Etiket: Zeki Rıza Sporel

  • Halit ve Mehmet İşal Arşivi

    Halit ve Mehmet İşal Arşivi

    Fenerbahçe tarihi çalışmalarına çok büyük faydaları dokunan Erenköy Kız Lisesi’nin kıymetli rüknü Dr. Elif Sungur Hocamız bizleri Türk futbol tarihine dair birbirinden mükemmel fotoğraflarla bir araya getiriyor. Daha sonra tek tek üzerlerinde çalışabilmek temennisiyle, önce hepsini bir arada yayınlayalım istedik. Özellikle Süleymaniye kulübünü araştıracaklar için çok kıymetli görseller var… Huzurlarınızda Halit ve Mehmet İşal Arşivi.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: Özellikle yukarıdaki fotoğrafta, ayaktakiler arasında altı müthiş Fenerbahçeli var… Zeki Rıza Sporel, Bedri Gürsoy, Cafer Çağatay, “Bombacı” Bekir Refet Teker, Sabih Arca ve Alaaddin Baydar.


    İşal Kardeşlerin Kısa Öyküsü

    Halit İşal (1908 İstanbul) ve erkek kardeşi Mehmet İşal, Bulgarıstan’ın Varna kentinden göçen bir ailenin oğulları…

    Önce Pendik’te yaşayan aile daha sonra Çubuklu’ya yerleşiyor. Varna’da varlıklı bir aile iken İstanbul’da zor günler yaşıyorlar. Babalarını çok erken kaybediyorlar. Anneleri Ayşe hanım, Beykoz Rakı Fabrikasında işçi olarak çalışıyor, ikinci kez evleniyor ve iki kızı daha oluyor.

    Halit ve Mehmet eğitimlerine zorlukla devam edebiliyor. Rüştiyeden mezun olunca Beykoz Kundura Fabrikası’na işçi olarak giriyorlar. Uzun yıllar fabrikada çalışıyorlar aynı zamanda futbola meraklılar. Değişik kulüplerde amatör sporcu olarak futbol oynuyorlar.

    1940’lı yıllarda Halit bey evleniyor, eşi Cemile hanım Küçükyalı’lı, bu semte taşınıyorlar. Halit bey de Devlet Deniz Yolları’na intisap ediyor, üç çocuğu, yedi torunu oluyor, aile hayatının sorumlulukları futbolla ilgilenmesine izin vermiyor ne yazık ki.

    Mehmet İşal ise Kundura Fabrikasından sonra polis olarak görev yapıyor, belediyeden emekli olup Beşiktaş’a yerleşiyor, iki kez evleniyor, ancak evliliklerini yürütemiyor, yalnız bir hayat sürüyor. Halit İşal 1977’de, kardeşi Mehmet İşal 2010 yılında vefat ediyorlar.

    Dr. Elif Sungur


  • 1924 Derbi Kavgası IV

    1924 Derbi Kavgası IV

    1924 yılında Türkiye’nin ilk “Ulusal” Futbol Şampiyonluğu düzenlendi. Ankara’daki müsabakalara giden yolda İstanbul Şampiyonluğu büyük tartışmalara sahne oldu. Bu ay sitemizde, yarı finaldeki Fenerbahçe-Galatasaray kavgası ile zirveye ulaşan büyük şampiyonayı (Galatasaraylılığı ile bilinen) Cumhuriyet gazetesinden aktarıyoruz… Huzurlarınızda 1924 Derbi Kavgası IV

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    10 Ağustos 1924

    Mıntıka Birinciliği Müsabakaları

    Bugün saat beşte mıntıka birinciliği müsabakalarına devam edilecektir. Birinci müsabaka Beşiktaş-Beykoz kulüpleri arasında hakem Necmi Bey idaresinde başlayacaktır. Saat 6.30’da Fenerbahçe-Beylerbeyi müsabakası icra edilecektir. Hakem Kemal Bey’dir. Nihai nısfıye müsabakalarına ait olan kura da dün çekilmiştir. 15 Ağustos Cuma günü saat beşte bugünkü Beşiktaş-Beykoz galibi ile Süleymaniye kulübünün, saat 6.30’da da Fenerbahçe-Beylerbeyi galibi ile Galatasaray kulübünün karşılaşacağı takarrür etmiştir. Nihai müsabaka 19 Ağustos Salı günü saat altıda icra edilecektir.

    11 Ağustos 1924

    Dünkü Futbol Müsabakaları

    Beşiktaş kulübü Beykozlulara, Fenerbahçeliler de Beylerbeyi takımına galip geldi.

    Son günlerde süregelen yağmurlar dolayısıyla tehir edilen iki maç dün pek hararetli bir müsabakadan sonra neticelenerek İstanbul birincilik yarı son devresine namzet kulüpler de bu suretle taayyün etmiş oldu. Beşiktaş’la Beykoz futbolcuları arasındaki müsabaka, neticeye dair hiçbir tahmine imkân bırakmayacak surette başladı. Beşiktaşlılardan Refik, Cavit gibi en kuvvetli oyuncuların yerine ikinci takım gençlerinin ikame edilmiş olması, Beykozluların ise yeni teşekkül etmiş heyetlere has bir şiddet ve hararetle müsabaka meydanında çarpışmaları Pazar Ligi şampiyonunun mağlup olması ihtimallerini de hatıra getiriyordu.

    Müsabaka saati gelip çattığı zaman sarı-lacivert formalarla ortaya çıkan Beykozlular arasında Türk muhtelit takımına Altınordu namına iştirak eden İbrahim Bey de görüldü. Sağ açıkta yer tutan Emin Bey’in çorapları bile hâlâ Altınordu rengini hatırlatıyordu.

    Kendi semtlerini temsilen federasyona dâhil olan Beykozlular böylece dört beş seneden beri Altınordu’da oynayan arkadaşlarını kendi aralarına toplamış oldukları halde Beykozlu Tevfik Bey yine eski kulübünün formasıyla ortaya çıktı ve Beşiktaş müdafaasının en canlı unsurunu teşkil etti. Beşiktaşlıların arasında son zamanlarda beraber çalışmış olmaktan mütevellit bir tanışıklık hissolunuyor; akınlarında bu tecrübeden mütevellit isabet göze çarpıyordu. Son günlerde alışmadığı takımlara dâhil olursa biraz fazlaca kararsızlığı meşhud olan Şahap Bey dün santrhaf mevkiinde çok muvaffak oldu. Nafi Bey tutulmaz bir sağ açık olmuştu. Sol açıkta Beşiktaş akınlarının ahengini temin eden uzuvlar arasında temayüz etti.

    Beykozlular çok çalıştılar, şiddetli akınlarla Beşiktaş kalesini çok defa sıkıştırdılar. İkinci haftaymda oyunun şeklini arada bir tek kale şekline soktukları bile oldu. Fakat sayı yapabilmek için lazım gelen tesanütten mahrumdular. Oyunun sonlarına doğru Beykozlular hesabına kaydolunan sayıyı bile Beşiktaş kalecisi hediye etti! Her zaman çok mahirane oynayan Sadrettin Bey topu tuttuğu halde kale çizgisinden geri çekilmişti.

    Neticede bire karşı beş sayı yapan Beşiktaş kulübü birincilik müsabakalarının yarı son devresine kaldı ve bu devrede Süleymaniye ile karşılaşması takarrür etti. O gün Refik ve Cavit Beylerin de iltihakıyla Beşiktaş takımının takviye edileceği söylenmektedir. Her halde önümüzdeki hafta pek hararetli çarpışmalara sahne olacaktır.

    Fenerbahçe – Beylerbeyi

    İstanbul şampiyonluğuna namzet addedilen Fenerbahçe’nin dünkü müsabakası hiç hatıra gelmeyen bir renk arz etti. Şekip, Cafer, Kadri, Ragıp, İsmet, Fahir, Bedri, Ömer, Zeki, Alaaddin, Sabih Beylerden mürekkep bir takım uzun zamandan beri beraber çalışmanın verdiği bir ahenkle şöhret şiar oldukları halde Edip, Ali, Halil, Sadi, Sait, Cemal, Edip, Ali, Agâh, Vecdi ve Kemal Beylerden teşekkül eden Beylerbeyi futbolcuları karşısında bir aralık tevakkufa uğrar gibi oldu. İlk sayı, hemen oyun başlar başlamaz fırsat kollayan Ömer Bey tarafından kazandırılmıştı. Bundan sonra Beylerbeyliler şayan-ı hayret bir mukavemet gösterdiler. Bu mukavemet karşısında Fener’in mutat (kombinezon)u gevşer ve hatta dağılır gibi göründü.

    Kırmızı-Yeşil formalı gençler sağdan ve soldan mükemmel akınlarla Fener kalesine doğru sokuldular. Ve Hadi Bey alkışlanacak bir oyun oynuyordu. Öyle saniyeler oldu ki Beylerbeyi takımında daha ziyade ahenk, daha ziyade anlaşma görüldü. Bunun tecelliyatından olarak Cafer Bey müdafaayı arkadaşına bırakıp ileri geçti. Fakat Fener’in muhacim hattında Alaaddin Bey çalımlarını, kısa paslarını ibzal ve hatta israf etmekle beraber en küçük fırsatta Beylerbeyi kalesine sokuluyordu. Otuz beş dakika esnasında şiddetli bir müdafaa tesisine muvaffak olan Beylerbeylilerin biraz gevşek gibi göründükleri saniyede Alaaddin ikinci sayıyı yaptı ve bunu üçüncü gol de takip etti.

    Beylerbeyi dün şâyan-ı tebrik bir oyun oynadı. Aynı gayret devam ettiği takdirde yakın zamana kadar kırmızı-yeşil formayı İstanbul birincileri arasında görmemiz pek muhtemeldir. Dünkü müsabakayı kazanan Fenerbahçe önümüzdeki Cuma günü Galatasaray ile karşılaşacaktır.

    (DEVAM EDECEK)

  • 1924 Derbi Kavgası II

    1924 Derbi Kavgası II

    1924 yılında Türkiye’nin ilk “Ulusal” Futbol Şampiyonluğu düzenlendi. Ankara’daki müsabakalara giden yolda İstanbul Şampiyonluğu büyük tartışmalara sahne oldu. Bu ay sitemizde, yarı finaldeki Fenerbahçe-Galatasaray kavgası ile zirveye ulaşan büyük şampiyonayı (Galatasaraylılığı ile bilinen) Cumhuriyet gazetesinden aktarıyoruz… Huzurlarınızda 1924 Derbi Kavgası II

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    4 Ağustos 1924

    İstanbul Futbol Birinciliği Müsabakaları

    Dünkü müsabakaları Fenerbahçe ve Altınordu kulüpleri kazanarak nısf-ı nihâî devreye kaldılar.

    Ankara’da yapılacak Türkiye şampiyonluk müsabakalarında ispat-ı vücut etmek üzere İstanbul futbol birincisinin tayini için Federasyon tarafından tertip edilen turnuvanın şimdiye kadarki safahatini dercetmekte idik. Dün de İstanbul birinciliğine namzet addedilen kulüplerden ikisi ilk defa olarak futbol meydanında görüldü. Bu iki kulüpten Altınordu birkaç gün evvel yazdığımız tahmin mucibince eski şöhretini ancak meraretle hatırlatabilecek kadar zayıf bir takımla ortaya çıktı. Beş sene aynı forma altında zaferden zafere uçan Altınordu’nun temeli mütareke senelerinde malum bir iki el tarafından yıkılmış ve o zamandan beri her gün bir parçası koparılıp başka bir kulübe yamana yamana nihayet bugün İstanbul turnuvasına ikinci takımla dâhil olmak mecburiyeti hâsıl olmuştur. İnsan bu kulüpten ayrılan azanın her birinin en kuvvetli kulüplerde gözbebeği derecesine yükseldiğini, hatta bir tanesinin, Bekir’in Almanya’da bile oyuncuların serfirazı olduğunu düşünüyor ve bugün de müsabakalara dâhil olmaktan ümit kesildiği halde bile yine derlenip toplanıp iyi kötü meydana çıktığını gördükçe ne yıkılmaz temeller üstünde kurulduğuna şaşıyor. Senelerce İstanbul şampiyonluğunu kazanan kırmızı-lacivert forma dün Taksim Stadyumu’nda görünürken bugün gözler sıra ile Nedim’i, İbrahim’i, Mutena’yı, Kemal’i, Fevzi’yi, Emin’i araştırdı. Cafer’lerden, Refik’lerden, Tevfik’lerden, Bekir’lerden her biri sıra ile birer birer bu kulüpten ayrıldığı gibi dün de bu kafile ortada görünmedi.

    Kimisi Avrupa’ya gönderilmediğine darılmış çıkmış, götürülenler de maksadı artık hâsıl olmuş gibi Altınordu’dan ayrılıp başka müesseselere iltihak etmişlerdir. Nedim Bey ise bundan böyle sadece millî takımda oynayacağından bahisle hiçbir kulübe girmeye lüzum görmediğini söylüyormuş. Bizim bildiğimize göre millî takım kaleciliği her çalışanın vasıl olabileceği bir gayedir. Yoksa sadece bir gencin uhdesine verilmiş bir paye değildir. Nitekim antrenör Mister Hunter, Nedim Bey ile Süleymaniyeli Hamid Bey arasında hiçbirisini tercih edemeyeceğini söylüyordu. Hâlbuki son zamanlarda Hamid’in çok terakki ettiğini görüyor ve Avrupa’daki muvaffakiyetini de işitiyoruz. Onun için Nedim Bey de her kul gibi çalışmaya ve o surette rakiplerine tefevvuk etmeye mecburdur. Yürüyen kaplumbağa, uyuyan tavşanı geçmiş derler.

    İstanbul’un en çok ismi geçen kulüplerinden Altınordu dün böyle ikinci takımla ortaya çıktığı halde Fenerbahçe en mükemmel bir heyet arz ediyordu: Şekip, Kadri, Cafer, Ragıp, İsmet, Fahir, Sabih, Alaaddin, Zeki, Ömer ve Bedri.

    Fenerbahçe’nin karşısında Altıntuğ daha genç ve tecrübesiz oyunculardı. Buna rağmen çok çalıştılar ve oyuncular arasında mesela santrhafın mukabil futbolcuyu çok defa tuttuğu görüldü. Kalecileri de çok fedakârane oynadı. Fakat Ömer’in başladığı gol silsilesi ona kadar uzayarak müsabaka Fenerbahçe’nin kati galebesi ile neticelendi.

    İkinci takım olmak üzere kaydettiğimiz Altınordu takımı ise şu surette tertip edilmişti: Mükerrem, Zühtü, Adnan, Hakim, Sedat, Fikri, Müslim, Osman, Celal, Sami, Hüseyin idi. Fenerbahçe ile Altıntuğ arasında müsabaka ne kadar tatlı cereyan ettiyse Hilal-Altınordu maçı da o kadar ahenksiz oldu. Birçok çarpışmalar, tekmeler görüldü.

    Altınordu’dan kaleci Mükerrem Bey çok mükemmel oynadı. Birinci haftaymda tuttuğu (penaltı) şâyan-ı takdirdi. İkinci defa atılan (frikik) gol ile neticelendi ki bu vaziyet dahilinde en mükemmel kalecinin bile daha fazla muvaffakiyet göstermesi kabil olamaz. Zühtü ve Adnan Beylerle sol açıkta oynayan genç, istikbal için büyük bir inkişaf vadediyor. Altınordu’ya düşen, bu genç takımı çalıştırıp bir iki sene sonra için şimdiden hazırlamaktır.

    İkinci devrede Altınordu, Hilal’e karşı tamamıyla hâkim bir oyun oynadı ve birinci devrede gösteremediği ahengi bu devrede üç sayı yapmak ve hasım tarafa sayı yaptırmamak suretiyle ibraz etti. Bilhassa muhacim hattı muavinlerden layıkıyla yardım göremediği halde bile kendisinden ümit edilmeyen bir oyun oynadı. Ve ikisi penaltıdan birisi de frikikten olmak üzere bire karşı üç sayı yaparak galip geldi. Hilal oyuncuları bu devre çok asabi ve sert oynadılar. Ve birçok da faullere sebebiyet verdiler.

    Dünkü müsabakalar neticesinde Hilal ve Altıntuğ takımları müsabaka harici olmuşlardır.

    Dün çekilen kurada 5 Ağustos Salı günü Altınordu ile Vefa takımlarının karşılaşmaları tespit edilmiştir. Müsabakaya saat 6.30’da başlanacaktır.

    5 Ağustos 1924

    Dünkü Müsabakalar

    Birincilik tasfiye müsabakalarının sonuncusu dün Taksim Stadyumu’nda (Galatasaray) ile (Yeni Şafak) takımları arasında icra edilmiş ve Galatasaray sıfıra karşı altı sayı ile galip gelmiştir.

    6 Ağustos 1924

    Dünkü Birincilik Müsabakaları

    Dün Taksim Stadyumu’nda futbol birincilik müsabakalarına devam edilmiş ve Altınordu ile Vefa takımları karşılaşmışlardır. Yusuf Ziya Bey’in idaresinde cereyan eden müsabaka tarafeynin hücum ve müdafaasıyla devam etmiş ve Altınordu’nun birinci devrenin üçüncü dakikasında yaptığı bir sayı üzerine Altınordu’nun galibiyeti ile neticelenmiştir.

    (DEVAM EDECEK)

  • Dalgakıran Hasan Kamil

    Dalgakıran Hasan Kamil

    Hasan Kamil Sporel; Amerika Birleşik Devletleri’nde aldığı lakabıyla “Dalgakıran Hasan Kamil”, 1959 yılında Necdet Erdem’e bir röportaj vermiş. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Not: “Amerika’da Bir Fenerbahçeli – Hasan Kamil Sporel’in Anıları” kitabımızı hatırlatmayı unutmayalım.


    Dalgakıran Hasan Kamil

    Ne hikmetse, futbolcularımız, umumiyetle futbola tenis topu ile başlamışlar. Bugünkü futbol seviyemizde de, bu küçük topla başlamanın çocuksu havası hâlâ hâkim! Şaka bertaraf, bir zamanların sahalarında, şimdi görülmedik alkış toplayan Fenerbahçeli meşhur Zeki’nin (Sporel) ağabeysi Dalgakıran lakabıyla anılan Hasan Kâmil’le karşı karşıyayız. O da, futbola, ilkin tenis topuna çektiği şutlarla başlamış.

    Hasan Kâmil Sporel, 1894’de Sütlüce’de doğmuş ama 69 yaşında diyemezsiniz. Öylesine genç ve diri kalmış. Şimdi Moda’da, denize çapraz düşen güzel bir apartmanda oturuyor. Futbola girişinin hikâyesini bize şöylece anlattı:

    “Galatasaray’da iken okulun bir futbol takımı vardı. Ali Sami (Yen), Asım Beyler, onlara nazaran çok küçük olmama rağmen, bendeki futbol istidadını görünce ilgilenmeye başladılar. Beni desteklediler. 4-5 yıl geçmeden de daha 15 yaşımda Fenerbahçe birinci takımında solaçık olarak yer aldım. Evcek Kadıköy’e nakledince, bu çevrenin takımı olduğu için tabiatıyla Fenerbahçe ile ilgim daha da arttı. O zamanlar saha çoktu ama ya Kuşdili’nde, ya Papazın Çayırı dediğimiz, bugünkü Fenerbahçe sahasında oynamayı tercih ederdik. Bizim Anadolu yakasındaki semtlerin bir özelliği de çayır bolluğu idi. Bu bakımdan birçok kabiliyetli gençlerin yetişmesine imkân sağlamıştı. Alaettin, İsmet, Bekir, Zeki bu çayır bolluğundan faydalanarak yetişmişlerdir.

    Kaç yıl bilfiil futbol oynadınız?

    15 yıl devamlı oynadım. Bu zaman zarfında Fenerbahçe’nin kaptanlığını da yapıyordum. 30 yaşında bunu bırakınca, kaptanlığı da Zeki’ye terke tim.

    1913-14 yıllarında, Fenerbahçe takımı 4 kardeş; Kâmil, Mesut, Zeki, Arif, dört Sporel kardeşler, aynı takımda oynuyorlardı. Sonraları meydanda sadece Zeki Sporel kaldı.

    Hasan Kâmil, fotoğraf arama ve sair sebeplerle salona girip çıktıkça, dikkat ediyoruz, o da tıpkı kardeşi Zeki gibi yürüyor. Başını hafif öne doğru eğip, kısa adımlarla, fakat hızlı bir yürüyüş. Yürürken de vücut, ayaklar üzerinde hafif hafif esniyor…

    Halen maçları takip edip, etmediği sorumuzu da, şöylece cevaplandırdı:

    “Yaşlandıkça, Fenerbahçe’nin katıldığı maçlara gidemez oldum. Çünkü heyecanım da o nispette arttı.”

    Spor hayatında kendisini çok sevindiren veya çok üzmüş olan bir hâtırasını rica ettik.

    “Spor hayatımda beni en çok üzen ezelî rakibimiz Galatasaray’a mağlup olduğumuz maçlardır” dedi. “Meselâ son 6 gollük yenilgi, itiraf edeyim ki, beni bir hayli üzdü. En fazla sevincim de kulübün bir yangın geçirip, binanın yanması oldu. Buna üzüldüm ama bir taraftan da sevindim. Evvela merhum Atatürk, yeni bir bina yapmamız için sembolik bir yardım yaptı. Gene yardım kampanyasının devam ettiği günlerden bir gün, postadan pek cüzi, hatırladığıma göre 25 kuruş kadar bir yardım aldık. Bunu gönderen bir talebe idi. Mektubunda da: “Çamsakızı, çoban armağanı olarak günlük harçlığımdan biriktirdiklerimi gönderiyorum. İstedim ki, çok sevdiğim Fenerbahçe’nin yeni binasında benim de bir çivim bulunsun!” diye yazıyordu.

    Hasan Kâmil Sporel’in yalnız futbolcu değil, idareci durumunu da dikkate alarak, kendisinden dünkü ve bugünkü futbolumuzla ilgili bir kıyaslama yapmasını istedik. Bize şunları anlattı:

    “Eskiye nazaran sayı bakımından memleketin her tarafında futbola karşı sevgi ve alâka artıyor. İyi oyuncular da yetişiyor. Fakat bunların içinde, bugünün futbol anlayışına göre yetişen pek az. Eskiden öğretici eleman pek azdı. Antrenör yoktu. Buna karşılık, memlekette yabancı futbolcu, bilhassa mütarekede, iyi İngiliz futbolcular vardı. Biz, onlardan ferdi oyundan ziyade, yerinde paslaşarak yapılan kolektif futbolu oldukça öğrenmiştik. Bugün, maalesef hâlâ ferdi şöhret peşinde koşanların çokluğu dikkati çekiyor. Bugünün futbolu için kötümser değilim. Onu kurtarmak diye bir problem de görmüyorum. Yalnız fazla para vermek suretiyle, sadece ferdi kıymetlerin korunması cihetine gidilmesine taraftar değilim. Bu yüzden bir bütün halinde yükselme olmuyor.

    Bugünün sahaları, düne nazaran daha iyi de değil. Gerçi biz, Kurbağalıdere’de, Papazın Çayırı’nda oynardık ama onlar yemyeşil çim içinde idi. Yumuşaktı. Şimdiki sahalar kerpiç gibi sert ve bakımsızdır. Bir futbolcu için bundan daha kötü ne olabilir? Seyirciye gelince, taraftar çoğalması da arttı. Onlar artınca, sık sık kötü bir heyecan gösterisine rastlıyoruz. Allah’tan, sportmence bir çoğunluk ruhu hâkim oluyor da, maçlarda müessif hâdiselere meydan verilmiyor. Biz Türklerde, futbola olan sevgiyi anlatmak için, size yalnız 1924 yılı içinde İstanbul’da kurulmuş futbol kulüpleriyle ilgili birkaç rakam vereyim:

    O tarihte, İstanbul’da 58 futbol kulübü vardı. Bunun 30’u yalnız Türk, 15’i Rum, 10’u Ermeni, 2’si Musevi idi. Görüyorsunuz ya, futbol sevgisi bize daha o tarihlerde bile nasıl kökleşmiş! Son araştırmalar göstermiştir ki, bizde kurulmuş ilk Türk takımı Galatasaray’dır. Fakat gene anlaşılmıştır ki, evvelce Londra Türk sefaretinde tercüman olarak bulunan Danyal adında bir Türk genci, memlekete avdette, Yoğurtçu’da “Siyah Çoraplar” adında, Türk çocuklarından bir takım çıkarmış ve bu takım, istibdat korkusundan, futbolu çayırlarda gizlice oynamışlar. Bilindiği gibi, istibdatta, gençlerin bir araya gelmesi, hele futbol gibi, bizim için henüz pek yeni ve bilinmeyen Frenk icadı bir oyunun oynanması, ileride bir “fesat ocağı”nın kurulmasına yol açabilir korkusu hâkimdi.

    “Daha, bazı şeyler söylemek ister misiniz?” diye sorduk.

    Bize, bu haziran sıcağında birer bardak Cinzano verdikten sonra, eliyle bir “Paydos” işareti yaptı ve “Benim dağarcıkta bu kadar var. Zeki’yi biraz sıkıştırın, onda çok şeyler bulursunuz” dedi.

    Röportaj: Necdet Erdem

    Fotoğraflar: Tamer Güvenç


    Dalgakıran Hasan Kamil
    Dalgakıran Hasan Kamil
  • Ezeli Rekabet

    Ezeli Rekabet

    Türk basın tarihinin Fenerbahçe destanını yazan isimlerden Necmi Tanyolaç, muhteşem bir ezeli rekabet tarifiyle karşınızda… Keyifli okumalar.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ezeli Rekabet

    Bu sabah çok erken saatlerde, belki de sabah karanlığında Dolmabahçe’ye İstanbul un her tarafından koşarak giden heyecanlı meraklılar göreceksiniz… Sabahlayanlar da caba… Onlara Tanrı yardım etsin…

    Bir merkezden yönetiliyormuş gibi; Mithatpaşa’ya akan bu meraklılar, önce bilet, sonra da kısmet arayacaklar… Oysa o sabah o insanların evinde hayatın çeşitli zorluklarından ibaret dertler adeta çiçek açıyordu.

    ZAM Gelecek Diyorlar Şekere Ete Süte,

    BOŞVER ARKADAŞ BİR GÜNLÜK BUNLARA,
    KOŞ EZELİ REKABET DENEN İLLETE…

    Spiker 50 yıldır mikrofona dil döküyor:

    İsfendiyar, Torik Necmi’nin uzattığı topu kaptı, ortaladı… Metin geriden koştu, yükseldi, çaktı kafayı… Özcan’ın kalesinde koskoca bir delik var… Gooollll…

    Basri Avni’ye, Avni Naci’ye… Ve Lefter bir helikopter gibi iniyor kaleye… Kimseye değmeden… Turgay’la karşı karşıya şimdi… Sanki kürsüde ders veriyor… Tutma oğlum bu topu… Hocanın dediğini yap. Ve Turgay laf dinliyor… Sarı-Kırmızılı filelerde bir Fener asılı şimdi…

    NE SEÇİM MÜCADELESİ, NE EKMEK KAVGASI…
    MAÇA GELECEK, CEBİNDE ÜÇ KURUŞ NAFAKASI

    Adam, altmış yıldır tribünlerde titriyor. Kalbi ne kadar sağlammış meğer… O’nun devri futbolcuların “Bey” diye çağırıldığı, yeni yetişmelerin “efendi” diye anıldığı bir devir…

    “Merkez muhacim Zeki Bey tam santra noktasında merkez muavin Nihat Beyle kucaklaştı… Karşılıklı şanslar teati ediliyor.”

    Böyle yazdı ustalarımız maçları… Şimdi “Koçum benim” diye bağırıyorlar birbirlerine… Spor sayfalarında “Bale resitali, kramponların balesi gibi” lâflar…

    EZELİ REKABET DEMİŞLER ADINA
    UYUMA ARKADAŞ KOŞ MİTHATPAŞA STADI’NA

    Dropsçu Halit, benim bildiğim kırk yıldır tribünlerde nane ve heyecan satıyor. “Neler oluyor bugün…” diyerek… Devirler değişti, lingo lingo şişeler girdi tribünlere… Ayva artık tarihten bir yapraktır. Şimdilerde taraftarlar birbirlerine ayva değil, lâf atıyorlar… Ve bazen birbirlerini acıtıyorlar.

    DÜNYA İKİYE BÖLÜNÜR BÖYLE GÜNLERDE
    HEM AĞLANIR, HEM GÜLÜNÜR TRİBÜNLERDE.

    Kin, hırs, intikam, gürültü, patırtı, komedi, dram, kaynana zırıltısı, şarkılar, türküler, sataşmalar, taşlamalar, haşlamalar ve dahi davul zurna refakatinde tribünden sesler… FENEEERR… CİM BOM BOM… 36 kısım tekmili birden…

    En uzun rüya bu… Ülkemizin en çok seyredilen, en eski filmi bu… Aktörler değişiyor, konu değişmiyor…

    BÖYLE GELMİŞ BÖYLE GİDER,
    HAKEM YUFKA YÜREKLİYSE EĞER
    MAÇ KARAKOLDA BİTER…

    Necmi Tanyolaç – 1973 – Tercüman Gazetesi

  • Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII

    Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII

    Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu VII.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Korkunç Karar

    4 Şubat 1951 günü oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçının arifesinde yönetim kurulunun bir üyesinin Fenerbahçe basketbol şubesinin kapatılmasına ve Modaspor kulübüne devri hakkında prensip kararına varıldığını açıklaması basketbol çevrelerimizde bomba gibi patlamıştı.

    Rahmetli Muhtar Sencer ile aklımızı oynatacaktık bu garip karar karşısında. Sebep asla parasal değildi. Takımın formaları dahi ya Raif Dinçkök tarafından yaptırılıyor, ya da Zeki Rıza Sporel tarafından kendi mağazasından hibe ediliyordu. Şubenin tüm masrafı, antrenmanlar için ödenen pek cüzi salon kiralarından ibaretti. Kuruluşunun altıncı yılında Fenerbahçe basketbol takımı henüz bir eşofman sahibi bile olamamıştı. Oyuncularımız yedek sıralarında ıslak pardösüleri veya paltolarına sarınarak oturuyorlardı. Ayakkabılar da herkesin kendi malıydı. Ve yıllardan beri Yönetim Kurulu üyelerinin yıldırımları en acımasız biçimde üzerimize yağıyordu:

    “Bu takım Galatasaray karşısında Fenerbahçe’nin adını lekelemekten başka bir işe yaramıyor” diyenler bile vardı aralarında. Ve ne kadar hazindir ki, bir insaf sahibi çıkıp da elini vicdanına koymuyordu: “Beyler, ne veriyoruz ki, bu takımdan ne bekliyoruz?” diyemiyordu.

    Bu takımın yılların dev ekipleri Beyoğluspor’u, Kurtuluş’u yendiğinden kimseler bahsetmiyordu nedense. Lig sıralamasında ikinciliği alıyorduk. Fakat yine de Galatasaray’ı yenememiş olmamız bir “büyük suç” oluyordu.

    O günleri bir Galatasaraylının kaleminden nakletmek isterim. Zamanın büyük basketbolcusu, Galatasaray ve Milli Basketbol Takımımızın eski kaptanı, daha sonraki yılların Galatasaray Başkanı Prof.Dr. Ali Uras kardeşim, basketbolda “Ezeli Rekabet’in 25. Yılı” münasebetiyle yayınlanan broşürde yer alan “25 Yıldan Arta Kalanlar Anılar” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

    “…Hasta derecede kulüpçü, çalışkan ve sempatik Muhtar Sencer’i ve bir Cem Atabeyoğlu’nu ise bu hava içerisinde tanıdım. Onların İdare Heyetleriyle mücadelelerini, bu spor dalının Fenerbahçe’de kurulması ve devamı için ne büyük fedakarlıklara katlandıklarını bütün tazeliği ile hala hatırlamaktayım.”

    Sevgili Ali Uras’ın bu sözlerine ne ekleyebilirim ki? Evet, biz yalnız potalar altında rakiplerimizle değil, kendi içimizdeki düşmanlarla da mücadele veriyorduk. Hazin de olsa, gerçeğin ta kendisiydi bu.

    4 Şubat 1951 sabahı İTÜ Salonu’nda rahmetli Muhtar Sencer’in hıçkırarak: “Gördün mü en sonunda yaptıklarını…” diyerek boynuma sarılması ve gözyaşları arasında “Mademki şubeyi kapatıp takımı dağıtıyorlar, ben de yokum” deyişi gözlerimin önünden ve sesi kulaklarımdan gitmez. Ve o meşhur siyah pardösüsünün upuzun eteklerini savura savura hızla yanımdan kaçıp gitmişti koca Muhtar. Bomboş soyunma odasında tek başıma kalmıştım. Ne çare ki benim lisansları eline tutuşturup Muhtar’ın peşinden koşacağım bir kişi yoktu.

    Soyunma odasının kapısından içeri giren her oyuncumuzun ilk sözü: “İşittiğimiz haber doğru mu?” oluyordu. Durumu tevile çalışıyordum. “Böyle düşünenler, hatta böyle olmasını arzulayanlar dahi bulunabilir. Ancak bu tüm yönetim kurulunun böyle düşündüğünü göstermez. Bize şu ana kadar böyle karar Yönetim Kurulu tarafından tebliğ edilmemiştir”

    Kimsenin canı oynamak istemiyordu. Çantasını önüne koyan, sıraların üzerine oturup kara kara düşünüyordu. Bir Galatasaray maçına çıkacak şu takımın haline bakın. Amerikalı Chuck ise neler olduğunu anlayabilme şaşkınlığı içinde gözden göze bakıyordu. O neşe dolu insan da bu durgun havaya kendini kaptırmıştı. Hem de neler olduğunu anlamadan.

    Gırtlağıma bir şeyler düğümlenmişti. Zorlukla yutkundum ve sesimi yükseltiverdim birden: “Bakın çocuklar…” diye konuştum. “Yönetim Kurulunun içinde böyle düşünenlerin bulunması sizleri asla üzmemeli, bilakis kamçılamalı. Onları mahcup etmek için oynamalısınız bugün.” diye sözlerime devam ettiğimi hatırlıyorum bugün sadece. Sonra daha neler söyledim, bilemiyorum. Amerikalı Chuck, söylediklerimden çok sesimin tonundan ve yüzümün ifadesinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Olup bitenlerden habersiz bir o vardı aramızda. Bu da içinde bulunduğumuz durumun tek kazançlı yanıydı. Takımdan hiç kimse de durumu ona anlatmamayı yeğlemişti.

    Takım soyunmaya başladı. Maçın hakemleri Yuda Çerasi ile Zeki Öztaş’a lisansları vermek için soyunma odasından çıktım. Feridun Koray, görevi nedeniyle İstanbul’dan ayrıldığından, takım bir süreden beri antrenörden de yoksundu. Chuck antrenörlük görevini de üstlenmişti takımda. Böyle bir maç öncesinde, böylesine bir atmosferde takımın tüm sorumluluğu ise omuzlarıma binmişti.

    Muhtar Sencer, İTÜ Salonu balkonunun tam köşesinde, sırtında uzun siyah pardösüsü, sırtını duvara yaslamış, bembeyaz yüzüyle bir mermer heykel gibi duruyordu. Çok şükür sevgili arkadaşım sırtını dayayacak bir destek bulmuştu kendine. Bende o da yoktu şu anda.

    Sacit Seldüz, Nejat Diyarbakırlı, Silvio Guerson, Affan Başak, Reştan Sipahi, David Filiba ve Chuck Rosenkronz

    İşte bu sekiz aslan çocuğun bu maçta sergiledikleri oyunu, ömrüm boyunca unutabilmeme imkan yoktur “Yenilmez Armada” eminim ki o güne kadar böylesine çetin bir cevizle karşılaşmamıştı. Başa baş, dişe diş bir mücadele vermişlerdi çocuklar o gün “Yenilmez Armada”nın karşısında. Ancak Galatasaray tecrübe ve klas üstünlüğü ile bu maçı son dakikalarda lehine çevirmesini bilmişti. Ve sadece bir basket farkla; 54-56 yenilmiştik o gün. Maçtan sonra Galatasaray kaptanı Ali Uras’ı, soyunma odalarına inen merdivenin başında kutlarken; “İnan bana, kazandığımıza sevinemiyorum” deyişini hala unutamam.

    Ali Uras, bu yenilgiden sonra Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesinin kapatılacağına samimi olarak inanıp ve yine samimi olarak üzülen biriydi. Maç sırasında sahada en çok yırtınıp didinen oyunculardan biri oydu, maçın sonunda ise gerçek bir sportmen olarak üzülen yine o olmuştu. İşte sporun ve sportmenliğin bir başka cilvesi.

    Fenerbahçe’nin “Yenilmez Armada” karşısında çıkardığı oyun ve sadece bir farkla yenilmesinin yankıları öylesine büyük olmuştu ki; “Şubenin kapatılması ve takımın olduğu gibi Modaspor’a devredilmesi” konusu Yönetim Kurulu Toplantılarında bir daha gündeme getirilmemişti. Gerçi “Ezeli Rakip” karşısında bir basket farkla yenilmiştik ama “İç Rakipler” karşısında çok anlamlı bir galibiyet, hatta bir zafer kazanmıştık. Kısacası büyük bir varta bu maçla atlatılmıştı.

    Muhtar Sencer de daha maç bittiği anda aramızdaydı. Tekrar işbaşı yapmıştı. Onu kazanmamıştık, çünkü hiçbir zaman kaybettiğimize inanmıyorduk. Daha büyük bir birlik ve beraberlik içinde yolumuza devam ediyorduk. Hem de tüm fertleriyle çok daha büyük bir başarma azmiyle dopdolu olarak.

    Cem ATABEYOĞLU

    (DEVAM EDECEK)

  • Zeki Rıza Sporel Arşivi

    Zeki Rıza Sporel Arşivi

    Zeki Rıza Sporel, Fenerbahçe ve Türk spor tarihinin en büyük golcüsü… Sevgili kızı Feyhan Sporel Hanımefendi ve muhterem oğulları Fehmi Zorlu ve Zeki Rıza Zorlu beyefendiler sayesinde aşağıdaki müthiş fotoğraflara ulaştık ve yayınlama müsaadesi aldık. Kendilerine sonsuz teşekkür ederiz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Görsellerde Bulunan Kişiler: Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes, Alaaddin Baydar, Basri Dirimlili, Bedri Gürsoy, Burhan Sargın, Cihat Arman, Faruk Ilgaz, Fehmi Sporel, Feyhan Sporel, Hasan Kamil Sporel, Hayri Celal Atamer, Hazel Sporel, Ignac Molnar, İsmet Uluğ, Kral II. Faysal, Mesut Eyison, Muvaffak Menemencioğlu, Münir Nurettin Selçuk, Nedim Kaleci, Özcan Arkoç, Rabia Kutay, Sabih Arca, Sait Selahattin Cihanoğlu, Şükrü Ersoy, Şükrü Saracoğlu, Tevfik Haccar Taşçı, Tevfik Rüştü Aras, Ulvi Yenal, Zeki Rıza Sporel


  • Şeref Has’ın Jübilesi

    Şeref Has’ın Jübilesi

    Tuncay Yavuz, Fenerbahçe tarihinin (hem sporculuğu, hem insanlığı, hem de mütevazılığıyla) en büyük futbolcularından Şeref Has’ın jübilesi için yazılanları derledi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Futbolu Sırtında Taşıyan Adam: Şeref

    Futbol beni bıraktı…

    Kadri, elini Şeref’in omzuna koydu: “Ne denir Şerefciğim” dedi. “Futbolu aynı zamanda bırakmamız kaderde yazılıymış…” Oturduğu yerden başını kaldırıp arkadaşını süzdü Şeref. Mahzun mahzun başını salladı, dudağının sol köşesinde tomurcuklanan şey gülümseme değil bir hıçkırık gibiydi. “Yanlışın var” dedi Kadri’ye, “Futbolu sen bırakıyorsun, Metin bırakıyor, oysa benim hikayem başka… Futbol beni bıraktı. Sen ve Metin isteyerek, bilerek bir karar verdiniz. Ben hiç istemediğim halde futbol tarafından terk edildim.”

    Birdenbire susakaldık hepimiz. Kara sevdalı bir genç adam, terk edilmişliğin hüznünü yaşıyordu. Bundan 26-27 yıl önce Beykoz çayırında başlayan büyük sevgi, bu genç adamın bütün hayatı olmuştu. Ve vermişti her şeyi sevdiğine. İstemeden, karşılığında çok şey beklemeden vermişti. Didinmiş, çırpınmış, çabalamış ve vermiş, vermiş, vermişti… Birçok arkadaşları gibi karşılığında çok şey de almamıştı. Sevgilisinin bütün yükünü ve ağırlığını yıllar yılı taşımız ve bir gün bu yükü taşıyamaz hale gelmişti. Hem de kendi kusuru olmaksızın gene büyük sevdasının uğruna.

    Bütün futbol hayatı boyunca saha içinde veya saha dışında en ufak bir fantezi yapmadan, züppeliğe kaçmadan futbola verebileceği her şeyi veren Şeref Has, futbolun kendisine verdiği sakatlıkların zoruyla, en büyük aşkı futbol denilen büyük sevgilisi tarafından terk edilmişti.

    Hüzün yalnız onun değil, onu ve futbolu seven herkesin yüreğini dolduracaktı tabi…

    Sevimli, uysal, büyük sözü dinleyen, ağırbaşlı, kısa sürmüş yedekliğinde de uzun sürmüş kaptanlığında da hiçbir entrikaya ve dedikoduya karışmamış, futbol sahasındaki fedakarlığını, saha dışında “En Efendi adam” sıfatıyla birleştirmiş bir sporcu tipinin en güzel örneği idi Şeref…

    15 yılı Fenerbahçe’de geçmiş 18 yıllık futbol hayatında hiç ceza aldın mı diye sordum Şeref’e. Evet, diye cevap verdi, iki defa aldım. İster misiniz Şeref’in iki defa aldığı cezanın olduğunu derhal size de anlatalım:

    Birincisi çok ağır bir suç ve çok ağır bir ceza! Futbolu terk ettiği zaman kendisiyle röportaj yapan gazeteciye gizlemeye teşebbüs bile edemeden itiraf edilecek cinsten: Bir maçta ayakkabısının bağı çözüldü Şeref’in. Yakınında olan yan hakemine sordu: “Bağlayabilir miyim?” Yan hakemi evet dedi, bağlarsın. Şeref de yürüdü çıktı taç çizgisinin dışına eğilip bağladı. Hakem geldi, sordu neden kendisinden izin almadan dışarı çıktı diye. Ve Şeref’i oyundan attı. Yan hakemi ise, “Ben ayakkabını bağla dedim, sahadan çık demedim” diyordu.

    İkinci ceza ise Gençlerbirliği ile Fenerbahçe’nin olaylarla dolu 3-3’lük maçında oldu. Yedi Fenerbahçeli ceza almıştı o maçta ve Şeref’in suçu sahaya giren bir sivil adama kargaşalıkta, “Kim oluyorsun?” demekti. Bilemezdi onun, maçlarda olay çıkarsa hakemler lehine şahitlik etmek için dolaşan bir casus hakem olduğunu. Böylece Ceza Kurulu 15 gün ceza verdi Şeref’e.

    Ve bütün futbol hayatında “ceza” adındaki leke bu iki pire pisliğinden ibaret kaldı.

    Başkasının adıyla şöhrete gidiş…

    Kadıköy’ün Kuşdili çayırı, Taksim’in Talimhane meydanı, Beşiktaş’ın Fulya Tarlası, Karagümrük’ün Çukurbostan’ı ve Beykoz çayırı. Bugünkü kuşaklar bu meydan adlarının Türk futbolu için ne demek olduğunu bilmezler. Altmış yıllık futbol tarihimiz işte bu çayırlarda top kovalamış bızdıkların eseridir. Onlar hep öyle “Bızdık” kalmadılar. Büyüdüler delikanlı oldular, yıldız oldular, spor tarihine geçtiler.

    İşte Beykoz çayırında bundan tam 27 yıl önce kale arkasında çıplak ayakla dolaşan, kaçan topları toplayan 6-7 yaşlarında bızdıkları arasındaki o kara oğlan da her zaman öyle bacaksız kalmadı.

    Büyüdü, önce Bahadır, Şahap, Mehmet Ali, Ekerbiçer gibi tanınmış ağabeylerin top koşturduğu çayıra çıktı kale arkasındaki yerinden. Paşabahçe’de mahalle arkadaşlarının kurduğu takımla Beykozlulara karşı oynadı. Sonra Beykoz Ortaokulu takımının kaptanlığını yaptı aynı çayırda. Bir gün Taksim’deki Beden Terbiyesi Bölge binasına girip doktor muayenesinden geçti, lisans alıyordu artık. O zamanlar üçüncü kümede oynayan Paşabahçe takımında oynayacaktı. Bir yıl o formayı giydi 1951-52 sezonunda.

    Ertesi yıl bir yaş daha büyümüştü ve ikinci kümeye terfi etmişti. Paşabahçe takımından Beylerbeyi’ne transfer olarak. Özel hayatında son derece sakin ve uysal olan bu karayağız delikanlı, futbol sahasında bir panter oluyordu. Onu Kırmızı-Yeşil Beylerbeyi forması altında görmüş olan tecrübeli bir futbol adamı o sırada antrenörü olduğu Beyoğluspor’un yöneticilerine bu afacanı almalarını söylemişti. Böylece bizim kara yumurcak resmi futbol hayatına üçüncü kümede başlıyor, ertesi yıl ikinci kümede oynadıktan sonra birinci kümeye geçiyordu. Şimdi artık İstanbul’da futbol çevreleri Beyoğluspor’da oynayan Şeref Has’ı yakından tanımaya başlamışlardı.

    Ama henüz kimse onu adıyla tanımıyordu, daha doğru bir deyişle Şeref şöhret basamaklarını kendi adıyla çıkmadı. Büyüyor, başarı kazanıyor, ilerliyor fakat herkes tarafından “Şeref” diye değil “Mehmet Ali’nin kardeşi” diye tanınıyordu. Hatta onu Beylerbeyi’nden alıp Junior Milli Takım’a seçen sonra da Beyoğlusporlu yönetici Niko Zervudakis’e tavsiye eden antrenör Cihat Arman bile ondan bahsederken “Beylerbeyi’nden Mehmet Ali’nin kardeşini alın” demişti.

    Mehmet Ali’nin kardeşi olmak küçük Şeref’in şöhret basamaklarında yükselmesini önlemiyor, aksine faydalı oluyordu. Çünkü ağabey Has (Tarzan), Türk futbolunun yetiştirdiği az bulunur değerlerden biriydi ve Mehmet Ali’nin kardeşi olmak, Milli takım kaptanı olduktan sonra bile Şeref için gurur verici bir sıfat oldu.

    Yıllarca ağabeyinin ayakkabısını taşımıştı Şeref, bu ayakkabıları yağlardı, bakardı onlara, maç günleri M. Ali’nin çantası Şeref’in elinde gelirdi stada. Merhum Kelle İbrahim bu küçük malzemeciye bakıp kim bilir kaç kere sormuştu M. Ali’ye “Ne zaman alıyoruz bunu bizim takıma?” diye.

    Şeref hızla ilerliyordu. Cihat Arman’ın seçip Almanya’ya götürdüğü Junior Milli Takım’da Metin, Varol, Tayyar, K. Ali, K. Erol, Altaylı Coşkun ile birlikte oynayan Şeref o yıl Beyoğluspor’da bir sezon geçirdi. Gerilerde bir derece tuttu Beyoğluspor fakat onun genç ve acar forveti Şeref gol krallığında dördüncülüğü almıştı.

    Sezon sonunda ağabeyinin yakın arkadaşları eski Fenerbahçeli Erol ve Selahattin’in de oynadığı Adalet takımı Şeref’i kadrosuna almaya karar vermişti. Ankara’ya götürdüler Şeref’i. Hacettepe ve Ankaragücü ile iki hazırlık maçı yapacaklardı. Şeref iki maçta 8 gol attı. Futbolu iyi bilen, usta hazırlayıcılar arasında bu yırtıcı adam tutulmaz olmuştu.

    Bu iki maçı Ankara’da seyreden yetkili bir Fenerbahçeli teşhisi koymuştu artık: M. Ali’nin kardeşi iyi bir kadro içinde oynarsa bir dev olmaya adaydı.

    Hemen harekete geçti Fenerbahçeli yetkili…

    Fenerbahçe’de ilk maç

    “1955 yılı Temmuz ayının bugünkü yirmibirinci Perşembe günü dairemde huzura gelen…”

    Şeref’in Fenerbahçeli oluşu işte yukarıdaki cümleyle başlayan bir anlaşmadan doğmuştur. O Perşembe günü saat 15’te notere gelen Şeref ve Mehmet Ali Has kardeşler aynı anda iki mukavele yapmışlardı. Gene de Şeref’in attığı imza ikinci derecede kalmıştı o gün. Çünkü Mehmet Ali kulübünden istifa ederek Vefa’ya gidecekti. Günlerce ortalık bu haberle kaynayıp durmuştu. Sonunda Has’ların büyüğü kulübünde kalmaya razı olmuş, bu arada kardeşinin de Fenerbahçe ile anlaşması için onun aracılığı sağlanmıştı. Oysa bu sırada Şeref, Adaletli idarecilerle anlaşmış bulunuyordu. Tartışmalar oldu o gün noterde. Ama artık olan olmuş ve Şeref 14 yıl sırtında taşıyacağı Sarı Lacivert formanın adamı olmuştu.

    1955/56 sezonunu Fenerbahçe 14 Ağustos’ta yaptığı çift maçla açtı. Sarı Lacivertliler bir takımlarıyla Hilal’i o gün 9-1 yenerken, Fikret, Lefter, Şeref, Burhan, Hüsamettin’den kurulu forvetiyle de Karagümrük’e 3 gol atıyordu. Üçüncü gol Şeref’in ayağından kazanıldı ve bu Şeref’in yıllarca zaferden zafere koşarken en büyük yükü sırtında taşımış olduğu Fenerbahçe hesabına attığı ilk gol oldu.

    O yıl Fenerbahçe ilk lig maçında Beykoz’la karşılaştı. O maçta Şeref sağaçıktı. K. Fikret yoktu takımda. Şeref, Lefter, M. Ali, Çetin, Niyazi şeklindeki forvet Beykoz’a ancak M. Ali’nin ayağından bir gol atıyor ve 1-1 berabere kalıyordu. En yeni Fenerbahçeli Şeref bu maçta çok kötü oynamıştı. Bundan sonraki maçta kadroda yoktu.

    Oysa ilk çalışmalarda antrenör Markoş, Lefterlerin, Küçük Fikretlerin, Mehmet Alilerin bulunduğu kalabalık bir grupta parmağı ile Şeref’i göstererek “Bu çocuk hepinizden büyük bir kabiliyet taşıyor” demişti. Ama Şeref’in böyle bir iddiası yoktu. Onun bir tek iddiası vardı: “Daha iyi olmak” Ve bütün futbol hayatında bu iddia ile çalıştı, didindi, çırpındı: Daha iyi olacağım. Daya iyi olacağım. Daha iyi olacağım.

    Ve daha iyi olmak için birçok şeylere sahipti. Önce hem hırsı hem tevazusu vardı, sonra da hem uysal ve saygılı hem de çok sevilen Tarzan’ın kardeşi idi. Bundan şu sonuç çıkardı ki, Şeref takım içinde bütün ağabeylerin ve bütün arkadaşların en çok sevdikleri adam olmuştu. Seviliyor ve şımarmıyordu. Şımarmıyor ve daha fazla seviliyordu. Bütün hataları en yumuşak ikazlarla düzeltiliyordu. Onun gelişmesini ve pişmesini görmek bütün takım arkadaşlarını sevindiriyordu.

    Büyük takıma girmenin ve orada kendini sevdirmenin ne demek olduğunu böyle bir macerayı yaşamış olanlar bilirler: Vahşi bir ormanda tek başına kalmak kadar korkunçtur bu. Yalnız kalmış bir sporcunun ise başarı şansı o kadar azalır ki. Şeref asla yalnız kalmayacak adamdı ve kalmadı.

    Fenerbahçe takımında bir yıl bazı maçlarda oynayıp birçok maçlarda kadro dışında olmak onu üzmedi. Çalıştı ve sabretti.

    Sonra ertesi yıl 1956/57 sezonunda takıma yerleşiverdi. Öylesine yerleşti ki, 32 lig maçının hepsinde vardı. O günden sonra her yıl lig maçlarında en çok yer alan Fenerbahçeli o oldu. Sahada hiçbir mücadeleden kaçmıyor, hiçbir maçtan sonra da sakatlanıp takımdan dışarda kalmıyordu. Ağırlık yavaş yavaş bu kudretli bünyenin üstüne yıkılmaya başladı.

    Eğilmedi vücudu, ezilmedi, yılmadı. Takımında en büyük yükü taşıyan adam olmak onu isyan ettirmedi. Bir taraftan futbola olan aşkı gittikçe bir alev haline geliyor, bir taraftan kendisini Fenerbahçe’nin bir organı bir hücresi gibi görmeye başlıyordu. Futbol bir sevgiliydi ki, ondan ayrılamaz, Fenerbahçe bir büyük vücuttu ki, ondan kopamaz.

    Onu iyi tanımak ve unutmamak gerekir

    Futbolcu vardı, ince ve zarif stiliyle tarihe geçer, Lefter gibi, M. Ali gibi, Kadri gibi, Büyük ve Küçük Fikretler gibi, Boduri gibi, Can gibi… Futbolcu vardır, kısa yoldan sonuca gidişiyle başarı ve şöhret kazanır, adını zaferle birlikte yazdırır, Zeki Rıza gibi, Hakkı Yeten gibi, Beşiktaş’ın eski kartalları Şükrü, Kemal, Şakir gibi, nihayet Metin gibi…

    Ve futbolcu vardır: Şeref gibi…

    Ne göz dolduran – ya da göz aldatan – kişisel bir futbol üslubu vardır, ne de sonuca giden kesin bir vuruculuk vasfı. Sahada onun için tek rol ve amaç kalmıştır. Nasıl, nereden, kimin üzerinden olursa olsun takımın başarısı.

    Ne bir hareket cambazlığının şiirini seyredersiniz onda, ne de 11 kişinin çabasından elde edilen egoist bir kahramanlığı… Oysa her başarıda onun yapıcılığı, her ileri gidişte onun iticiliği vardır. Bu bir futbolcu tipidir ki artist değildir, fakat askerdir bir bakıma.

    İşte Şeref o futbolculardandı. İşte bunun içindir ki Şeref’e futbolun ve takımının “hamalı” dedi Türk esprisi. Ve biz bunun içindir ki bu yazı serisinin başlığını böyle koyduk: “Futbolu Sırtında Taşıyan Adam”.

    Şeref Fenerbahçe’ye girdiğinden bu yana hangi maçları oynadı, bu maçlarda neler yaptı, Junior Milli Takım formasından sonra giydiği Ay Yıldızlı forma altında döktüğü ter o formaya neler kazandırdı. Bunları tek tek ele alıp değerlendirmenin önemi yok şimdi. Önemli olan Şeref’i iyi tanımak ve unutmamaktır.

    Bir adam ki, ikisi Junior, üçü B, geri kalan 42’si A takımında olmak üzere 47 defa milli formayı taşımıştır. Bir adam ki son 20 yılda Fenerbahçe gibi bir takımın formasını en fazla taşımış olan sporcuların ikincisidir Lefter’den sonra… Bir adam ki, 18 yıllık futbol hayatının hiç değilse 7-8 yılında takımının yaptığı bütün resmi maçların hepsinde yer almıştır… Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, katıldığı bütün maçlarda aynı fonksiyonu, yılmak bilmez bir irade, tükenmek bilmez bir enerji ile aksamadan yapmış, yani takımının yükünü severek omuzlarına almıştır.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, Küçük Fikret’in, Lefter’in, Ergun’un, Can’ın, Naci’nin, Basri’nin, Yılmaz’ın ve daha pek çok “Büyük” futbol yıldızının yanında oynamış fakat onların her birinden daha çok FENERBAHE’Yİ OMUZLARINDA TAŞIMIŞ OLAN ADAM olmuştur.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Bir adam ki, Büyük Fenerbahçe’nin yaşı yüzyılları geçtikten sonra bile, kulübün tarihinin şeref sahifeleri içinde, onun adı “en fazla hizmet etmiş kişiler” arasında pırıl pırıl parlayacaktır.

    Bu adamı iyi tanımak ve unutmamak gerekir.

    Ve Şeref Has, Türk futbolunun ve Fenerbahçe’nin hiçbir zaman unutulmayacak temel taşlarından biridir.

    Şeref Has karakterinde Şeref Has’ın ruh ve fizik yapısında bir futbolcu ile aynı devirde yaşamamış olanlar, biliniz ki futbol zevki bakımından bir şeyler kaybetmişlerdir.

    Büyük sevgilisi futbolu ve – bir hücre bir organizmaya nasıl bağlıysa öylesine bağlı olduğu – Fenerbahçe’yi sağlam ve gurursuz omuzlarında isteyerek taşımış olan adam!

    Selam sana!

    Kahraman Bapçum 18-21 Haziran 1969 – Milliyet…


    Has Şeref

    Seneler farkına varmadan geçiveriyor. Biraz geçmiş günleri düşünmeye niyetlenseniz her şey daha başka, her şey daha taze ve her şey daha renkli görünüyor insanın gözüne. Spor servisinde gördüğüm bir sporcu beni 15 sene evveline götürmüştü bile. Vefa Stadı’nın diz boyu suyla kaplı sahasında 100’e yakın genç arasından İstanbul genç karma seçmesini yaparken gözüme tertemiz yüzlü, efendi yapılı, istidatlı ve canlı bir genç ilişmişti. Bu genç canlılığı, hareketliliği, cesaretli hareketleriyle karmaya girmiş, İzmir’de yapılan şehirlerarası karma maçlarında da göz doldurarak kadroya alınmış ve 1954 Nisan’ında Almanya’daki Avrupa Genç takım şampiyonasına iştirak edip iki maçta da yer almıştı.

    Seyahat dönüşü Beyoğluspor kulübüne antrenör olmuş, kadroya genç ve istidatlı gençler almak kararını vermiştim. Bu genci Beyoğluspor’a aldığımda bazı idareciler “Bu da alınır mı” gibi sözler etmişler, ben de “Onu 1-2 sene içinde milli takımda görürsünüz” diye karşılık vermiştim.

    Nitekim kısa zamanda gelişen bu kabiliyetli genç Fenerbahçe tarafından transfer ediliverdi.

    İşte üzerinde hassasiyetle durduğum bu futbolcu, Fenerbahçe’nin unutulmaz yıldızlarından Mehmet Ali Has’ın kardeşi Şeref Has’tı.

    Kulüp ve renk sevgisini ön planda tutan Şeref ciddi çalışması ile sahalarımızın sevilen bir yıldızı oldu ve senelerce onsuz ne Fenerbahçe ne de milli takım akla gelmedi. Doksan dakika boyunca takımın bütün yükünü sırtına alarak çalışan, bütün gücünü ve terini çim sahalarda bırakan Şeref, uzun yıllar gerek Sarı Lacivertli renklerin gerekse milli takımın şerefi oldu.

    Şimdi bu şerefli çocuk futbolu bırakıyor ve biliyorum ki ona doyamadan ayrılıyor. Daha doğrusu meşin top onu terk ediyor. Ama bu ayrılış sadece Fenerbahçe ve milli takımdaki oyunculuğu olacak. Onu, bu vazifelerin bitimini müteakip yeni vazifeler bekliyor. Onun bugüne kadar yetişmesinde nasıl hizmet edenler olmuşsa o da bundan sonra birçok gençlerin yetişmesinde vazifeli olacak ve memleket sporuna yararlı olmaya devam edecektir.

    Seni memleket futboluna Şeref Has olarak verdim, Has Şeref olarak ayrılıyorsun.

    İleriki günlerin mutlu ve başarılı olsun.

    Cihat Arman 21 Haziran 1969 – Milliyet

  • Elkatipzade Mustafa Bey Arşivi

    Elkatipzade Mustafa Bey Arşivi

    İlk kitabımız “Fenerbahçe Tarihi Meseleleri: 1907-1914” içerisinde Elkatipzade Mustafa Bey ile ilgili ayrı bir bölüm vardı. Merhum “müessisimiz” aslında ayrı bir kitabı hak ediyor ama ne yazık ki evrak-ı metrukesine ulaşmak mümkün olmamıştı. Kıymetli büyüğümüz Oğuz Elkatip beyefendi sayesinde bu imkansızlık zail oldu. Kendisinin teveccühü ve müsaadesiyle, Elkatipzade Mustafa Bey Arşivi artık sitemizde… Merhum kurucumuzun ruhu şâd olsun. Huzurlarınızda Fenerbahçe Mucizesini Yaratan Adam: Mustafa Elkatip.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


  • Atabeyoğlu’ndan Âlâ

    Atabeyoğlu’ndan Âlâ

    Türk spor tarihi araştırmalarında biyografilerin önemi çok büyük… Yine çok büyük isimlerden biri olan Cem Atabeyoğlu’ndan Âlâ, yani Alaaddin Baydar’ı okuyalım… Nur içinde yatsınlar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Âlâeddin Baydar

    Türk futbolunun ilk “Çalım Kralı” idi Alâeddin Baydar.

    Topu ayağına aldı mı Fenerbahçe tribünü “Kıvır Âlâ” sesleriyle adeta ayağa kalkardı. Ve Âlâeddin ayağına mıknatıs gibi yapışan topla karşısına çıkan rakipleri kıvıra kıvıra geçer, topu en elverişli anda ve yerde takım arkadaşı Zeki Rıza’nın önüne eliyle koymuşçasına bırakıverirdi. Üstad Zeki’ye bu güzel pasla gelen topu düzeltip rakip filelere yollamak düşerdi.

    “Eskiden ferdi futbol varmış, bugün ise kollektif futbol oynanıyor!” diye düşünüp konuşanlara şunu hatırlatmak isterim ki, o zamanki deyimi ile «Zeki-Âlâ Kombinezonu”, kollektif futbolun ta kendisiydi. Hem de günümüzden en az yarım yüzyıl önce tatbik edilen şekliyle…

    Alâeddin Baydar, Fenerbahçe’nin genç takımlarından yetişmiş ve henüz 15 yaşında iken takım arkadaşı Zeki Rıza ile birlikte birinci takım kadrosuna alınmışlar ve ondan sonra da birbirlerinden bir daha hiç ayrılmamışlardı. Futbol yaşamlarını bir arada Fenerbahçe’nin Sarı-Lacivert forması altında sürdürmüşler, yine aynı forma altında Türk futbolunun ölümsüz birer yıldızı olup çıkmışlardı. Milli Futbol Takımımızın Ay-Yıldızlı forması altında da Zeki ile Âlâ yan yana oynamışlardı hep.

    Alâeddin Baydar, kelimenin tam anlamıyla bir futbol cambazıydı. Meşin topa onun kadar hâkim bir futbolcu daha sahÂlârımıza pek ender gelmiştir. İki ayağını da büyük bir ustalıkla kullanmasını becerir ve en zarif hareketlerle seyircilerin göz ve gönüllerini doldururken kendi için değil de takımı için en faydalı eleman olarak vazifesini görürdü Alâeddin.

    “Sabih, Alâeddin. Zeki, Bekir, Bedri” şeklindeki o unutulmaz Fenerbahçe ve milli takım forveti Türk futbol tarihine allın harflerle geçmiştir. Önünde selam durulacak ve karşısında şapka çıkarılacak bir forvet hattıydı bu. Ve Alâeddin Baydar da bu unutulmaz forvet hattının en başarılı bir parçasıydı. Kolektif futbolun dik âlâsını bu forvet hattı sergilerdi. Bugün “Modern futbol” diye ağızlarda gevelenen futbolu bu forvet hattının günümüzden elli küsur yıl önce sergilediğini bilhassa dikkatlerinize sunarım.

    Alâeddin (veya o zamanki seyircilerin deyimiyle kısaca Âlâ) mükemmel bir pasör olduğu kadar mükemmel bir golcü idi de. Herkesin topu Zeki Rıza’ya aktaracağını beklediği ve rakip defansın buna göre tedbir aldığı anlarda tapu noktÂlâma bir şutla rakip kalenin üst köşesinde ağlara yollayıverirdi Âlâ. Ünlü Yunan takımı Olimpiakos’a böyle bir golü vardır ki, aradan elli yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen bir türlü gözlerden ve hatıralardan silinmez…

    Âlâ’nın Fenerbahçe birinci takımında 324 maçta 326 gol attığını söyleyecek olursak onun ne kadar yaman bir golcü olduğu daha iyi anlaşılır herhalde.

    Fenerbahçe Spor Kulübü kurucularından Nasuhi Esat kardeşi olan Alâeddin Baydar Türk Milli Takımında da 16 Baydar’ın maç oynamış ve Ay-Yıldızlı formaya bir de gol kazandırmıştı. Ve ilk milli futbol takımımızda Ay-Yıldızlı formayı giyenlerden biridir. 26 Ekim 1823 günü Taksim Stadında Romanya ile 2-2 berabere kÂlân ilk milli futbol takımımızda yer Âlân 12 elamandan bugün hayatta kÂlân beş kişiden biridir Alâeddin Baydar

    Aynı zamanda mükemmel bir de tenisçi olan bu kıymetli futbolcumuzun eşi de ilk bayan tenisçilerimizdendir.

    Futbolu bıraktıktan sonra Fenerbahçe yönetim kurullarında çeşitli görevler de Âlân Alâeddin Baydar Türk futbolunda “Âlâ” Âlârak ölümsüz bir yer işgal etmektedir.

    Neredeee Âlâ gibi büyük futbolcular, nerde böyle büyük golcüler…

    Cem Atabeyoğlu