (hariçten)

    50 Metre Gazeteciler

    Ali (Vakit), İhsan (Cumhuriyet), Muhteşem (Milliyet), Salim Hamdi (A.A.)

    Çömlekleme

    Ahmet Fetgeri, Ziya Kaptan, Fuat, Muhteşem

    100 Metre Serbest

    Nejat, İstavro, Ömer (Fenerbahçe), Sıtkı, Süleyman, Orhan, Gördes, Hagen (İ.S.K.), Agah, Li, Kamil, Haydar (Beykoz), Orhan, Halil (Galatasaray), Halit Nuri, Hasan Basri (Vefa), Saim, Sadi (İstanbulspor), Mehmet Hakkı, Recai (Birinci İnönü), Ahmet Şefik, Meti, Fikret, Li, Lütfi, Mukadder, Nejat, İbrahim (Hariçten)

    100 Metre Sırt Üstü

    Orhan, Gabris (Fenerbahçe), Sedat (İ.S.K.), Niko, Enver (Beykoz), Orhan, Halil (Galatasaray), Saim (İstanbulspor), Hasan Basri (Vefa), Naci, Jorj Angelidis (Hariçten)

    100 Serbest (Hanımlar)

    Mari, Leyla, Mürüvvet (Fenerbahçe), Susi Müller, Rut Müller, Eva Alter (İ.S.K.)

    200 Serbest

    Salim, Nejat, Cemil (Fenerbahçe), Süleyman, Orhan, Mühendis Gordes, Sıtkı (İ.S.K.), Saffan, Agah, Vangel, İhsan, Haydar (Beykoz), Orhan, Halil, Cihat (Galatasaray), Saim, Sadi (İstanbulspor), Hasan Basri, Kemal (Vefa), Jorj Angelidis, Li, Ragıp (Hariçten)

    200 Kurbağalama

    Orhan, Haraç (Fenerbahçe), İzzet, Adnan, Saffan (Beykoz), Kemal (Vefa), Jozef, Cihat (Galatasaray), Sedat (İ.S.K.), Şadan, Mihaliki (Hariçten)

    200 Serbest (Hanımlar)

    Leyla (Fenerbahçe), Eva Alter (İ.S.K.)

    200 Kor Bağlama

    Leyla (Fenerbahçe), Eva Alter (İ.S.K.), Li (Hariçten)

    400 Serbest

    Nejat, Salim, Cemil, Hazır, Fahri, Jirayer (Fenerbahçe), Lili, Toma, Burhan, İhsan, Haydar (Beykoz), Mehti (Galatasaray), Halit Nuri, Kemal, Saim (Vefa), Hikmet (Karagümrük), Sedat (İ.S.K.), Sadi (İstanbulspor), Mustafa, İsmail, Hüseyin (Birinci İnönü), Nejat, Jorj Angelidis (Hariçten)

    400 Serbest (Hanımlar)

    Leyla (Fenerbahçe), Susi Müller, Rut Müller, Eva Alter (İ.S.K.), Li (Hariçten)

    1500 Serbest

    Salim, Cemil, Ömer, Necdet, Bahaettin (Fenerbahçe), Hakkı, Toma, Burhan, Lili (Beykoz), Talat (Galatasaray), Hasan Basri, Faruk (Vefa), Sedat, Adolf Linke (İ.S.K.), Mustafa Asım, Nazif, Yakup, Dirtad, Bahaettin, Vasfi (Topkapı Gençlerbirliği), Murat (Küçükpazar Gençlerbirliği), Nihat (Birinci İnönü), Hasan Müştak, Yekta, Mihalaki, Jan Vuçadelis (Hariçten)

    Atlamalar

    Talat, Hiristo, Şefik (Fenerbahçe), Behçet, Hayri, Selim, Behzat, Hakkı (Beykoz), Suat, Ahmet (Galatasaray), Halit Nuri (Vefa), Faik Selim, Mille Ortrud Preusser (İ.S.K.), Sadi (İstanbulspor), Neşet (Birinci İnönü), Yorgi Dedeko, Li (Hariçten)

    Su Topu

    Harraç, Cemil, Garbes, Fethi, Hiristo, Tarık, Fernan, Berç, Şefik, Saveci, Turan (Fenerbahçe), Mühendis Gordes, Hagen, Süleyman, Orhan, Karl Linge, Krocher, Sıtkı, W.Mamboury (İ.S.K.)

    Türk Bayrak Yarışı

    Sedat, Sıtkı, Süleyman, Orhan (İ.S.K.), Hakkı, Harbelaus (Hariçten)

    Hanımlar Bayrak Yarışı

    İ.S.K. Takımı

    Yağlı Direk

    Ahmet, Hüseyin, İbrahim, Süleyman (Birinci İnönü), Harbelaus, Hakkı (Hariçten)

    Müsabaka programımız da şudur:

    1933 Moda Yüzme Yarışları
    1933 Moda Yüzme Yarışları Programı
  • Fenerbahçe’de Ping Pong’un Kuruluşu

    Fenerbahçe’de Ping Pong’un Kuruluşu

    18 Nisan 1949 tarihli Öz Fenerbahçe dergisinde Cem Atabeyoğlu müthiş bir tarihî belge bırakmış ve Fenerbahçe’de Ping Pong’un kuruluşu hakkında şahane detaylar vermiş. Meğer içinde bulunduğumuz 2022, Fenerbahçe Masa Tenisi şubesinin 75. yılıymış ve 1 Temmuz da doğum günü… İnşallah Muhtar Sencer‘in de adı anılarak, bihakkın kutlanır. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Nasıl Kuruldu? Nasıl Parladı?

    Bütün dünyada günden güne rağbet kazanmakta olan bir spor var. Adına: Masa Tenisi veya Ping-Pong deniliyor.

    Bu cazip sporun memleketimize gelişi bir hayli eski olmasına rağmen; kulüplerimize yayılışı pek kısa bir maziye inhisar etmektedir. Burada, Ping-Pongun tarihçesini yapacak değilim. Yalnız, bu sene hiç yenilmeden İstanbul şampiyonluğunu kazanan Fenerbahçe Ping-Pong şubesinden biraz bahsetmek isteri. Çok kısa bir maziye sahip olan Fenerbahçe Ping-Pong şubesinin bu müddet zarfında elde ettiği parlak başarılar, cidden övünülmeye değer neticelerdir.

    Çok kısa bir mazi dedi. Evet… Fenerbahçemizde Ping-Pong şubesinin kuruluşu, 1 Temmuz 1947 gününe rastlar. Yani henüz iki sene bile dolmamıştır. Bu şubenin tesisinde, Sarı-Lacivertlilerin kıymetli ve çalışkan sportif oyunlar kaptanı Muhtar Sencer’in hissesi çok büyüktür. Kendisini burada peşinen tebrik ederim.

    Fenerbahçe’nin genç Ping-Pongcuları, üç dört aylık bir çalışmadan sonra, ilk maçlarını 11 Aralık 1947 günü Teknik Üniversite ile yaptılar. Takımın en kuvvetli elemanı Güneri Artunkal, bu maçta kendi mektep takımında yer aldı. Bu ilk müsabakada, Güneri’nin mektebine kazandırdığı bir galebe ile Fenerbahçeliler maçı 3-2 kaybettiler.

    Sarı-Lacivertliler, bu ilk müsabaka ve mağlubiyetten sonra, çalışmalarına hız verdiler. 1947-1948 Ping-Pong sezonunu şu şekilde hülasa edebiliriz:

    11.12.1947 | Fenerbahçe 2 – 3 Teknik Üniversite (Dostane Maç) (1. Kategori)
    13.12.1947 | Fenerbahçe 5 – 0 Ortaköy (Vefa Turnuvası) (1. Kategori)
    14.12.1947 | Fenerbahçe 4 – 1 Vefa (Vefa Turnuvası) (1. Kategori)
    14.12.1947 | Fenerbahçe 4 – 1 Kurtuluş (Vefa Turnuvası) (1. Kategori)
    20.12.1947 | Fenerbahçe 1 – 4 Beyoğlu (Vefa Turnuvası) (1. Kategori)
    15.01.1948 | Fenerbahçe 4 – 1 Galatasaray (Dostane Maç) (1. Kategori)
    17.01.1948 | Fenerbahçe 3 – 2 Zoğrafyon Lisesi (Zoğrafyon Turnuvası) (2. Kategori)
    07.02.1948 | Fenerbahçe 3 – 2 İtalyan T. Lisesi (Zoğrafyon Turnuvası) (2. Kategori)
    08.04.1948 | Fenerbahçe 3 – 2 Robert Kolej (Dostane Maç) (1. Kategori)
    25.05.1948 | Fenerbahçe 5 – 0 Beyoğluspor (Vefa Turnuvası Finali) (1. Kategori)

    Ping-Pong sezonu böylelikle kapanmış oluyordu Fakat bu arada; Şişli Halkevi, güzel bir teşebbüsle 17 Temmuz 1948 günü bir açıkhava turnuvası tertip etti. Beş takım arasında yapılan bu cazip turnuva sonunda; Ortaköy, Şişli Halkevi, Fatih Halkevi ve Tarabya’yı aynı neticelerle (3-2) yenen Fenerbahçe Ping-Pong takımı, bu turnuvanın şampiyonu oldu.

    Fenerbahçeliler, bu arada iki hususi müsabaka daha yaptılar: 25/9/948 günü Kurtuluş’a 2-1 galip; 1/10/948 günü İzmit muhtelitine 4-1 galip.

    Sarı-Lâcivertli Ping-Pongcular, 1948-1949 sezonuna daha hazırlıklı ve ümitli girdiler. Nitekim, İstanbul Tenis Ajanlığı tarafından tertiplenen İstanbul Ping-Pong Şampiyonası’nda; Beyoğluspor’u 7-2, Şişli’yi 6-3, Ortaköy’ü Hükmen, Tarabya’yı 9-0, Kurtuluş’u 6-3, Galatasaray’ı 6-3 mağlup ederek 18 puanla İstanbul Şampiyonu oldular.

    Ayrıca; mecmuamız tarafından tertiplenen ferdî birinciliklerde de Fenerbahçeli Ping-Pongcular 2 ikincilik ve 2 üçüncülük kazandılar. Bu faaliyet programını 10/9/949 günü B.T.G.M. tarafından tertiplenen ferdî birinciliklerle (bu haftalık) kapayabiliriz. Bu müsabakalarda da Fenerbahçe, çift erkeklerde 1 ikincilik; çift muhtelit (kadın-erkek) müsabakalarında da 1 üçüncülük aldı…

    Bu arada, Fenerbahçe’den Güneri Altunkal 1946 yılından beri İstanbul Ferdî Ping-Pong Birinciliği’ni muhafaza etmektedir. Bu güzide oyuncu, 1946 yılından beri (Öz Fenerbahçe Ferdî Turnuvası hariç) iştirak ettiği bütün ferdî ve takım müsabakalarında hiç yenilmemiştir. Güneri’den sonra takımlar arası yaptığı müsabakalarında yaptığı 18 maçta 18 galibiyet alan Hamit Pişkin’i sayabiliriz. Hamit, Apostol, Ancus ve K.Vasiliadis gibi kıymetli rakiplerini müteaddit defalar mağlup etmeye muvaffak olmuştur. Fenerbahçe’nin Ping-Pong’cuları arasında Aleko Morisis, Niko Magulas, Foduloğlu, Stefo Halaris, İsak Hananel, Nejat Tulgar ve kıymetli takım kaptanı Marulidis isimlerini sayabiliriz.

    Böylelikle Fenerbahçe Ping-Pong takımı iki sene içinde tertip edilen resmî ve hususî bütün karşılaşmalarında 20 maç kazanmış ve ancak 2 maç kaybetmiş oluyor. Övünülecek bir netice değil mi? Sarı-Lâcivertlilerin genç Ping-Pongcularını tebrik ederiz. Kendilerinden bu parlak derecelerinin devamını bekliyoruz.

    Cem Atabeyoğlu | 18 Nisan 1949 – Öz Fenerbahçe Dergisi (Fenerbahçe’de Ping Pong’un Kuruluşu)

  • Derbinin Kaptanları

    Derbinin Kaptanları

    14 Mart 1930 tarihinde oynanan ve Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 3-1 yendiği maçtan sonra “Havacılık ve Spor” dergisinde derbinin kaptanları Galatasaraylı Nihat Bekdik ve Fenerbahçeli Zeki Rıza Sporel maçı yorumlamışlar. Özellikle Nihat Bekdik’in söyledikleri enteresan… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şilt Maçlarında Galatasaray Fenerbahçe’ye İkinci Defa Yenildi

    İstanbul Şampiyonluğunu tayin edecek lig maçlarından Fenerbahçe’ye yenilen Galatasaray, Şilt müsabakalarında da bu sene ikinci defa olarak aynı takım tarafından mağlup edilmiştir.

    İstanbul şampiyonunun mevsim başlangıcından itibaren oynadığı oyunları takip edenler için bu netice zaten evvelden biliniyordu.

    Galatasaray, Mısırlılara karşı o güzel oyunundan sonra lig maçlarına daha kuvvetli ve idmanlı bir şekilde hazırlanacağı yerde topa aylarca ayağını sürmemiş bir kadro ile çıkmıştı.

    Buna mukabil Fenerbahçe eski takımını oldukça ıslah etmiş ve maçlardan evvel gerek ferdi ve cemi idmanlarla takımın en büyük noksanı olan nefes kabiliyetini artırmıştı. Sarı lâcivert takım bunun neticesi olarak lig maçlarında hiç yenilmediği gibi Şilt müsabakalarından da ezeli rakibini bertaraf etmiştir. Fenerbahçe, Vefa ile Beşiktaş arasında ikinci defa oynanacak maçın galibini de mağlup ettiği takdirde Şildi kazanacaktır.

    Bu maç münasebetiyle her iki takım kaptanının bir gazeteciye anlattıklarını aynen alıyoruz.

    Galatasaray Kaptanı Nihat Bey ne diyor?

    “Cuma günkü kadar fena bir oyun oynadıktan sonra mağlubiyetin bu derecesine şükretmek lâzımdır. Galatasaray takımının niçin bu vaziyete düştüğünü soruyorsunuz. Bunu izah etmek için iki kelime kâfidir. ‘Takımda itaatsizlik vardır, disiplin yoktur. Oyunculardan birçokları kendilerini devaynasında görüyorlar, kimseyi beğenmiyorlar, hiç bir tavsiyeye, ihtara kulak asmıyorlar Takımın ıslah edilmesi bir zaruret halini almıştır. Bunu yapmak için de bu gibileri takımdan atmak lâzımdır. Maalesef bu gibi ahvâlde bir taraflı memnun eden hareketler, diğer bir tarafı müteessir etmektedir. İnzibatsızlık, her işimize mâni teşkil etmektedir. İtaate alışmayan, söz dinlemeyen oyuncular mevcut oldukça bizim takımı ıslah etmeye de imkân yoktur. Mağlubiyet fena bir şeydir, itiraf ederim ki bu feci vaziyeti yukarıda izah ettiğim intizamsızlık doğurmuştur, başka ne söyleyeyim? Yarının en mühim kısmını işte size anlattım.”

    Lig maçlarında Beşiktaş İstanbulspor’u, Galatasaray da Vefa’yı mağlup etmişlerdir. Galatasaray’ın Beşiktaş’la üç üçe berabere kalan Vefa’ya karşı aldığı 4-1 neticeden sonra 28 Mart’ta Fenerbahçe ile oynayacağı- son maç merakla beklenmektedir. Biz netice her ne olursa olsun her iki takımdan da güzel bir oyun bekliyoruz.

    Fenerbahçe Kaptanı Zeki Bey ne diyor?

    “Bir takımın muvaffakıyet sırlarından en birincisi- takımın muntazam bir halde teşkil edilmesidir.

    Her mevkide oynayacak oyuncuyu seçmek ve bunlara aynı mevkide muntazam antrenmanlar yaptırmak hulâsa takımı kompoze bir hale getirmek lâzımdır. Biz iki üç senedir, oyuncularımızın muhtelif sebepler dolayısıyla takımdan ayrılmaları yüzünden bunu yapamıyorduk ve her maçta başka başka oyuncular ile takım yapmaya mecbur oluyorduk ve daima kaybediyorduk. Şunu da söylemek lâzımdır ki biz hiç bir vakit bu seneki kadar muntazam bir şekilde çalışmadık. Bu sene, Lig maçlarından iki üç ay evvel takımımızı tespit ederek haftada üç gün muntazam bir metot dâhilinde çalışmaya başladık. Takıma birçok genç oyuncular almıştık. Bunlara aynı zamanda nazariyat ve teknik kabiliyetlerini artırmak için dersler verdik. Bu kadar çalıştıktan sonra kazanmamak için artık bir sebep kalmamıştı.

    Havacılık ve Spor | 31 Mart 1930

  • Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Fenerbahçe forması altında tam 22 sene. Büyük Fikret – Fikret Arıcan’dan devraldığı bayrağı pek fazla onunla birlikte oynamamasına rağmen Küçük Fikret olarak taşıyan bir Fenerbahçe efsanesi. Fikret Kırcan 1955/56 sezonunun sonunda 35 yaşında artık futbolu bırakmaya karar vermiştir. Dönemin acar muhabiri Halit Kıvanç kendisiyle uzun bir röportaj yapar, kendi anıları ve notlarıyla birleştirip 1956 yılının Ağustos ayında Milliyet Gazetesi için 18 günlük bir yazı dizisi hazırlar. 7 Ekim 1956’da oynanan Dinamo Moskova maçıyla futbolu bırakan Fenerbahçe’nin Küçük Fikret’inin futbol hayatını bize tüm detaylarıyla anlatan bu müthiş mirası gazete kupürlerinden çıkarıp Fenerbahçe Tarihi’ne sunuyoruz. Büyük futbolcu Fikret Kırcan ve başarılarla dolu bir futbol hayatının hikayesi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Küçük Fikret Futbolu Bırakıyor

    Onu meşin topa kudretle hükmeder, o yuvarlak deri parçasını çizgi üzerinden adeta santimle ölçüp biçer gibi sürerken seyredenler, bu haber karşısında hemen eski günleri hatırladılar. Demek başlı başına bir stil yaratmış bu “Sağaçıklar Kralı” artık sahalarda görünmeyecekti.

    Fikret Kırcan geçen yıl da futbolu tamamen bırakmaya niyetlenmişti. Fakat hadiseler onu zorladı ve o futbolu bırakmak istediği halde futbol onu bırakmadı. Bir Rusya zaferinin zafer golünü atmak şerefi de, bu işte futbolun haklı olduğunu ispat ediyordu.

    “Faal sporculuktan tatlı hatıralar silinmeden ayrılmak…”

    Fikret bu düstura uydu ve her şeye rağmen artık meşin topa veda zamanının geldiğine hükmetti.

    O aynı zamanda güç erişilir iki rekor da kırmıştı: Birincisi 22 yıl fasılasız futbol oynamak. İkincisi de yine 22 yıl fasılasız aynı renkleri taşımak.

    Küçük Fikret futbola Fenerbahçe’de başladı. Ve işte bir veda maçı ile yine aynı formayı giyecek. Bu arada büyük futbolcunun sırtı milli takım, muhtelit takım veya mektep forması dışında başka hiçbir kulübün renklerini taşımadı. Bu, bilhassa profesyonelliğin ilerlediği devrimizde artık zor, ama pek zor yenilenebilecek bir rekordur.

    Mamafih 22 sene devamlı meşin top kovalama rekoru da aynı derecede mühimsenmeye değer ya.

    Yüksek teknik kudreti yanında efendilik ve sportmenlikle de bir kıymet kazanan Küçük Fikret, bugünün ve yarının nesilleri için “örnek bir sporcu” hüviyetinde görülecek simaların ilk sırasında gelir. Onun için yanında oynayanla karşısında oynayan birbirine yakın sözler sarf eder, takım arkadaşı da rakibi de Küçük Fikret’i “her bakımdan unutulmayacak şöhret” olarak gösterir.

    Fikret’e futbol sahası dışındaki hayatında da mesut günler dileyelim ve Türk futbolunun onun yerini aynı çapta Fikretlerle doldurması temennisinde bulunalım.

    İsmini Niçin Fikret Koymuşlardı?

    Hatıralarını kaleme almaya başlarken: “Fikret”, dedim, “Futbolu bıraktığın şu anda ne hissediyorsun? Futbola veda eden bir oyuncu ne der?”

    Güldü: “Ne diyecek” cevabını verdi, “On yaş daha genç olsaydım der.”

    On yaş daha genç olsaydı, 25 yaşında bulunacaktı. Evet yıllardır büyüyemeyen Küçük Fikret taşıdığı bu “Küçük” sıfatına rağmen şimdi 35 yaşındadır. Nüfusuna bakınca önce 36 yaşında sanırsınız. Fakat bu dünyaya beş gün acele gelmenin talihsizliğidir. Zira Fikret’in doğum tarihi 25 Aralık 1920’dir.

    Futbola Kadıköy’de başlayan, çocukluğu, gençliği Kadıköy’de geçen, şöhretini Kadıköy’de kazanmaya başlayan Fikret, bu tarihte Kadıköy’de doğmuştu. Ve bugün de gene Kadıköy’de oturur.

    Babası Mardin Mutasarrıfı Yusuf Ziya Bey’di. Yusuf Ziya Bey, Şükrü, Sacide ve Meziyet’ten sonra dördüncü çocuğunu eline aldığı zaman ona isim koymakta tereddüt etmedi: “Ali Fikret” dedi. Zira Yusuf Ziya Bey İttihatçılardandı ve iyi arkadaşı Tevfik Fikret’i de çok severdi. İşte oğluna büyük şairin adını veriyordu. Büyük annesi torununa bu ismin verilmesinden ziyadesiyle memnundu ve “İnşallah” diyordu, “o da Tevfik Fikret gibi memlekete faydalı büyük bir adam olsun.”

    Fikret henüz 4 yaşındaydı ki babasını kaybetti. Esasen bu devre sevimli çocuğun kendini ilk hatırladığı zamana isabet eder. Fikret bunu anlatırken: “Hafızamda kalan ilk vaka, üç yaşında kadarken kalabalık içinde babamdan para istediğim için kendisinden bir hayli dayak yediğimdir. Bundan sonra da Midyat’ta bir akşam üstü babamı sedye içerisinde eve getirdiklerini hatırlıyorum. Meğer sekte-i kalpten vefat etmiş.”

    Babasını kaybeden aile İstanbul’a gelmeye mecbur kalmıştı. Neyse ki Mehmet Paşa’nın torunu olan annesi Suphiye Hanım’ın da Ordu’da fındık bahçeleri ve malı mülkü vardı. Bunların iradı, kendilerini geçindirmeye yetecekti.

    Fikret için İstanbul, mektep hayatının başlaması demekti. Bu aynı zamanda arkadaşlar edinmesi ve en mühimi koşmaca oyununda yıldız olması manasına da geliyordu.

    Fikret’in ilk mektebi Madamın Fransız Mektebi oldu. Acar yavru 1927 yılında yazıldığı bu mektebe kapanıncaya kadar yani dört yıl devam etti. Burada koşmaca ve çocukların “anya-manya” dedikleri oyunca Fikret daima bir “as”tı. Onu yakalamak için bütün çocuklar elele tutuşmak ve beraber koşmak zorunda kalırlardı. Çünkü daima vücut çalımları yapan Fikret’i yakalamak imkansız denecek kadar zordu.

    Yıllarca sonra yeşil sahada, meşin top peşinde görülen ustaca vücut çalımlarının menşei, böylece ilk mektepteki “anya-manya” oyununa kadar dayanacaktı. Fikret daha ilk mektep sıralarında iken ilk sportif başarısını kazandı. 23 Nisan’da ilk mektepler arası 100 metre koşusunda ve çember yarışında birinci olmuştu.

    Fransız mektebi kapanınca bu defa altıncı ilk mektebe devama başladı. Burada da evvelki oyunlar devam etmekle beraber, artık Küçük Fikret de her çocuk gibi bir yenilik arıyor, koşmaca nevinden oyunlardan daha çok büyükleri meşgul eden oyunlara geçmek için sabırsızlanıyordu.

    Fikret Futbola Başlıyor

    Orta mektep, Fikret’in hayatında büyük bir değişiklik demekti. Bu çağ, yeni ve karışık derslerle beraber sevimli talebeyi bütün hayatında kendine esir edecek bir sevgiliyi de getiriyordu. Zira Fikret, Kadıköy Erkek Lisesi’nin orta kısmına girmekle futbolla tanışmış oluyordu.

    İlk topları tenis topu idi. Çok geçmeden evlerinin arkasındaki bahçe, daha sonra da bitişiklerindeki büyük arsa, yarının yıldızının ilk futbol sahaları oldu. Fikret’in Fenerli ilk takımı da bu arsada kuruluyordu. Kendi yaşındaki gençlerle bir araya gelen Fikret, artık “Feneryolu takımı”nın elemanı idi. Daima “amatör sporcu” ruh ve hüviyetini taşımış bu delikanlı, futbola başlarken en ileri derecesinde amatördü. O kadar ki, kurdukları mahalle takımının formalarını dahi kendi harçlıkları ile almışlardı.

    Forma da birer kısa kollu beyaz faniladan ibaretti ya… “Feneryolu” takımının kaptanı halen asabiye mütehassısı olan Kenan Tükel’di. Fenerbahçe’nin bugünkü İdare Heyeti azasından Sedat Bayur, bu takımda oynarken, Adalet’in şimdiki klas futbolcusu Erol Keskin de upuzun sarı saçları ile kale arkasında kaçan topları toplayan sevimli bir minimini idi. Fikret o günleri anlatırken “Feneryolu takımı diğer mahalle takımlarını yene yene kısa zamanda şöhret yaparken, ben de futbola gittikçe bağlandığımı hissediyordum” diyor.

    Küçük Fikret Büyük Fikret’le İlk Defa Nasıl Konuştu?

    Bir gün gene meşhur sahaları arsada bir mahalle maçı yaparken topları bitişik bahçeye kaçmıştı. Çocukların bağırması üzerine o bahçeye bakan evin penceresi açıldı ve pencereden… Evet çocukların hepsini heyecana boğan bir baş uzandı. Bu, Fenerbahçe’nin yıldızı, sol açık Fikret’ti.

    “- Ne istiyorsunuz?”

    Fikret’in sualine çocuklar bir ağızdan cevap veriyorlardı:

    “- Bahçeye topumuz kaçtı.”

    Bu defa Fikret ikinci bir sual soruyordu:

    “- Siz hangi takımdansınız bakayım?”

    Bu defa penceredeki büyük futbolcu Fikret’e arsadaki küçük futbolcu Fikret cevap vermişti:

    “- Fenerbahçeliyiz ağabey.”

    “- Hah şöyle… Hadi bakayım, girin de alın topunuzu!”

    Bir gün gelecek, penceredeki yıldızla yerdeki çocuk aynı kulübün elemanı olacaklar ve ikisini kolay ayırmak için penceredekine “Büyük Fikret”, yerdekine de “Küçük Fikret” denecekti.

    Küçük Fikret heyecanla naklettiği bu hatıra sırasında: “O zaman” diyor, “hepimiz o kadar Fenerbahçeliydik ki, top oynarken her birimiz meşhur Fenerbahçelilerden birine benzemeye çalışır, daima onları taklit ederdik. Ama Fenerbahçe’de oynamayı tahayyül dahi edemezdim.”

    Fikret bir yandan mahalle takımında, öte yandan da mektepte futbol oynuyordu. Hatta son ders sınıfın futbol aşıkları için çok zor geçiyor, ders esnasında elden ele giden kağıtlarda dersten sonra Altınordu sahasında çarpışacak iki takımın kadroları okunuyordu. Takımları daha derste kuruyor, zil çalar çalmaz da soluğu sahada alıyorlardı.

    Bir gün Fikret’e bir teklif geldi. Civardaki bir takım, yenildikleri diğer bir takıma karşı, kendilerini takviye etmesini Fikret’ten rica ediyordu. Küçük futbolcu için bu, büyük bir teklifti. Nitekim maçtan önceki geceyi adeta uyumadan, heyecan içinde geçirdi. Nihayet oyun saati gelip çatmıştı. Fikret’i takviye alan takım evvelki mağlubiyetin acısını çıkarmaya ahdetmişti, çok canlı oynuyordu. Fakat rakip de kuvvetliydi. Çekişmeli geçen maç dördünü Fikret’in attığı gollerle 7-3 onu takviye alan takımın galebesiyle son bulduğu zaman, genç futbolcunun sevinci hudutsuzdu.

    Fenerbahçe’ye Gelir misin?

    Fikret futbol hayatının en büyük heyecanının 1933 yılında duydu. Zira kendisine o ana kadar hayalinden bile geçiremediği bir sual soruluyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    Fikret’le aynı mahallede oturan ve Fenerbahçe’nin namağlup genç takımında oynayan kaleci Necdet Erdem’le, soliç Şeref, Fikretlerin takımı ile bir maç istemişlerdi. Bu, bütün mahalle için bir bayram sevinci yaratan hadise idi. İlk defa büyük sahada oynayacaklar, ilk defa büyük bir takımla karşılaşacaklardı. Daha önce tribünlerinden gıpta ile seyrettikleri sahada koşmak, demek onlara da nasip olacaktı.

    Bütün takım derin bir telaş ve heyecan içindeydi. Var kuvvetleriyle oynadılar, çırpındılar. Amma galip gelmek imkansızdı. Fenerbahçe genç takımı hakikaten kuvvetliydi. Nitekim maç 2-0 Fenerbahçe lehine neticelenmişti. Fakat işte bu maç bittiği anda Fikret için yeni bir ufuk açılıyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    O gün çıkardığı oyundan sonra Fikret’e bir teklif demek olan bu sual soruluyordu. Küçük futbol aşığı bir an başının döndüğünü hissetti. Rüya görüp görmediği hususunda tereddüte düştü. Demek antrenör Herr Schweng’in çalıştırdığı takıma, hayallerinin takımı Fenerbahçe’ye girip girmeyeceği soruluyordu.

    Sonradan tarif edemediği hisler içindeki küçük futbolcu, kendisine bunu soranlara sarıldı: Cevabını hareketiyle vermiş, o andan itibaren artık resmen de Fenerbahçeli olmuştu. Amma…

    Annesi Kulübe Girmesine Müsaade Etmiyor

    Amma akşam eve dönünce sevimli küçüğün sevinci birden sonra erdi. Zira onun heyecanla anlattıklarını dinleyen annesi, bu işe razı olmadığını bildirmişti. Fikret belki bu oyunda muvaffak oluyordu, fakat çok zayıf, incecik, naif bir çocuk için ağır bir spordu bu. Kulübe girdiği takdirde büyüklerin arasında ezilme tehlikesi de vardı. Ana kalbi bütün bunların tesirinde muvafakat cevabı veremiyordu.

    Fikret bu defa çok üzüntülü bir gece geçiriyordu. Bir yanda hayallerinin hakikat olması imkanı vardı, öte yanda da annesi. Ne birinciden vazgeçebilirdi, ne de ötekine karşı durabilirdi. Annesinin sözünü dinledi. Mahalle takımında ve mektepte top oynayarak arzusunu dindirmeye çalıştı. Lakin içindeki isteği söküp atamıyordu. Bir ay böyle geçti. İkinci ay birinciyi takip etti. Nihayet üç ay dolmuştu. Artık dayanamayacaktı. Ve dayanamadı da.

    Şimdi Fikret fazlasıyla hürmet ettiği annesine bir şey söylemiyor, lakin bazı akşamlar kaçamak yapıp Fenerbahçe Kulübü’ne gidiyor, antrenmana çıkıyordu. Onu Galip’in genç takımına almışlardı. Sedat, Enis, Muhlis, Nihat, Semih, Muammer, Bülent, Minas, Halit, Melih ve Saim bu takımda bulunuyorlar, yeni arkadaşları Fikret’e çok yakınlık gösteriyorlardı. Fikret bu vaziyetle kulübe daha fazla ısınıyordu. Hem artık yavaş yavaş annesine kulübe gittiğini hissettiriyor, annesi de aynı şekilde yavaş yavaş bu işe rıza göstermeye başlıyordu.

    Galip Bey Kulübün Her Şeyi İdi

    Fikret’in hayatında rahmetli Galip büyük bir yer tutmuştu. Nitekim şimdi eski günleri anlatırken, Galip beyden sık sık bahsediyor ve “Galip bey kulübün her şeyi idi” diyor, “Her çeşit sporla meşgul olmuş, her şeyi öğrenmişti. Sadece Fenerbahçe için çalışır, Sarı-lacivert renkler için canını verirdi. Otoriter olduğu kadar baba bir adamdı da. O zamanlar Fenerbahçe de birçok genç takım kurmuş, her birini eski şöhretlerden birine vererek hazırlatmıştı. Bunlar arasında iddialı maçlar yapılır, Fenerbahçeliler bu genç takımlardan yetişirdi. Kulübün yıldönümlerinde, spor bayramlarında, resmi geçitlere 12 takımın katıldığı çok görülen hallerdendi. Futboldan çok iyi anlayan Galip bey benim yetişmemde olduğu kadar benimle beraber birinci takıma yükselen pek çok gençle de meşgul olmuş, hepimize parlak bir istikbal temin etmiştir.”

    O günleri hasretle yad eden Fikret, rahmetli Galip’i hiçbir zaman unutmadığını ve hiç unutmayacağını da ilave ediyor.

    Tekrar o günlere, 1935 yılına dönelim. Artık Küçük Fikret genç takımın mümtaz elemanlarından biridir. Takımı da İstanbul Genç Takımlar şampiyonu olmuştur. Hatta bütün genç takımların teşkil ettiği muhtelit dahi bu şampiyon ekip önünde 2-0 mağlup olmaktan kurtulamamıştır.

    Fikret Birinci Takımda

    Fikret’in yıldızı birden çok parladı. O kadar ki, henüz 1936 yılında yani henüz 15-16 yaşında iken Fenerbahçe birinci takımında büyük şöhretlerin arasında yer alıverdi. Perşembe günkü antrenmandan çıkılırken Zeki Rıza küçük bir futbolcuyu, genç takımın acar sağacığı Fikret’i yanına çağırmıştı:

    “ – Fikret” dedi, “Pazar günü Ankara’nın Çankaya takımına karşı sağaçık sen oynayacaksın!”

    Şimdi Fikret yeni bir heyecan kasırgasına yakalanmıştı. Birinci takımda oynamak, Fenerbahçe birinci takıımının sağaçık mevkisini işgal etmek. Bu, kolay iş değildi. Şerefi kadar ağır ve mesuliyetli bir vazifeydi. Tecrübesiz futbolcu kalbi hızla ata ata soyunma odasına girdi. Pazar gününü hatırladıkça heyecanı tazeleniyordu. Fakat bir yandan da muvaffakiyet ihtimalini düşünüyor ve tatlı hayallere dalmaktan kendini alıkoyamıyordu.

    Nihayet Pazar geldi çattı. Ankara’nın Çankaya takımı da inadına sert oynuyordu. Fikret bütün heyecanını yenip kendine hakim olmuş ve genç takımdakinden çok daha iyi bir oyun tutturmuştu. Bir ara Çankaya beki Fikret’i biçmeye niyetlendi, fakat teşebbüsü boşa gitti. Ardından bir tekme daha. Fikret gene bir vücut çalımıyla sıyrılmıştı. Rakip bek yeni bir sertliğe hazırlandığı sırada küçük sağaçık, geriden sağhaf Cevad’ın sesini duydu.

    Cevat onu yanına çağırıyordu. Gitti. Cevat: “Sana şimdi bir top atacağım, sen onu geriye doğru, gene bana pas ver” dedi. Fikret bunu anlamamıştı, fakat usta futbolcunun dediğini yaptı. Topu geriye verdiği anda rakip bek çok sert bir çıkışla üstüne gelmiş, lakin bu defa karşısında 15-16 yaşında tecrübesiz bir çocuğu değil de, kurt futbolcu Cevat’ı bulmuştu. Neticede sakatlanıp sahayı terk eden, oyunun başından beri Fikret’i tekmelemeye çalışan Çankaya beki oldu.

    Birin Takımdan Tekrar Genç Takıma

    Fikret çıkardığı oyundan memnundu. Artık birinci takımda oynayabileceği ümit ve sevinci içindeydi. Maçı da güzel bir oyunla 5-0 kazanmışlardı. Herkes genç sağaçığı beğenmişti. Lakin o bir müddet daha tekrar birinci takımın formasını giyemeyecekti.

    Niçin? Kim beğenmemişti? Hoşa gitmeyen bir harekette mi bulunmuştu? Birinci takımdan tekrar genç takıma inmesine sebep olacak ne gibi bir hata yapmıştı. Bunların hiçbiri varid değildi. Bilakis kendisini en çok beğenenlerden biri olmasına rağmen Zeki Rıza: “İyi oynuyor ama onu ezdirmeyelim. Biraz daha gelişsin, takıma o zaman girsin” demişti. Haklıydı da.

    Fikret o an için çok müteessir olmuştu, fakat zaman geçince Zeki Rıza’ya hak verdi.

    Genç futbolcu tekrar geldiği takıma, şampiyon genç takım kadrosuna dönüyordu. Şimdi yılmadan çalışmalı, bir defa daha ve artık hiç çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna girmeliydi.

    Şampiyonluk Golünün Kahramanı

    Fikret genç takımda uzun müddet kalmadı. Takım halinde, olduğu gibi “B” takımına terfi etmişlerdi. O yıl “B” takımları arasında da iki devreli lig maçı yapıldığı için, gençler kendini göstermek fırsatını buldular. Tabii birinci takımda bir kere yer almış Fikret, diğerlerinden daha fazla dikkati çekiyor, idareciler onun ileride “A” takıma yerleşeceğine muhakkak nazariyle bakıyorlardı. Lakin genç sağaçık tekrar birinci takımda oynayıp oynayamayacağını bilmiyor ve bunun için de heyecan çekiyor, her geçen gün daha azimle çalışıyordu.

    Bu arada “B” takımları şampiyonası final maçı geldi çattı. Bir hafta önce Fenerbahçe ile Galatasaray birinci takımları arasındaki maçı Fenerbahçeliler 1-0 kazanmış ve şampiyon olmuşlardı. Şimdi gene iki ezeli rakibin “B” takımları şampiyonluk için karşı karşıya geleceklerdi. Ve tahminlere göre de, içinde Gündüz, Eşfak, Haşim, Bülent, bek Osman gibi elemanlar bulunan Galatasaray’ın kazanma şansı daha yüksekti.

    O zamanlar için çok kalabalık sayılacak bir seyirci kitlesi önünde oynanan maç, bütün çekişmeye rağmen golsüz berabere bitmişti. Şimdi herkes meraktaydı. Temdit devreleri başladı. Daha ilk dakikalarda geriden açılan bir top Fikret’i buldu, karşısındaki beki çalımla geçti. Bu anda kaleci biraz ileri çıkmış, rakibine fırsat vermişti. Fikret pozisyonu kaçırmadı ve topun atına hafifçe dokundu. Top süzülerek ileri çıkmış kalecinin üstünden ağlara takılmıştı: “Gol!”. Böylece genç sağaçık takımına 1-0 galibiyet ve binnetice şampiyonluk teşkil eden pek kıymetli bir gol kaydetmiş, kulüpteki itibarını daha fazla arttırmıştı.

    Hararetli Mektep Maçları

    Fikret ortaokulu bitirince Kadıköy Lisesi’ne devam ediyordu. Fakat az zaman sonra bu lise kapandı ve talebeler Haydarpaşa Lisesi’ne geçtiler. Haydarpaşa bir irfan yuvası olduğu kadar esaslı bir spor ocağı idi. Mektebin futbol takımı şimdiki tek seçici Eşfak Aykaç, antrenör Sabri Kiraz, Fenerbahçe idarecilerinden Sedat Bayur, Orhan Menemencioğlu, Semih Arıcan, haf Hayati gibi elemanlarla cidden kuvvetli bir manzara arzediyordu. Fikret de tabii bu ekibin en tehlikeli futbolcusu idi.

    O tarihlerde lise maçları da kulüp karşılaşmaları kadar iddialı olur, hem oyunlar çetin geçer, hem de – o zamana göre – çok seyirci toplardı. Büyük takımlarda oynayan şöhretlerin çoğu aynı zamanda lise takımlarının elemanı idi.

    Fikret mektep maçlarında oynadığı sırada Fenerbahçe Kulübü’nde de ileri bir adım atmış ve bir daha çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna geçmişti. Gösterdiği kabiliyet ve üstün futbol karşısında bu terakki normal sayılırdı.

    Lise maçlarının tek eliminasyon usulü ile hazırlanan programında Haydarpaşa’nın karşısına önce Hayriye Lisesi çıkmıştı. Haydarpaşa çok canlı oynadı amma golsüz beraberliği önleyemedi. O halde maç tekrarlanacaktı. Bu defa Haydarpaşalılar Taksim Stadı’ndaki maçta rakiplerini 2-0 mağlup ediyorlardı. Golün birini de Haydarpaşa sağaçığı Fikret atmıştı.

    İkinci maç İstanbul Lisesi’ne karşıydı. İstanbulspor’un iki gözde futbolcusu Mükerrem ve Cihat Ergün, lise takımında yer alıyorlar ve Haydarpaşa müdafaası için hakiki birer tehlike arzediyorlardı. Fikret gene bir gol attı ve Haydarpaşa takımı da çetin rakibini 3-1 yendi.

    Cihat’a Attığı Gol

    Üçüncü rakip Boğaziçi Lisesi’ydi. Boğaziçi turnuvanın en kuvvetli addolunan takımıydı. Kadrosunda kaleci Cihat Arman, Necdet, K. Orhan, Galatasaraylı Mustafa, Fenerbahçeli Bülent ve soliç Niyazi gibi şöhretler vardı. Maçın favorisi olarak da Boğaziçi gösteriliyordu.

    Oyun fevkalade heyecanlı ve çekişmeli geçti. Bütün gayretlere rağmen iki taraf da neticeyi lehine çevirecek tek sayıyı kaydedememiş, maç 0-0 berabere bitmişti. Şimdi iki fikir, iki teklif çarpışıyordu: Haydarpaşalılar maçın ertesi hafta tekrarını istiyorlardı. Boğaziçi takımı ise 15’er dakikalık iki devre temdide taraftardı. Neticede Boğaziçi’nin tezi kabul edildi ve maçın temdidine karar verildi.

    Şimdi heyecan tufanı son haddindeydi. Gene gol yoktu ve artık temditler de dahil maçın bitmesine çok az zaman kalmıştı. Haydarpaşa solbeki uzun bir vuruş yaptı, top Fikret’e kadar geldi. Fikret topu stop etti, bir an bekledikten sonra aniden atıldı ve karşısındaki beki geçip kaleye aktı. Boğaziçi kalesini müdafaa eden ünlü kaleci Cihat, tehlikeyi görünce hemen çıkış yapmış, ileri gelmişti. Fikret topla ilerlediği sırada, Cihat onun ayağına doğru plonjon yaptı. İşte bu anda Fikret topa hafifçe dokunuverdi. İki as futbolcu beraber düştükleri sırada, Fikret tozlar arasından topun yuvarlanarak ağlara değdiğini görüyordu. Bu gol Haydarpaşa’yı 1-0 galip getirerek finali oynamak hakkını veriyordu.

    Utanılacak Bir Maç

    Lise maçlarını anlatırken Fikret hiç finale gelmek istemiyor gibi… Acı bir mağlubiyete mi uğradılar yoksa? Hayır bu maç Türk futbolu, Türk hakemliği için pek hatırlanmaya değer bir maç değil gibi.

    Boğaziçi’ni de yenen Haydarpaşa’nın önünde artık bir tek rakip kalmıştır: Işık Lisesi. Tahminler, kuvvetli Haydarpaşa’nın Işık’ı rahatça yeneceği merkezindedir. Fakat ah bu gurur! Ah bu kendini dev aynasında görmek! Haydarpaşaılar da Boğaziçi’ni yendikten sonra Işık’ı “kolay lokma” saymış ve oyuna gayet gevşek başlamışlardır. Nitekim bunun acısı Işıklıların hemen attıkları golle çıkar. Vaziyet tehlikeli olmaya yüz tutmuştur.

    Az sonra Fikret müsait bir pas yakalayınca kendine has stille kaleye iner ve karşısındaki oyuncuyu çalımlamasıyla beraber şutunu çeker. Top ok gibi kaleyi bulmuştur. Gol! Fakat hakem Feridun Kılıç golü verdikten sonra, yan hakem Fikret Kayral (Cici Necdet’in kardeşi, bir oyuncunun yumruğu ile vefat eden talihsiz genç) bayrak sallar ve hakemle konuşur. Neticede hakem Feridun Kılıç kararını değiştirir, golü saymaz ve Haydarpaşa lehine frikik gibi garip bir karar verir.

    Oyun sinirli bir hava içinde devam ederken, top bekleyen Haydarpaşa sağaçığı Fikret birden yere yıkılır. Işıklı bir oyuncu arkasından gelip kendisini tekmeyle devirmiştir. Bu hadise az evvelki sayılmayan golle sinirlenen seyirciler için “bardağı taşıran damla” olur ve bütün talebe sahaya dolar. İşte bundan sonra cereyan eden ve hakemlerin hayli hırpalanması ile son bulan hadise, futbol tarihimizin pek acı sahifelerinden biridir.

    Hem Birinci Hem de Mahalle Takımında

    Fikret artık tanınmış bir futbolcudur. Fenerbahçe birinci takımının takdir edilen bir elemanıdır. Fakat bütün bunlara rağmen ilk sevgilisinden, mahalle takımından ayağını büsbütün çekmiş değildir. Kendi tabiriyle “hayatının en zevkli oyunları”nı mahalle maçlarında oynar.

    Feneryolu’ndan geçen tramvay hattının iki tarafında oturanlar “Aşağı mahalle” ve “Yukarı mahalle” adı altında her hafta Pazar sabahları karşı karşıya gelir, bazen meyvasına, bazen pastasına, bazen dondurmasına maç yaparlar. Mahalle kızları da bu maçları seyre geldiği için, oyunların kalitesi yüksek, heyecanı fazla olur. Fikret sabahları burada 7 kişilik mahalle takımında oynar, öğleden sonra da Fenerbahçe birinci takımında sağaçık mevkiini doldurur. Genç futbolcu bir yıldız olmak yolundadır.

    Fikret birinci takıma geçtiği ve devamlı oynamaya başladığı zaman, Fenerbahçe’nin esas kadrosunda şu elemanlar bulunuyordu: Kaleci: Cihat, Hüsamettin – Bek: Yaşar, Fazıl – Haf: M. Reşat, Ali Rıza, Cevat, Esat, Angelidis – Forvet: Naci, Melih, Namık, Niyazi, Rebii, Basri, Büyük Fikret.

    Genç sağaçık takımda tutunabilmek için haftada iki gün kulüpte antrenman yapmakta, iki gün mektepte çalışmakta, Pazar sabahları da mahallede oynamaktadır. Bu devre Fikret’in en fazla antrenman yaptığı zamandır.

    İlk Yabancı Maçı : Bir Zafer

    Fikret ilk yabancı maçını oynadıktan sonra sahadan omuzlarda çıktı. Zira Fenerbahçe, içinde meşhur Sebes’in de bulunduğu MTK Hungaria takımını 3-2 mağlup etmişti. Macarları yenmek hakikaten zordu ve nitekim diğer takımlarla yapılan maçlar hep misafirlerin galebesiyle bitmişti.

    İşte bu vaziyette Taksim Stadı’na çıkan Fenerbahçe takımının ve hele genç sağaçığı Fikret’in heyecanı çok büyüktü. Sarı-Lacivertliler şöyle bir tertip kurmuşlardı: Cihat – Faruk, Lebib – Ömer, Esat, Hayati – Küçük Fikret, Tarık, Melih, Rebii, Büyük Fikret.

    Macarlar oyun başladıktan az sonra bir gol atmış ve galip duruma geçmişlerdi. Bu golü diğerlerinin takip edeceği şüphesizdi. Fenerbahçeliler hemen bir değişiklik yaptılar ve Naci’yi forvete alıp Büyük Fikret’i geriye, hafa çektiler. Bu değişiklik, bekleneni vermiş, takıma bir hız gelmişti. Nitekim devre sonlarında sağaçık Fikret’in sürüp ortaladığı topu Naci bomba gibi bir şutla kaleye soktu ve devrenin 1-1 bitmesini sağladı.

    İkinci devrede Sarı-Lacivretliler açılmıştı. Büyük Fikret frikikten, Naci de volelerinden biriyle iki gol yapınca zafer kuşu Fenerbahçelilerin omzuna konmuştu. İşte Küçük Fikret (artık ona bu sıfatla hitap ediliyor, kendisinden bu sıfatla bahsediliyordu) ilk ecnebi maçında takımının zaferine şahit ve ortak olmuştu.

    Futbolun Cilveleri Böyledir

    Fikret’in Hungaria’ya karşı oynadığı ilk yabancı maçından bir müddet önce meşhur Güneş Kulübü kapanmış, elemanlarından çoğu – Cihat, Melih, Rebii, Ömer, Rasih – Fenerbahçe’ye girmişlerdi. Bu suretle Fenerbahçe takımı pek kuvvetli bir manzara arzediyordu.

    Liglerden önce Fenerbahçe ile Galatasaray’ın, iki ezeli rakibin karşı karşıya gelmesi bütün sporseverleri heyecana boğmuştu. Fikret bu maçı şöyle anlatıyor:

    “- Takımların kadrolarına bakıp maçı Fenerbahçe’nin rahatça kazanılacağı öne sürülüyor, bize büyük bir şans veriliyordu. Sahaya bu mağrur haleti ruhiye içinde çıktı. Ben de bu gururun esiri olmuş gibiydim. Lakin takımımız “nasıl olursa olsun kazanırız” düşüncesiyle başladığı maçı 4-0 gibi açık bir farkla kaybettiği zaman, hepimizin aklı başına gelmişti. Galatasaray’a yenilmiştik amma ben şahsen bu mağlubiyetten büyük ve kıymetli bir ders almıştım: Futbolda mağrur olmanın sonu hezimetti!

    Futbol Gururu Hiç Affetmez

    Fikret bu “kendine fazla güven” bahsinde bir de Topkapı ile yaptıkları şilt maçını zikrediyor. 1939-40 sezonunda Fenerbahçe ligin tehlikeli takımı, Topkapı ise bütün gayretine rağmen bu kuvvetli rakibe farkla yenilecek bir ekiptir. Fenerbahçe taraftarları takımlarının yeni bir gol rekoru kıracağını seyre gelmişlerdi. Lakin dakikaların ilerlemesine rağmen vaziyet hep 0-0’dır. Topkapı kalesine henüz bir tek gol dahi girmiş değildir. Artık herkesi merak almıştır. Topkapı futbolcuları ise bu büyük başarı karşısında daha da gayrete gelmiş, kudretli rakiplerine fırsat vermemektedirler. İşte maçın bitimine pek az kala, sağaçık Küçük Fikret düzgünce bir top yakalar, karşısındaki müdafii geçer ve topu çizgi üzerinden biraz sürdükten sonra ortalar. Topu çizgiden sürmek, Fikret’in en büyük meziyetidir zaten. Ortaya gelen top Şaban’ın sıkı vuruşu ile Topkapı kalesine girer, stat yerinden oynar. Fenerbahçe maçı 1-0 kazanmıştır.

    Amma aynı anda saha karışır. Topkapılılar Fikret’in topu dışarıdan çevirdiğini iddia ederler.

    “- Hakikaten dışarıdan mı çevirmiştin?”

    Fikret yıllarca evvelki bir topa vuruşu için yıllarca sonra sorduğum bu suale gülerek cevap verdi:

    “- Vallahi topun büyük kısmı dışardaydı. Eğer hakem gelip bana sorsaydı da böyle söylerdim. Ama tamamı asla çıkmış değildi.”

    Fenerbahçe Topkapı’yı o gün öyle münakaşalı bir golle 1-0 yendikten sonra bu defa ligdeki karşılaşmaya rakibine çok ehemmiyet vererek çıkar. Topkapılılar ise evvelki maçla mağrurdurlar. Netice pek farklı olur: Fenerbahçe: 14 – Topkapı: 0.

    Fikret Birinci Takımın Yıldızı

    1939 – 1940 mevisminden itibaren artık Fikret birinci takımın değişmez elemanlarından biri olmuştur. Daima sağaçık mevkiini işgal etmekte ve her maçta verdiği paslar, yaptığı ortalar, çektiği frikik ve kornerlerle takımın bir çok golünü hazırlamakta veya bizzat yapmaktadır. Birçok seyirci statta otururken “Aman şu tarafa gidelim, Fikret önümüzde oynayacak” demektedir. Fikret’in top sürüşünü seyretmek, hakikaten bir zevktir. Aynı zamanda genç yıldızın “topa en güzel vuran futbolcu”lardan biri olduğu da herkesçe teslim edilmektedir.

    Fenerbahçe 1940’ta Milli Küme şampiyonu olurken kadronun en gözde elemanlarının başında sağaçık Küçük Fikret gelmektedir.

    Fenerbahçe-Galatasaray Muhteliti Mısır’da

    Fikret Kırcan’ın hatıralarının içinde 1940’daki Mısır seyahati geniş yer tutar. Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti şeklinde yapılan bu seyahat tam bir ahenk içinde geçmiş, iştirak edenlerin hafızalarında tatlı günler olarak yerleşmiştir.

    1940 Mayıs’ının ilk haftasında İstanbul’dan İskenderiye’ye müteveccihen hareket eden Romen vapurunda kafile başkanı olarak “eski Fenerbahçe sağaçığı, şimdiki İdare Heyeti azası” Niyazi Sel ve futbolcu olarak da Sarı – Lacivert ve Sarı – Kırmızı renklerin on üç yıldızı bulunuyordu: Fenerbahçe’den Cihat, Esat, Ömer, Naci, Küçük Fikret, Melih, Basri, Galatasaray’dan Osman, Faruk, Adnan, Musa, Gündüz, Boduri.

    Vapur İstanbul’dan ayrılırken hava nefisti. Futbolcular, hele vapurda artist Tahivye Karyoka ve bir diğer Mısırlı dansözün bulunduğunu öğrenince, iyi vakit geçirecekleri ümidine kapılmışlardı. Tabii kafilenin en neşeli siması kaleci Osman’dı. Fakat daha Marmara’ya çıkmasıyla beraber deniz kabarmaya, vapur koca dalgalar arasında oynamaya başlamıştı. Sporcuların çoğunu deniz tutmuş, Hayfa’ya uğranılan saatler müstesna, doğru dürüst yemek bile yiyememişlerdi. Bu arada, denizden müteessir olmayan ve ayakta kalanlardan biri de hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    Kral Faruk’la Karşı Karşıya

    Kral Faruk’un da hazır bulunduğu ilk maç Kahire’de Kahire Muhtelitine karşı oynandı. Kızgın güneş altında ve çölden farksız kum sahada futbol oynamak kolay değildi.

    Hararet gölgede 40 dereceye varıyordu. Bu durumda Fenerbahçe – Galatasaray Muhteliti elemanları top oynamak şöyle dursun, nefes bile almakta güçlük çekiyorlardı. Nitekim ikinci devre ortalarında solbek Adnan topa koşarken birden yere yıkıldı, sıcaktan bayılmıştı. Bu hadise, Mısırlılara galibiyet golü fırsatını da vermişti. İlk devreyi bütün aleyhte şartlara rağmen 1-1 berabere bitirmeye muvaffak olan futbolcularımız, böylece yedikleri ikinci golle sahadan 2-1 mağlup ayrılıyorlardı. İlk devredeki tek golümüz de Küçük Fikret’in verdiği uzun bir pasla Melih vasıtasıyla yapılmıştı.

    Maçtan sonra Kral Faruk sahaya geldi ve Türk futbolcularının teker teker elini sıkarak her birine bir paket hediye etti. Çocuklar üç defa “Sağol” diye bağırdıktan sonra soyunma odasına giderken aldıkları hediyenin ne olacağını münakaşa ediyorlardı. Esat “Herhalde birer saattir” diyordu. Ardından da ilave ediyordu: “Bir kral verdiğine göre de altın olması lazım.”

    Bu düşünce ile paketleri yırtarcasına açtılar: Birer bronz madalya çıkmıştı.

    Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti ikinci maçını İskenderiye’de İskenderiye Muhtelitiyle yaptı ve sahadan 4-2 galip ayrıldı. Bu defa da şiddetli bir rüzgar, zevkli bir futbola müsade etmiyordu. Amma çocuklar yenmeye azmetmişler, bu şevkle canla başla oynuyorlardı. Nitekim ilk devresini 2-0 ileride bitirdikleri maçı 4-2’lik bir galibiyete götürdüler.

    Dönüş, gidiş gibi olmamıştı. Vapur aynı Romen vapuruydu, fakat hava ve deniz gayet mükemmeldi. Hele son gece kaptanın verdiği balo çok neşeli geçti. Ancak bir ara İngiliz harb generallerinin vapuru durdurmaları bir heyecan yarattı.

    Ligler, seyahat ve milli küme müsabakaları üstüste gelince dersler ikinci plana düşer gibi olmuştu. Bu arada garip bir hadise, Fikret’in ilk defa ikmale kalmasına sebebiyet verdi.

    Fikretlerin sınıfına tarih dersine gelen bir hoca vardı. Halim selim bir adamdı. Uslu oturmak ve yazılı imtihanlarda doğru cevap vermek, tarihten geçmek için kafiydi. Hoca talebelerini fazla sıkmazdı amma talebelik bu! Onlara yumuşak muamele etmek, hatta bol not vermek dahi kafi gelmemişti. Bir gün tarih hocasının not defterini ele geçiriverdiler ve defterdeki bütün numaraları 9’a, 10’a yükselttiler. Bu arada Fikret’in notu da arttırılmıştı tabii. Hoca kısa zaman sonra bunun farkına vardı ve bütün sınıfı ikmale bıraktı. Fikret hala: “Yazılıda aldığım notla tarihten geçeceğim muhakkaktı amma ah arkadaşların muzipliği!” diyor.

    O yaz genç futbolcuya zehir oldu. Herkes denize gider, futbol oynarken, o yazın tadını çıkaramıyor, evde oturup ders çalışıyordu. Fakat bu gayretinin semeresini imtihanlarını verip liseden mezun olmakla gördü.

    3-0 Galip Durumda Gevşemenin Cezası

    “- Ne zaman kendimize fazla güvenmişsek, ne zaman rakibi küçümsemişsek, ne zaman oyunun başlarındaki bir iki golle gevşemiş ve işi fanteziye dökmüşsek, daima aleyhimize olmuştur. Bunu futbolu bıraktığım şu sırada, genç futbolcu kardeşlerime en mühim öğüt olarak tekrarlamak isterim.”

    Fikret bu sözleri hakikaten içten söylemektedir. Hemen ardından misalleri de sıralamaktadır. 1940-41 lig maçlarında Fenerbahçe ile Vefa karşı karşıya gelmişlerdir. Fenerbahçe takımı oyuna iyi başlamış ve nitekim devreyi 3-0 gibi rahat bir neticeyle bitirmiştir. Lakin ikinci devrede bu 3-0’ın verdiği gevşeklik, Fenerbahçelilerin fanteziye kaçmalarına sebep olmuştur. İşte bu fırsattan faydalanan ve canla başla oynayan Vefalılar, 3-0’lık maçı 3-3 duruma getirmişlerdir. Kü.ük Fikret maçın son dakikasında ani bir dalış yapmış ve falsolu bir şutla takımına dördüncü golü yani galibiyet golünü kazandırmıştır. Fakat santra yapılırken bir Vefalı, Fikret’i okkalı bir tekmeyle sedyelik etmiştir.

    Fikret bu maçı, attığı golün kıymeti veya sahadan sedyeyle çıkması bakımından değil de doğrudan doğruya lüzumsuz gevşeme yüzünden rahat bir maçın nasıl zorla kazanıldığını göstermesi bakımından daima hatırlamaktadır.

    Kalecisiz Takımı Küçümsemenin Cezası

    Diğer misal daha canlıdır. Aynı sene ligde Beykoz şanssız durumdadır. Fenerbahçe gibi kuvvetli bir rakibe karşı onbir kişilik takım dahi çıkaramayacak haldedir. Filhakika Fenerbahçeliler sahaya çıktıkları zaman karşılarında 9 kişilik bir Beykoz takımı görürler. Üstelik kalecisi de yoktur. İleri oyuncularından biri kaleci kazağını giyip kaleye geçmiştir. Sarı-Lacivertliler pek mütebessimdirler. Hepsinin yüzünde “Bugün bir gol rekoru kıracağız” edası okunmaktadır. Oyuna da bu haleti ruhiye içinde başlarlar. O kadar ki, bekler dahi gol atmak sevdasına düşüp ileri çıkmışlardır.

    Lakin futbol bu. Yuvarlak topa hiç inan olmaz. Nitekim Fenerbahçeliler rakip takımı ve hele kalecisini küçümsedikçe, büsbütün bocalamaya başlarlar. Buna mukabil eksik ve kalecisiz takımla oynayan 9 kişilik Beykoz futbolcuları canlarını dişlerine takmışlardır. İşte bu gayret gururu mağlup eder ve maçın ilk golünü Beykoz yapar. Fenerbahçe devre sonunda Basri’nin şutu ile beraberliği sağlasa da artık ok yaydan çıkmıştır. Beykoz ikinci devrede bir gol daha atmaya muvaffak olur. Böylece gol rekoru umarak rakibi hiç ciddiye almayan Fenerbahçe sahadan 2-1 mağlup ayrılır.

    Fikret şimdi diyor ki: “Meşin topu kovaladığım 22 senede takımımın çok parlak maçları oldu. Fakat bu Beykoz mağlubiyetini hepsinden çok hatırlarım. Çünkü bana gayet iyi bir ders olmuştur. Genç futbolculara da bunu ibret alınacak bir hadise olarak zikrediyorum.”

    Küçük Fikret Santrforda

    1940-41 ligi bitmiş, hususi maçlar yapılıyordu. Bu arada Fenerbahçe ile Beşiktaş karşı karşıya geldiler. Zeki Rıza Sporel, Küçük Fikret’in santrforda da denenmesi arzusunu izhar ediyordu. Hususi bir maç olduğuna göre bu fikrin bu Beşiktaş karşılaşmasında tatbiki düşünüldü ve Fikret santrafora konuldu. Fakat oyun gayet anormal cereyan etmiş, bilhassa bek hattı son derece aksayarak sık sık gedik vermişti. Kaleci Cihat en formda zamanında olmasına rağmen, beklerin bozukluğundan mütemadiyen ileri çıkmak, hatta bazen bek gibi ayakla müdahale etmek zorunda kalıyordu. Maç Beşiktaş’ın 7-1 galibiyeti ile sona erdiği zzaman Küçük Fikret’in santraforluğu da tarihe karışıyordu. Maçın cereyanı ve neticesi, muvaffak sağaçığın ortada nasıl oynadığını tahlil ve tetkike fırsat vermemişti.

    Fenerbahçe bu maçtan sonra Milli Küme için İzmir’e gitti. İlk maçta Altay’a karşı durum 1-1 berabere iken bir penaltı kazanılmıştı. Fikret gelip topu dikti. Fakat tam atacağı sırada Rebii önüne geçmiş: “Sen atamazsın, Esat atacak.” Diyordu. Fikret hiç ses çıkarmadı. Esat’ın vuruşa avuta çıkmıştı. Artık maçın berabere biteceği muhakkak gibiydi. Birden Altay kalesine bir frikik oldu. Fikret meşhur frikiklerinden birini çekmiş ve takımını 2-1 galip getiren golü yapmıştı.

    İzmir’de ikinci maç Fenerbahçeliler hesabına pek talihsiz geçmiş, Sarı-Lacivertliler Altınordu’ya 2-1 yenilmişlerdi. Seyahate Fenerbahçe ile Galatasaray beraber gittiklerinden Galatasaraylılar Fenerbahçelilerle mütemadiyen alay ediyor, Altınordu mağlubiyetini latife mevzusu yapıyorlardı. Bu alay faslı otelde de, vapurda da devam etti. Tesadüf, hemen o hafta Fenerbahçe ile Galatasaray’ı karşı karşıya getirdi. Sarı-Kırmızılıların latifeleri, Fenerbahçeliler’e çok dokunmuştu. Maça çıkarken galip gelmek için yemin ettiler. Bu arada Taka Naci “içime doğuyor, bir gol atacağım” deyip duruyordu. Nitekim maçı 1-0 Fenerbahçe kazandı ve golü de Küçük Fikret’in kornerden ortaladığı topla Naci yaptı. Fikret “bu maç her şeyden evvel azmin bir zaferiydi.”diyor.

    İngiliz Muhtelitine Karşı Başarı

    1941-42 mevsimi Fenerbahçe için pek talihli geçmiş değildir. Milli Küme’de de, ligde de üçüncülükten yukarı çıkamayan sarı lacivertli takım, ancak bu mevsim yaptığı ecnebi maçları ile taraftarlarının – aynı zamanda bütün Türk sporseverlerinin – yüzünü güldürmüştür. 1941 Aralık’ında, içinde McGuire, Fenton, Prayr gibi şöhretlerin bulunduğu İngiliz Orta Şark Muhteliti ile iki defa 2-2 berabere kalmak cidden bir başarı idi. Hele ikinci maçta Fenerbahçelilerin devreyi 2-0 mağlup bitirdikten sonra 2-2’lik neticeye ulaşmaları, İngiliz futbolcularının ustaca oyunu karşısında mühimsenecek bir muvaffakiyetti.

    Küçük Fikret’in hafızaasında yer eden bu iki maçtan sonra aynı sene Admira’ya karşı kazanılan zafer de değerli sporcunun tatlı hatıralarındandır. Hitler tarafından işgale uğrayan Avusturya’nın Admira’sı, 1942 Mayıs’ında bir Alman-Avusturya muteliti kuvvetindeydi. Galatasaray ve Beşiktaş’ı yenen Admira’yı Türkiye’de mağlup etmek şerefi Fenerbahçeliler’e ait olacak, sarı-lacivertliler hem de genç oyunculara yer verdikleri bir tertiple bu büyük kudreti 2-1 yeneceklerdi.

    Fikret’in İki Ortası İki Gol

    Kalede Sabri’yi, santraforda Müzdat’ı, solaçıkta da Halit’i gören seyirciler maçtan ümitlerini kesmişlerdi. Zira bu üç futbolcu birinci takımda ilk defa yer alıyorlardı. Fenerbahçe’nin tertibi şöyle idi: “Sabri – Muammer, Murat – Ali Rıza, Esat, Aydın – Küçük Fikret, Naci, Müzdat, Ömer, Halit.”

    Fenerbahçe tahminler hilafına pek mükemmel bir oyun tutturmuştu. Bilhassa Cihat gibi bir şöhreti seyretmeye alışık halk, aynı kalede oynayan Sabri adlı gencin başarılı kurtarışları karşısında önce hayrete düşmüş, fakat sonradan gayrete gelerek takımı teşçi etmeye başlamıştı. Sarı-lacivertliler fırtına gibi oynuyor, çetin rakiplerine göz açtırmıyorlardı. İşte bu arada Fikret topla kaleye daldı ve müsait anda topu hemen içeri verdi. Admira kalecisi, Müzdat, Ömer üçü beraber topa çıktılar. Lakin hiçbiri vuramadı.

    Üstlerinden aşan topu iyi takip eden Naci, yetişip nefis bir kafa darbesiyle ağlara taktı. Fenerbahçe devreyi 1-0 galip bitirecekti.

    İkinci devreye rüzgar altında başlayan Fenerbahçeliler, aynı azimle oynuyorlardı. Nitekim yine Fikret’in bir ortası, Sarı-Lacivertlilere ikinci gol imkanını yarattı. Kaleciyi aşan topu Halit’le Naci kaleye sokmuşlardı. Şöhretli ve kuvvetli Admira, şeref golünü ancak son dakikalarda yapabildi. Oyunun bitmesiyle halk sahaya hücum etmiş, Fenerbahçeliler’i omuzlara kaldırmıştı. Futbolcular sahadan soyunma odasına ancak yarım saatte gidebildiler.

    Fikret Kaleci mi Oynayacaktı?

    Fikret 1941’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuştu. Fakat ticari hayatta çalışacağını düşündü ve ertesi yıl fakülte değiştirdi, Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okuluna girdi. Bu bahiste de yine bir futbol hatırası Fikret’in aklından çıkmıyor.

    Yüksek okullar arasında yapılan maçlarda Ticaret şampiyon çıkmış, şimdi de Türkiye birinciliği için Gazi Terbiye ile karşılaşması gerekmişti. Arkadaşları, en büyük kuvvet olan Fikret’in oynamasını çok istiyorlardı ama, genç futbolcu 39 derece ateşle hastaydı. Arkadaşları ısrar ettikçe ettiler, nihayet Fikret dayanamadı ve maça geldi. Hasta olduğu için sahaya çıkarken formasının üstüne bir kaleci kazağı giyen Fikret, Gazi Terbiyelilerin dikkatini çekti. Dayanamayarak sordular: “Kaleci mi oynayacaksın?”

    Fikret hiç bozmadan “Evet” cevabını verince, rakip oyuncular, kaptan ve antrenörleri Galatasaraylı Mehmet Ali’ye koşmuş, “Fikret kaleci oynuyor” diye müjde vermek istemişlerdi. Tabii Fikret sağaçık oynadı ve 39 ateşe rağmen 2 de gol atarak takımının şampiyonluğunda hissedar oldu.

    1942-43 sezonunda Fenerbahçe ligde ikincilik elde etmiş, bunun arkasından yapılan ilk Maarif Mükafatı Kupası’nda da şampiyonluğu kazanmıştı. Gerek bu şampiyonada, gerekse 1943-44 İstanbul Lig şampiyonluğunun elde edilmesinde Küçük Fikret büyük rol oynuyordu. Bu sıralar değerli sağaçığın yüksek form gösterdiği devrelerdi. Nitekim Fenerbahçe 1943-44 liginde 18 maçtan 16’sını kazanmış ve forvet hattı da 18 maçta 75 gol atarak güç erişilir bir rekor tesis etmişti. Buna karşılık Fenerbahçe kalesine sadece 5 gol girmişti. Fikret 9-1’lik bir Süleymaniye maçı hariç, 18 müsabakanın 17’sinde takımda yer almıştı.

    1944-45 sezonunda ise Fikret takımda muntazam oynamadı. Bunun en mühim sebebi, futbol dışındaki işleriydi. 1944 aynı zamanda Fikret’in sinema alemimizin tanınmış iş adamı Kadri Cemali’nin kızı Füruzan Cemali ile nişanlandığı yıl oldu.

    Fikret Sol Açık Oynuyor

    Fikret 1945-46 sezonunda lig maçlarına pek katılamadı. Bu arada bazı dedikodular çıkmış, Fikret’in futbol oynamasına karısının mani olduğu söyleniyordu. Sonradan, bizzat Fikret’in de ifade ettiği üzere bu dedikoduların tamamen asılsız olduğu anlaşılacaktı. Nitekim Küçük Fikret’in kanaatince “Bir faal futbolcu evlenirse, hayatını daha iyi tanzim edeceği için daha çok muvaffak olur. Ancak başlangıçta dikkatli davranmalıdır. İlk seneden sonra normal spor hayatına geçmek kabil olur ve futbolcu bekar devresinden daha müstakar oyun çıkarmaya, daha verimli futbol oynamaya başlar. Lakin evlenen genç futbolcuya biraz müsamaha göstermek ve bazı tavsiyelerde bulunmak da idarecilere düşen bir vazifedir.”

    Fikret 1946’da Başbakanlık Kupası’nın kazanıldığı, Gençlerbirliği’nin 4-0 mağlup edildiği maçta oynadı. Fenerbahçe’nin 40. Yıldönümü vesilesiyle davet edilen Mısır’ın Ennadilülehli takımına karşı 1-1’lik maçta bir devre takımda yer aldı. Hususi işlerinden başka, bacağındaki bir arıza da sahada görünmesine imkan vermiyordu.

    1947 yılı, Fenerbahçe’ye antrenör Molnar’ın gelişi demekti. Bu aynı zamanda parlak bir devrenin de başlangıcı sayılırdı. Fakat daha Molnar takımı iyice tanıyamamışken bir Beşiktaş maçı geldi çattı. Bu, Fikret’in hayatındaki enteresan maçlardan biriydi. Zira bir Beşiktaş karşılaşmasında santrafor oynayan Fikret, bu defa da solaçıkta yer alıyordu. Ve ne gariptir ki Fenerbahçe bu maçta da Beşiktaş’a (2-1) mağlup olmaktan kurtulamadı. Fenerbahçe’nin bu maçtaki kadrosu şöyle idi: “Hüsnü – Büyük Halil, Murat – Selahattin, Küçük Halil, Samim – Erol, Naci, Suphi, Müzdat, Küçük Fikret.”

    Fikret’in hafızasında yer eden bir diğer Beşiktaş maçı da 1947 Mayıs’ındaki karşılaşmadı. Beşiktaş’ın şampiyonluğu garantilemiş durumda oynadığı bu müsabakayı fevkalade bir oyun çıkaran Fenerbahçe 4-0 kazanmıştı. Bu maçın kahramanı santrafor Suphi, 4 golden 3’ünü kaydederken, iki golün pasını Fikret’in ortalarından almıştı.

    Nihayet Ay Yıldızlı Forma

    “1948’i uğurlu yıl olarak hatırlarım” diyen Küçük Fikret, bu seneki lig şampiyonluğunda takımın hakikaten güzel oyunlar çıkardığı kanaatindedir.

    Fakat 1948’in “uğurlu yıl” olması daha çok ay-yıldızlı formanın tekrar sahalarda görünmesinden ileri gelmektedir. 12 senelik hasretten sonra nihayet bir milli maç yapılıyordu. Arada nice yıldızlar yetişmiş, fakat bunlar milli formayı giyemeden futbola veda etmişlerdi. Bu bakımdan 1948’de kalburüstünde bulunan futbolcuların, milli maç yapılacağını öğrenmeleri hepsini müstesna heyecana boğmuştu. Bu, memleket futbolunda büyük bir merhale, ileri bir adımdı

    Bu tarihi maç 23 Nisan 1948’de Atina’da Yunan milli takımına karşı oynanacaktı. Seçilen namzet kadro elemanları içinde takıma gireceği en emin olanların başında sağaçık Küçük Fikret geliyordu. Pek rahat olmayan bir uçak yolculuğunu takiben Atina’ya inen Türk kafilesi, gümrükte de müşkülatla karşılaşmıştı. Nihayet otele yerleştiler ve istirahate çekildiler.

    Kaleci ve kaptan Cihat hariç, takımın diğer bütün elemanları ay-yıldızlı formayı ilk defa giyecekleri için çok heyecanlıydılar. Gece gündüz hep maçı düşünüyorlar, yemeği bile zor yiyorlardı.

    Nihayet maç saati geldi çattı. Saat 16’da Minerva otelinde bir odada toplanıldı. Ulvi Yenal ve Vahi Oktay’ın konuşmaları, tavsiyeleri dinlendi. Sonra da otobüsle Panathinaikos Stadı’na hareket edildi. Stad hıncahınç doluydu. Türk futbolcuları polislerin açtığı daracık bir aralıktan geçerek soyunma odasına gidebildiler.

    İdareciler takımı ilan ediyordu: Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Küçük Fikret, Erol, Ahmet, Lefter, Şükrü.

    İtalyan hakemi Dattilo’nun idaresinde oyun başladığı zaman Yunan halkı takımını büyük tezahüratla teşçi etmekteydi. Bu uğultu, milli marşların çalınması, esasen heyecanlı futbolcularımızın heyecanını bir kat daha arttırmıştı. Hoş bir tesadüf, maçın ilk akınını Türk sağaçığı Fikret yaptı, fakat Yunan müdafaası gayet yerinde bir müdahale ile topu uzaklaştırmıştı.

    Yıllarca Sonra İlk Gol

    Maç başlayalı henüz 7 dakika olmuştu ki, Selahattin’in uzattığı topla Fikret ileri fırladı. Sonra aniden içeri kayıp sağiç yerinden kaleye sol bir şut yolladı. Daima sağ ayağı ile nefis goller atan Fikret’in topa kafa ile veya sol ayağı ile vurması seyirciler tarafından garipsenirdi. Zira bu büyük futbolcu, en büyük hünerini topu sağ ayağına geçirdiği anda göstermesiyle şöhret kazanmıştı. Ancak ay-yıldızlı formayı ilk defa giydiği gün Fikret’in sol ayağı ile savurduğu bu şut, Yunan kalecisinin üstünden ağlara takılıyordu. Kaleci plonjon yapmak istedi, nafile! Türk Milli takımının bu tarihi golünü yapmak şerefi Küçük Fikret’e nasip olmuştu.

    Fikret’e az sonra bir fırsat daha geldi. Lakin kendi de açıkça ifade ettiği gibi “biraz heyecan, biraz da acele yüzünden bu fırsatı dışarı attı.” Türk takımı şahlanmıştı. Nitekim Lefter’in attığı ikinci gol, galibiyetin garantisi oldu. İkinci devrede gayrete gelen Yunanlılar bir gol çıkarınca ay-yıldızlı onbir tekrar canlandı. Bu canlılığın semeresi Şükrü’nün attığı üçüncü golle görüldü. Böylece galibiyet yine emniyete alınmıştı.

    Maçın bitmesine dört dakika kala bu devre solaçığa giren Halit’in kale içine doldurduğu ortaya Fikret kafayla çıkış yaptı. Sol şut, Fikret’in mutadı değildi. Atmış, gol olmuştu. Kafa vurmak da mutadı değildi. Bu defa da topa sıkı bir kafa yapıştırıyordu. Yunan kalecisi atlamış ve topu ancak içerden çıkarabilmişti. Bu kaidelere göre bir goldü. Lakin hakem muteber addetmedi ve maç da 3-1 Türk Milli takımının zaferiyle sona erdi.

    Ay Yıldızlı Takımın Başarılı Sağ Açığı

    Fikret 1948 senesinde milli formayı üç defa daha giydi. Hem de başarı ile, şerefle. Yunanistan’dan dönen milli takımımız 30 Mayıs’ta İstanbul’da Avusturya ile karşı karşıya geldi. Avusturya o sıralarda büyük bir şöhret ve kudrete sahip ve mesela İtalyanlar’ı 5-1 gibi açık bir farkla mağlup etmiş bulunuyordu. Buna mukabil yıllarca maç yapmamış takımımızın her şeyden evvel enternasyonal karşılaşmalar bakımından tecrübesi zayıftı. Hasılı, bütün tahminler, maçı Avusturya’nın açık farkla kazanacağı merkezinde toplanmaktaydı.

    Fakat “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Galip, Şükrü, Lefter, Halit” tertibiyle sahaya çıkan Türk milli takımı, üstün rakibiyle başa baş bir oyun çıkarmış ve devreyi golsüz berabere bitirmişti. Maçın ikinci yarısında sağhafa Selahattin’in yerine Naci, forvete de Galip’in yerine Reha girdi. Yine denk bir oyun gösterilirken, devrenin ortalarında Avusturya solaçığı Körner II ani bir atakla maçın tek golünü çıkarıverdi. Takımımız 1-0 mağlup ayrılıyordu. Avusturya kafile başkanı olsun, antrenör ve oyuncular olsun en beğendikleri futbolcuların başında “sağaçık Fikret”i sayıyorlardı.

    Bu maçtan sonra hemen Olimpiyat hazırlıklarına başlandı. Nihayet 1948’in Ağustos ayında Türk milli futbol takımı İngiltere’de Çin’le ilk maçını yapıyordu. Devreyi 1-0 önde bitiren ayyıldızlılar, ikinci kısımda da üç sayı çıkardılar ve maçı 4-0 kazanmış oldular. Çin’e karşı bu neticeyi alan takım “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Erol, Gündüz, Lefter, Şükrü” tertibindeydi.

    İkinci rakibimiz Yugoslavya idi. Yugoslavları olimpiyatta seyreden oyuncu ve hatta idarecilerimiz “Bu takımda iş yok” hükmünü vermekte epey acele etmişlerdi. Zira o Yugoslav takımı bize karşı fevkalade bir oyun gösterecek ve nihayet Olimpiyatların finaline kadar yükselecekti. Nitekim takımımızın pek başarısız bir maç çıkardığı Yugoslav karşılaşması 3-1 aleyhimize bitti. Tertip, sağhafta Selahattin’in yerine Naci olmak üzere Çin’e çıkan takımın aynı idi. Baştan aşağı bocalayan takımda Fikret de fazla bir şey yapamamıştı. Nahoş hadiseler ise futbolumuz hesabına menfi bir not olmuştu.

    1948 senesi Fikret’e uğurlu gelmiş gibiydi. Fakat kasım ayındaki bir lig maçı, değerli futbolcunun başarı yoluna dikilecek bir dikenin tohumunu ekti.

    Ufak Bir Hareket = Dört Ay Ceza

    Fenerbahçe Vefa ile karşılaşıyordu. Fikret, Vefa’nın genç solbeki Rahmi ile sık sık mücadeleye mecbur kalıyor, bu mücadelelerin bazısından Fenerbahçe sağaçığı, bazısından da Vefa solbeki galip çıkıyordu. Ancak bu arada topun taca çıkması, iki oyuncuyu da asabileştirdi. Bu asabiyet, hemen yanlarında duran laynsmenin hareketiyle arttı. Laynsmen vazifesinin hududunu aşmış bir tavır takınınca Fikret kendine hakim olamadı ve elindeki topu taç yerine atarken aynı zamanda laynsmeni de nişanladı. Milli futbolcu sonradan bu kadarcık hatasını da affetmeyecek, “Doğru değildi. Topu taç noktasına koyup çekilmeliydim.” diyecekti. Amma o anda kendini kaybetmişti. Laynsmenin hareketi onu ağır surette tahrik etmişti.

    Fikret o güne kadar hakemlerden ihtar dahi almış bir oyuncu değildi. Ama Ceza Heyeti bu makul noktaları gözönünde tutmadı ve Fikret’e 4 ay boykot verdi. Bu ceza Fikret’in Fenerbahçe’nin Yunanistan seyahatine katılamayışına sebep olacaktı.

    Ancak 1948 yılının Aralık’ında Viyana’nın meşhur Austria takımı en kuvvetli kadrosu ile İstanbul’a geldi ve Galatasaray’ı 2-1, Beşiktaş’ı 6-2 yendikten sonra Fenerbahçe’nin karşısına çıktı. Sarı-lacivertli idareciler bu mühim ve Türk futbolunun şerefi bahis konusu olan maç için müsaade almış ve Fikret’i sağaçığa koymuşlardı. Nitekim muvaffak bir oyun çıkaran takım Austria ile 1-1 berabere kaldı.

    Cezalı Sağ Açığın İki Nefis Golü

    Ertesi hafta Austria ile rövanş maçları yapılacaktı. Ve bu maçlarda Galatasaray 4-3, Beşiktaş 4-2 mağlup olmaktan kurtulamayacaklardı. Futbolumuz adına bir zafer kazanmak, bu şöhretli takımı 3-1 yenen sarı-lacivertlilere nasip olacaktı amma.

    Bölge ilk maçta Fikret’in oynatılmasına şiddetle kızmıştı. Daha doğrusu kulüpçülük hislerine hakim olamayan bir iki kişinin hareket tarzıydı bu. Maçın hakemlerine ve hatta zabıtaya, Fikret’in oynatılmaması emri verilmiş, icap ederse, yani oynarsa sahadan polis kuvvetiyle çıkarılması bildirilmişti.

    Fenerbahçe oyuna Fikretsiz başladı. Fakat üçüncü dakikada sağiç Aydemir sakatlanınca Fikret’in iki yana sallanarak kendine has koşusuyla sahaya girdiği görüldü. Polisler değil fakat hakem Selami Akal müdahale etti. Oyuna giremeyeceğini söyledi. Fenerbahçeli idareciler bütün mesuliyeti üzerlerine aldıklarnı temin ettiler. Uzun müzakereden sonra idareciler bu hususu belirten bir kağıt imzaladılar ve Fikret takımına iltihak etti.

    Kıymetli futbolcunun azmi büyüktü. Bu maça madem bu şekilde girmişti. O halde kendisine düşen vazifeyi, hatta fazlasıyla yapmalıydı. Nitekim yaptı da. 44. Dakikada topla kaleye aktı. Herkes “Goool!” diye yerinden kalktığı sırada Austria beki Fenerbahçe sağaçığını tekmeyle yere devirdi: Gol değil fakat penaltı idi.

    Fikret’in şahane penaltısı maçı 1-1 duruma sokuyordu. Zira Austria oyunun başlamasıyla beraber maçın ilk golünü atmıştı. Devre bu şekilde bitti.

    İkinci devrenin hemen dördüncü dakikasında bu defa nefis bir frikik golü seyredildi. Bunun da kahramanı Küçük Fikret’ti. Nihayet Erol’un golü galibiyeti perçinliyor, Fenerbahçe sahadan 3-1 gibi net bir zaferle ayrılıyordu. Fikret bu maçta bir müddet sakatlanıp saha dışında da kalmıştı.

    1949 başında Umum Müdürlük makul ve nizami düşündü. Fikret’in cezasını tabikten kaldırdı. Yıldız futbolcu da böylece takımında devamlı olarak yer almak ve keza milli formayı tekrar giymek bahtiyarlığına erişti.

    Rakip yine Avusturya idi. Fakat bu defa maç Viyana’da oynanıyordu. Saha ve seyirci avantajına sahip Avusturyalıların bu sefer maçı farklı kazanacağı tahmini ileri sürülüyordu. 20 Mart 1949 günü Viyana’nın Prater stadına “Cihat – Erdoğan, Ahmet – Selahattin, Galip, Hüseyin – Fikret, Erol, Bülent, Muzaffer, Şükrü” kadrosuyla çıkan Türk milli takımı yine mükemmel bir futbol gösterdi. Fakat talih yine Viyanalılara güldü ve yine sahadan bir tek golle galip ayrıldılar. Birinci devrenin son dakikasında frikikten yapılan bir gol, maçın neticesini tayin etmişti.

    Ertesi günü Viyana gazeteleri kendi takımlarını şiddetle tenkit ederken, bizimkileri övüyor ve bilhassa Fikret hakkında pek takdirkar ifadeler kullanıyorlardı.

    Fikret Yedek Subayda

    Fikret 1949 Eylül’ünde yedek subaya gitti. Tank sınıfına ayrılmıştı. Önce Gelibolu’da, sonra Ankara’da bulundu. Nihayet Kartal Maltepe’sinde askerliğini bitirdi. Askerliğin Fikret için en enteresan tarafı, o güne kadar pek itina ettiği bıyığı ile saçlarını kestirmesiydi.

    Askerliğini yaptığı sırada takımının maçlarına geliyor ve sağaçıktaki yerini alıyordu. Hatta bu aradaki İsrail seyahatine de hususi izinle katıldı.

    Fikret Fenerbahçe Birinci Takım Kaptanı

    Artık Fikret Fenerbahçe saflarında en yüksek payeye erişmişti. Bu da, Fenerbahçe birinci takım kaptanlığı idi. Fakat as futbolcu bir merhale daha yükselecek ve milli takıma da kaptan olacaktı.

    1948-49 ligi Sarı-lacivertli takım için başarısız geçmiş ve Fenerbahçe ancak üçüncülük elde etmişti. 1949 Haziran’ındaki Austria maçları da, bu muvaffakiyetsiz sezonun acı sahifelerinden biri oldu. Sahaya eksik takımla çıkan Fenerbahçe, kendi stadındaki maçta Austria’nin fırtınalaşmış kadrosuna 7-0 yeniliyordu. Fikret bütün çırpınmasına rağmen, bu hazin neticeye mani olamayanlardandı. Ertesi haftaki revanşta da Sarı-lacivertli takım 3-2’lik mağlubiyetten kurtulamadı.

    Fikret bu arada askeri forma altında yine bir Viyana takımına karşı oynadı. First Vienna Ankara’da Askeri Güçler Karması’na 3-2 galip gelirken, takımın sağaçık mevkiini Küçük Fikret işgal ediyordu. 1950 yılının 14 Ocak’ındaki bu maç karla kaplı bir sahada oynanmıştı.

    Fikret 1950 Mart’ında Fenerbahçe ile İsrail’e gitti ve takımının oradaki maçlarında yer aldı. Bunlardan Sarı-lacivertlilerin 3-0 kazandığı ilk müsabakada 2 gol, yıldız futbolcunun iki nefis ortası ile yapılmıştı.

    Fikret aynı sene Avrupa’da hususi bir seyahate çıktı. Hatta bu arada kendisinin milli takım kadrosuna seçildiği de hayretle gazetelerde okunmuştu.

    Fikret’in Bütün Futbolculara Tavsiyesi

    1950-51 sezonunda Fikret sahalarda seyrek görüldü. Fakat 1952’de takımda devamlı olarak oynadı ve yüksek form tuttu. 1950-51’de Fikret’in muntazam oynamayışı ve maç kabiliyeti yokken formsuz çıktığı müsabakalarda da esas oyununu gösteremeyişi karşısında gerek Fenerbahçe Kulübü’nün bazı çevreleri, gerekse kulüp dışındaki bazı kimseler bu yıldız sağaçığın artık futbola veda ettiği kanaatini izhara başlamışlardır. Lakin Fikret bu şekilde düşünen ve konuşanları sonradan çok mahcup etti.

    Bugünün büyük futbol şahsiyeti Küçük Fikret diyor ki: “Çok sevdiğim meşin toptan ayrılırken bütün futbolcu arkadaşlarıma kendimi misal göstererek diyeceğim ki azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. Benim için ‘artık topa vuramaz’ hükmü verildikten sonra gecemi gündüze katıp çalıştım ve tekrar Fenerbahçe’deki şerefli yerimi aldım. Benim için ‘yaşlandı, oynayamaz’ diyenler, sonradan milli takımda sağaçık mevkiinde seyrettikleri zaman, oyundan sonra gelip elimi sıktılar.”

    “1950’de futbolu bıraktığımı, hatta futbolun beni bıraktığını iddia edenler, 1952’de, 1953’te futbol hayatımın en yüksek formuna ulaştığıma şahit oldular. Futbolcu kardeşlerim, ne söylenirse söylensin, siz kendi çalışmanıza bakın! Futbolu çalışan her yaşta oynar.”

    Fenerbahçe 1951 yılını 23 Aralık’taki Rapid zaferiyle kapamıştı. Fikret’in ortasını çok güzel kullanan sağiç Fahir, ünlü kaleci Zeman’ı, bu suretle takımı da şöhretli Rapid’i mağlup etmiş oluyordu.

    Sarı-lacivertliler 1952’de her geçen gün biraz daha form tuttular ve nihayet “namağlup lig şampiyonu” olan “Küçük Şeytanlar” takımı doğdu. Bu, antrenör Szekely’nin eseriydi. Muvaffak takımın kaptanı da hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    1952 yılı uğurlu başlamıştı zaten. Daha Ocak ayında Arjantin’in Lanus’u 3-2 mağlup edilmiş, Eva Peron Kupası Fenerbahçe müzesine konmuştu. Bunu Haziran’daki (Fransız) Lille’e karşı kazanılan 2-0’lık net galibiyet ve Eylül’deki 3-1’lik Yugoslav Beogradski galibiyetleri takip etti.

    1952-1953’ün Namağlup Fenerbahçesi

    Takım lige çok hızlı başlamıştı. Evvelki yıllarda daha ziyade pasör tanınan Fikret, şimdi aynı zamanda golcü bir eleman vasfını taşıyordu. Mesela 1952 Ekim’indeki 4-0’lık Kasımpaşa galibiyetinde “Küçüğün iki şaheser golü” günlerce dillerde dolaşmıştı. Bu arada 14 Aralık’ta Viyana’nın ünlü Rapid’ine karşı bir başarı daha elde edildi. Rapidliler 1-0’lık mağlubiyetin rövanşını almak için çok hızlı başlamışlar ve devreyi 4-2 önde bitirmişlerdi. Lakin sağaçık Fikret’in nefis ortalarıyla beslenen Fenerbahçe forveti maçı 4-4 bitirmeye muvaffak oldu.

    Ligde mağlubiyet yüzü görmeyen Fenerbahçe, son maçında da Galatasaray’ı 1-0 mağlup edip şampiyonluğa ulaştı. Taraftarların pek çok kupa ve hediye verdiği takım maçtan sonra, önde kaptanı Fikret olduğu halde sahada tur yaparken çok alkışlanmıştı. Bu son maçın en enteresan tarafı, galibiyet golünün Fenerbahçe birinci takımında o gün ilk defa oynayan solaçık Niyazi tarafından yapılmış olmasıydı. Fikret bu ligde forvetin nazım ve yürütücüsü olmuş, o sırada bir gazetede çıkan ifadeyle “Bir ana kırlangıcın yavrularını beslemesi gibi, diğer genç forvetleri öyle beslemişti”.

    Fikret bu mevsim için “Kendimi en iyi hissettiğim devre” diyor ve hemen ardından ilave ediyor: “Bize maddi ve manevi kuvvet veren de antrenörümüz Szekely idi.”

    Türk Milli Takımı Kaptanı Fikret

    Fikret 1952 Mart’ında milli kadroya alınmış, fakat İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde takıma konmamıştı. Bunun ne büyük bir hata olduğu, bir sene sonraki milli maçlarda anlaşıldı. Zira Fikret İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde de formda bulunuyordu.

    Artık kurt bir futbolcu olan Fikret, 1953 Nisan’ında takımıyla Yunanistan’a gitti ve orada çıkardığı mükemmel oyunlarla büyük takdir topladı. Dönüşte Çanakkale Abidesi Kupası şampiyonluğunun kazanıldığı 3-0’lık Beşiktaş galibiyetinde de en büyük hisse, gollük ortaları veren kaptan – sağaçığındı.

    Nihayet 1953 Mayıs ayı geldi çattı. Bizi, kendi toprağımızda 5-1 yenen İsviçre milli takımı ile İsviçre’de oynayacaktık. Takım yola çıkmak üzere uçağa binerken, Yeşilköy’de bir “gümrük hadisesi” yaratıldı. Fikret kaptanları olduğu için kadrodaki Fenerbahçeliler paralarını bir edip ona vermişler, o da bavuluna koymuştu. Fakat bulunduğu resmi mevkii, kulüpçülük hislerine alet eden bir zat, bunu yanlış tefsir ettirdi ve ortaya garip bir suç çıkardı.

    Sonradan adalet makamları meselenin aslını anlayacak ve Fikret’i temize çıkaracaklardı. Lakin hadise, bir milli hizmete giden sporcuların moralini iyice sarstı. Soyadına bakıp küçük dağları yarattığını sanan bu biçare kulüp hastası, yaptığı hareketten ve kırdığı dağdan büyük pottan dolayı mensup olduğu kulüp camiası tarafından da hoş görülmeyecekti. Herkes ona notunu vermişti zaten.

    Bu asap bozucu hadiseye rağmen Türk milli takımı Bern’de şahane bir maç çıkardı ve İsviçre milli takımını 2-1 yenerek rövanşı aldı. Kaptan Fikret galibiyete müessir güzel bir oyun çıkarmıştı.

    Yugoslav Ağlarını Sarsan Müthiş Gol

    İsviçre dönüşü ay-yıldızlı takımı daha çetin bir rakip bekliyordu: Yugoslavya. Yugoslavların beynelmilel futbol piyasasındaki kıymet, bu karşılaşmanın ehemmiyetini arttırıyordu. Yapılan tahminlerin çoğu da rakiplerimizin maçı rahat ve belki de farklı kazanacakları merkezindeydi.

    Fakat bir kere daha evdeki pazar çarşıya uymamış, tahminler boşa çıkmıştı. Daima hücum eden, üstün oynayan Türk takımı idi. 5 Haziran 1953 günü Mithatpaşa Stadı’nda karşı karşıya gelen iki takımdan ay-yıldızlı onbir yediği gole Burhan vasıtasıyla mukabele etmiş, oyun 1-1 duruma girmişti. Bu cereyan ve hatta bu netice dahi Türk futbolu için bir muvaffakiyet sayılırdı. İşte bu sırada Yugoslav kalesine bir frikik oldu. Fikret topu dikti, hafif gerildi ve kendine has frikiklerinden birini çekti.

    Stad alkıştan, “Gooooool!” nidasından inliyordu. Gol, sonradan Yugoslavların da “şahane” diye vasıflandıracakları güzellikteydi. Kaleci topu, ağlardan çıkarırken görebilmişti ancak.

    Türk takımı 2-1 galip durumdaydı. Yugoslavlara karşı kazanılacak bu galibiyet, dünya çapında bir netice olacaktı. Ama ne çare, maçın son dakikasındaki bir hata galibiyeti beraberliğe indirdi. Maç 2-2 bitmişti. Fakat oyundan sonra seyirciler olsun, oyuncular olsun Fikret’in şaheser frikik golünü anlata anlata bitiremiyorlardı. Yugoslavlar gelip kendisini tebrik ettiler. Bu, futbol tarihimizin “altın gol”lerinden biriydi.

    Fenerbahçe İle İngiltere’ye Gidiş

    Fikret İngiltere’ye 1948’de Olimpiyatlar vesilesiyle gitmişti. 1953’te yine futbolcu olarak bu “futbolun beşiği” diyara yollandı. Bu defa seyahati Fenerbahçe le yapıyordu. Ekim ayında İngiltere’de muhtelif maçlar yapan sarı-lacivertli takım ilk müsabakasında Hull City’ye karşı 2-1’lik bir galibiyet kazanmıştı. İngiltere’de maç kazanmanın güçlüğü düşünülürse, Fenerbahçe’nin bu galibiyetinin futbolumuz için bir zafer kıymetini taşıdığı hemen anlaşılırdı.

    Bu tarihi maçın ilk devresi 1-0 kapanmışken, müsabakanın 77. Dakikasında takım kaptanı Fikret 25 metreden fevkalade bir şutla ikinci golü yapmış ve Fenerbahçe’yi 2-0 ileri duruma geçirmişti. İngilizler gayrete geldilerse de, bu çalışma Fenerbahçe’nin azmini yenemedi ve bir şeref sayısı yapmaktan başka netice vermedi. Maç da bu suretle 2-1 sarı-lacivertlilerin galibiyetiyle bitti.

    Fikret için bu seyahatin en hoş tarafı, meşhur sağaçık Stanley Matthews’ü seyretmesiydi. Zira Fikret’in futbol hayatında en hayran olduğu ve kendisini kimseyle mukayeseye kalkışmadığı futbolcu “Stanley Matthews” idi.

    Kaptansız Gemi Karaya Oturuyor

    İngiltere dönüşü 27 Aralık 1953’te, Fenerbahçe kuvvetli bir Brezilya takımı olan Cruzeiro ile karşılaştı. Sarı-lacivertliler baştan sona kadar hakim oynadıkları maçı 5-2 gibi açık farkla galip bitirirlerken, 5 golden 2’si Fikret’in ortalarından Hüsamettin vasıtası ile yapılmıştı. Hüsamettin’in iki kafa golü birbirinden nefisti ama bu golleri doğran ortalar da aynı nefasetteydi.

    1953 yılı biter 1954 başlarken Türkiye – İspanya maçı geldi çattı. Madrid’e gidecek kadro seçilmiş ve takım kaptanı olarak Küçük Fikret kadroya alınmıştı. Lakin İspanya’daki müsabakada Fikret takıma konmadı ve garip tertipli takım da baştan sona kadar bocaladı durdu. Neticede kaptansız gemi karaya oturmuş, milli takımımız sahadan 4-1 gibi farklı bir mağlubiyetle ayrılmıştı. Garip olan cihet, İstanbul’da iken takımda oynaması lüzumlu görülen ve hatta kaptan seçilen Fikret’in Madrid’de takım dışı kalışıydı. Bu arada Madrid radyosunda takım kaptanı olarak Fikret’in konuşturulması ve ardından takımda yer almaması aynı garabetin devamıydı.

    Fikret ay-yıldızlı formayı bundan sonra 1955’te de giyecekti ve kaptan olarak takımı sevki idare edecekti. Fransa B takımı ile 0-0 berabere kaldığımız 3 Nisan 1955 maçında umumiyetle durgun oynamış ve zaman zaman galibiyet ibresini lehimize çevirme fırsatını yakaladığımız halde bundan faydalanamamıştık.

    4-4’lük Maçın Kahramanı

    19 Mayıs 1955 günü Mithatpaşa Stadı’nda heyecan kasırgası çok şiddetliydi. Fenerbahçe ile Beşiktaş “Atatürk Kupası” için karşılaşıyorlardı.

    1954-55 liginde takımda seyrek olarak yer alan Küçük Fikret, buna rağmen iyi form tutmuş ve nitekim Nisan’daki Fransa maçında milli takımın sağaçık mevkisini işgal etmişti. İşte bugün de Beşiktaş’a çıkan sarı-lacivertli onbirin sağaçığı yıldız futbolcu Fikret’ti.

    Ne oluyordu? Netice nereye doğru gidiyordu? Beşiktaş taraftarları sonsuz sevinç içinde, takımlarını alkışlamaktaydılar. Goller birbirini takip ediyor, Beşiktaş devreyi 3-0 galip bitiriyordu.

    Fenerbahçeliler tribünde endişe içindeydiler: “İkinci devrede ne olacak? 3-0, kaç sıfıra kadar yükselecek?” Fenerbahçe devreye pek azimli başlamıştı. İlk devrede aksayan santrafor Burhan, Fikret’in güzel bir ortasını gole çevirince sarı-lacivertlilerde ümit ışığı yandı. Çok geçmemişti, yine Fikret mükemmel ortalarından birini yapıyor ve yine Burhan topu ağlara gönderiyordu.

    3-0’dan 3-2’ye erişen Fenerbahçeliler şimdi beraberlik peşinde koşmaktaydılar. Ve işte o da olmuştu. Topu fevkalade şekilde ortalayan Fikret’ti yine, golü atan da Burhan. Burhan bu devrenin golcüsü olmuştu. Fikret ise esas kahraman olduğunu az sonra ispat edecekti.

    Oyun 3-3 berabere duruma girince Fenerbahçeliler sevinmeye Beşiktaşlılar üzülmeye başlamışlardı. Amma çok geçmedi, yine sevinç sırası siyah-beyazlı taraftarlara geldi. Beşiktaş dördüncü golü de atmıştı ve maçın bitmesine de pek az vakit vardı. Birden meşin top bir futbolcunun ayağına geldi ve oradan da bomba gibi bir voleye takılıp Beşiktaş ağlarını buldu. Maç 4-4 berabere vaziyete girmişti. Bu “şahane” golün kahramanı ise ilk üç golün pasörü Küçük Fikret’ten başkası değildi. Oyun stadı dolduran onbinlerce halkı heyecandan boğan bir tempo içinde geçmiş ve unutulmayacak maçlardan biri olarak futbol tarihimizde yerleşmişti. Maç unutulmayacaktı, bu maçın ası Fikret de unutulmayacaktı.

    Fikret 1955-56 sezonunda artık takımın devamlı bir oyuncusu değildi. Futbolcu bırakmak zamanının geldiğine hükmetmişti. Bir yandan gümrük komisyonculuğu mesleğindeki meşgalesi her geçen gün biraz daha artıyor, onu muntazam idman yapmaktan alıkoyuyordu. Hem Fikret “Çok sevdiği futbolu zamanında, tatlı hatıralarla bırakmak isteğinde” idi.

    Rusya’daki Zafer Golü

    Fenerbahçe takımı 1956 Haziran’ında Rusya’ya hareket ederken de Küçük Fikret’in oyuncu mu yoksa idareci mi olarak gittiği suali soruluyordu. Bazıları ise “turist” deyip işin içinden çıkmışlar, gazeteler “kafileye turist olarak Fikret Kırcan’ın da dahil olduğu” haberini vermişlerdi.

    Moskova’daki ilk antrenmanda Fikret de arkadaşlarının yanında bir futbolcu olarak zevk ve şevkle çalışıyordu. Müteakip idmanlarda aynı gayreti göstermeye devam etti. Bu arada bir fikri zihinlerden geçti: “Fikret oynasın!”

    Küçük Fikret de içten içten böyle bir arzu duyuyordu. Sarı-lacivertli formayı bu çok ehemmiyetli maçların birinde giymek, güzel bir hatıra değerini taşımaz mıydı?

    Ona “oynar mısın?” dediler, Fikret’in cevabı “memnuniyetle” oldu. Fakat ne olursa olsun, takımda 45 dakika bulunacaktı. Diğer devrede gençlerden birinin bu mevkii doldurmasına fırsat vermek istiyordu. Nihayet Fikret’in ikinci maçta yani Leningrad’da Zenit’e karşı ilk devre sağaçık oynaması kararlaştırıldı.

    Oyunun başlamasıyla Zenit’in ilk golü yapması bir olmuştu. Fenerbahçeliler’in hemen bozulması ve müsabakayı açık farkla kaybetmesi, akla gelen en yakın ihtimaldi. Fakat hayır! Başta kaptan Fikret olduğu halde, sarı-lacivertliler şahane bir oyun tutturmuşlardı. Nitekim 12. dakikada kaleci İvanov topu kurtarmak için yumrukla çıkış yaptı. Top sağa, Küçük Fikret’in önüne düşmüştü. Kurt futbolcu meşin yuvarlağı durdurmadan ortaladı ve golü hazırladı. Onsekiz çizgisine yanaşan Mehmet Ali topu hemen yakalamış ve yerden bir şutla ağlara takmıştı.

    Fenerbahçe’nin beraberlik golünü hazırlayan Fikret, 22. dakikada da galibiyet golünü bizzat yapacaktı. Ergun topu ayağına geçirir geçirmez, şöyle bir baktı, en müsait pozisyonda “Fikret ağabey”sini gördü. Şimdi top kısa bir pasla Fikret’e geçmişti. Kısa bir sürüş… Sol bir şut… Ve gol! Fenerbahçe 2-1 galip durumdaydı şimdi.

    Sarı-lacivertli takım Fikretsiz devam ettiği ikinci devrenin son dakikasına kadar bütün varlığı ile oynayacak ve sahadan bu netice ile muzaffer ayrılacaktı.

    “Bu İlk Değil ki…”

    Fakat yukardaki golün hatırası büyüktür. Leningrad’da maça giderken Fikret, bu satırların yazarına “İçime doğuyor, bugün bir gol atacağım. Hem de 2-1 galip geleceğiz” demişti. İşte Fikret’in her iki dediği de çıkmıştı.

    “…Bu ilk değil ki…” Fikret’e Rusya’ya turist olarak gidip de gol kahramanı olarak dönüşünü hatırlattığım zaman böyle dedi ve devam etti.

    “- Bu ilk değil hakikaten… Bir kere de stada seyirci olarak gitmiş ve sonra soyunup sahaya çıkmıştım. 1937-38 mevsimindeydi. Bükreş muhteliti İstanbul’a gelmiş ve yapılan maçı 5-3 İstanbul kazanmıştı. Ertesi gün yedek oyuncuların yer aldığı Bükreş “B” muhteliti İstanbul’un “B” muhteliti ile oynayacaktı. Ben de bu maçı seyretmek üzere stada gittim ve davetiyem olmadığından para verip bilet aldım. İçeri girmiş, hatta tribünde bir yer bulmuş, maçı seyre hazırlanırken bir de ne göreyim? İdareciler beni orada bulmuş, çabuk gelmemi söylüyorlardı. Aşağı indim. Derhal soyunmamı bildirdiler. Soyundum. Sahaya çıktım. Az evvel parayla bilet alıp tribüne giren seyirci, şimdi İstanbul “B” muhteliti oyuncusu olarak sahadaydı. Güzel bir maç çıkarmamıza rağmen 0-0 berabere kalmıştık o gün.”

    Fikret Politik Hayatta

    Fikret’e en sevinçli hatırasını sormuştum. Hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

    “ – Geçen kış bir sabah saat yedi buçukta aldığım telefondur.”

    Evet, bu telefonda şimdiki eşi Nur, kendisine “babasının izdivaçlarına muvafakat ettiği”ni bildirmişti.

    Fikret’in ilk izdivacı 1950’de sona erince, spor alemimizin yakışıklı erkeğinin yeniden evlenip evlenmeyeceği suali hep sorulmuştu. Fikret bu arada politika hayatına atılmayı tercih etti. Demokrat Parti’ye 1950 seçiminden evvel giren as futbolcu, Kızıltoprak Bucak İdare Heyeti azalığından yükselmeye başladı ve nihayet 1955’de İstanbul Vilayet Meclisi’ne aza seçildi. Halen bu mecliste Maarif Encümeni’nde çalışmaktadır.

    7 Mayıs 1956’da, o sırada Ticaret Vekili bulunan Fahrettin Ulaş’ın kızı Nur Ulaş’la evlenen Fikret Kırcan, şimdi Kadıköy’de Çiftehavuzlar’da oturmakta ve İstanbul’da Veli Alemdar handaki yazıhanesinde de gümrük komisyonculuğu ile iştigal etmektedir.

    Nihayet Futbola Veda

    Bir insan evinde birkaç sene beslediği kedisinden ayrılsa üzülür. Kuşunun ölümüne göz yaşı dökenler az değildir. Bunu daha yükseltip bir sevgiliye çıkarır ve hele işin içine yirmi iki uzun yıl katarsanız, Fikret’in şu andaki hüznünü daha iyi anlayabilirsiniz. Fikret şimdi bir sevgiliden ayrılmak üzeredir. Yirmi iki sene hiç ayrılmadığı bir sevgiliden…

    “ – Yine tam ayrılmış sayılmam”, diyor, “muhakkak ki fırsat buldukça antrenman yaparım. Hele seyirci olarak meşin topu hiç değilse uzaktan seyretmeye devam edeceğim.”

    Fikret bunları söyledikten sonra hemen ilave ediyor:

    “ – Belki şimdi tribünden, saha dışından tenkit ettiğim çok şeyler olacak. Zira ben hem oyuncu psikolojisini taşıyacağım, hem de seyirci ruhunu. Fakat ‘oyuncu – seyirci’ olmaktan sadece ‘seyirci’ olmaya geçiş çok zormuş. Bunu şimdi anlıyorum. Sahada gördüğüm bir şeyi tenkit edince, “Çıksam yaparım” diyemeyeceğim artık. İspat imkanım kalkıyor. Ben ‘emekli bir futbolcu’ olacağım. Geçmiştekiler geçmişin malı olmuş. Hem fazla tenkide kalkışırsam, bir genç futbolcunun sinirlenip ‘O senin devrindeydi. Geçti onlar…’ demesi de mümkündür.

    “Hayatımda hiçbir tenkide kızmadım. En haksızını bile nazara aldım. Her birinde, bir nebze olsun hakikat payı bulunabileceğini düşündüm. Hatta birçok tenkitleri dikkatle dinleyip veya okuyup antrenmanlarda denemeye çalıştım.”

    “Bütün futbolcu kardeşlerime de böyle yapmalarını tavsiye ederim. Aleyhlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp kızmasınlar. Nasıl ki lehlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp da kendilerini dev aynasında görmemeleri icap ettiği gibi… Futbolun çok, hem de pek çok nankör olduğunu her futbolcunun her an aklında bulundurması lazımdı. Bir şutunuzu methedenler, o topun kaleye girmediğini görünce sizi hemen kötüleyebilirler. Fakat hiç aldırmadan çalışmak, daima çalışmak gerekir. Ben şahsen böyle yapmakla, ‘artık yaşlandı, futbol onu bıraktı’ dedikleri zamandan sonra çok top oynadım. Hem de milli takıma kadar yükselerek… Fakat bunları dahi beni tenkit edenlere, kusurumu söyleyenlere borçlu olduğumu itiraf ederim.”

    Fikret’in gözleri dolu dolu olmuştu. Çiftehavuzlar’daki evinin misafir odasındaydık. Konuştu konuştu, yukarıdaki sözleri bitirince sustu. Sonra yere uzandı ve futbol hatıraları ile, hediyeler, şiltler, resimler ve gazete küpürleri ile dolu çantayı kapadı. Bu sanki futbol hayatını da kapayışını ifade ediyordu. Bir an baktı, resimlerden biri kenara, halının köşesine kaçmıştı. Uzanıp aldı. Fenerbahçe’nin bir maçında bir gol atarken çekilmiş fotoğrafıydı. Onu bir hayli seyretti ve sonra yavaşça konuştu:

    “ – Hepsi mazinin malı oldu artık…”

    SON – HALİT KIVANÇ