Etiket: Yılmaz Şen

  • En Güzel Yazı

    En Güzel Yazı

    İslâm Çupi’nin Fenerbahçe’nin 1974 şampiyonluğundan sonra kaleme aldığı yazı, “En Güzel Yazı” olarak tarihe geçmeyi hak ediyor… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Didi

    Fenerbahçe Şampiyonluğunun Boynundaki Esrarlı Gerdanlık

    Fenerbahçe 3 yıl ayrı kaldığı lig şampiyonluğu ile yine iç içe girdi…

    Fenerbahçe Türkiye’de şampiyon olsa da olmasa da, halktır, halkın ta kendisidir… Sarı-Lacivertli kulüp, tarihinin yaprakları çevrildiğinde her devrede isminin önüne en büyük kalabalığı biriktirmiş kulüptür.

    İsminin spor sayfasına yapışmasını istemeyen bir politikacı ne güzel anlatır bu diyalektiği:

    “Türkiye’de siyasi kadroların kulpundan tuttuğu iktidar hazzı hafta sonu biter… Çünkü Türkiye’de Cumartesi-Pazar Fenerbahçe iktidarı kurulur.”

    Çocuklarına etin kendisini değil resmini bile götüremeyen baba, evlatlarının midelerini Fenerbahçe galibiyetleri ile doyurur… Müdürüne, şefine, patronuna kızan küçük insanın intikamında, Fenerbahçe zaferlerinin tartışılmaz balyozları vardır. Yaşamayan halkın, itilen kakılan kitlenin, sevinçleri gram gram damlayan insanların, Cumartesi-Pazar eskimeyen, tükenmeyen mutluluğudur Fenerbahçe…

    Sabah her erken kalkan insanın ihtilale teşebbüs ettiği, dans figüründen çok bomba atıldığı bir ülkenin ihtilal heyecanlarından gelen bir Didi’nin bile, şaşkınlıklar geçirdiği Fenerbahçe sevgisi, şimdi kapatılma sistemi olmayan bir neon gibi tüm Türkiye direklerinde ışıldamaktadır.

    Dünya şampiyonluklarını bir virtüöz Brezilyalı olarak yaşamış, en azgın ve değişik sevgili dünya tribünlerinden alkış toplamış bir Didi’nin “Futbolda en büyük gürültü” diye saygı duyduğu Fenerbahçe dünyası budur…

    Didi imtihanla, kitapla, kurslarla içi dışı ilim dolmuş bir teknik direktör müdür? Değildir… Ama Didi büyük insan ve büyük bir futbolcudur.

    Didi iki yıl futbolcularının adalelerine at serumu şırınga etmemiş, kulaklarına topun yaşanmış ve yaşayan en iyi şiirlerini söylemiştir.

    Fenerbahçe’de oyuncu her maç ayakları değil, kafası ağrıyan bir yaratık haline sokulmuştur.

    Az idman… Çağ dışı çalışma… Dayanıklı ve adaleli olmama… Fizik, kondisyon gibi her futbol marangozunun ayrı şekilde yonttuğu bir kalıptan yoksun olma…

    Bütün bu bilimsel eksikliklere rağmen şampiyonluk… Ne dersiniz? Yoksa ilim, bilim Kalamış’ta kafasına sarık mı sardı? Didi’nin üfürükleri, futbol ilmi adına fırlatılan hikmetlerin önüne mi geçti?

    Sorun bakalım 1 yıl Türkiye’nin en büyükleri olan Cemil, Osman, Ziya, Yılmaz, Alpaslan ve Datcu’ya… Kurcalayın Fenerbahçe formasının büyüklüğü ile kendi gençliğini kol kola henüz sokamamış tüysüzleri… Bir yıl boyunca tribünlerde insan değil, taş olmuş o koskoca taraftar kitlesinin elem ve mutlulukları üzerinde bir araştırma yapınız… 365 gün ayr stratejilerin kımıldadığı şampiyonluğun yakasına yapışıp bağırınız “Didi’yi nasıl bilirsiniz?” diye…

    Fenerbahçe böyle büyüklüktür işte…

    İslam Çupi – Tercüman Gazetesi

  • Bazıları Büyük Doğar

    Bazıları Büyük Doğar

    Necmi Tanyolaç’ın 1974 şampiyonluğundan sonra yazdığı “Bazıları Büyük Doğar” yazısı, yine bir manifesto niteliğinde… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bazıları Büyük Doğar

    Evet, bazıları büyük doğar. Didi gibi, Ziya gibi, Osman, Cemil, Yılmaz ve tüm futbolumuzun diğer yıldızları gibi…

    Böyleleri için yenilgi ve bozgun küçülüş sebebi değildir. Bağlı oldukları toplumda hep aynı saygıyı görürler. Kazansalar da, kaybetseler de. Nitekim Didi ile Fenerbahçe’yi kaybedilmiş maçlardan ve kaybedilmiş şampiyonluklardan sonra darağacına çıkarmak kimsenin aklından geçmemiştir. Fenerbahçe şampiyon olmadan da yaşar…

    Evet, bazıları büyük doğar. Fenerbahçe gibi. Bir yabancı antrenörün ; “Şampiyon olduk ama Fenerbahçe olamadık!” deyişi kıskançlık mıdır, yoksa itiraf mı? Cevabını siz veriniz.

    Evet, bazıları büyük doğar… Bir tabiattır Fenerbahçe, uçsuz bucaksız bir tarla. Toprağı gerçekten bereketlidir. Bugüne kadar hep bire yüz vermiştir. Çok çabuk üreyen bir millet olmuştur, Çocuk, anasının sütünü emmekten sıkıldığı gün ağzını Fenerbahçe armasına yapıştırmıştır. Böyle böyle büyütmüşlerdir birbirlerini.

    Evet, bazıları büyük doğar. Bu büyüklük seyirciden gelmektedir. Nice’de 4 – 0 yenilmiş takımın o faciadan 3 gün sonra İstanbul’da oynadığı bir lig maçında Fenerbahçeli sabahın köründe kuyruğa girmiş, tribünler adam almamıştır. Başka yerlerde takımları böylesine ufalanıp gitmiş taraftarlar tribünleri boşaltıp, oturdukları yerlere siyah çelenkler bırakıyorlar. Fenerbahçe taraftarı ise Fenerbahçe’yi bırakmamıştır.

    Bir ebedi nöbet, Fener seyircisi için Fener’i tutmak! Bu bitip tükenmeyecek nöbetteki futbol seyircisi bir Mehmetçiktir. Elinde bileti, yüreğinde kulüp sevgisi o Mehmetçik bir asra yakındır Fenerbahçe’yi bekliyor, Fenerbahçe’yi koruyor ve omuzlarda taşıyor. Mc Kennan vadısinin altınlarından şüphesiz bir değil, birkaç Fenerbahçe yaratılabilir. Ama o seyirci kitlesinin bir teki dahi yaratılamaz. Çünkü Fenerbahçeli olmak, şampiyon olmaktan ayrı bir şeydir.

    Fenerbahçe’nin bu mutlu gününde “Niçin Fenerbahçeli değilim?” diyenlerin dünyaya bir kere daha gelmeleri imkânsız fakat Fenerbahçe’nin bu mutlu gününe gönül dolusu tebriklerle katılmaları mümkündür. Bu da büyüklüğün şanındandır.

    Necmi Tanyolaç

  • Siyah Padişahlık

    Siyah Padişahlık

    Fenerbahçe 1973 yılında Nice deplasmanında 4-0 yenilince, İslam Çupi kalemini kılıç yapmış. “Siyah Padişahlık” ağır bir yazı olarak tarihe geçiyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Siyah Padişahlık

    Al büyük Brezilya’nın ofans hayallerini gören Didi’yi Fenerbahçe’nin başından, koy yuhalanmış Coşkun Özarı’yı… Çarşamba gecesinin hayret verici hezimeti, 0 – 0 beraberliğe dönerdi.

    Al Fuat konusundaki uyarımızı “Kurtarıcı istemiyoruz” ukalalığına çeviren Faruk Ilgaz’ı, Fenerbahçe Kulübü’nün başından, koy oraya ağzı teknik konulara dikili bir başkan, takımın şerefi, bayram çocuğunun elinden kaçırdığı bir balon olmazdı.

    Fenerbahçe, Nice karşısında hücum oynamadı, topla oynadı. Bu tip maçlarda bütün dünya takımları defanslarını dikerken, Sarı Lacivertli ekip, ileriye çıkardığı iki beki ve stoper Niyazi’yi geri çevirinceye kadar bütün karşılaşma alanlarını bize kulunç gibi çiğnetti durdu.

    İlk yarım saat 4 – 4 – 2 düzenini kendi sahasında yapılmış çirkin bir duvar gibi dolaştıran Nice takımının bu ayıbında yatan gücü ibretle düşünmek lazım… Fransa milli ekibine 3 oyuncu veren bir takım, maçı kazanmak için önce rakibini defansına vurdurup, koridorunu ve yaratıcılığını boğazlamak gerektiği inancı ile silahlanmıştı. 7 kişisi belli noktalarda yakalanan bir Fenerbahçe ile 7 kişisi Osmanlı oku gibi boş yerlere fırlatılan bir Nice ile aradaki kafa farkını anlatıyordu, Çarşamba geceki maç.

    Fenerbahçe’nin topla daha fazla göründüğü yerler, modern futbolun “Maç kazandırmaz” dediği ölü yerlerdi. Nice’in 90 dakika adale ile deparla çıkıp girdiği orta sahada, Fenerbahçe inanılmaz yavaşlıkta kısa paslarla çakılıp kaldı.

    Orta sahada Ziya maç boyunca topu yakalayan, top saklayan bir usta yardımcıdan mahrum olarak terledi. Ersoy ve Selahattin, ne oyun kurucularını saf dışı ettiler, ne de ileri üçlüye 35 – 40 metrelik deparlar atabildiler. Bu kesimde Fuat’ı ısrarla imha etmek isteyenlerin boyunlarına önümüzdeki haftaların getireceği maç sonuçlan ip gibi geçecektir.

    Fenerbahçe’nin, Nice karşısında ofans oynadığını söylemek, manzara gibi akılsız dağılmış oyuna hayranlık duymaktır. Modern anlamı ile hücum patlatan bir takım, 0 – 4’ün şaşkınlığı altında kendi oyun kişiliğinin savunmasını yapamaz. Eğer bu hücum futboluna rağmen, Fenerbahçe koca oyunda sadece 2 gol pozisyonuna girmişse, adama “Arkadaş sen nereye saldırdın?” diye soru sorarlar…

    30 yaşındaki Yılmaz’ın sağını, solunu, önünü tahliye ederek, bir liberoyu, Van Dijk’in, Ericksson’un koştuğu bir atletizm pisti haline getirmek futbolda bir devrimse, ben gerici damgası yemekten zevk duyarım.

    Ender’i kazandıran bu hezimeti şöyle başlamak istiyorum: Fenerbahçe’nin kendi bünyesi içinde hüküm süren “Siyah Padişahlık” devrini dikkatle yeniden gözden geçirmesi lâzımdır. Ve lütfen takımın oyun anlayışı ve tertibi üzerinde halâ “keçi inadı” despotlukları yapmayalım. Çünkü Fenerbahçe’nin istikbali böyle aydınlanmaz.

    İslam Çupi – 1973 – Tercüman Gazetesi

  • Şeref Has’ın Jübilesi

    Şeref Has’ın Jübilesi

    Tuncay Yavuz, Fenerbahçe tarihinin (hem sporculuğu, hem insanlığı, hem de mütevazılığıyla) en büyük futbolcularından Şeref Has’ın jübilesi için yazılanları derledi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbolu Sırtında Taşıyan Adam: Şeref

    Futbol beni bıraktı…

    Kadri, elini Şeref’in omzuna koydu: “Ne denir Şerefciğim” dedi. “Futbolu aynı zamanda bırakmamız kaderde yazılıymış…” Oturduğu yerden başını kaldırıp arkadaşını süzdü Şeref. Mahzun mahzun başını salladı, dudağının sol köşesinde tomurcuklanan şey gülümseme değil bir hıçkırık gibiydi. “Yanlışın var” dedi Kadri’ye, “Futbolu sen bırakıyorsun, Metin bırakıyor, oysa benim hikayem başka… Futbol beni bıraktı. Sen ve Metin isteyerek, bilerek bir karar verdiniz. Ben hiç istemediğim halde futbol tarafından terk edildim.”

    Birdenbire susakaldık hepimiz. Kara sevdalı bir genç adam, terk edilmişliğin hüznünü yaşıyordu. Bundan 26-27 yıl önce Beykoz çayırında başlayan büyük sevgi, bu genç adamın bütün hayatı olmuştu. Ve vermişti her şeyi sevdiğine. İstemeden, karşılığında çok şey beklemeden vermişti. Didinmiş, çırpınmış, çabalamış ve vermiş, vermiş, vermişti… Birçok arkadaşları gibi karşılığında çok şey de almamıştı. Sevgilisinin bütün yükünü ve ağırlığını yıllar yılı taşımız ve bir gün bu yükü taşıyamaz hale gelmişti. Hem de kendi kusuru olmaksızın gene büyük sevdasının uğruna.

    Bütün futbol hayatı boyunca saha içinde veya saha dışında en ufak bir fantezi yapmadan, züppeliğe kaçmadan futbola verebileceği her şeyi veren Şeref Has, futbolun kendisine verdiği sakatlıkların zoruyla, en büyük aşkı futbol denilen büyük sevgilisi tarafından terk edilmişti.

    Hüzün yalnız onun değil, onu ve futbolu seven herkesin yüreğini dolduracaktı tabi…

    Sevimli, uysal, büyük sözü dinleyen, ağırbaşlı, kısa sürmüş yedekliğinde de uzun sürmüş kaptanlığında da hiçbir entrikaya ve dedikoduya karışmamış, futbol sahasındaki fedakarlığını, saha dışında “En Efendi adam” sıfatıyla birleştirmiş bir sporcu tipinin en güzel örneği idi Şeref…

    15 yılı Fenerbahçe’de geçmiş 18 yıllık futbol hayatında hiç ceza aldın mı diye sordum Şeref’e. Evet, diye cevap verdi, iki defa aldım. İster misiniz Şeref’in iki defa aldığı cezanın olduğunu derhal size de anlatalım:

    Birincisi çok ağır bir suç ve çok ağır bir ceza! Futbolu terk ettiği zaman kendisiyle röportaj yapan gazeteciye gizlemeye teşebbüs bile edemeden itiraf edilecek cinsten: Bir maçta ayakkabısının bağı çözüldü Şeref’in. Yakınında olan yan hakemine sordu: “Bağlayabilir miyim?” Yan hakemi evet dedi, bağlarsın. Şeref de yürüdü çıktı taç çizgisinin dışına eğilip bağladı. Hakem geldi, sordu neden kendisinden izin almadan dışarı çıktı diye. Ve Şeref’i oyundan attı. Yan hakemi ise, “Ben ayakkabını bağla dedim, sahadan çık demedim” diyordu.

    İkinci ceza ise Gençlerbirliği ile Fenerbahçe’nin olaylarla dolu 3-3’lük maçında oldu. Yedi Fenerbahçeli ceza almıştı o maçta ve Şeref’in suçu sahaya giren bir sivil adama kargaşalıkta, “Kim oluyorsun?” demekti. Bilemezdi onun, maçlarda olay çıkarsa hakemler lehine şahitlik etmek için dolaşan bir casus hakem olduğunu. Böylece Ceza Kurulu 15 gün ceza verdi Şeref’e.

    Ve bütün futbol hayatında “ceza” adındaki leke bu iki pire pisliğinden ibaret kaldı.

    Başkasının adıyla şöhrete gidiş…

    Kadıköy’ün Kuşdili çayırı, Taksim’in Talimhane meydanı, Beşiktaş’ın Fulya Tarlası, Karagümrük’ün Çukurbostan’ı ve Beykoz çayırı. Bugünkü kuşaklar bu meydan adlarının Türk futbolu için ne demek olduğunu bilmezler. Altmış yıllık futbol tarihimiz işte bu çayırlarda top kovalamış bızdıkların eseridir. Onlar hep öyle “Bızdık” kalmadılar. Büyüdüler delikanlı oldular, yıldız oldular, spor tarihine geçtiler.

    İşte Beykoz çayırında bundan tam 27 yıl önce kale arkasında çıplak ayakla dolaşan, kaçan topları toplayan 6-7 yaşlarında bızdıkları arasındaki o kara oğlan da her zaman öyle bacaksız kalmadı.

    Büyüdü, önce Bahadır, Şahap, Mehmet Ali, Ekerbiçer gibi tanınmış ağabeylerin top koşturduğu çayıra çıktı kale arkasındaki yerinden. Paşabahçe’de mahalle arkadaşlarının kurduğu takımla Beykozlulara karşı oynadı. Sonra Beykoz Ortaokulu takımının kaptanlığını yaptı aynı çayırda. Bir gün Taksim’deki Beden Terbiyesi Bölge binasına girip doktor muayenesinden geçti, lisans alıyordu artık. O zamanlar üçüncü kümede oynayan Paşabahçe takımında oynayacaktı. Bir yıl o formayı giydi 1951-52 sezonunda.

    Ertesi yıl bir yaş daha büyümüştü ve ikinci kümeye terfi etmişti. Paşabahçe takımından Beylerbeyi’ne transfer olarak. Özel hayatında son derece sakin ve uysal olan bu karayağız delikanlı, futbol sahasında bir panter oluyordu. Onu Kırmızı-Yeşil Beylerbeyi forması altında görmüş olan tecrübeli bir futbol adamı o sırada antrenörü olduğu Beyoğluspor’un yöneticilerine bu afacanı almalarını söylemişti. Böylece bizim kara yumurcak resmi futbol hayatına üçüncü kümede başlıyor, ertesi yıl ikinci kümede oynadıktan sonra birinci kümeye geçiyordu. Şimdi artık İstanbul’da futbol çevreleri Beyoğluspor’da oynayan Şeref Has’ı yakından tanımaya başlamışlardı.

    Ama henüz kimse onu adıyla tanımıyordu, daha doğru bir deyişle Şeref şöhret basamaklarını kendi adıyla çıkmadı. Büyüyor, başarı kazanıyor, ilerliyor fakat herkes tarafından “Şeref” diye değil “Mehmet Ali’nin kardeşi” diye tanınıyordu. Hatta onu Beylerbeyi’nden alıp Junior Milli Takım’a seçen sonra da Beyoğlusporlu yönetici Niko Zervudakis’e tavsiye eden antrenör Cihat Arman bile ondan bahsederken “Beylerbeyi’nden Mehmet Ali’nin kardeşini alın” demişti.

    Mehmet Ali’nin kardeşi olmak küçük Şeref’in şöhret basamaklarında yükselmesini önlemiyor, aksine faydalı oluyordu. Çünkü ağabey Has (Tarzan), Türk futbolunun yetiştirdiği az bulunur değerlerden biriydi ve Mehmet Ali’nin kardeşi olmak, Milli takım kaptanı olduktan sonra bile Şeref için gurur verici bir sıfat oldu.

    Yıllarca ağabeyinin ayakkabısını taşımıştı Şeref, bu ayakkabıları yağlardı, bakardı onlara, maç günleri M. Ali’nin çantası Şeref’in elinde gelirdi stada. Merhum Kelle İbrahim bu küçük malzemeciye bakıp kim bilir kaç kere sormuştu M. Ali’ye “Ne zaman alıyoruz bunu bizim takıma?” diye.

    Şeref hızla ilerliyordu. Cihat Arman’ın seçip Almanya’ya götürdüğü Junior Milli Takım’da Metin, Varol, Tayyar, K. Ali, K. Erol, Altaylı Coşkun ile birlikte oynayan Şeref o yıl Beyoğluspor’da bir sezon geçirdi. Gerilerde bir derece tuttu Beyoğluspor fakat onun genç ve acar forveti Şeref gol krallığında dördüncülüğü almıştı.

    Sezon sonunda ağabeyinin yakın arkadaşları eski Fenerbahçeli Erol ve Selahattin’in de oynadığı Adalet takımı Şeref’i kadrosuna almaya karar vermişti. Ankara’ya götürdüler Şeref’i. Hacettepe ve Ankaragücü ile iki hazırlık maçı yapacaklardı. Şeref iki maçta 8 gol attı. Futbolu iyi bilen, usta hazırlayıcılar arasında bu yırtıcı adam tutulmaz olmuştu.

    Bu iki maçı Ankara’da seyreden yetkili bir Fenerbahçeli teşhisi koymuştu artık: M. Ali’nin kardeşi iyi bir kadro içinde oynarsa bir dev olmaya adaydı.

    Hemen harekete geçti Fenerbahçeli yetkili…

    Fenerbahçe’de ilk maç

    “1955 yılı Temmuz ayının bugünkü yirmibirinci Perşembe günü dairemde huzura gelen…”

    Şeref’in Fenerbahçeli oluşu işte yukarıdaki cümleyle başlayan bir anlaşmadan doğmuştur. O Perşembe günü saat 15’te notere gelen Şeref ve Mehmet Ali Has kardeşler aynı anda iki mukavele yapmışlardı. Gene de Şeref’in attığı imza ikinci derecede kalmıştı o gün. Çünkü Mehmet Ali kulübünden istifa ederek Vefa’ya gidecekti. Günlerce ortalık bu haberle kaynayıp durmuştu. Sonunda Has’ların büyüğü kulübünde kalmaya razı olmuş, bu arada kardeşinin de Fenerbahçe ile anlaşması için onun aracılığı sağlanmıştı. Oysa bu sırada Şeref, Adaletli idarecilerle anlaşmış bulunuyordu. Tartışmalar oldu o gün noterde. Ama artık olan olmuş ve Şeref 14 yıl sırtında taşıyacağı Sarı Lacivert formanın adamı olmuştu.

    1955/56 sezonunu Fenerbahçe 14 Ağustos’ta yaptığı çift maçla açtı. Sarı Lacivertliler bir takımlarıyla Hilal’i o gün 9-1 yenerken, Fikret, Lefter, Şeref, Burhan, Hüsamettin’den kurulu forvetiyle de Karagümrük’e 3 gol atıyordu. Üçüncü gol Şeref’in ayağından kazanıldı ve bu Şeref’in yıllarca zaferden zafere koşarken en büyük yükü sırtında taşımış olduğu Fenerbahçe hesabına attığı ilk gol oldu.

    O yıl Fenerbahçe ilk lig maçında Beykoz’la karşılaştı. O maçta Şeref sağaçıktı. K. Fikret yoktu takımda. Şeref, Lefter, M. Ali, Çetin, Niyazi şeklindeki forvet Beykoz’a ancak M. Ali’nin ayağından bir gol atıyor ve 1-1 berabere kalıyordu. En yeni Fenerbahçeli Şeref bu maçta çok kötü oynamıştı. Bundan sonraki maçta kadroda yoktu.

    Oysa ilk çalışmalarda antrenör Markoş, Lefterlerin, Küçük Fikretlerin, Mehmet Alilerin bulunduğu kalabalık bir grupta parmağı ile Şeref’i göstererek “Bu çocuk hepinizden büyük bir kabiliyet taşıyor” demişti. Ama Şeref’in böyle bir iddiası yoktu. Onun bir tek iddiası vardı: “Daha iyi olmak” Ve bütün futbol hayatında bu iddia ile çalıştı, didindi, çırpındı: Daha iyi olacağım. Daya iyi olacağım. Daha iyi olacağım.

    Ve daha iyi olmak için birçok şeylere sahipti. Önce hem hırsı hem tevazusu vardı, sonra da hem uysal ve saygılı hem de çok sevilen Tarzan’ın kardeşi idi. Bundan şu sonuç çıkardı ki, Şeref takım içinde bütün ağabeylerin ve bütün arkadaşların en çok sevdikleri adam olmuştu. Seviliyor ve şımarmıyordu. Şımarmıyor ve daha fazla seviliyordu. Bütün hataları en yumuşak ikazlarla düzeltiliyordu. Onun gelişmesini ve pişmesini görmek bütün takım arkadaşlarını sevindiriyordu.

    Büyük takıma girmenin ve orada kendini sevdirmenin ne demek olduğunu böyle bir macerayı yaşamış olanlar bilirler: Vahşi bir ormanda tek başına kalmak kadar korkunçtur bu. Yalnız kalmış bir sporcunun ise başarı şansı o kadar azalır ki. Şeref asla yalnız kalmayacak adamdı ve kalmadı.

    Fenerbahçe takımında bir yıl bazı maçlarda oynayıp birçok maçlarda kadro dışında olmak onu üzmedi. Çalıştı ve sabretti.

    Sonra ertesi yıl 1956/57 sezonunda takıma yerleşiverdi. Öylesine yerleşti ki, 32 lig maçının hepsinde vardı. O günden sonra her yıl lig maçlarında en çok yer alan Fenerbahçeli o oldu. Sahada hiçbir mücadeleden kaçmıyor, hiçbir maçtan sonra da sakatlanıp takımdan dışarda kalmıyordu. Ağırlık yavaş yavaş bu kudretli bünyenin üstüne yıkılmaya başladı.

    Eğilmedi vücudu, ezilmedi, yılmadı. Takımında en büyük yükü taşıyan adam olmak onu isyan ettirmedi. Bir taraftan futbola olan aşkı gittikçe bir alev haline geliyor, bir taraftan kendisini Fenerbahçe’nin bir organı bir hücresi gibi görmeye başlıyordu. Futbol bir sevgiliydi ki, ondan ayrılamaz, Fenerbahçe bir büyük vücuttu ki, ondan kopamaz.

    Onu iyi tanımak ve unutmamak gerekir

    Futbolcu vardı, ince ve zarif stiliyle tarihe geçer, Lefter gibi, M. Ali gibi, Kadri gibi, Büyük ve Küçük Fikretler gibi, Boduri gibi, Can gibi… Futbolcu vardır, kısa yoldan sonuca gidişiyle başarı ve şöhret kazanır, adını zaferle birlikte yazdırır, Zeki Rıza gibi, Hakkı Yeten gibi, Beşiktaş’ın eski kartalları Şükrü, Kemal, Şakir gibi, nihayet Metin gibi…

    Ve futbolcu vardır: Şeref gibi…

    Ne göz dolduran – ya da göz aldatan – kişisel bir futbol üslubu vardır, ne de sonuca giden kesin bir vuruculuk vasfı. Sahada onun için tek rol ve amaç kalmıştır. Nasıl, nereden, kimin üzerinden olursa olsun takımın başarısı.

    Ne bir hareket cambazlığının şiirini seyredersiniz onda, ne de 11 kişinin çabasından elde edilen egoist bir kahramanlığı… Oysa her başarıda onun yapıcılığı, her ileri gidişte onun iticiliği vardır. Bu bir futbolcu tipidir ki artist değildir, fakat askerdir bir bakıma.

    İşte Şeref o futbolculardandı. İşte bunun içindir ki Şeref’e futbolun ve takımının “hamalı” dedi Türk esprisi. Ve biz bunun içindir ki bu yazı serisinin başlığını böyle koyduk: “Futbolu Sırtında Taşıyan Adam”.

    Şeref Fenerbahçe’ye girdiğinden bu yana hangi maçları oynadı, bu maçlarda neler yaptı, Junior Milli Takım formasından sonra giydiği Ay Yıldızlı forma altında döktüğü ter o formaya neler kazandırdı. Bunları tek tek ele alıp değerlendirmenin önemi yok şimdi. Önemli olan Şeref’i iyi tanımak ve unutmamaktır.

    Bir adam ki, ikisi Junior, üçü B, geri kalan 42’si A takımında olmak üzere 47 defa milli formayı taşımıştır. Bir adam ki son 20 yılda Fenerbahçe gibi bir takımın formasını en fazla taşımış olan sporcuların ikincisidir Lefter’den sonra… Bir adam ki, 18 yıllık futbol hayatının hiç değilse 7-8 yılında takımının yaptığı bütün resmi maçların hepsinde yer almıştır… Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, katıldığı bütün maçlarda aynı fonksiyonu, yılmak bilmez bir irade, tükenmek bilmez bir enerji ile aksamadan yapmış, yani takımının yükünü severek omuzlarına almıştır.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, Küçük Fikret’in, Lefter’in, Ergun’un, Can’ın, Naci’nin, Basri’nin, Yılmaz’ın ve daha pek çok “Büyük” futbol yıldızının yanında oynamış fakat onların her birinden daha çok FENERBAHE’Yİ OMUZLARINDA TAŞIMIŞ OLAN ADAM olmuştur.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, Büyük Fenerbahçe’nin yaşı yüzyılları geçtikten sonra bile, kulübün tarihinin şeref sahifeleri içinde, onun adı “en fazla hizmet etmiş kişiler” arasında pırıl pırıl parlayacaktır.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Ve Şeref Has, Türk futbolunun ve Fenerbahçe’nin hiçbir zaman unutulmayacak temel taşlarından biridir.

    Şeref Has karakterinde Şeref Has’ın ruh ve fizik yapısında bir futbolcu ile aynı devirde yaşamamış olanlar, biliniz ki futbol zevki bakımından bir şeyler kaybetmişlerdir.

    Büyük sevgilisi futbolu ve – bir hücre bir organizmaya nasıl bağlıysa öylesine bağlı olduğu – Fenerbahçe’yi sağlam ve gurursuz omuzlarında isteyerek taşımış olan adam!

    Selam sana!

    Kahraman Bapçum 18-21 Haziran 1969 – Milliyet…


    Has Şeref

    Seneler farkına varmadan geçiveriyor. Biraz geçmiş günleri düşünmeye niyetlenseniz her şey daha başka, her şey daha taze ve her şey daha renkli görünüyor insanın gözüne. Spor servisinde gördüğüm bir sporcu beni 15 sene evveline götürmüştü bile. Vefa Stadı’nın diz boyu suyla kaplı sahasında 100’e yakın genç arasından İstanbul genç karma seçmesini yaparken gözüme tertemiz yüzlü, efendi yapılı, istidatlı ve canlı bir genç ilişmişti. Bu genç canlılığı, hareketliliği, cesaretli hareketleriyle karmaya girmiş, İzmir’de yapılan şehirlerarası karma maçlarında da göz doldurarak kadroya alınmış ve 1954 Nisan’ında Almanya’daki Avrupa Genç takım şampiyonasına iştirak edip iki maçta da yer almıştı.

    Seyahat dönüşü Beyoğluspor kulübüne antrenör olmuş, kadroya genç ve istidatlı gençler almak kararını vermiştim. Bu genci Beyoğluspor’a aldığımda bazı idareciler “Bu da alınır mı” gibi sözler etmişler, ben de “Onu 1-2 sene içinde milli takımda görürsünüz” diye karşılık vermiştim.

    Nitekim kısa zamanda gelişen bu kabiliyetli genç Fenerbahçe tarafından transfer ediliverdi.

    İşte üzerinde hassasiyetle durduğum bu futbolcu, Fenerbahçe’nin unutulmaz yıldızlarından Mehmet Ali Has’ın kardeşi Şeref Has’tı.

    Kulüp ve renk sevgisini ön planda tutan Şeref ciddi çalışması ile sahalarımızın sevilen bir yıldızı oldu ve senelerce onsuz ne Fenerbahçe ne de milli takım akla gelmedi. Doksan dakika boyunca takımın bütün yükünü sırtına alarak çalışan, bütün gücünü ve terini çim sahalarda bırakan Şeref, uzun yıllar gerek Sarı Lacivertli renklerin gerekse milli takımın şerefi oldu.

    Şimdi bu şerefli çocuk futbolu bırakıyor ve biliyorum ki ona doyamadan ayrılıyor. Daha doğrusu meşin top onu terk ediyor. Ama bu ayrılış sadece Fenerbahçe ve milli takımdaki oyunculuğu olacak. Onu, bu vazifelerin bitimini müteakip yeni vazifeler bekliyor. Onun bugüne kadar yetişmesinde nasıl hizmet edenler olmuşsa o da bundan sonra birçok gençlerin yetişmesinde vazifeli olacak ve memleket sporuna yararlı olmaya devam edecektir.

    Seni memleket futboluna Şeref Has olarak verdim, Has Şeref olarak ayrılıyorsun.

    İleriki günlerin mutlu ve başarılı olsun.

    Cihat Arman 21 Haziran 1969 – Milliyet

  • Ilie Datcu Röportajı

    Ilie Datcu Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Cemil Turan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Müthiş Bir Kaleci

    Fenerbahçemizin iz bırakan oyuncularındansınız, futbol hayatınız nasıl başladı?

    10 yaşında Romanya’da Dinamo Bükreş genç takıma başladım. 14 yaşına kadar genç milli takımda görevimi yaptım.

    Hemen kalecilikle başlamadım. Bir süre sol açık, sağ açık oynadım. Ondan sonra hoca beni kaleci olarak seçti.

    10 yaşında lisanslı oldum. 15 yaşında Dinamo Bükreş A takımında oynamaya başladım. Tabii ki bu dönem içinde çok şampiyonluklar yaşadım. Şampiyonluklara erken alıştığım için hep şampiyonluk istedim, başka bir şey istemedim.

    36 kez milli oldum.

    Fenerbahçe kalesine geçişiniz nasıl gerçekleşti?

    Ben bir Alman takımıyla anlaşmıştım. O yıllarda Fenerbahçe Başkanı Faruk Ilgaz da ülkemizin federasyon başkanını yakından tanıyordu. O sıralarda da bizim İsviçre’de bir maçımız vardı. O maç sonrası bizim yöneticiler “Sen Almanya’ya gidemezsin, sen Fenerbahçe’ye gideceksin, orada senin hemşerin var. Yunus var, Nunweiller var. Onların arasına katılacaksın.” dediler. Böylece diğer kontratım iptal oldu.

    En sonunda da devlet başkanımız Çavuşesku’dan izin alınarak 20 Temmuz olan doğum günümde Fenerbahçe’ye girdim. O gün bugündür Fenerbahçeliyim, şampiyonluk kazandım, iyi bir şekilde görev yaptım. 

    İlk geldiğinizdeki kadronuzda takım arkadaşlarınız: Yavuz, Numan, Şükrü, Levent, Nunweiler, Ercan, Yılmaz, Yaşar, Fuat, Abdullah, Ogün, Zeki, Can, Selim, Serkan, Ümran, Selim ve Ziya gibi unutulmaz oyuncularımız vardı…

    Evet, Fenerbahçe’de 6 sene oynadım. Efsane antrenör Didi’nin çalıştırdığı bir takımdı. Şampiyonluklar yaşadım. Faruk Ilgaz, Eşref Aydın gibi değerli yöneticilerimiz vardı. Hepsi de her zaman çok yardımcı oldular. En iyi olmamız için her zaman gerekli çabayı gösterirlerdi. Arkadaşlarımızla hep beraber yemekler düzenliyor, hep birlikte vakit geçiriyorduk.

    Derbi maçları sonrası neler yapardınız?

    Bugünkü gibi rekabet yoktu. Rakip takım futbolcularıyla hep beraber yemekler yiyorduk. Futbol ayrı, arkadaşlık ayrı… Sevgi ve saygıyı saha içinde de görebiliyorduk. Bugün bazı istenmeyen olaylar yaşanabiliyor ama dönüp baktığımda 40 sene hiç geçmemiş gibi hala bana heyecan verebiliyor…

    Vatani duygularınızı katmadan profesyonel bir şekilde gerçekleştirdiğiniz, kendi ülke takımınızla, Fenerbahçe arasında oynanan bir maçta ülkenizin UEFA kupasından elenmesine neden oldunuz. O maç sonrası artık Arges Piteşti kupadan elenmişti. Maç sonrası ülkeden çıkışınıza izin verilmedi. Nezarete alınışınız ve bir hafta hapiste kalışınız sonra diplomatik girişimler sonucunda çıkarak ve tekrar ülkemize dönerek takımdaki yerinizi alışınız… O maçı Halit Kıvanç “Gool diye diye…” isimli kitabında heyecanla şöyle anlatıyordu:

    “Maçın Romanya’daki rövanşında da mikrofon başındaydım. Yine Fenerbahçe, yine Cemil…

    Bir de Datcu vardı bu kez…

    Oyunun daha başında sudan bir penaltı çalmıştı hakem. Hani verilse de olur, verilmese de, türünden bir hareketti…

     Ve bu gol çok erken geldiği için, çekinmişti sarı-lacivertliler…

    Fakat Cemil, o büyük Cemil, bütün stadı ayağı kaldıran bir golün kahramanı olmuştu Piteşti’de…

    Topu kendi yarı alanından almış, sürmüş sürmüş sürmüştü…

    O gidiyordu sahada…

    Ben de gidiyordum Cemil’le birlikte radyoda: ‘…

    Cemil akıyor…

    Arges Piteşti yan alanında sürüyor topu…

    Bir rakibini geçti…

    Birini daha…

    Ceza alanına sokuldu. Kaleci çıkacak mı?

    Top hâlâ Cemil’de sokuldu iyice…

    Kaleci ile karşı karşıya…

    Vuruyor…

    Ve gol…

     Evet gol…

     Nefis bir gol…

    Durum 1-1… 1-1 oldu şimdi…

    Sonrasında Fenerbahçe şahlanmış, oyunu 1-1 bitirmeyi başarmıştı. Bu büyük başarının en büyük ortağı da, Cemil’le birlikte kaleci Datcu idi. Datcu, Romen’di. kendi doğduğu, büyüdüğü topraklarda bir Türk takımının kalesini, hem de bir Romen takımına karşı korurken, bir Türk heyecanını duyuyordu. Sonra da tamamen bizden olacaktı zaten…

    Tribünlerdeki Romen seyirciler, Fenerbahçe’yi alkışlıyor, fakat -öğrendiğime göre- Datcu’ya Romence hayli ‘ilginç’ sözler de söylüyorlardı. Kızıyorlardı, kendilerinden olan bir kalecinin gollerini önlemesine… Datcu da öylesine mükemmel oynuyordu ki…

    Futbolu meslek seçmiş ve işte meslek namusunu her şeyin üstünde tutuyordu. Fenerbahçe, bu güzel futbolla ikinci tura çıktı, ama Fransa’dan eski tanıdık Nice takımı ile karşılaşınca keyfi devam etmedi. Fransa’da 4-0 yenilince, burada 2-0 kazanmasının hiç bir yararı olmadı.” 

    Siz neler söylemek istersiniz?

    Çok güzel anlatmış Halit Kıvanç… Evet, o gün berabere kaldık çok fedakârlık yaptım… Hiçbir zaman kendi menfaatlerimi ön plana koymadım. Fenerbahçe’ye geçince kendi Milli takımı da bıraktım. 

    O günleri özlüyor musunuz?

    Özlemek ne kelime! Bir daha dünyaya gelsem yine kaleci olurdum… 

    Kaleciliği çok severek yapıyordunuz. Bir sezon 30 maçta sadece 6 gol yediniz ve tarihe geçtiniz… 

    Bazen dünyanın en iyi kalecileri bile kötü goller yer ama özellikle kritik bir maçta kolay kolay gol yemem.

    Yeri geldiğinde mağlup da oluruz ama çok gol yediğim bir maç olmadı. Tabii bunda takım arkadaşlarımın başarıları da söz konusuydu.

    Evet, bir sezonu sadece 6 golle kapamıştık. Bu başarı Ziya, Ercan, Şükrü, Ogün ve Can’ın, Selim’in, Nedim’in yer aldığı iyi bir takımdı… 

    Kaleci antrenörlüğü hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

    Şimdiki yıllarda futbol okulları açıldı, ben 40 sene önce geldiğimde de söyledim; “Bu kaleci antrenörlerinin farklı olması lazım” diye…

    Şimdi kaleci okulları var. Bir – iki sene önce başladı. Eskiden yoktu. 1992 itibarıyla yavaş yavaş başladı.

    Bizimle antrenörler fazla uğraşmazdı, biz kendimiz yetiştik. 2-3 saat antrenmanla çıktık.

    Şimdi kitaplar var, bilgisayarlar var. Şimdikiler şanslı, kendilerini daha fazla yetiştirmeleri için her olanak var. Ben kendi kendime bile evde takımları inceliyorum, sistemlerini anlamaya çalışıyorum, kendi kendime bir şeyler yapıyorum. Futbolu çok sevdiğim için uzaklaştığımda kahroluyorum.

    Katkılarınızla iyi kaleciler yetiştirdiniz. Bu sezon takımlarda yer alacak kalecilerle ilgili neler söyleyeceksiniz?

    Birisine iyi dediğinde rekabet yaratıyor, kötü dediğinde kızıyorlar onun için yorum yapmamayı tercih ediyorum.

    Maçlarda heyecanlanır mıydınız? Ya şimdilerde televizyondan izlerken nasılsınız?

    Top oynarken heyecanlanmadım, maç izlerken mi heyecanlanacağım? Çok soğukkanlıydım. Çünkü görevimi bilirdim. Ortak antrenmanlarımızda ayrı kapalı salona gider, kendim de ayrı hazırlanırdım, Zekâ, güç ve ayaklar birleştiğinde iyi bir şey çıkıyor.

    En zor iş kaleciliktir, en ufak şeylerde kurtarıcısın, kaleci gerektiğinde çıkış yapmalı, takım ayrı, kalecilik ayrıdır.

    Oyunculuk hayatınızı tamamladıktan sonra, tecrübe ve deneyimlerinizi ortaya koyduğunuz çalıştırıcılık döneminizi aktarır mısınız?

    1962 yılında başlayan futbol hayatım, 1978’de sona erdi. Almanya’da ve Türkiye’de antrenörlük yaptım.

    Türk Milli Takımı’nın kalecisi Rüştü Reçber’e 4 yıl boyunca kaleci antrenörlüğü yaptım. Hala arar.

    Yemeklerine kadar kontrol ederdim. Çok disiplinli çalışırdım. Disiplinsizliğe de asla tahammülüm yoktur.

    Altyapı kaleci antrenörlüğü de yaptım. 1975’de Fenerbahçe’de kısa bir dönem teknik direktörlükten sonra Göztepe, Eskişehirspor’da da görev aldım.

    Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldunuz… 

    Evet, 1980 yılında Türk vatandaşı oldum. En kısa zamanda da Türk vatandaşlığına geçen benim. Bundan da büyük bir mutluluk duyuyorum.

    Beşiktaş’ın 100. yılındaki şampiyonlukta güzel bir anekdotunuz var, onu buradan da paylaşır mısınız?

    Lucescu’ya yardımcı antrenörlük yaptığım ve 100. yılında Beşiktaş’ın şampiyon olduğu sezondu.

    O günlere dayanan ilginç anım ise şöyleydi:

    Oğlum Kerem, koyu bir Fenerbahçelidir. Aynı zamanda Fenerbahçe Genç Takımı’nda da oynamıştır. Beşiktaş 100. Yıl kutlamalarında Kerem’e de Beşiktaş forması giydirmeye çalışmışlar… Baktım, bana bir telefon geldi… Kerem telefonda bas bas bağırıyor: “Baba baba, sen ne yaptın?

    Bunlar bana Beşiktaş forması giydirmeye kalkıyorlar, gel beni kurtar.”

    Artık Bodrum’da yaşıyorsunuz, günleriniz nasıl geçiyor? 

    6 senedir Bodrum’dayım. Eşim Olga ile birlikte sık sık gelen çocuklarımız ve misafirlerimizi ağırlıyor, keyifli günler geçiriyoruz. Üç tane de köpeğimiz var. Bahçeler, çiçekler, sebzeler derken günler hızlı bir şekilde geçiyor. Evimizi çok seviyoruz. Turgut Reis çok güzel şirin bir kasaba… Tüm Fenerbahçelileri de her zaman ziyaretime bekliyorum.

    Fenerbahçe taraftarı sizi çok seviyor ve kalbimizde unutulmaz bir yeriniz var… 

    Futbol oynarken bazı oyuncular taraftarın coşkusundan etkileniyor, bazısıysa gamsız etkilenmez. Biz taraftardan çok enerji aldık…

    Takım kazandı mı taraftar çok mutlu oluyor. Olacak iş değil bazı taraftar takımını o kadar benimsiyor ki bunu özel hayatına bile yansıtıyor… Bir daha dünyaya gelsem yine kalecilik yaparım, yine Fenerbahçe’de oynarım. Fenerbahçe’nin adı da büyük kendi de büyük… Bir ara “Datcu Galatasaray yolunda” diye haberler çıkardılar, kim yazdı bilmiyorum ama hepsi yalan haberlerdi. Kim çağırdıysa gitmedim. Ben asla taraftarımı üzecek bir şey yapmadım. Fenerbahçe’yi de çok seviyorum, taraftarını da çok seviyorum, hepsini yanaklarından öpüyorum…

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • Can Bartu Hazinesi

    Can Bartu Hazinesi

    Çok uzun zamandır bir “Can Bartu Kitabı” için çalışmaya çalışıyoruz fakat, gaile-i hayat, bihakkın bir proje için gereken zamanın ayrılması mümkün olmadı… Bununla beraber, bu müthiş ismin fotoğraf arşivi yani (tabiri caizse) “Can Bartu Hazinesi” için de bir şey düşünmek gerekiyordu.

    Sevgili eşi Güler Bartu Hanımefendinin teveccühü sayesinde tamamını dijital hale getirdiğimiz fotoğrafları Fenerbahçe ve Türk spor tarihi ile buluşturmak yerinde olacaktı. Merhum Can Bartu’nun ruhu şâd olsun. Saygıdeğer Güler Bartu’ya, kelimenin tam anlamıyla, sonsuz teşekkürlerimizle…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Can Bartu: 1936’da İstanbul’da doğdu. Futbola Fenerbahçe’de başladı. 1961’de profesyonel kadroda iken, antrenör Szekely’nin aracılığıyla, İtalya’nın Lazio kulübüne gitti ve bu transferden Fenerbahçe Kulübü 17 bin dolar aldı. İtalya’da 6 yıl futbol oynayan Can, 1967’de tekrar Fenerbahçe’ye dönmüş ve 1970 Temmuz’unda futbolu bırakmıştır. Fenerbahçe’de 330 maç yapıp 162 gol atan Can, 28 kez yer aldığı ve 5 gol attığı milli takımın da 6 kez kaptanlığını yapmıştır. Basketbolda da millidir. (Rüştü Dağlaroğlu | 1907-1987 Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi)


  • Cemil Turan Röportajı

    Cemil Turan Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Cemil Turan röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Son Kral

    Biz aramızda her zaman “Fenerbahçeli olunmaz, Fenerbahçeli doğulur,” deriz. Siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Cemil Bey?

    1947 Sarıyer – Kavak doğumlu olmama rağmen, Trabzonlu bir aileden gelmekteyim. Ailemde kimsenin futbola ilgisi yoktu.

    Futbolla ilgili çocukluğumda ilk duyduğum isim Lefter Ağabey oldu. Hoş bugün de iddia ediyorum ki; Türkiye’de gelmiş geçmiş en büyük futbolcu Lefter’dir.

    Lefter Ağabey sayesinde Fenerbahçeli ve ona olan hayranlığımla da futbolcu oldum. Çünkü çocuklar büyürken ne kapıyorlarsa öyle gidiyor. Sözün özü Fenerbahçeli doğdum, Fenerbahçeli olarak da öleceğim.

    Spor hayatınız profesyonel olarak nasıl başladı?

    Futbola Rumeli Kavağı’nda başladım. Sarıyer’in futbolcu seçmelerine katılarak bu takıma geçtim. Aynı zamanda Genç Milli Takım’da da oynuyordum.

    1968 yılında İstanbulspor’a transfer oldum.

    Aslında az daha Galatasaraylı oluyordum. Metin Oktay, 1968 Haziran’ında beni kaçırmış ve Çeşme’ye götürmüştü. Ama benim “Baba” diye sevdiğim ve saydığım Sarıyer Başkanı rahmetli Selahattin Yarar’ın da İstanbulspor’a verdiği sözden çıkması olanaksızdı.

    Çok sevdiğim ve benim için bir efsane olan Metin Oktay Ağabey’in İzmir’e Galatasaray idarecisi Turgan Ece Ağabeyimi karşılamaya gitmesinden yararlanarak şort ve ayağımda tokyolar olduğu halde tüm eşyalarımı Çeşme’de bırakarak taksiyle İstanbul’a kaçtım. Selahattin Ağabeyim de beni İstanbulspor’a vererek sözünü tutmuş oldu.

    4 yıl sonra da 1972 yılında hayalimdeki takıma Fenerbahçe’ye geldim.

    İstanbulspor’da oynarken Fenerbahçe takımı ile karşılamalarınızdaki duygularınız nasıldı?

    Genç yaşımda Fenerbahçeli olsam da İstanbulspor’dayken 1’inci ligde Fenerbahçe’ye karşı top oynarken Fenerbahçe’ye gol attım. O benim sorumluluğumdu. Ama şöyle de bir şey var ki yine İstanbulspor’da oynarken Fenerbahçe ile yaptığımız maçlar dışında tüm Fenerbahçe maçlarına gidip, Fenerbahçe kötü oynadığında ya da kötü duruma düştüğü zaman ağlayarak maçları seyreden bir kişiydim. Ben böyle bir Fenerbahçeliyim.

    Yıl 1977 Türkiye’de yılın sporcusu seçildiniz. Fenerbahçe’de 3 lig, 1 Türkiye Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası ve söz edeceğimiz kupalar kazandınız. 1973-1974 (14 gol), 1975-1976 (17 gol) ve 1977-1978’de (17 gol) ile 3 kez de gol krallığınız var. Evet, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük futbolcularından biri olan siz, bu transferle koyu bir taraftar olduğunuz Fenerbahçe Kulübü’ne adım attınız. Çok ilginçtir ki 8 sene içinde bir kez sarı kart sahibi oldunuz. Herhangi bir maçta hakemden “Çık dışarı!”sözünü duymadınız. Sinir denilen şey yok gibi… Ya da buna irade veya ileri derecede sorumluluk duygusu diyebilir miyiz, Neden?

    Aslında sinirli bir yapıya sahibim çünkü Trabzonluyum. Futbolu çok sevdiğim için futboldan kopmak istemediğim için hep sabrederdim. Bir hafta bile oynamayacağımı bilmek beni mahvederdi. Öyle bir yapıya sahibim. Hep kendimi frenliyordum. Tek sebebi bir hafta sonra oynayacağım maçı düşünmektir. Çünkü oynamazsam kendimi çok kötü hissedecektim.

    Ve Türkiye Ligi’nde en çok tekmeyi yiyen futbolcuyum. Bana atılan tekmeler şimdi olsa o oyuncu çok kırmızı kart görürdü. Bir maçta Samsunspor’lu futbolcu Yaşar Şendoğan belime çok kötü bir tekme attı. Hayatımda ilk defa belimin acısıyla o pozisyonda boğazına bir sarıldım sonra hakem yanıma geldi. “Ne yapıyorsun?” diye sordu.

    Canım o kadar yanmıştı ki gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Rakibin yaptığı da kırmızı karttı, benim yaptığım da… Futbol hayatımda tek kırmızı kart alacağım oyun buydu fakat hakem canımın yandığını anladığı için hayatım boyunca aldığım tek sarı kartı gösterdi bana.

    Sarıyerspor’da oynarken de Galatasaray gibi Fenerbahçe de sizi istiyordu. İstanbulspor’dan sonra 1972–1980 yılları arasında da Fenerbahçe’de oynadınız. Ne mutlu ki futbolu da Fenerbahçe’de bıraktınız. Galatasaray’ın da aklı sizde kalmıştı. Siz bir o yana bir bu yana çekilmek istenirken ailece zor günler yaşadınız. En sonunda Fenerbahçe transferiniz çok büyük olaylarla gerçekleşti. Ve yıllarca bu transferin nasıl gerçekleştiği sorusu size soruldu. Bu kez okurlarımıza transfer hikâyenizin bir bölümünü kaleme aldığım eski atlet ve yöneticilerimizden Eşref Aydın’ın hayatını anlatan “Yorulmaz Türk” kitabından Sayın Eşref Aydın’ın anlatımıyla aktarmak istiyorum.

    “Bana ısrarla “Şu Cemil’i gör, şu Cemil’i gör” dediklerinde; onu seyrettiğim zaman nedenini anlamıştım.

    Rahmetli Mahmut Taviloğlu, benim İstanbul Erkek Lisesi’nden arkadaşımdı. Eminönü Mısır Çarşısı’nda kumaş mağazası vardı. O taraflarda işim olduğunda uğrar, beraber sohbet eder, vapurla da dönerdik.

    O sıralarda Fenerbahçe Spor Kulübü’nde Genel Sekreter ve Transfer Komitesi başkanıydım.

    Cemil Turan, Sarıyer’de oynuyordu. Sarıyer ikinci kümede ufak bir takımdı. Taviloğlu bana, “Cemil’i gör ve Fenerbahçe’ye al” diyor, her seferinde de ısrar ediyordu.

    Bir gün, tam hatırlamıyorum yanıma ya Ahmet Erol ya da Dr. Reşat’ı almıştım. O gün de Sarıyerspor’un şu an Çırağan Oteli’nin olduğu yerdeki Beşiktaş Şeref Stadı’nda maçı vardı. Cemil’i orada seyrettim. Çok beğendim. Garo’yu da beğendim. Ancak sonra da Fenerbahçe Yönetim Kurulu’nda Cemil’in alınması için Sarıyer’le temasa geçilmesi kararını çıkarttım. Sarıyer’le konuştuk, Başkan Turan Bey’le 30.000 TL’ye anlaştık.

    Sarıyer, Cemil’i bize vermek üzere söz vermişti. Yalnız sezon ortasıydı. “Ben parayı verelim, iş bitsin” dedim. Karar aldık ve çeki de yazıp Faruk Ilgaz’a verdik. Sarıyer’in başkanı Turan Bey de Faruk’un partiden arkadaşı. Faruk’un Adalet Partisi İl Başkanı olduğu o dönemde Sarıyerspor Başkanı da o partinin Sarıyer İlçe Başkan’ıydı.

    Biz çeki Faruk’a verdiğimizden “iş bitti” diye düşünüyoruz. Sezon sonu geldi, 1968 sezonu için bizim listede Cemil alınmış gözüküyor. Sonra “Bonservisini alın, Cemil’i çağırın” dedim. Ses çıkmayınca, soruşturduk ama Sarıyer yetkilileri “Biz para almadık.” demezler mi?

    “Olur mu” dedik, çünkü çek Faruk Ilgaz’daydı. Meğer o yaz üç aylık zaman diliminde bizim anlaştığımız Sarıyer Kulüp Başkanı, arkadaş olduklarından Faruk’a “Çek sende kalsın, sezon sonunda Cemil’i size vereceğim, parayı da o zaman alırım.” demiş, çek de bizde bekliyordu.

    Fakat o arada Başkan Turan Bey geçirdiği trafik kazasında vefat ettiğinden, yeni gelen Başkan Selahattin Yarar da anlaşmayı kabul etmemiş. Fiyatı da 30.000 TL değil 100.000 TL olarak istemiş. O patırtı gürültü arasında ben bu transfer için 100.000 TL’yi de verecektim ama bazı arkadaşlar karşı çıktı. Ve 60.000 TL teklif ettiler.

    Tabii bizim o sezon 100.000 TL’ye alamadığımız Cemil 120.000 TL’ye İstanbulspor’a transfer oldu. Ertesi sene İstanbulspor, bir kupa maçında Cemil’le bize karşı oynadı. Çok iyi bir performans sergiledi. İlk maç 0-0 berabere bitti.

    İkinci maç ertesi Salı günüydü. Antrenör Ionescu bana dedi ki “Takım çok yorgun, tehlikeli buluyorum; bu maçı alamayacağız” dedi. Canım sıkılmıştı, nasıl yenemeyiz diye üzülüyordum. Akşam Faruk Ilgaz’a telefon açtım. Fatin Rüştü Zorlu’nun kız kardeşinin evindeymiş, onu aile toplantısında buldum. Takımda umut olmadığını, üzüldüğümü ve Ionescu’nun endişelerini anlattım. Faruk da çok sinirledi ve “Bu takım İstanbulspor’u yenemeyecek durumdaysa yenilsinler.” dedi. Maç günü geldi ve Cemil bir golü attı ve 3-0 yenerek bizi kupadan eledi. İstanbulspor’a yenilmek çok acı geldi.

    İlginçtir ki, tarihte kim Fenerbahçe’ye gol atmışsa Fenerbahçe onu almıştır; böylece gözler tekrar Cemil’e döndü. O sene sezon sonunda bu sefer de İstanbulspor’un kapısını çaldık ama vermediler.

    Takriben 4,5 yıl sonra ben yine yönetimdeydim Sezon başında benim başkanlığımda transfer komitesi kurduk. Emin Cankurtaran da o sene yönetime gelmişti. Komitede karar verdik, transfer için temasları ben yapıyorum… Yine Cemil’e talip olduk. Zira 4 yıl önce elimizden kaçırdığımız bu yıldız futbolcu sahalarda fırtına gibi esiyor ve transferin gözdesi olarak gündemden düşmüyordu.

    İstanbulspor, Cemil’in transfer ücretini 750.000 TL’ye çıkardı. Erdal İnönü’nün dünürü İstanbulspor Başkanı Ali Sohtorik sayesinde ancak 600.000 TL’ye indi. Faruk ise 500.000 TL’den fazla vermek istemiyordu. Emin Cankurtaran “Ben 500.000 TL’ye alırım.” dedi. Bu defa da ona pazarlık yetkisi verdik.

    Yıl 1972… Bir şekilde Cemil’in transferi gerçekleşti. Çok tatsız olaylar yaşandı. Çocukluğundan beri Fenerbahçeli olan Cemil tüm bu karmaşa sonucunda Fenerbahçe Kulübü’ne geldi ve futbolu çok sevdiği Fenerbahçe Kulübü’nde bıraktı.

    Milli takımda da oynadınız, Türk Futbol Federasyonu’nda altın madalya ödülüne de lâyık görüldünüz…

    43’ü A milli olmak üzere toplam 54 defa milli formayı giydim.

    Fenerbahçe’deki kaptanlığımın yanı sıra 14 defa da milli takım kaptanı oldum.

    O yıllarda milli maç sayısı çok çok azdı. Şimdi düşünüyorum da örneğin 5 yıllık kaptanlığım süresince 14 defa milli maç yapmışız. Şimdi öyle mi? Neredeyse bir sezonda bu kadar maç oynanıyor.

    Fenerbahçe forması altında oynadığınız 31 derbi maçında Galatasaray’a 14, Beşiktaş’a 18 gol attınız… Bu maçlarda yine bugün olduğu gibi heyecan dorukta mıydı?

    Ben maçların hepsinde heyecan duyuyordum. Galatasaray maçlarında ise tabii ki daha büyük bir heyecan. Çünkü derbi maçı öncesi beni hiç uyku tutmazdı. Sabaha kadar yatağın içinde döner, uyuyamazdım.

    Birkaç seferinde doktora bunu söylediğimdeyse bana hiç ilaç vermedi. Uyku ilacı almaktan da men ettiler. “Uyumadan sadece uzansan bile uyumuş kadar dinleneceksin.” dedi. Böylece maçın oynanacağı günün akşamına kadar hiç uyumadan maça çıkmışımdır. Bu da bir nevi hastalıktır.

    Didi zamanında bütün Galatasaray maçlarında önce bizlere “Bugün Fenerbahçe bayramı hepinize kutlu olsun.” diye söyler, bu da bize yeterdi.

    O’nun zamanında Galatasaray takımı bizi hiç yenememiştir. Unutamadığım Fenerbahçe – Galatasaray maçlarından birisi de 1973 yılında 80.000 kişilik olan İzmir Atatürk Stadı’nda gerçekleşti. 2-1 kazandığımız anlamlı bir maçtı. İzmir Gazeteciler Cemiyeti tarafından düzenlenen bu maç; İzmir’in işgali sırasında ilk kurşununu attıktan sonra şehit düşen gazeteci Hasan Tahsin için Anıt Kupa maçıydı. Stat tamamen doluydu. Rekor derecede bir hâsılat elde edilmişti. Türk futbol tarihinde ilk defa Galatasaray’la İzmir’de karşı karşıya geldik. Bu kupayı kazanmak bizim için çok daha anlamlıydı.

    Aynı yıl yine bu sefer Cumhurbaşkanlığı Kupası için Galatasaray’la Ankara’da karşı karşıya geldik. Bu maçta bir golü ben, bir golü de penaltıdan Fuat atmıştı. 2-1 biten bu maç sonucunda da kupa Fenerbahçe’nindi.

    1973-1974 dönemindeki Hasan Tahsin Kupası dışında da birçok özel maçlarda da oynayıp kupaların müzemize götürülmesinde katkıda bulundunuz. Bunlar 1972-1973 Zafer Kupası 1974-1975 Silahlı Kuvvetler Kupası, Kıbrıs Harekâtı nedeniyle düzenlenen 1974 1. Zafer Kupası, 1975 2. Zafer Kupası, 1976-1977 Van Depremi Kupası, 1980-1981 Berlin Kupası ve yine bir özelliği olan 1980 Vatan Kupası…

    Evet, bu kupa da Galatasaray- Fenerbahçe’nin ilk defa Almanya’da bulunan işçilerimizin özel isteğiyle gerçekleşti. Bu rekabet sınırları aştı. 15.000 seyirci önünde oynanmış, 3-1 galibiyetimizle Vatan Kupası’nı kazanmıştık.

    Aynı yıl bu maçtan önce de Başbakanlık Kupası içinde Ankaragücü ile maç yapmış. Orada da 3 gol sizdendi…

    Evet, 5-2 biten maçla kupa bizimdi.

    Tarih 7.8.1978 Süper Kupa finalini oynamaya hazırlanan Avrupa şampiyonu ünlü Anderlecht takımı Fenerbahçe ile maç yapmaya İnönü Stadı’na geliyor. Büyük farkla kazanacağını zanneden Anderlecht takımı büyük bir farkla Fenerbahçe’ye yeniliyor. Takımın ünlü kaptanı Vanderelst basına verdiği demecinde: “Fenerbahçe’yi bu kadar güçlü tahmin etmemiştik. Şahsen bu takıma hayran kaldım” diyor… 3-0 biten maçta ilk golü atan efsane oyuncumuz yine sizdiniz…

    Anderlecht o zamanlar, Avrupa’nın beş büyük takımından birisiydi. Hatta bizim maçtan sonra Süper Kupa finalini oynayacaklardı.

    O gün tüm Fenerbahçeli futbolcular olarak çok güzel bir oyun sergiledik. Herkes süper bir futbol oynadı. Futbol biliyorsunuz ki tek kişilik bir oyun değil. Tam bir takım ruhu oluşturmuştuk. 90 dakika 3-0 bir skorla sona erdi.

    Evet, ilk gol benden geldi. İlk golü atmam Anderlecht takımında şok etkisi yarattı. Bizdeyse motivasyonu sağladı. Sonrasında daha rahat bir oyun başladı. Arkasından peş peşe goller geliyordu. İkinci gol Raşit’ten, 3. golse Engin’den geldi.

    Ertesi gün tüm gazeteler gerek Fenerbahçe’nin gerekse bir Türk takımının kazanmış olduğu bu başarıya övgüler yağdırdı. Dış basına da yansıdı. Tabii Fenerbahçe ve bizler için güzel bir anı oldu. Fenerbahçe yine bir tarih yazdı.

    Maça çıkarken uğurlarınız var mıydı?

    Şortumu, çorabımı, ayakkabımı giyerken önce sağ ayak, maça girerken de sağ ayak… Futbol oynarken uğurum budur.

    Fenerbahçe’de oynadığınız dönemde sizi en çok ve iz bırakan isim desem…

    Arkadaşlarımın hepsi benim için çok önemliydi. Fakat Osman Arpacıoğlu benim için çok özel bir kişiydi. Tekniği çok üstün golcü bir futbolcuydu. Bugün 60 yaşımı geçtim, bunca yıllık futbol hayatımda Osman Arpacıoğlu gibi bir santrafor görmedim.

    Bana 100 futbolcu sayın derseniz Ender Konca ilk ona girer. Tabii sadece bu değil; bir Ziya Ağabey vardır, bir Alpaslan vardır, rahmetli Yılmaz vardır. Şükrü vardır, Fatih vardır, saymakla bitmez. Fenerbahçe’de top oynayan çok kaliteli futbolcular geldi, geçti.

    Yaşadığınız şanssız sakatlık olmasaydı, Avrupa takımında da yerinizi alacaktınız. Ortalığı sarsan bir transfer teklifiydi.

    PSV Takımı’yla oynadığımız Avrupa Kupası maçları sonrası, Hollandalılar bana talip olmuşlardı. O dönem Başkanımız Sayın Faruk Ilgaz’a yaptıkları 5,5 milyon dolarlık transfer teklifi olağanüstü bir rakamdı. Ancak milli maçta geçirdiğim sakatlığın uzun sürmesi bu transfere olanak vermemişti.

    Yıl 1980’e gelindiğinde ise jübilenizi yaptınız…

    Benim jübilemin yapılma iznini 1. Ordu Kumandanı Necdet Üruğ Paşa verdi. Sıkıyönetim vardı.

    Jübilem için ben buradan Beşiktaş Kulübü’ne, o günkü başkan ve yönetim kurulu üyelerine davranışlarından dolayı teşekkür ediyorum. Çünkü oynayacak takım Trabzonspor’du ve maç iptal olmuş. Kendi şehirlerine dönmüşlerdi. Beşiktaş takımıysa Bursaspor’la maçları olduğu halde Bursa’da benim jübile maçımı oynamayı kabul etti. Böylece jübilemi Beşiktaş’la yaptım.

    Çok güzel bir jübile maçı oldu. Bülent Ersoy’dan tut, İbrahim Tatlıses’e kadar artık o gün kim varsa Türkiye’de meşhur, hemen hemen hepsi benim için geldiler. Hem müzik şöleni yaşandı hem de veda maçı Fenerbahçe futbol hayatımı böylece noktaladım.

    Futbolu Fenerbahçe’de bıraktıktan sonra çalışmalarınız nasıl devam etti?

    Fenerbahçe’de antrenörlük yapmadım, hevesim yoktu. Tribün taraftarı oldum. Altyapıda çalıştım, 90’lı yıllarda dönem dönem futbol şube sorumlusu ve idari menajerlik yaptım.

    Fenerbahçe Gazetesi’ni kurdum. 2000 yılından beri de sizlerin de bildiği gibi güzel bir gazete çıkarıyoruz. Tabii bu arada Fenerbahçe’nin taraftarı olarak stat olsun, deplasmanlar olsun tüm maçlara gidiyorum.

    Bizlerin sevgisi büyüdükçe Fenerbahçemiz de büyümeye devam ediyor. Kimse Fenerbahçe’nin büyümesini engelleyemez. 

    Fenerbahçe yönetimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Aziz Yıldırım geldiği günden beri söylediği her şeyi yaptı. Şimdi de Aziz Başkan Fenerbahçe’yi ilk geldiği günden beri istediği, hedeflediği yere taşımaya devam ediyor.

    “Fenerbahçe Dünya kulübü olacak.” dedi, yaptı. Güçlü bir yönetim kadrosu kurdu.

    Dev bütçeler, taraftar kartları, mağazalar, kombine bilet satışları… 32.000 kombine sattı ki bu Türkiye’deki hiçbir kulübün başardığı bir şey değil.

    Localar var. B locaları alan bırakmıyor. Bunlar cesaret isteyen kararlar ve uygulamalar. Bu da tabii ki Sayın Aziz Yıldırım ve çalışma arkadaşları sayesinde gerçekleşiyor. Fenerbahçe çok büyüdü. Daha da güzel günlere gidecektir.

    Bir Türk futbolcusu olarak yabancı oyuncular hakkındaki düşünceleriniz?

    Ben fazla sayıda yabancı oyuncu fikrine katılamayacağım.

    6 yabancı futbolcumuz olsun fakat alınan bu 6 futbolcu da çok kaliteli olsun.

    Türkiye liglerine bakınca her takımın maçlarında 3 yabancı futbolcu tribünde oturuyor. 3 tanesi oynuyor. Bizde yine oynuyor ama gerçek fikrim Türkiye bu kadar zengin bir ülke değil, büyük kayıp. Alınırken seçimlerin çok iyi yapılması gerektiğini düşünüyorum.

    Türkiye’de antrenör yetişiyor mu?

    Türkiye’de yabancı antrenör sayısı çok değil fakat yabancı antrenörlere verilen değer yerli antrenörlere verilmiyor. Ertuğrul Sağlam buna örnek. Ligin daha başında işine son veriliyor. Yerine Mustafa Denizli getiriliyor.

    Duruma şimdi baktığımızda Fenerbahçe ile Beşiktaş arasında 12 puan fark varken Fenerbahçe bir puan öne geçiyor. Bu sefer fark aleyhlerine 13 oluyor.

    Türk antrenörlerine verilen değere, hakka örnek olarak bunu verdim. Aragones’e gelince kendisine biraz daha zaman tanınmalıdır. Dünya’ya mal olmuş bir teknik direktördür.

    Ben yine söylüyorum. Antrenörü fazla baz almıyorum. Antrenörün elindeki malzeme iyi olmalı.

    Didi’nin zamanında çok fazla antrenman yapmazdık fakat elinde çok kaliteli oyuncular vardı. Bizleri çok iyi motive ediyordu. Her sene şampiyon olduk.

    Bana göre 5 aylık antrenörle ilgili konuşmak çok yersiz ve erken.

    Kendi oyun stilinize benzettiğiniz futbolcu var mı?

    Düşünüyorum ama insan sanırım kendi hakkında zor konuşuyor.

    Peki ya, Türk futbolculardan beğendikleriniz?

    Fenerbahçe’de değer verdiğim futbolculardan biri Semih. Bir yıldız futbolcu vardır, bir golcü futbolcu vardır. Semih golcüdür. Hatta Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük golcü futbolculardan biridir. Gol için yaratılmış. Semih için golcü değil, Semih bu takımda oynayamaz diyemezsin.

    Semih altyapıdan geldi. Gol kralı oldu. Semih tam bu sene meydana çıkacağı yerde sakatlık yakasını bırakmadı.

    Müller çok mu iyi bir futbolcuydu? Fakat Dünya’ya gelmiş en iyi golcülerden biriydi.

    Tanju çok iyi golcüydü. Bu çok farklı bir sıfat.

    Fakat Türkiye’de birkaç maç oynamaya başlıyorlar “Bundan bir şey olmaz, bu yaramaz” diye yüklenmeler başlıyor. Özellikle de bunlar Türk futbolculara daha fazla oluyor.

    Tuncay’ın bende özel bir yeri vardır. Onun enerjisi, bıkmadan, usanmadan koşması, işine olan sevgisi beni her zaman etkilemiştir. Avrupa’ya transfer oldu. Aslında başladığı gibi futbolu Fenerbahçe’de bitirebilirdi.

    Galatasaray’dan da Arda’yı beğenirim. Marco’yu çok beğenirdim. Bizde öyle futbolculara ilaç derler. Her maçın ilacı…

    Alex’i beğeniyorum fakat onda bir taraftar olarak tribünden izlediğimde hep bir rahatsızlık var.

    İyi oyuncuların varsa bazı yıldız oyuncular sahaya daha iyi çıkar. Futbol iyi futbolcularla oynanır.

    Çok tatlı bir torununuz var. Biraz aileniz hakkında da bilgi alabilir miyiz?

    Çiğdem adında bir kızım, Cem adında da bir oğlum var. Fakat şimdi en büyük zevkim torunlarım. Torunlar için “Paranın faizi” diye boşuna dememişler. Onlarla ilgilenmek çok farklı bir duygu. Sanırım zamanında çocuklarımıza ayıramadığımız saatlerin eksikliğini şimdiki olgunluk yaşlarımızda torunlarımızla geçiriyoruz. Onların isimleri de Sanem ve Esma…

    Fenerbahçe taraftarı hakkında düşünceleriniz?

    En büyük taraftar Fenerbahçe taraftarıdır. Yıllara göre geri gittiğimizde bazı zamanlar şikâyetçiydim.

    Şimdilerde çok çok iyiler. Gerek statta olsun, gerek deplasmanlarda olsun Fenerbahçe taraftarı örnek bir taraftar. Her zaman takımlarının yanındalar.

    Taraftarımız her zaman centilmenlik örneği vererek tüm dünyaya Fenerbahçe’nin nasıl bir taraftarı olduğunu gösterecekler.

    Her ne kadar bazı maçlarda 3-5 kişiyle sorunlar çıkıyorsa da bu aradan çıkanları, sorun yaratanları ben gerçek Fenerbahçeli olarak kabul etmiyorum. Fenerbahçe taraftarı bu değildir.

    Fenerbahçe’nin iyiliği için yapıcı yönde yapılan eleştiriler olacaktır tabii, top yuvarlak, çeşitli şansızlıklar yaşadığımız da doğru fakat sezon sonunda Fenerbahçe lig şampiyonu olarak karşımıza çıktığında kötü günlerde de verdiğimiz destekten dolayı içimiz rahat edecek.

    Eski bir futbolcu olarak futbolculara yapılan hakaretleri kabullenemiyorum. “Her zaman, her şartta destek” diyorum.

    Sibel Kurt – Fenerbahçe Resmî Dergisi Röportajı

  • 28 Şampiyonluk Yolu

    28 Şampiyonluk Yolu

    9 Eylül 2023 tarihinde yapılan Fenerbahçe Olağanüstü Tüzük Tadili Genel Kurulu‘nda Yönetim Kurulu Üyemiz Sayın Simla Türker Bayazıt‘ın fikri, emeği ve uygulamasıyla hayata geçen 28 Şampiyonluk Yolu, büyük ilgi topladı.

    Unutulduğunu düşünen sporcu aileleri de büyüklerini bu yolda görünce çok mutlu oldular…

    Görselleri seçme ve metinleri yazma onurunu bize layık gördüğü için Simla Hanım’a sonsuz teşekkür ediyor, kronolojik sırayı herkesin görebilmesi için sitemizde de paylaşıyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu




    1907’den bugüne Fenerbahçe ve Türk futbol tarihini izlediniz.

    Ülkemizde 1923’den sonra başlayan ve günümüzde halen devam eden “ulusal” futbol organizasyonları hem tarihi hem de hukuki olarak devamlılık gösteriyor.

    Türkiye Futbol Birinciliği ve Milli Küme, 1959 yılı itibariyle “Milli Lig” adını aldıktan sonra, günümüzde ise “Süper Lig” ismiyle devam ediyor.

    Türk futbolu, kurumsal kimliğini kazandığı 1923 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî tüzük ve kanun maddeleri ile yönetiliyor.

    Tüm bu gerçeklerden hareketle;

    Fenerbahçe’nin 28 şampiyonluğunu ve 1959 öncesini inkar etmek

    TARİHİ İNKAR ETMEK,

    ÜLKE FUTBOLUNUN GEÇMİŞİNİ YOK SAYMAKTIR!

  • Futbol Goldür

    Futbol Goldür

    3 Mart 1968 tarihinde, Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı 3-0 yendiği ve Metin Oktay’ın kırmızı kart gördüğü maçın gazete yazılarından seçmeler ve fotoğraflar karşınızda… Olayı en iyi özetleyen rahmetli Halit Kıvanç olmuş: Futbol goldür!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Seyirci: 41.835 kişi

    Hasılat: 497.525 TL

    Hakemler: Franz Wöhrer (Avusturya), Puchinger (Avusturya), Tarık Yamaç

    Fenerbahçe: Yavuz Şimşek, Şükrü Birand, Levent Engineri, Selim Soydan, Ercan Aktuna, Yılmaz Şen, Ogün Altıparmak, Fuat Saner (Ziya Şengül), Abdullah Çevrim, Nedim Doğan, Yaşar Mumcuoğlu (Erdinç Sandalcı)

    Galatasaray: Yasin (Radunoviç), Bekir, Doğan, Mustafa, Talat, Turan, Yılmaz, Mehmet, Ayhan, Metin, Uğur

    Goller: Ogün (9′), Yaşar (35′), Abdullah (57′)


    Fenerbahçe Teknik Direktörü Ignace Molnar:

    Çocuklardan çok memnunum. Verdiğim taktiği harfiyen yaptılar. Ben “Gol yememek, gol atmak” esasına göre taktik vermiştim. Galatasaray ringin kenarına sıkıştı ve iki defa knock-down oldu. Sonra, Abdullah’ın knock-outı ile bu iş bitti. Biz büyük konuşmakla değil, büyük maçlar kazanmakla yetiniyoruz. Şimdi fazla konuşmak istemiyorum. Kâfi derecede çocuklar konuştu sahada.

    Fenerbahçe Başkanı Faruk Ilgaz:

    Bizi küçük görenlerin cezası ağır oldu. Bu takım böyle oynadığı takdirde, her zaman önüne geleni silindir gibi ezer. Çocukların şampiyonluk yolundaki azimlerini alkışlarım.


    Namık Sevik: Galatasaray Coştukça Yedi

    Gelelim top yokken Yılmaz’a tekme atan Metin’e… Bu çok sevilen Türkiye çapındaki sempatik futbolcunun tahrik ve bilmediğimiz sebepler ne olursa olsun, futbol hayatının sonuna yaklaştığı şu yıllarda rakibi tekmelemesine en az kendisi kadar bizler de üzüldük. Evet, Fenerbahçe rakibinden daha iyi oynamadı, fakat kazandı. Hem de farkla…

    Necmi Tanyolaç: Galatasaray Kontraya Geldi

    Fenerbahçe dünkü büyük maçta gerçekten akıllı bir boksörü andırıyordu. Güçlü gövdesiyle mücadeleyi kendi köşesinde kabul ederken, çabuk işleyen kollarıyla saldırdı Galatasaray’a. Bu kollar Ogün, Abdulllah, Ogün çapında üç ters adamdı. Sonunda hep beraber gördük, Galatasaray’ın ringin dışına düştüğünü…

    Halit Kıvanç: Futbol Goldür

    Tek farklı galibiyetle bile bayram etmeye hazır ezeli rakiplerden birinin ötekini, hem de sıfıra karşı üç golle yenmesi “Tek Adım” atlamada “Üç Adım” rekorunu kırmak kadar önemliydi. Ve Fenerbahçe, Lig maratonunda, bu çapta zorlu bir dönemeci aşmış olduğu için sevinmekte yerden göğe haklıydı.

    Şükrü Gülesin: Üç Pas-Üç Gol

    Pıt pıt, tık tık futbolun ismine “modern futbol” dediler. Şayet bu böyle ise Galatasaray da dün bu “modern futbol”dan güzel örnekler verdi. Fenerbahçe ise ilerideki üç hızlı adamı ile üç pasta gol atma maharetini gösterip ezeli rakibini net bir skorla alaşağı etti.

    Turgay Şeren: En İyi Takım Galip Takımdır

    Dünkü maça Fenerbahçe beraberliğe rıza gösterir şekilde başladı. Hiç ummadığı bir anda galip duruma geçince defansta daha iyi kapandı. Kaleci Yavuz’un da başarılı gününde olması müdafaalarının daha şuurlu oynamasında mühim rol oynadı. Fenerbahçe “Makbul” olan neticeyi ve “Lazım” olan iki puanı aldı gitti… Kendilerini tebrik etmemek elden gelmiyor. Hem unutmamamız lazım olan bir şey daha var ki “En iyi takım galip takım”, “En iyi futbolcular ise galip takımınkilerdir”…


    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
    Futbol Goldür
  • Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Çay kokusu Prost’u çocukluğuna götürürdü. O nefis rayihânın, ünlü yazarı zaman yolculuğu için kışkırtmasına ve çocukluk anılarını alevlendirecek aromada olacağına şaşırmamak lazım. Kos helva çıtırtısı da Oktay Akbal’ı alır, çok gerilere, tıfıl günlerine taşırdı.

    Peki ya, sambanın tınısı..?

    O kıvrak Latin Amerika dans ve müziği, yaşı altmışlara dayanan Fenerbahçelileri ilk gençliklerine götürdüğü gibi, Sarı-Lacivert sevdalılarını nasıl da uzun bir hatıra yürüyüşüne çıkartırdı değil mi?

    Çocukluk dönemimin ‘hatıra yürüyüşlerinin’ ilki, belki de en sevimlisi Türkiye Ligi’nin 1974-75 sezonu olmuştu benim için. Hayat filmine dair anımsadığım ilk sahneler, -ki o kesitler içinde muhakkak Fenerbahçe vardır- bahsettiğim yıllara tarihlenir. 1975 yılı, Fenerbahçe- Didi evliliğinde yüzüklerin atıldığı yıl oldu. Ama Didi Fenerbahçe tarihine kalıcı izler bırakarak ayrıldı Türkiye’den ve hiç unutulmadı…

    (Tribünlerinden inmiş, tartan pisti aşmış, taç çizgisi kenarına kadar dayanmış bir sevgi patlaması vardı o akşam. O güne kadar görülmemiş bir seyirci topluluğunun huzurunda oynanan Fenerbahçe-Santos maçının öncesinde Pele ve arkadaşlarının şaşkınlığına bakın hele! Bu futbol konserine İstanbullu sporseverlerin gösterdiği teveccüh, devrin en büyük ‘yeşil saha figürünü’ ziyadesiyle memnun etti. Doğan Babacan ise Türkiye’nin popüler hakemi olarak bu maçın direksiyonuna oturmayı çoktan hak etmişti.)

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Pele’li Santos’u Türkiye’ye getiren Lübnanlı organizatör Zacour, Fenerbahçe’nin futbol kaderini etkileyeceğinin farkında değildi o unutulmaz Santos akşamında.

    1972 yazının yapış yapış bir İstanbul gecesinde Zacour, yeni bir antrenör arayan Başkan Faruk Ilgaz’ın kulağına:

    “Mr. Ilgaz.. Her başkanın hayalini süsleyecek büyük bir antrenörü size getirebilirim” teklifini fısıldadı. Olmaz denilen olacak ve Brezilya milli takımın ünlü oyuncusu Siyah İnci Didi Dereağzı’na inecekti.

    Didi bir futbol cambazıydı ama sihirbaz değildi. Sistemine inancı hep tam oldu ve Türkiye’de kaldığı üç yıl içinde Fenerbahçe’yi iki defa lig şampiyonu yapacak, Cumhurbaşkanlığı Kupası da dahil olmak üzere, sayısız kupayı Fenerbahçenin müzesine getirecekti.

    Brezilyalı Hoca duygusaldı. Hatta bir ara, ülkesinde bile görmediği teveccüh, sevgi karşısında Türk vatandaşı olmayı bile düşünmüştü. Fenerbahçe camiası antrenörlerini her davette, her nikahta baş tacı etmekte cimri davranmayacaktı; ta ki peri masalının sonlandığı Benfica deplasmanına kadar…

    Didi oyuncularına olması gerektiği gibi yaklaştı. Gençlere güvendi. Egosu göbekli, havalı oyuncularını ‘yere indirmeyi’ bildi. İşine burnunu sokan yöneticilere dersini vermekten çekinmedi. Ne ki Semih Bayülken, Didi’den yediği zılgıtı hiç unutmayacak, ‘Şambaba Semih’ Brezilyalı hoca gidene kadar rahat durmayacaktı. Benfica maçında alınan ağır yenilginin tek sorumlusunun Didi gösterilmesi ‘Şambaba’yı rahatlatacaktı. Ünlü isim apar-topar görevinden uzaklaştırıldı. Didi uçağa bindiğinde yanında iki kızı Hebilia ve Rebecca ile eşi Guiomar vardı. Bir galibiyet sonrası eğlenmek için gittikleri kulüpte, eşinin yanında Didi’yi şapır/şupur öpen Gönül Yazar’ın ruju çoktan silinip gitmişti. İçinden Fenerbahçe geçen anıları ise hep taze kalacaktı büyük futbol adamının.

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Didi uçağın penceresinden iyice küçülmeye başlayan Kadıköy’ü seyrederken, İstanbul’da geçirdiği üç sene gözlerinin önünden akıp gitti. “Sanırım 74-75 şampiyonluğunu unutamayacağım” diye geçirdi içinden ve zihni onu sezonun ilk düdüğüne götürdü:

    Bu görüntü, bir Trabzonspor atağında Zafer Göncüler’in topu uzaklaştırma anı ve o anın paydaşları Yılmaz, Ersoy, Selahattin ve Alparslan’ın savunma içinde büyüdükleri bir fotoğraf değildir sadece. Bu görüntü, Sarı Lacivert formanın, hangi sahaya çıkarsa çıksın, gördüğü ilginin tablosudur. Bu tablo, dallarını seyirci basmış insanağacının üzerindekileri, 1907’den beri izlenen takımın yeni meraklılarını resmetmesi açısından önemlidir. Didi, takımına olan teveccühün çığ gibi büyüdüğünü Trabzon deplasmanında iyice hissedecekti. Sarı Lacivertlilerin 70’li yıllarda artan popülaritesinde Didi’nin emeği yadsınamazdı. Didi’nin dönüş yolu boyunca ağzının kenarında oturan tebessüm, Ender’in golüyle gelen galibiyetten çok, takımının Türkiye’nin her yerinde gördüğü sıcak ilginin yansımasıydı.

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Trabzonspor: 0 Fenerbahçe: 1

    Ligin ikinci yarısında, ateş gibi futboluyla karları eritecek Fenerbahçe için sezonun ilk bölümü tatsız geçmişti. Bazı yıldız oyuncularla~düzenli yaşam, Didi ~ yönetim, oyuncular~ galibiyet ilişkilerinde sorunlar başlamış ve ikinci yarının ilk günlerine kadar bu kaos sürmüştü.

    Cemil’in askerlik problemi ise tüm bu olumsuzlukların üstüne tuz biber oldu. Birliğinden lig maçlarında oynamak için izin kağıdıyla ayrıldığı günlerde ünlü yıldız firari sayılmış ve terhis olduktan sonra bu mesele uzunca süre Cemil’in peşini bırakmamıştı. İstanbul’daki Adana Demir maçı sonrası inzibatlar soyunma odasının kapısına dayanmış, Cemil ise odanın penceresinden kaçarak paçayı kurtarabilmişti.

    Ligin son perdesinde tüm hünerlerini gösteren Fenerbahçenin çimende koşturan aktörlerinin fizik kondüsyonunun yüksekliği, otoritelerce Necdet Niş’e bağlanmıştı. Didi’nin yurt dışında ya da izinli olduğu günlerde Antrenör Necdet Niş oyuncuları ‘tatlı kondüsyon huzuru’ almaya Kalamış sahillerine kumuna götürmesi, futbolcuları çamurlu/karlı, ağır zeminlere hazır hale getirmişti.

    ‘Otoritelerce’ fizik güçteki sınıf atlayışında, Didi’nin hiç payı yoktu! Antrenör öğütme makinesi non-stop çalışıyordu yine. Üç sezondur kadroyu fizik kondüsyon olarak eksiksiz hazırlıyan Didi’nin emekleri görmezden gelinmiş, takımın şaha kalkması Niş’in karnesine pekiyi şeklide not edilmişti.

    Türkiye, şubat ayı başlarında soğuk hava dalgasının etkisine girdi. Batıdan doğuya kadar bütün statlar karla kaplanınca maçlar ertelendi. Diz boyu yağan karın, Fenerbahçe’nin rakiplerinin umutlarının üzerine serilen beyaz bir örtü olacağı birkaç ay sonra herkes tarafından görülecekti.

    (Cemil, Hasan Tahsin kupası eline en çok yakışan oyuncuydu. Altay’ı tek başına yenerken, Beşiktaş’ı arkadaşlarına bıraktı. Cemil mutluluk, İzmir Belediye Başkanı Alyanak da şıklığının sarhoşluğu içerisinde. )

    Elbet Bir Gün Buluşacağız

    Güzide Çelebi

    Kar tanelerinin İstanbul caddelerine usul usul indiği o günlerde, zarif bir ruh gökyüzüne doğru yükseldi. Bu ruhun eşi Sait Çelebi, yıllar önce dünya değiştiren önemli bir Fenerbahçeliydi.

    Anadoluhisarı’ndaki yalısında sıcak yatağında uyuyacağına Kuşdili lokalinin minderlerinde gözlerini dinlendirmeyi tercih eden, Fenerbahçe’nin ilk İstanbul Şampiyonluğu’nda Union Club stadında aşık olduğu renklerin amigoluğunu yapan, “Spor Alemi” dergisinin patronu, dönemin en ünlü maç spikeri ve Sarı Lacivert renkler için Tıbbiyeyi bırakacak kadar kalbî Fenerbahçeli olan Sait Çelebi’nin biricik eşiydi Güzide Hanım.

    Çelebizade Saidin göz pınarından, hayatında ilk ve son kez dökülen tek damlanın şahidi Güzide Hanım da dünya değiştirmişti işte, hayat akıyordu. Güzide Hanım, eşinin meftun olduğu renklerin Galatasaray’ı İnönü Stadı’nda dize getirişini göremeyecekti.

    Halı gibi zeminlerde samba yapan Fenerbahçe, ayakta durulması zor sahalarda nasıl oynanacağını öğrenmişti. Buz dansı sporcularını kıskandıran figürlerini binlerce jüri üyesi önünde sergileyen futbolcular, Galatasaray maçı öncesi kendilerini liderlik kürsüsünde bulmuşlardı. Ertelenen maçlarda rakiplerini silip süpüren Fenerbahçe, Galatasaray’ın 4 puan gerisinde girdiği ikinci yarıda ezeli rakibiyle yapacağı maç öncesinde iki puanlık farkı yakalamıştı.

    Maç günü yaklaşıyordu ama ortada büyük bir sorun vardı: Sivri kalemiyle bilinen Deniz Som;

    “Stadın elektrik tertibatında sorun olduğu ve giderilmezse her an bir facia yaşanabileceği” yazmıştı. Haber, gündeme bomba gibi düşüyordu. Cumhuriyet gazetesi, İnönü’de inceleme yapılıp, rapor kamuoyuyla paylaşılana kadar olayı sıcak tuttu. Maçın ilk düdüğüne bir gün kala müfettişlerin raporu açıklandı:

    “Maçın oynanmasında sakınca yoktur”

    Takipçisinden iki puan önde koşan Fenerbahçe, bu avantajın verdiği güvenle oyunu ilk yarıda forse etmeyip, rakibinin üzerine gitmedi. İkinci yarıda roller değişti. Son yılların klasiği haline gelen Fenerbahçe-Yasin maçlarının bir benzeri yaşanıyor, Galatasaray kalecisi iyi toplar çıkarıyor derken, Yasin’in direncini defans arkasına sızan Aydın kırıyordu. 87. dakikada atılan gol, Bolu’dan gelen forvetin, ‘attım mı puan gelir’ mottosunun bir tekrarıydı adeta.

    Didi’yi, Adanaspor’a içerde iki puan kaybetmekten çok, maç sonundaki olay üzecekti. Ligin sonu yaklaşmış, lideri takip eden Galatasaray’la puan farkı erimiş, fileleri bulamayan Sarı Lacivertli futbolcular, başları önde çıkış tünelinin yolunu tutuyorlardı.

    Çilekeş seyircinin sezon başından beri en çok şikayet ettiği konulardan biri de, çubuklu formanın sırtındaki beyaz numaraların tribünden seçilememesiydi. Osman Arpacıoğlu’nun formasındaki 9 numara, golsüz geçen bir günde, bu sıkıntıyı pekiştirircesine tünel girişinde adeta eriyecek, görünmez olacaktı.

    20 yaşındaki Osman ise kendi halinde diyemeyeceğimiz bir taraftar profiliydi. Osman Tekin, santrafor Osman’ın rakip kaleye atamadığı golü hakeme atmak istedi. Mağlubiyeti hazmedemeyen yanını doyurmak için sahaya atladı ve bayrak sopasını hakem Muzaffer Sarvan’ın kafasına indirdi. Maçın son düdüğünü galiz küfürler arasında öttüren Sarvan son darbeyi böyle yemişti. Yan hakem Sarvan’ı iki mütecavizin elinden aldı. Osman Tekin ve ‘dava arkadaşını’ yalnız bırakmayan Yücel Kızılkaya Beşiktaş karakolunda iki saat misafir olduktan sonra serbest bırakıldılar.

    Gerilimli olması öngörülen müsabakalar için “bu maç karakolda biter” deyimi maalesef gerçekleşmişti.

    Spor kamuoyu 16/9 tansiyonlu ligin sonunun nasıl geleceğini, şampiyonun Fenerbahçe mi yoksa Galatasaray mı olacağını merak ederken, Türkiye de bir yandan “Kaçak” dizisine kilitlenmişti. Dizi, karısını öldürmekten idama mahkum olan, iki yıl ‘adaletten’ fellik fellik kaçan Dr. Kimble’ın gerçek katilin peşine amansızca düşmesi hikayesiydi. Kaçak dizisinin doksan dakikalık son bölümü için tv karşısına geçen izleyiciler, “katil kim?..”sorusunun cevabını öğrenmek için hazırdılar. Televizyonu olmayanlar komşularına, kahvehanelere ve pastanelere hücum ettiler. Kaçak dizisi, oyuncu kadrosu, konuyu ele alışı ve içeriğiyle sıradan bir diziydi ama TV’nin ilk gözağrılarından biri olması nedeniyle çok ilgi görmüştü. Dizinin finalinde ise neredeyse Türkiye’de hayat durmuştu:

    Katil kimdi acaba?..

    Richard Kimble

    Spor ve muhabbetseverler ise telvesi az kahveyle ligin falına bakmaya çalışıyordu:

    Şampiyon kim olacaktı acaba?..

    Fenerbahçe, final gibi bir maç arefesindeydi. Dundee United fatihi Bursaspor ligin kuvvetli takımlarındandı. Üstelik maç da Uludağ’ın eteklerindeydi. Fenerbahçeliler yeniden sevinmek için sadece 1 hafta bekleceklerdi. Osman Arpacıoğlu Adana maçında sırtında silikleşen 9 numarayı daha görünür kılmak için Bursa deplasmanınında fırçayı eline aldı. Mahşeri kalabalığın önünde oynanan maçın 17. dakikasında seyirciler nefaset dolu bir gol izlediler. Cemil’in sola bıraktığı topu penaltı noktası civarına ortalayan Aydın’ın ikramının önüne ‘asist’ yazdırmak isteyen Osman’ın volesi, üst direğin içine vurup filelere gitti ve Fenerbahçe ‘deplasman kralı’ titrini Bursa ovasından Türkiye’ye yeniden duyurdu. Bu maçın en ilginç olayı, Fenerbahçe rakip sahaya yerleşmişken kalesinde ısınma hareketleri yapan Yavuz’un maçın henüz başında kendi kendini sakatlayıp, yerini Adil’e bırakmasıydı. Takımın hareketli, yerinde duramayan, rakibe nefes aldırmayan, yaratıcılığı az, dönerek oynayıp kısa pas yapan orta sahası, deplasmanda üzerine gelen takımları bezdirirdi. İkinci bölgede kapılan toplarla kalkılan kontraataklarda da orta saha oyuncuları Cemil, Ender ve Aydın’ı gol pozisyonuna sokuyordu. Bahsi geçen gollerden birinin kurbanı da o sezon Kupa Galipleri kupasında iki tur atlayan Bursaspor olmuştu. Şampiyon artık gün sayıyordu, en önemli viraj dönülmüş, kupanın tek kulpundan yine tutulmuştu. Bundan sonrası daha kolaydı artık. Kupa yeniden Kadıköy’e geliyordu…

    Didi ve ailesini taşıyan uçağın tekerlekleri piste değdiğinde Brezilyalı hoca irkildi. Dereağzı’nda geçirdiği üç yılı tekrar tekrar hatırlamıştı yol boyunca. Türkçede öğrendiği ilk kelime olan Fenerbahçenin yanına unutulmaz bir eserin güftesini de ekliyordu şimdi Didi:

    Elbet bir gün buluşacağız…

    Ali Can Küçükcan | Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu