Etiket: Zeki Nuri Bosut

  • Kim Ne Derse Desin

    Kim Ne Derse Desin

    Muvakkar Ekrem Talu’nun Fenerbahçe-Galatasaray yazılarına bir yenisi ekleniyor. İster 1939 olsun, ister bugün; kim ne derse desin, en büyük rekabet bu. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Pazar Günkü Maç Münasebetiyle

    Yine Galatasaray-Fener’e Dair

    Kim ne derse desin!

    Şu iki sevimli kulübümüzün rekabeti başka oluyor.

    Karşı karşı geldikçe de, el ele verdikçe de duyulan heyecanı hangimiz inkâr edebiliriz?

    Kâfir futbolun üç buçuk meraklısı varsa bunun iki buçuğu, kâh tenkit edilen rekabet yüzü suyu hürmetinedir. Ben kendi hesabıma futbolu, çelik çomaktan daha fazla sevmemi bu rekabete hamlediyorum. Hoş eski çelik çomaklar bugünkü futbol müsveddesinden daha heyecanlı idi ya!

    Şimdi dinleyin de bana hak vermeyin!

    Cuma günü Galatasaray-Fenerbahçe karşılaşıyor. Mektepte daha Salı’dan faaliyete geçilir. Talebe futbolculardan Ulvi, Ali, Burhan, L. Mehmet, Muslih, Zıt Kemal, Mithat, Hayri, Fethi… Sürüsüne maşallah.  Zaten bütün takım talebe… Sıkı perhize geçerler. Perhizden maksat zayıflık rejimi değil! Öbür manada… Fakat sinirler de başlar gerilmeğe… İçlerinde yalnız Ali pilâv tabağı adedini arttırmıştır. Kemal de sahada tatbik edeceği nev icat muziplikler düşünmekle meşguldür. O akşam “Gran-kur” da son antrenman, Adil Giray’ın ve Mütevelli Mehmet’in huzurlarında tamamlanır. Perşembe, öğleden sonrayı beklemeden hatta tatlıdan da feragat edilerek erkenden kulüp lokaline düşülür.

    Ertesi gün için Bay Ziya’dan direktif alınacak. Yusuf Ziya, erkânı harbiyesini Sadun Galip, Eşref Şefik, Tahir Yahya, Adil Giray, Sedat Rıza ile teşkil etmiş bulunuyor. Salonun bir köşesine toplanılır ve kondüktörün madam vasıtasıyla sunduğu çaylar, kahveler içilirken ertesi gün için “plân” ihzar edilir. Sadun Galip’in Ali Naci’ye vereceği cevap, Tahir Yahya’nın Çelebi Said’e edeceği mukabele, Müçteba’nın Fikret’e karşı oynatılması, Ulvi’nin muhacim, atlet Vedat’ın santrfor, Nüzhet’in kaleciliği hep bu fasılda karara bağlanır. Elektrikler havanın kararmasına rağmen yakılmaz (şimdi de yakılmıyor amma, o zaman iktisat olsun diye değil!) esrarengiz vaziyet muhafaza edilir.

    Galibiyet takdirinde Necip’in Burgaz’daki evinde ziyafet çıtlatılır. Kunduralar Mahmut’un tamirinden geçer. Yıkanmış parçalı gömlekler ütücüden gelip kondüktöre teslim edilir. Perşembeleri lokal kapısı tıklım tıklımdır. Simalar ekseriya yabancıdır. Kimi, oyunculardan birine yaklaşarak:

    – Bana bir davetiye bulabilir misiniz?

    – Affedersiniz! Lakin sizi tanıyamadım!

    – Olsun efendim! Ben sizi tanıyorum ya!

    Yahud:

    – Falanca futbolcuyu görmek istiyorum!

    – Kim diyelim?

    – Geçen gün tramvayda nasırınıza basan zat geldi, dersiniz. Şeklinde beleşçiler muhavereleri duyulur.

    Peki diğer tarafta neler oluyor acaba?

    Kuşdili’ne giderken dere kenarında Osman’ın gazinosuna bitişik şipşirin beyaz boyalı bir bina. Burası “Fenerbahçe Spor Kulübü” lokalidir. Güzel tanzim edilmiş ufak bir bahçeden geçtiniz mi sağınıza bir tenis kortu gelir. Burada eğer akşam saati ise emektar Galip Mısırlı Tevfik ile bir parti yapmaktadır. Doktor İsmet, üstad Zeki ve Suat’ın ağızlarının suyu akıyor amma, ne çare ki ertesi günü mühim bir koz paylaşılacak. “Barba”nın asık suratına aldırmayarak yandaki kapıdan içeri dalanılar evvela “Mocuk’la karşılaşırlar. Fener kulübünün en büyük hususiyeti, şayanı takdir karakteri küçüklerin büyüklere hürmet, büyüklerin de küçüklere muhabbet beslemeleri ve otoriteyi sarsacak laubali hareketlerden büyük bir hassasiyetle tevakki…

    İşte karşıya gelen alt kat salonda Fuat Hüsnü, Hasan Kâmil, Saip Şevket, Avukat Ramiz, Hamid Hüsnü, Muvaffak Menemenci, merhum ziraat vekili Sabri, Şekerci Ali Muhiddin… Ali Naci de kendilerine iştirak etmiştir. O, bu topluluğun Göbelsi! Derken piyanonun alt başında iskemlelere mektebe başlayan uslu çocuklar sükûnetinde ağır başlı, terbiyeli faal elemanlar. Kıdem adabına pek riayetkâr olarak mevki almışlar. Üstat Zeki, Doktor İsmet, Nedim, Şekip, Kadri, Fahir, Sabih, Alâaddin, Bedri, Suat, Belesçi Ömer.

    O tarihlerde bu asil kulübümüzde de pek öyle “parazitler” yok… Cevat, Sedat, Füruzan, Ulvi, Ragıp, Şahap, Seyfi, Nihat, Haydar gibi gençler de kapının dışında ağabeylerini hayran hayran seyretmekte…

    Fikret, Muzaffer, M. Reşat daha gençler… Dördüncü takım elemanları… Sabih’in idaresindeki antrenman ve Mocuk’un idaresindeki bir maçtan yorgun dönmüşler, muntazam duşlar altında keyifli keyifli soyunup giyinecekler… Yarınki dedikodu ile alakadar bile değiller… Ha! Niyazi’yi, bu gelmiş geçmiş “en nazik Türk futbolcusunu unuttum sanmayın!… O daha İstanbul’a gelmemiş. İzmir’de sanatlar mektebinde okuyor ve Altay küçükleri sınıfında…

    İlk spor muharrirlerinden sevimli arkadaş Salim Hamdi gazetesine fazla malumat toplamak için yukarı katta müzenin bulunduğu odada Salt Çelebi’yi sıkıştırmış havadis istiyor.

    Derken cuma sabahı gelir çatar!

    Milliyet gazetesini açın! Fenere hücum! Akşamı açın! Galatasaraya hücum!

    Bir elli vapuru Kadıköy iskelesine yaklaşmaktadır.

    “Hamsi de koydum tatatavaya… Hamsi de koydum tatatavaya!”

    Sıçradı gitti hahahavayaya hahahavaya!

    Gitti de gelmez o kız buraya…

    Aman mino mino mino,

    Canım mino mino mino

    Papazın kızı of! İmamın kızı!…”

    Güverteden gelen bu sesler, Galatasaraylıların vapurda bulunduklarına işaret…

    Maçın neticesi ne olursa olsun “Hava” bugünkü kadar soğumaz ve söğüş olsun, dövüş olsun, bugünkü kadar şümullü değildir.

    Nitekim mesela ertesi hafta, o zamanlar muhakkak ki Arsenal’den da kuvvetli ve şöhretli olan (Slavya)lar, (Frengvaroş)lar, (Admira)lar karşısında el ele veren memleketin bu güzide evlatları düz beyaz ve bazen da lacivert-Sarı-Kırmızı yollu formalar altında Türk’ün yüzünü ağartmak için ayni gaye yolunda aynı miktarda ter dökerler.

    O zamanın ileri futbolumuzda düştüğümüz en büyük iki hatayı da ilave etmeden yazımı bitirmeyim. Biri Bekir’in Avrupa’da bırakılması, diğeri Refik’in diskalifiyesidir. Bu iki büyük hata futbolumuzun aleyhine birer ağır darbe olmuştur. Bir de daha eskisi var ki o da Hasan’ın ekmek parası aradığı için sürünecek kadar sefalete maruz bırakılıp cüzamlı gibi “profesyonel” damgası vurularak futbollumuzdan uzaklaştırılmasıdır. Ben bu üç “Gaf”ı da affedemiyorum.

    Ayağımı, dolayısıyla gençlimi feda ettiğim futboldan azıcık olsun şikâyetçi değilim de bugüne kadar devam edegelen keşmekeşten gönlüm mustarip. Elbet her zevalin bir kemali olacaktır. Ve Türk futbolu de layık olduğu parlaklığı her bakım dan ihraz edecektir.

    Benim meşin topa olan aşkım yaptığım mukaddimeden sonra, önümüzdeki maçta her iki kulübün berabere kalması hususunu iddiaya sevk ediyorsa da, Galatasaraylı olmaklığım, Galatasaray’ı, mantığım Fenerbahçe’yi galip görüyor. Geçen seferki tahmini de ilk hissim galip geldiği için o yolda ayarlamıştım. Hoş! Osman Münir arkadaşımız Sarı-Kırmızı aleyhindeki bir tahmine sütunlarında yer verir mi? Orası şüpheli!

    Takımları bilmemek de çok fena… Avrupa’da bir hafta evvel ilan bile edilir. Bizde “siyaseti hariciye” gibi gizli tutuluyor. Ne hikmettir anlamam!

    En akla yakın Galatasaray şeklinin: Osman; Lütfi, Adnan; Musa, Nubar, Bedii; Necdet, Süleyman, Cemil, Buduri, Sarafim olduğuna göre ve Fenerbahçe’nin de Hüsameddin; Yaşar, Lebib, Ali Rıza, Angelidis, M. Reşat; Şaban, Esat, Yaşar, Basri, Fikret halinde en kuvvetli manzara gösterdiğine göre takımları Eşref Şefik vari bir kantara vurup kıyas edelim:

    Kaleler; Fenerde daha emin, Geri müdafaa Galatasaray’da çok kıvamında, haf hattı Musa’nın klas üstünlüğüne rağmen Fenerde daha omojen. Hücum, dünyanın en iyi sol açığına malik olmasına rağmen “antrenmanlı” Galatasaray forvetinden daha mazbut gözükmüyor. Galatasaray’ın mutlaka kazanması için bir buçuk saatte Fener kalesini veresiye zorlamaları değil “delik” bulup arada parlamaları kâfi ki bu da şu yukarki elemanlarla (lakin bir tane noksansız) pek mümkün. Yoksa Şaban, Esad, serbest kalacak bir Fikret’in hazır loplariyle beni tahminim de bir kere daha aldatacaklardır.

    Fener takımındaki istikrarsızlıktan Galatasaray’daki meşhur zaafa düşmekte… Galatasaray da Necdet, Süleyman tarafını ferden daha ateşli bir hale sokabilmelidir. Selâhaddin gibi elemanların ise aktif futbolda Adnan Akın, Nuri Bosut hatta Ömer Besim kadar bile bir kıymeti kalmadığını anlamak için Avusturya müdafaasında yer almış olmak icap etmez sanırım.

    Haydi çocuklar! Ağabeyleriniz gibi oynayınız!

    Muvakkar Ekrem Talu – 17 Şubat 1939 – Vakit Gazetesi

    Not: Maç ne oldu diye soracak olursanız; 1-1 bitmiş.

  • Açık Mektup

    Açık Mektup

    13 Mart 1948 tarihli “Sarı Lacivert” dergisinde Galatasaraylı Muvakkar Ekrem Talu, Galatasaraylı Muslih Peykoğlu’na hitaben zehir zemberek bir açık mektup kaleme almış.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Muslih Peykoğlu’na Açık Mektup

    Bayım!

    Seni birkaç dershane yukarımızdaki birisi olarak yirmi beş sene evvel tanıdım. Futbola çabuk bağlanmış çocuk ruhumla senin beceriksiz de olsa nihayet “futbolcu” hüviyetin ve bir miktar yaş farkın sana “ağabey” alaka ve saygısını göstermemi sağlıyordu.

    Aramızda şahsi hiçbir alıp verecek geçmeden hayata, cemiyet hayatına karıştık. Ben senin de başına gelebilecek ve son yazında alaya aldığın bir cilve-i kaderle aktivitemi kaybedip sporla alakamı sadece yazı sahasına inhisar ettirdiğim devrede senin esasen bir kıymet ifade etmeyen futbolculuk hayatın son günlerini yaşıyordu. Bugün de üzerinde titizlikle durduğum prensip ve yazıcılık karakterimle seni; sevdiğim, saydığım ve renginden olduğum halde “iyi oynamıyor” diye tenkit ettim. Yalan mı söylüyordum?

    Sen değil de, galiba futbol seni bıraktığı günlerde –hatta çok evvelinden- idarecilik hayatına girdin. Mümeyyiz vasfın “kulübünü çıldırasıya sevmek”ten başka ne idi? Bu “sevgi”; şekil, hararet ve tezahür bakımlarından benim ezelî ve ebedî prensip ve telakkilerime uymamakla beraber, içimden: “Aferin diyordum. Çocuk sapına kadar erkek çıktı. Yetiştiği muhitin gönüllü hadimi, sadık adamı…  Hizmet ve himmeti meşkûr olsun…” Ve böyle düşünerek senden o cemiyete, dolayısıyla Türk spor bünyesine hayırlı, faydalı, müsbet hareketler umuyordum. Sen yine Galatasaraylıların bir ifade ve teşbihi üzere yavrularını nihayet ağuşunda boğup öldürecek bir tarzı muhabbet besleyen ve tatbik eden ana kedi gibi, kulübünde alelacayip hisler ve tatbiklerle içinde veya başında bulunduğun devreler o muazzez ocağa fayda yerine namütehani zarar iras ettin.

    Bu Yeniköy Palas’ta karısını yaralayan tüccar, Kadıköyü’nde bir rüya kabusu ertesi eşini boğazlayan bahçıvanın “sevmek” tarzını andıran haletinle kulübüne öyle zararlar getirdin ki bu hareketler karşısında bir Galatasaraylı olmaktan ziyade bir cemiyetçi olarak sana lisanımla isyan eder oldum. Ciddi –fakat yazı adabı çerçevesinde- birkaç makalemle senin şahsını değil, ef’alini tenkit ettim. Seni seviyor, fakat yaptıklarını, tuttuğun yolu beğenmiyordum. Koskoca Galatasaray’ı baltalayacak her türlü fenalığı senden sudûr eder görüyordum. Sen üstelik bunu müfrit kulüpçü ve cemiyetçi olarak yapıyor, bünyeyi içinden sarsıyor, sureti haktan görünerek kemirmede devam ediyordun.

    Mektep yavrularını kulüpçü kaydıyla rey sahibi kılarak topladığın bir ekseriyetle hakim-i mutlak kesilerek giriştiğin icraatın en kötüsü şu olmuştu: Yusuf Ziya’yı kulüpten kaçırtmak…

    Yusuf Ziya sadece Galatasaray’da değil, Türk cemiyetinin bütününde her bakımdan bir “kıymet”ken onu Galatasaray’dan, Galatasaray’ı da ondan soğutmaya kalkmak hata idi. Sen bu hatanın tek müsebbibisin. Yalan mı?

    Galatasaray’dan, hiç olmazsa Galatasaray’a hizmetten beri kıldığın sadece Yusuf Ziya mıdır?

    Suat Hayri’leri, Nihat’ları, Adil Giray’ları, Kemal Rifat’ları, Eşref Şefik’leri, Tahir Kevkep’leri, Adnan Akıska’ları, Ulvi’leri, Eczacı Arif’leri, Osman Müeyyed’leri ve daha nice nice Galatasaraylı kıymetleri senin kah gizli kah aleni istiskallerin kulüpten kaçırmıştır. Bugün bile Suphi gibi milletçe seçilmeye layık görülen değerli bir varlığı kulüp başkanlığından atlatmak için mücadeleye girişmiş olduğunu biliyorum.

    Sen bir yazı daha yazdın. Senelerce kullandığın zehirli dilini kağıda dökmek fırsatını bulmuştun. Bugün aharın haysiyeti üzerinde hassasiyetle durulmasını arzulayan sen, o yazında Zeki Nuri Bosut, Şazi, Adnan, Samih gibi cemiyet hayatının “efendi” tanıdığı müstakim vatandaşları bir nevi dalaverecei mevkiine koyup ilan ettin. Dolayısıyla Fenerbahçe teşekkülüne karşı klasik nefretini ayrıca tekrar ettin. O yüce varlığa ağır ithamlarda bulundun. Fenerbahçe büyük, çok büyük, senin tahmininden de fazla bir vatandaş ekseriyetinin sevdiği, saydığı mensup olduğu bir Türk cemiyetidir. Sen ona ikide bir ne hakla hakaret edersin?.. Hem de bir mekteb-i irfanda “hoca”lık etmedesin. Yani senin dirayet, talim ve terbiyene mevdû halk çocuklarına canlı fakat kötü örnek teşkil eden bir hoca… Tek taraflı görüş, tek taraflı düşünüş, tek taraflı muhakeme… Senden olmayan, -Türk dahi olsa- sence kafir, sence menfur!

    İşte Türk yavrularına bu sakim telakki ve prensibi aşılamakta olan bir maarifçi!.. Gel de bu sözlerimi amme huzurunda inkar et bakalım!

    Sen o mahut “birinci yazın” içerisinde mizahçı bozmaları filan da diyerek bir takım herzeler yumurtlarken “Satır”da çıkan bir yazıdan alınmışsın. O yazıda “Muslih” adına en ufak bir ima yokken sen o “Kırk katır mı, kırk satır mı” mevzuunda kendi ef’al ve karakterinle neden bir münasebet tevehhüm ettin de o tasvir ve teşrihi benimseyiverdin?

    Ya sen osun, ya değilsin?

    O ve öyle isen sözüm yok! Şayet değilsen o kırk katıra ve kırk satıra tesahüp neden?

    Şimdi senin adı bence çok muhterem bir dergide yediğin nanelere işaret edeyim. “Mikrop şebekesi”, “ahlaksız”, “namussuz”, “bayağının bayağısı”, “aşağının aşağısı”, “kuyruklarına basınca saldıran”, “deri değiştiren”, “küspede ısınan”, “sümüklü kulüp yedibaşısı”, “ödlek”, “buldog”, “çomar”, “foksteriyer”, “penguen”, “fino”, ilâh…Cehennemmekan “Ali Kemal”in üslubunu hatırlatan bu sözleri ben nihayet lüzumsuz hiddete kapılan bir kardeş!! hitabı olarak telakki edip şahsımı doğrudan doğruya alakadar eden birkaç paragrafa cevap vererek uzayan yazımı bitirmek istiyorum.

    Satır gazetesinde çıktığımız günden beri aylardır imzasız neşriyat yapılmaktadır. Bunun manevi ve kanuni mesulleri gazetenin başında musarrahtır. Kimseden hüviyetimizi gizlemiş değiliz.

    İkimiz arasında geçen bir hadise sebebiyle dedemin mektep bahçesinde kadirşinas Galatasaray topluluğunun bir hatırayı ıhlâsı olarak mezkûr heykelinden, kız kardeşime kadar taallûkatımı mevzu içre etmek senin yazı adabı kadar soğuk ve terbiye adabına da derece-i vukufunu ispat eder.

    İstitraden şunu da söyleyeyim ki bugün diline doladığın “Recai zade”nin Galatasaray’daki hocalık hüviyet ve kıymetini inşallah sen de kesbedersin de senin de ileride –Allah geçinden versin- bir heykelin rekzedilir.

    “Ailesine hürmeten şimdilik cevap vermiyorum” diyerek “sayın peder”imize varıncaya kadar dil uzatan sen “kırk üçlük bebek” şimdi bu cevabıma karşılık verir de o usta! üslup ve beyanınla yine bir sürü hayvan fasilesi sayacak olursan seni temelinden sarsacak iki fiilini –maalesef- açığa vurmak mevkiinde kalacağım. Bilmiş ol!

    “Bacak arasında dolaşma”nın bana vergi bir karakter olmadığını çömezin Haluk San’a söylediğin bir söze göre tecrübe ettin bilirsin.

    Yazını şu cümle ile bitirmişsin: “Karşıma erkekleştiğiniz zaman çıkın!”

    Merak etme! Biz senin tab’ına göre erkek! Hiçbir zaman olamayız.

    Şimdilik bu kadar hocam!

    Muvakkar Ekrem Talu