Etiket: Zeki Öztaş

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Korkunç Karar

    4 Şubat 1951 günü oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçının arifesinde yönetim kurulunun bir üyesinin Fenerbahçe basketbol şubesinin kapatılmasına ve Modaspor kulübüne devri hakkında prensip kararına varıldığını açıklaması basketbol çevrelerimizde bomba gibi patlamıştı.

    Rahmetli Muhtar Sencer ile aklımızı oynatacaktık bu garip karar karşısında. Sebep asla parasal değildi. Takımın formaları dahi ya Raif Dinçkök tarafından yaptırılıyor, ya da Zeki Rıza Sporel tarafından kendi mağazasından hibe ediliyordu. Şubenin tüm masrafı, antrenmanlar için ödenen pek cüzi salon kiralarından ibaretti. Kuruluşunun altıncı yılında Fenerbahçe basketbol takımı henüz bir eşofman sahibi bile olamamıştı. Oyuncularımız yedek sıralarında ıslak pardösüleri veya paltolarına sarınarak oturuyorlardı. Ayakkabılar da herkesin kendi malıydı. Ve yıllardan beri Yönetim Kurulu üyelerinin yıldırımları en acımasız biçimde üzerimize yağıyordu:

    “Bu takım Galatasaray karşısında Fenerbahçe’nin adını lekelemekten başka bir işe yaramıyor” diyenler bile vardı aralarında. Ve ne kadar hazindir ki, bir insaf sahibi çıkıp da elini vicdanına koymuyordu: “Beyler, ne veriyoruz ki, bu takımdan ne bekliyoruz?” diyemiyordu.

    Bu takımın yılların dev ekipleri Beyoğluspor’u, Kurtuluş’u yendiğinden kimseler bahsetmiyordu nedense. Lig sıralamasında ikinciliği alıyorduk. Fakat yine de Galatasaray’ı yenememiş olmamız bir “büyük suç” oluyordu.

    O günleri bir Galatasaraylının kaleminden nakletmek isterim. Zamanın büyük basketbolcusu, Galatasaray ve Milli Basketbol Takımımızın eski kaptanı, daha sonraki yılların Galatasaray Başkanı Prof.Dr. Ali Uras kardeşim, basketbolda “Ezeli Rekabet’in 25. Yılı” münasebetiyle yayınlanan broşürde yer alan “25 Yıldan Arta Kalanlar Anılar” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

    “…Hasta derecede kulüpçü, çalışkan ve sempatik Muhtar Sencer’i ve bir Cem Atabeyoğlu’nu ise bu hava içerisinde tanıdım. Onların İdare Heyetleriyle mücadelelerini, bu spor dalının Fenerbahçe’de kurulması ve devamı için ne büyük fedakarlıklara katlandıklarını bütün tazeliği ile hala hatırlamaktayım.”

    Sevgili Ali Uras’ın bu sözlerine ne ekleyebilirim ki? Evet, biz yalnız potalar altında rakiplerimizle değil, kendi içimizdeki düşmanlarla da mücadele veriyorduk. Hazin de olsa, gerçeğin ta kendisiydi bu.

    4 Şubat 1951 sabahı İTÜ Salonu’nda rahmetli Muhtar Sencer’in hıçkırarak: “Gördün mü en sonunda yaptıklarını…” diyerek boynuma sarılması ve gözyaşları arasında “Mademki şubeyi kapatıp takımı dağıtıyorlar, ben de yokum” deyişi gözlerimin önünden ve sesi kulaklarımdan gitmez. Ve o meşhur siyah pardösüsünün upuzun eteklerini savura savura hızla yanımdan kaçıp gitmişti koca Muhtar. Bomboş soyunma odasında tek başıma kalmıştım. Ne çare ki benim lisansları eline tutuşturup Muhtar’ın peşinden koşacağım bir kişi yoktu.

    Soyunma odasının kapısından içeri giren her oyuncumuzun ilk sözü: “İşittiğimiz haber doğru mu?” oluyordu. Durumu tevile çalışıyordum. “Böyle düşünenler, hatta böyle olmasını arzulayanlar dahi bulunabilir. Ancak bu tüm yönetim kurulunun böyle düşündüğünü göstermez. Bize şu ana kadar böyle karar Yönetim Kurulu tarafından tebliğ edilmemiştir”

    Kimsenin canı oynamak istemiyordu. Çantasını önüne koyan, sıraların üzerine oturup kara kara düşünüyordu. Bir Galatasaray maçına çıkacak şu takımın haline bakın. Amerikalı Chuck ise neler olduğunu anlayabilme şaşkınlığı içinde gözden göze bakıyordu. O neşe dolu insan da bu durgun havaya kendini kaptırmıştı. Hem de neler olduğunu anlamadan.

    Gırtlağıma bir şeyler düğümlenmişti. Zorlukla yutkundum ve sesimi yükseltiverdim birden: “Bakın çocuklar…” diye konuştum. “Yönetim Kurulunun içinde böyle düşünenlerin bulunması sizleri asla üzmemeli, bilakis kamçılamalı. Onları mahcup etmek için oynamalısınız bugün.” diye sözlerime devam ettiğimi hatırlıyorum bugün sadece. Sonra daha neler söyledim, bilemiyorum. Amerikalı Chuck, söylediklerimden çok sesimin tonundan ve yüzümün ifadesinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Olup bitenlerden habersiz bir o vardı aramızda. Bu da içinde bulunduğumuz durumun tek kazançlı yanıydı. Takımdan hiç kimse de durumu ona anlatmamayı yeğlemişti.

    Takım soyunmaya başladı. Maçın hakemleri Yuda Çerasi ile Zeki Öztaş’a lisansları vermek için soyunma odasından çıktım. Feridun Koray, görevi nedeniyle İstanbul’dan ayrıldığından, takım bir süreden beri antrenörden de yoksundu. Chuck antrenörlük görevini de üstlenmişti takımda. Böyle bir maç öncesinde, böylesine bir atmosferde takımın tüm sorumluluğu ise omuzlarıma binmişti.

    Muhtar Sencer, İTÜ Salonu balkonunun tam köşesinde, sırtında uzun siyah pardösüsü, sırtını duvara yaslamış, bembeyaz yüzüyle bir mermer heykel gibi duruyordu. Çok şükür sevgili arkadaşım sırtını dayayacak bir destek bulmuştu kendine. Bende o da yoktu şu anda.

    Sacit Seldüz, Nejat Diyarbakırlı, Silvio Guerson, Affan Başak, Reştan Sipahi, David Filiba ve Chuck Rosenkronz

    İşte bu sekiz aslan çocuğun bu maçta sergiledikleri oyunu, ömrüm boyunca unutabilmeme imkan yoktur “Yenilmez Armada” eminim ki o güne kadar böylesine çetin bir cevizle karşılaşmamıştı. Başa baş, dişe diş bir mücadele vermişlerdi çocuklar o gün “Yenilmez Armada”nın karşısında. Ancak Galatasaray tecrübe ve klas üstünlüğü ile bu maçı son dakikalarda lehine çevirmesini bilmişti. Ve sadece bir basket farkla; 54-56 yenilmiştik o gün. Maçtan sonra Galatasaray kaptanı Ali Uras’ı, soyunma odalarına inen merdivenin başında kutlarken; “İnan bana, kazandığımıza sevinemiyorum” deyişini hala unutamam.

    Ali Uras, bu yenilgiden sonra Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesinin kapatılacağına samimi olarak inanıp ve yine samimi olarak üzülen biriydi. Maç sırasında sahada en çok yırtınıp didinen oyunculardan biri oydu, maçın sonunda ise gerçek bir sportmen olarak üzülen yine o olmuştu. İşte sporun ve sportmenliğin bir başka cilvesi.

    Fenerbahçe’nin “Yenilmez Armada” karşısında çıkardığı oyun ve sadece bir farkla yenilmesinin yankıları öylesine büyük olmuştu ki; “Şubenin kapatılması ve takımın olduğu gibi Modaspor’a devredilmesi” konusu Yönetim Kurulu Toplantılarında bir daha gündeme getirilmemişti. Gerçi “Ezeli Rakip” karşısında bir basket farkla yenilmiştik ama “İç Rakipler” karşısında çok anlamlı bir galibiyet, hatta bir zafer kazanmıştık. Kısacası büyük bir varta bu maçla atlatılmıştı.

    Muhtar Sencer de daha maç bittiği anda aramızdaydı. Tekrar işbaşı yapmıştı. Onu kazanmamıştık, çünkü hiçbir zaman kaybettiğimize inanmıyorduk. Daha büyük bir birlik ve beraberlik içinde yolumuza devam ediyorduk. Hem de tüm fertleriyle çok daha büyük bir başarma azmiyle dopdolu olarak.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Saint Joseph Lisesi

    Saint Joseph Lisesi

    1948 yılında yayın hayatına başlayan “Sarı Lacivert” dergisindeki Doğanay imzalı bir seride, İstanbul okulları tanıtılıyordu. Saint Joseph Lisesi sporcularının tanıtıldığı yazı, muhteşem bir tespitle son bulmuş : “Saint Joseph Fenerbahçe’nin çekirdeğini vermiş okuldur.”

    Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Saint Joseph Lisesi

    Kadıköy’ün en şirin köşesi Şifa’nın yanıbaşında yeşilliklere bürünmüş geniş cepheli, büyük bahçeli muhteşem binanın önünden ne zaman geçsem, içimde derin bir huşû duyarım.

    İşte memlekete binlerce münevver insan yetiştiren bu sessiz ve iddiasız, olgun kültür müessesesi… Adı Saint Joseph Lisesi’dir.

    (College Saint Joseph)in, yetmiş yedi senelik bir tarihi varmış, bunu L’inspectur (müdür muavini) sayın Frere Oliver’den öğrendik. Bugün bu okulda yarısı leyli olmak üzere 600 öğrenci bulunmaktadır.

    Anglo-Sakson ve Cermen okullarının çeşitli spor faaliyetlerinin Fransız tedris sistemi içinde yer alamayacağı hususunda muhitimizde yerleşmiş kanaatleri bilfiil nakzetmiş olan bu gençlik kütlesi, kalpleri büyük insan olarak yetişmek aşkı ile meşbu sporcu gençlerden müteşekkildir.

    Kıymetli Müdür Frere Laurent’in delaleti ile, malumatına müracaat ettiğim nazik ve sempatik Frere Denis, kulağımda küçükten beri şiiriyeti kalan o güzel Frenk dilinin bütün inceliklerini havi hoş telaffuzu ile konuşurken, kendimi şimdi buğularla çevrili hatıralarımın seyyal havası içinde buldum.

    “”Evet, biz sportif oyunlara pek çok ehemmiyet veririz” diyor Frere Denis!.. “Sabahleyin 8’de hep beraber raket oynarız. Saat 10 teneffüsünde ise, basketbola geçilir, basketbol bizde en fazla taaamüm etmiş oyunlar arasındadır. Hava bozuk olunca, kapalı yerde “echasse” oyununu tercih ederiz. Öğleden sonra 13’de itibaren voleybol oynanır, akşam üstü ise futbol ihtiyaridir.”

    Geniş avluda yeşil direklerin süslediği 20’den fazla basket sahası, Frere Denis’in sözlerini teyid eden canlı ve hoş bir tablo halinde gözüküyor.

    Konuyu atletizme intikal ettirince nazik Frere bana derhal İrfan Şahinbaş’ı hatırlatıyor, onun o büyük başarılarla dolu talebelik ve sporculuk hayatını!..

    O İrfan Rasih ki, senelerce yaldızlı “Prix d’honneur”ler (şeref mükafatları) elde ederken, çalışmalarının yanında spora layık olduğu kıymeti verebilmiş, Cambridge’e gitmiş, orada da Türk atletizmini şerefle temsil etmiştir.

    Saint Joseph’in yetiştirdiği olgun sporcular meyanında milli atlet Mufahham Yazıcı ve İzzet Mühürdar, milli basketbolcu Tevfik Tankut ve Nejat Diyarbakırlı, yine birinci sınıf basketçilerden Zeki Öztaş, Onnik Taslak, Turgut Bakanoğlu gibi değerli gençler, M. Bayazıt ve Orhan Zeren gibi müstait atletler ilk hatıra gelenlerdir.

    Frere Denis “Bugünküleri de kulüplerde görüyor, seyrediyoruz” diyor.

    Gerçekten halen okulda bulunmakta olan sporcu gençler de spor muhitimizin yabancısı değillerdir. İşte Haşim Tankut…

    Milli yüzme ekibine dahil olarak Atina’da iyi sonuçlar kazanmış olan genç ve müstait yüzücü!..

    Ve işte Fenerbahçe’nin şampiyon genç atletizm takımlarının tanınmış simaları : III. kategoride cirit atma İstanbul şampiyonu Sarı Lacivert takımın kaptanı Ümit Aksu, disk atma Türkiye şampiyonu Raymond Raad, IV.cü kategorinin 100 metre İstanbul şampiyonu Erdoğan Ardaman ve muhtelif birincilikler kazanmış olan yüksekçi Gökşin Soner, Oktay Uzel, diskçi Ayhan Cecan, ümit verici yeni sprinter Toğan Zeren, Nikola Draso ve Özcan Dermancı… Ve yine Fenerbahçe’ye mensup boksör B.Erol!..

    Daha?

    Bülent Naili Köksal, Kubilay Gökçeler, Nurhan Parla, Vedat Diyarbakırlı gibi basketçiler, Lazo ve Engin Yontunç gibi yüzücüler!..

    İşte bu güzide gençlerdir ki, en iyi tedris vasıtaları ile yüksek ihtisasa hazırlanırlarken spora da bu gayenin esaslı bir yardımcısı olarak müsait bir mevki vermektedirler.

    (College Saint Joseph)i, bu hoş intibalarla terk ederken giriş avlusundaki heykele bir daha baktım.

    O heykel ki, Türkçe hocaları Enver Bey‘in yanında toplanarak bugünkü Sarı Lacivert yuvayı, Fenerbahçemizi kuran dört genç gürbüz varlıklarında ilk ve unutulmaz intibaları bu heykele baka baka, her gün önünden geçe geçe edinmişlerdi. Saint Joseph Fenerbahçe’nin çekirdeğini vermiş okuldur.

    Doğanay / Sarı Lacivert Dergisi – 31 Ocak 1948