Galip Kulaksızoğlu’nu; Nasuhi Baydar’dan, Bedri Gürsoy’dan, Ragıp Ziya Mağden’den, Cem Atabeyoğlu’ndan ve Memduh Eren’den dinlemiştik. Bir de Şevket Soley’den okuyalım… Galip Kulaksızoğlu’nun heykelinin kulüp girişine dikilmediği bir Fenerbahçe, eksik bir Fenerbahçe’dir. Çok eksik… Nur içinde yat, Galip ağabey.
Bir zamanlar Fenerbahçe’nin her şeyi olan bizim bir Galip ağabeyimiz vardı.
1.80’den fazla boylu, kırmızı yüzlü, sert bakışlı, dik vücutlu, daima saçı ve sakalı matruştu. Gayet ciddi ve otoriterdi.
Bizim ondan ödümüz kopardı. Ne zaman yüksek sesle konuşsak veya arkadaşlarla şakalasırken biraz sözlerimizin ayarını kaçırsak, hemen yanımızda peyda olur bizi bir güzel azarladıktan sonra bazan da kovardı. (Fakat biz kapıdan kovulsak bacadan girerdik. Şimdikiler gibi para ile arttıranın üstünde kalmazdık.)
Onu biraz kızmış görsek, kedi görmüş fare gibi kaçardık. Hepimizi sık sık payladığı halde biz ona yine bayılırdık. Hele bizi bazan adam yerine koyup da bir iki lâkırdı edecek olsa, hemen yılışır, kedi gibi yanına sokulur, etrafında dolaşırdık.
Yanan kulübün salonunda Galip ağabey, Sait Salâhaddin bey, Yavuz İsmet, Dr. Hamit bey, Zeki Rıza Sporel ve diğer kodamanlar oturuyorlarsa biz salona giremez kapıdan bakardık. İçlerinden küçüklere karşı en çok alâka ve Güleryüz gösteren Sait Salâhaddin bey, bizi ekseriya içeriye dâvet ederdi. Hepimiz önümüzü ilikleyip ayaklarımızın ucuna basarak içeriye girer, onların konuştuklarını duyabilecek bir yere büzülür hic lâfa karışmazdık, Konuştuklarını safi kulak kesilip dinler, zevkten kendimizden geçerdik.
Galip ağabey, kulüpten on para almadan kendini Sarı-Lâciverde vakfetmişti, Onun anası, babası, evlâdı, karısı velhasıl her şeyi Fenerbahçe idi.
Çok titizdi. Kulübün bahçıvanı Barba’nın yaptıklarını beğenmezdi. Onu yanında yamak olarak kullanırdı. Yanan kulüpte ve şimdiki staddaki ağacların ekserisini kendi eliyle dikmişti. Topları, raketleri, fileleri o tamir ederdi. Kulübün badanasını bile o yapar sobayı da o kurardı. Lambo ile sahanın çizgilerini cizer, kale direklerini boyar, ağları örer, çimenleri biçerdi.
Fitaları, kürekleri hep o yağJar, temizler onlara evlât gibi bakardı.
Birinci takımda gözünü, kolunu, bacağını esirgemeden, canını dişine takarak, hem de takımın on bir yerinde aynı muvaffakiyetle oynardı. En kızdığı şey, korkak ve şişen futbolcu idi. Çok sert ve asabi olduğu halde hiç kimse onun kasdi bir faul yaptığını, maçta kavga ettiğini veya hakeme itiraz ettiğini görmemiştir.
Fevkalâde tenisçi, kürekçi, hokeyci, balıkçı ve avcı idi. En iyi arkadaşları Sait Salâhaddin, Tevfik Haccar, Yahya bey, Şakir bey, Dr. İsmet, Zeki Rıza idi.
Galip ağabey genç denecek yaşta birdenbire olüverdi. Ben bunu duyunca inanmadım. O aslan gibi adam nasıl ölürdü? Beni bir sıksa suyumu çıkarırdı. Benim gibi bir sıska yaşarken o dev gibi adam ölür müydü hiç? Fakat öldüğünün hakikat olduğunu anlayınca, bizi sık sık hırpalayan bu adam için, babam ve ağabeyim öldüğü zaman da o kadar ağlamıştım. Daha hâlâ babam ve ağabeyimi hatırlayınca içim nasıl yanarsa, Galip ağabeyi de hatırlayınca içim aynı derecede yanar ve kanar.
Galatasaraylılar Ali Sami’lerini, Beşiktaşlılar Şeref ve Hüsnülerini, Vefalılar Saim’lerini unutmadılar. Her sene toplu olarak gidip kabirlerinl ziyaret ediyorlar. Kulüplerini kuran, yaşatan ve yükselten insanlara karşı, Galatasaraylıların, Beşiktaşlıların ve Vefalıların vefakârlığını gıpta ile seyrediyorum ve diyorum ki:
Her kongrede ismini hürmetle, minnetle andığımız halde, neden bugüne kadar biz de toplu bir halde gidip, Galip ağabeyimizin kabrini ziyaret ederek, mezarının üstünü bürüyen otları ellerimizle temizleyerek, yeni çiçeklerle süslemiyoruz. Buna önayak olmak idarecilerin vazifesidir. Bugüne kadar bunu ihmal eden idarecilere teessüf etmemek imkânsızdır. Fakat yeni idare heyetinin reisi sayın Zeki Rıza, Galip ağabeyin en yakın arkadaşlarındandır. Sevgili Galip ağabeyimizin sonbaharda ölümünün yıldönümüdür. Zeki Rızadan o gün bütün Fenerbahçelileri toplayarak bizi Galib ağabeyimizin mezarına götürmesini ve bunun her sene tekrarlanmasını kendisinden rica ediyorum.
Mübalağa olduğunu düşünmeyin; 6 Mart 1921 tarihinde Taksim Stadı’nda oynanan Fenerbahçe-Pera maçında iki taç çizgisinin arasının mesafesine bakılacak olursa “Yirmi Metrelik Futbol Sahası” lafı hiç de yanlış olmaz. İşgal döneminde İstanbul’un önemli spor olaylarından biri olan bu maçı, dönemin Spor Âlemi dergisinden okuyalım.
Fotoğraf: “Muhterem” imzalı resimde “Fenerbahçe ve Pera takımları” bir arada gözüküyor. Fotoğrafa dikkatle bakınca Fenerbahçe kadrosundan birkaç ismi sayabilmek mümkün oluyor: Sabih Arca, Zeki Rıza Sporel, Hasan Kamil Sporel, İsmet Uluğ ve Alaaddin Baydar sayabildiklerimiz.
Taksim Maçları
Fenerbahçe 0 – 2 Rumlar
6 Mart Pazar günü saat ikiden itibaren toplanan halk Taksim meydanını ümit edilmeyecek derecede doldurmuştu. Dörtte yapılan müsabakaya Ermenilerden Jilber Efendi hakem tayin edildi.
Hücumlar Fenerlilerden başladıysa da Rumların hata vuruşundan ilk sayıyı yapmaları ve biraz sonra yine aynı vaziyette ikinci bir sayının da takibi çok kuvvetli çıkan Fener takımının kuvve-i maneviyesine tesir etmişti. İlk parti halkın sabırsızlığı ve Fener’in talihsizliği ile nihayet buldu.
İkincide halk sahaya pek ziyade girmiş ve taç hatları hemen hemen yirmi metreye kadar karşılaşmıştı. Turnuva meydanından daha ufalan bu sahada çarpışıldı ise de kale önünde biriken Rum idmancılarından sayı yapmak mümkün olamıyordu.
Bu sıralarda hakemin maçı tatil etmesi Fenerlileri ziyade asabilendirerek vakitten bir çeyrek evvel saha terk edildi. Ve böyle gayrimuntazam yerde maç yapmak kabil olamayacağı bildirilerek Kadıköy’e her ne zaman çağırılırsa kabul edileceği söylendi.
Bizim bu müsabakada yegane hata Fener’in daha ilk sıralarda sıkı oynamamalarında buluyoruz. Çünkü Rumlar pek ehemmiyet verilecek kuvvette değildirler. Yalnız sahaya alışkın bulunduklarından biraz tutunabiliyorlar. Kuvvetsiz fakat sert oynayan bir takım daima bunlara galebe çalar.
29 Haziran 1923 tarihinde oynanan Harington Kupası maçına dair bulabildiğimiz bütün detayları sitemizdeki ilgili sayfada derlemiştik. Fakat dönemin meşhur mecmuası Spor Alemi’nde Harington Kupası maçının olduğu sayıya ulaşamamıştık. Nihayet o da oldu. Yazı artık burada… Keyifli okumalar…
İkinci takımların oyunu hitamında evvela İngilizler ve biraz sonra Fenerbahçeliler sahaya çıktılar. Birkaç dakika kale önünde ayaklarını alıştırdılar. Müsabaka başlamazdan evvel İngilizlerin sıkı ve isabetli vuruşları bugün maçın pek çetin olacağını ihsas ediyordu.
Muhafız alaylarından ve muhtelif kıtaattan seçme oyuncular arasında geçen sene Ingiliz takımları beyninde Mütareke Kupası için icra olunan maçlarda birincilik için Essex Takımı’yla üç defa çarpışan meşhur Topçular Takımı’nın merkez muhacim ve merkez muavinlerinin de bulunuşu Fener’in bugünkü rakibinin pek tehlikeli olduğunu göstermekte idi.
Fenerbahçeliler ise her zamanki takımlarıyla çıkmış idiler. Yalnız ayağı henüz maça iştirak edebilecek derecede iyileşmemiş olan Ömer Bey’in time dâhil olması iyi değil idi. Nitekim oyuna başlar başlamaz aksamaya başlaması bunu gösterdi.
Kaleler intihap edildi. Bu intihapta güneş ve rüzgâr Fenerbahçe’nin lehine düşmüştü.
Oyuna başlandı. Fener muhacimlerinin kale önüne getirdikleri topu İngilizler iade ettiler. İkinci bir akında Zeki Bey’in güzel bir şutu kale direğine çarparak geri geldi. Muavin ve müdafaa hattı büyük gayretler neticesinde hasmını tevkife muvaffak oluyordu. İngilizlerin bilhassa merkez muavinleriyle merkez muhacimlerinin ve sağ açıklarının kaleye takarrübü etrafta büyük endişeler uyandırıyor, ahalinin asabiyeti anbean tezayüt ediyor ve sahanın dört tarafından teşvik ve teşci sedaları yükseliyordu. Bu aralık kısa bir mesafeden Fener kalesine çekilen gayet kuvvetli bir şutun direğe çarparak geri dönmesi seyircileri epeyce korkutmuştu.
Oyuncular daha gayretli oynamaya başladılar. Bu aralık İngiliz merkez muhacimi güzel bir sıyrılışla ilerleyerek topu sol içe verdi o da yakın bir mesafeden ani bir şutla Fener kalesine attı. Kaleci Şekip Bey’in kımıldamaya vakti olmadan top içeri girmişti. Etrafta amik bir sükûnet… On dakika sonra hakemin düdüğü birinci partinin hitamını ihbar ediyordu.
İkinci devreye başlandığı zaman Fenerlilerin daha gayretli oynadıkları görülüyordu. İlk haftaymda hemen hiç pas almayan Sabih Bey’e şimdi faaliyet düşüyor ve muhacim hattı daha muntazam olarak ilerleyebiliyordu. Maçın Fener’in lehine meylettiği zâhir. Bu esnada Fener merkez muhaciminin güzel bir şutu İngiliz kalesine girdi ve gol nidası ortalığı çınlattı. Bundan sonra Fenerbahçe’nin oyunu seyr-i tabiisini tamamıyla almıştı.
Oyuncular arasındaki teşrik-i mesai daha muntazam olmaya başladı. İsmet Bey’in tam zamanında ve düzgün bir pasını Zeki Bey müstesna şutlarından biriyle topu ikinci defa olarak hasım kalesine yerleştirdi. Ahalideki meserrete hadd ü pâyân yok… Heyecandan sararmış simalarda bir inşirah belirmiş ve şimdi herkes neticeye az çok itimatla bakmaya başlamıştı.
Oyun bir müddet daha tarafeynin akınlarıyla devam ettikten sonra hakemin düdüğü müsabakanın hitamını ilan ediyordu. Fenerbahçe Takımı’na güzel bir kupa verildi ve oyuncular “yaşa”lar arasında odalarına çıktılar. Kışla methalinden caddeye taşıp sıralanan ahali bunların çıkmasını bekliyordu. Şoförler Cemiyeti’nin göndermiş olduğu otomobillerle galip Fenerbahçeliler hazirûnun hârr ve samimî tezahüratı arasında müsabaka meydanından ayrıldılar.
Kıymetli gazeteci Alican Özcan‘ın Fenerbahçe-Galatasaray maçı öncesinde attığı 1922 tarihli derbiyi anlatan tweeti görünce kaynaklara gidelim dedik ve aşağıdaki güzel maç yazısını bulduk. Kadıköy’e yağan yağmurlar, çamur deryasında bir derbi maçına vesile olmuş… Keyifli okumalar…
17 Teşrinisani Cuma günü lig maçlarının beşinci haftası idi.
Birkaç günden beri yağan yağmurun tesiriyle yerler çamur deryası içinde bocalanıyordu. Bugün fazla olarak yağmura bir de rüzgar tefrik edilmiş…
Daha sabahtan bu bulaşık havada Kadıköyü’ne hareket ettiğimiz zaman vapurda bizlerle beraber yalnız Galatasaraylılar bulunuyordu. Fakat herkes gibi biz de oyunun tehirini ümit ediyorduk.
İskeleden yollar ayrıldı. Biraz sonra İttihat Kulübü’nde Altınordu-Hilal, Galatasaray-Fenerbahçe ikinci takımları maçları tehir edildi. Bundan sonra Altınordu-Hilal birinci takımları da başka haftaya bırakıldı. Şimdi saha yalnız arkası kesilmeyen yağmura bırakılmıştı. Kulübün telefonları mütemadiyen çıngıraklarını öttürüyor. İttihat Kulübü Müdürü cevap olarak “Zannetmiyorum… Belki… Fakat ihtimali yok” diyerek kapatıyor. Ve daima oyun soruluyordu.
Saat bir buçuk! Elân karar yok Fenerbahçe’nin yolladığı murahhasa Galatasaray ancak iki buçukta cevap verebileceğini söyledi… Dakikalar pek süratle geçti. Tam iki buçuk! Fenerbahçe Kulübü’nün kapısından giren Galatasaraylı, oyunun muhakkak yapılacağını bildirdi.
Soğuk ve yağmur kulübün camlarını kamçılarken bir müddet imtina edildiyse de nihayet Fenerbahçe de oyuna muvafakat etti… Yarım saat sonra sahanın çamur deryası içinde yüzmeye gelen formalılar müsabakaya başlamak üzere idiler. Bunların ortasında dalyanlardaki balıkçı kıyafetinde muşambalar içine sarılmış bir sivil görülüyordu ki bu da hakemliğe tayin olunan Hilal Kulübü Reisi Fethi Bey idi.
Müsait bir havada binlerce temaşakarın merakla takip edeceği maçta bugün sağ tribünün sağ yamacına sığınmış bir avuç meraklıdan başka kimse yoktu.
Galatasaray takımı müdafilerinde ve muhacimlerinde esaslı tebeddülat yaparak sahaya gelmişlerdi:
Nüzhet, Edip, Mehmet, Ali, Nihat, Ömer Besim, Ali, Rüştü, Suat, Fazıl, Muslih Beyler.
Fenerbahçe ise yalnız solaçıklarını değiştirmişti:
İlk düdük çalınca küskün bir vaziyette müsabakayı seyretmek için birkaç kat paltolar içine saklanmış temaşakarlardan pek fazla bağrışmalar, teşyi’ avazeleri çıktı. Bu patırtı herhâlde büyük maçlarda yapılanlar kadar değilse de yine çayırda bir hareket husule getiriyordu.
İlk akınlar Galatasaray tarafından yapıldı. Fenerbahçe rüzgârın ve yağmurun aleyhine düştüğünden müdafaaya ehemmiyet vermişti. Birkaç tehlikeli hareket kaleci tarafından kurtarıldıktan sonra herkes Fenerbahçelilerin yağmurlu havada oynayamayacağından mağlubiyetin kat’ olduğunu söylüyordu. Filhakika ilk anlar pek tehlikeli oldu. Fakat biraz sonra Fenerbahçeliler de muannit yağmura karşı topu ilerilere sevke başladılar.
Müsabaka görülecek bir hâlde idi. Kafa vurmak için yerden ayaklarını kesen oyuncunun avdeti mutlak bir sukût ile neticeleniyor hasmından top almak isteyenler ufak bir manevradan sonra kendini tutamıyor, topu sürmek için hâhişle koşanlar önünde biriken su birikintilerine terk ederek yalnız kendi koşuyor. Ümit edilen oyuncuların şutları bile yapışkan çamurun arasında kuvvetini gaip ederek tevakkuf ediyordu. İşte bütün oyuncular bu vaziyette âdeta acemi patinajcılar gibi mütemadiyen düşüp kalkıp topa dokunabiliyorlardı.
Formaların renkleri değişmiş, koşanlar arasında ancak istikamete göre takımlar anlaşılabiliyordu. Başlangıçtan bir çeyrek sonra Fenerbahçe’nin sağdan bir akınında Galatasaray müdafii Mehmet Bey’in (müşkül vaziyeti dolayısıyla) kaleciye verdiği pası kuvvetli şut gibi giderek kalenin sol zaviyesinde Galatasaray’a ilk gol oldu. Bunun akabindeki akında da Galip Bey ikinci sayıyı yaptı. Bundan sonra tarafeyn yine fazla çalıştıysa da soğuk, yağmur, çamur arasında muvaffakiyet temin edilemiyordu.
Birinci parti nihayetlendi. Renkleri uçmuş olan oyuncuların formaları değiştirildikten sonra hemen ikinci partiye başlanıldı. Fakat bu sefer oyuncuların formaları sarı, kırmızı, lacivert -sarı yerine düz beyaz, düz lacivert olmuştu.
Galatasaray ilk partinin nihayetlerinde Mehmet Bey’in soğuktan dışarı çıkması dolayısıyla on kişi ile oyuna başladı. Müsabaka biraz daha devam etti. Fenerbahçe Zeki Bey tarafından da üçüncü sayıyı da ilave eyledi.
Galatasaray rüzgârın aleyhine düştüklerinden daima müdafaada bulunuyorlardı. Bir müddet daha devam olundu. Artık müsabıklar mukavemet edemiyorlardı. Galatasaray’dan Rüştü, Fener’den Galip, Alâeddin, Fahir Beyler birer birer sahadan çekilmeye başladılar; oyuna Fener’in sekiz, Galatasaray’ın dokuz idmancısı ile biraz daha devam edildiyse de vaktinden evvel tarafeyn kaptanlarının muvafakatiyle hakem tarafından nihayetlendirildi.
Müsabakadan sonra Fenerbahçe ve Galatasaray takımları kendilerinde her vakit görülen lüzumsuz taassuplarını bırakarak kardeşcesine kulübe geldiler ve orada duşlarını yapıp giyindikten sonra yine pek samimî olarak birbirlerinden ayrıldılar…
Ümit ederiz memleketimizin iki kıymetli kulübünün taassupları o günkü yağmurun şiddeti arasında erimiştir. Ve bundan sonra daima samimiyet temadi edecektir.
Müsabaka esnasında tarafeyn kalecileri gayet iyi oynadılar. Yağmurlu havada muvaffakiyet gösterenlerden Galatasaray’dan Edip, Fener’den Cafer Beyleri zikredeceğiz. Çünkü bu oyuncular kuru havadaki oyunlarından daha güzel oynadılar.
Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm VI
Cumhuriyetin 10. Yılına rastlayan 1932-1933 yılları şampiyon takımları Türkiye Birinciliği için Ankara’da toplanmıştı.
O zaman 19 Mayıs Stadı olmadığından maçlar Gazi Terbiye Enstitüsü sahasında yapılıyordu. Biz Trabzonspor’la oynayacak, galip gelirsek İzmirspor’la final yapacaktık. Trabzonspor hakkında bilgimiz yoktu.
Kapalı ve sert bir havada maç başladı. Zorlu bir oyun oluyordu. Fakat Zeki Bey’in müthiş frikikleriyle oyunu 3-0 aldık. Ancak işin önemini maç bittikten sonra kavradık. Trabzonspor’dan Salim Galatasaray’a, Taka Naci bize, Hasan Polat Beşiktaş ve Gençlerbirliği’ne, Ali ve Mahmut Polat Ankara Gençlerbirliği’ne girerek yıldız oldular. Halbuki biz Trabzonspor’u hiç önemsememiştik.
Doğrusu sonuç Trabzonspor için şanssızlıktı. Maç sırasında bizim hafbek Cevat -ki çok güçlü ve bileği sağlam biriydi– Naci ile takışmışlar. Naci, Cevat’a sataşmış, Cevat biraz saf görünüşlü biriydi. Bende santrhaf oynuyordum.
Cevat bana geldi:
“Fikret, şu bir karış herife bak bana kafa tutuyor…” dedi.
“Aldırma…” dedim O’na…
Ben sanki hadiseyi körüklemişim. Cevat kalktı, “Ben bıçağını alırım ondan…” diyerek Naci’ye saldırdı. Yatıştırana kadar akla karayı seçtim.
Zaten Trabzonspor da bu maçtan sonra dağıldı. Oyuncular gerek tahsil, gerekse aile yaşamları nedeniyle çeşitli kentlere dağıldılar.
Final müsabakamızı İzmirspor’la oynayacaktık. Kemal Halim’in hakemliğinde maça başladık. Bir süre sonra Esat yanlışlıkla kendi kalesine bir gol attı. Bütün gayretimize rağmen beraberliği temin edemiyorduk. Maç elektriklenmişti. Kemal Halim hastalanarak maçı yarım bırakınca iş iyice çığırından çıktı. Federasyonun kararıyla verilen bir başka hakemle oyuna başladık ve bir penaltı kazandık. İzmirsporlular bu penaltıya uzun süre itiraz ettiler. Saha karıştı. Oyun da yarıda kaldı.
Gece Fenerbahçe ve İzmirspor temsilcilerinin katılmasıyla federasyonda bir toplantı yapıldı. Maçın tekrarı gerekiyordu. İki taraf da buna razıydı. Fakat maç nerede oynanacaktı? Uzun tartışmalar oldu. Zeki Bey’in yanında ben de vardım. Maçı ecnebi bir hakemin yönetiminde İzmir’de oynayabileceğimizi söyledik. İzmirliler de bunu kabul ettiler.
Biz vapurla gittik İzmir’e… Maçtan önce İzmir gazeteleri, “Ankara’da yendik… İzmir’de de yeneriz” diyerek Hüsamettin’in sola yattığı ve topun sağdan girdiği karikatürlerini yayınlıyorlardı. Bunlar bize doping olmuştu.
Anlaşmaya göre maç hasılatı İzmirspor Kulübü’ne kalacaktı. Elde edilen 4000 lira ile sonradan milyonlar eden bir stad yeri aldılar ve hiç olmazsa bunu kazandılar.
Maç sırasında Zeki Bey, benim solaçık oynamamı istemişti. Böylece İzmirsporlular şaşıracak hücum gücümüz artacaktı. Onların kalesinde Sami Ozok, defanslarında Reşat, Nazmi gibi değerli oyuncular vardı. Oyunun ilk on dakikası içinde bir gol attım. Peşinden Zeki Bey, Niyazi ve Muzaffer sıraladılar. Devre 4-0 bitti.
İkinci yarıda oyun sertleşti. Zeki ve Niyazi birer goi daha atarak skoru 6-0’a çıkardılar. Bu arada İzmirsporlu oyunculardan biri Zeki Bey’e fena bir tekme attı. Zeki, sesini çıkarmadı. Bana dönerek, “Ben çıkıyorum, kavga gürültü etmeden maçı bitirin…” dedi. Onunla beraber karşımda oynayan İzmirsporlu sağbek Reşat da ağlayarak sahayı terk etti.
Şampiyon olarak vapurla İstanbul’a dönüşümüzü ve bizi rıhtımda büyük tezahüratla karşılayan kalabalığı hiç unutmam.
Zeki’nin Büyük Futbolculuğu ve Kaptanlığı
Zeki Bey’le ilgili bir olay aklıma geldikçe hala hayretler içinde kalırım. Beykoz’la liglerin son müsabakasını yapıyorduk. Biz kazandığımız takdirde -ki bu normal sonuçtu- şampiyon olacaktık. Beraberlik ve yenilgi halinde Galatasaray birinci oluyordu…
Maçın bitimine on dakika kalana kadar 1-0 galiptik. Tatlı tatlı şampiyonluk havasına girmiştik. Son dakika içinde Beykoz bize penaltıdan bir gol attı. Biz de hareket yok… Şampiyonluk gidiyor… Bütün ümidim kırılmıştı. Zeki Bey topu acele orta noktaya koydu. Bana, “Topu al, bir kişi geç bana at…” dedi. Dediğini yaptım. Rüzgar gibiydi Zeki… Eliyle bile tutamadılar onu… Aldı topu, yaklaştı Beykoz kalesine, bomba gibi bir vuruşla ağlara yolladı ve döndü getirdi topu santraya. “Bu iş bu kadar…” dedi. Arkasından sevinç gözyaşları içinde kucakladık büyük kaptanımızı…
Arşivde gezerken “Con” Kemal Onan‘ın “İhtiyar Dayılar” diye birilerinden bahsettiği bir yazıya denk geldik. Kim bilir, 1942 yılı başında hangi kulüpte ne oldu ki meşhur kulüpçümüz böyle bir yazı kaleme aldı? “İnşallah sebebini de öğreniriz” dediğimiz metinde, Galip Kulaksızoğlu‘nu bir kez daha minnet ve saygıyla anmak için bir iki paragraf buluyoruz. Nur içinde yatsın.
Spor işleri üzerinde konuşurken kulüplerimizin vaziyetini ön planda tutmak icap eder. Çünkü, Maarif’in temelini nasıl mektepler teşkil ederse, spor teşkilatının temeli de kulüplerdir. Fakat bir teşkilat adamı da “Kulüpler ne imiş? “derse ona da Maarif Nazırı Haşim Paşa’nın “Şu mektepler olmasa idi, maarifi ne güzel idare ederdim” dediği hikayeyi hatırlatabiliriz.
Teşkilat bugüne kadar bin bir istihale geçirdi. İdman Cemiyetleri’nin teşekkülünden sonra, Türk Spor Kurumu’na inkılap etti. Ve daha sonra da bugünkü şeklini aldı. Fakat yine Fenerbahçe’yi o Fenerbahçe, Galatasaray’ı o Galatasaray, Beşiktaş’ı o Beşiktaş olarak görüyoruz.
Görülüyor ki teşkilatın vaziyeti arızidir. Fakat esas yine kulüplerdir.
Gençliğe hizmet gayesiyle kulüpler, kurucuları ve oraya dahil olanların bir aile yuvasıdır. Onun içindir ki o yuvanın da bir aile ocağı gibi idamesine çalışmak o yuvayı teşkil edenler için bir his meselesi, bir vazifedir.
Bir ailenin büyüğü nasıl sırtındaki yükü ölünceye kadar taşımak mecburiyetinde ise bir kulüp kurucusunun, bir idarecinin de son nefesine kadar mücadele etmesi, çalışması bir mecburiyettir. Aksi takdirde o vazifesini yapmamış addedilir.
Müşfik bir baba hiçbir suretle kendi kurduğu yuvayı sonradan olmalara, sonradan olmaların da bir dayıya teslim etmesine razı olamaz. Gavura kızıp oruç bozmak kabilinden bir hareketle terk edip ocağının sönmesine meydan veremez.
Gözlerimiz önünde merhum Galipler, Şerefler canlanmalıdır.
Galip’in kulübü için yaptığı fedakarlıkları unutamayız. Onun hayatın pahasına çalışmasını değil yalnız Fenerbahçeliler, bütün spor efkarı umumiyesi pek yakından bilirler.
Hiç unutmam, merhum Galip kulübünün sembolü olan Zeki’ye bile bir gün:
“İsteyen istediği yere gitsin. Bu kulübü biz kurduk. Bir tek kişi kalıncaya kadar çalışacağız. Yine kilidini biz vurup öyle buradan çıkarız” diye söylenip duruyordu.
Galip senelerce didindi. Fenerbahçe Stadı’nın otlarını elleriyle tırnaklarıyla yoldu. Bir abide şeklinde yükselmesinde başlıca amil oldu. Nihayet hayata gözlerini Fenerbahçe diye diye kapadı.
Şeref de kulübü için bir Galipti. Yıllarca tek başına hem kulüp dahilinde, hem haricinde mücadele etti. Bin bir müşkülata göğüs gerdi. O da gözlerini Beşiktaş diyerek hayata yumdu.
Bir kulüp idarecisinin muvaffak olabilmesi için, her şeyden evvel mücadele kabiliyeti olması lazımdır.
Bir tek kişi dahi kalsa, kongre dalaverelerine göğüs germesi, kulübünün idaresiz ellere geçmesine mani olması için mücadeleyi her ne pahasına oluşa olsun bırakmaması şarttır.
Bir kulüp idarecisinin, gecesini gündüzüne katarak maddi manevi fedakarlıklarla yükselttiği kulübünün idaresiz ellere geçtiğini, idareyi ele alanların da işi ihtiyar dayılara bıraktığını, fena neticeler, sahadaki uygunsuz hareketlerle halk üzerinde sempatinin kaybolduğunu, sevginin bir zamanlar omuzlar üzerinde taşındıkları sahanın içine gömüldüğünü görmesi o idareci için ne büyük bir acıdır.
Evvela ne halini varsa görün diyen herhangi bir idareci hiç şüphe yok ki bu gibi haller karşısında:
“Ben bu işin böyle olacağını bilseydim. Yangın var diye bırakıp kaçtığım kulübü ateşle yakardım da çekilmezdim. Böyle ellere bırakmazdım” diyebilir. Fakat ne çare ki iş işten geçer. Kulüp zarar görür.
Bir binayı yapmak güç, yıkmak kolay olduğu gibi, bir kulübü kurmak ve yükseltmek çok güç fakat yıkması pek kolaydır. Kaldı ki onun yıkılmasına meydan verilmemelidir.
Kulübünü seven bir idarecinin de yıkılmaya doğru gittiği azabını duymaması için de çoluk çocuk elinde her gün dünden daha fena bir vaziyete düşmesine mani olmak yolunda bir hareket yapmakta tereddüt etmemesi lazım gelir.
Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm V
1930 yılı sonlarındaydık. Bulgaristan’da yapılacak Balkan Oyunları’na iştirakimiz kararlaştırılmıştı. Futbola Türkiye, Yugoslavya ve Bulgaristan katılıyordu. Kendi tahminlerimize göre, Yugoslavya’nın birinci, bizim ikinci, Bulgaristan’ın üçüncü olması gerekiyordu.
Kur’a ile ilk maçımızı Bulgarlarla oynadık. O gün çok kötü oynayan Avni tam beş gol yedi ve maçı 5-1 kaybettik. Antrenör İngiliz Pegnam’dı.
İkinci maçımızı Yugoslavlarla yapacaktık. Acayip bir forvetle sahaya çıktık. Forvetimizde üç solaçık, iki sağaçık yer alıyordu. Niyazi, Selahattin, ben, Rebii, Eşref…
Oyun başladı ve 15. Dakika geldi. Rebii’nin sağ tarafına benim sol tarafıma bir top geldi. Ben ilerdeydim. Rebii bana doğru koşarken gözleri dönmüş vaziyette, “Bırak…” dedi. Ben de sanki korkudan bıraktım. Hiç kullanmadığı sağ ayağı ile öyle bir vurdu ki, kaleci uçtu fakat gol… Rebii yanıma geldi ve alnımdan öptü. Tabiatına uygun bir tarzda, “Allah senden razı olsun…” dedi.
Bir süre sonra benim sağ ayağıma bir top geldi. Solak sayılırım. Ancak sağ vurdum. Yugoslav kaleci uçtu yine gol oldu: 2-0… Bu sonuca bizde şaşırmıştık… Ama canla başla oynuyorduk. Kalecimiz Hüsamettin’i malum şanslarından biri tutmuştu.
Son on dakika oynanıyordu. Kaptan Nihat, “Fikret… Fikret…” diye beni çağırdı. Merakla yanına gittim. Meğer tuvalete gitmek istermiş, “Yerime geç…” dedi. Sahadan rüzgâr gibi fırladı. Ancak yetişip yetişmediğini bilmiyorum. Son on dakika ben santrhaf oynadım.
Ertesi günkü maçta Bulgarlar çok şanslıydılar. 2-0 yenik durumdan seyircinin gayretiyle 3-2 kazandılar. Yugoslavya maçını ve şampiyon oldular. Bizim yerimiz değişmemişti. Yugoslavya üçüncü oldu.
Yine Bulgarlarla İstanbul’da milli maçımız vardı. Çok iyi oynadığımız halde hakemin kötü idaresi yüzünden 3-2 kaybettik. Aleyhimize verilen penaltı kararı enteresandı. Kaptan Nihat bir topu uzaklaştırmak isterken top yanından geçmekte olan Selahattin’in eline çarptı. Hakem hemen penaltıyı verdi.
Yine bir akınımızda Alaaddin önünde iki hasım oyuncu bulunurken çaktı gol oldu. Fakat hakem buna da ofsayt verdi. Sebebini sorduk, Bulgar oyunculardan birinin kale çizgisinin içinde olduğunu ve oyun dışı sayıldığını söyledi.
Daha sonra İzmir’e Türkiye Birinciliği için gelen Avusturyalı hakeme sordum, “Kale içinde olan oyuncu saha içi sayılır. Hakeme sormadan oyuna çıkılıp girilen yegâne yer burasıdır. Bundan dolayı attığınız goldür” dedi.
Enteresan Anılarım
İlk memuriyetim olan Türk Ticaret ve Sanayi Bankası’nda çalışıyordum. Bu bankanın sermayesinin çoğu Fransızlarındı. Her yıl bir Fransız gelir bankanın hesaplarını kontrol ederdi. Bir defa Cordorex gelmişti. Adamın burnu havada olduğu için konuşmak bir problemdi. Benim futbolcu olduğumu öğrenince kendisini önemli bir maça götürmemi adeta emretmişti. Tabii ki kabul ettim ve bir Fenerbahçe – Galatasaray maçına davet ettim.
Onu Taksim Stadı’nın balkonuna oturtțuğum halde adamın staddan memnun olmadığını anlamıştım. O gün benim futbol hayatımın unutulmaz günlerinden biri oldu. Galatasaray takımında Mücteba adında dünyada her yere girmiş çıkmış bir oyuncu vardı. Sanırım beni sinirlendirmek için kendisine vazife verilmişti. Daha sahaya çıkar çıkmaz bildiği bütün küfürleri sıraladı ve ben kendimi kaybettim. Onunla uğraşmaktan görevimi yapamadım. Maç da berabere bitti.
Ertesi gün bankaya gittiğimde misafir Fransız esprisi ile karşıma dikildi, “Yahu ben de maçtaydım. Sen oynuyor muydun., farkına varamadım?” dedi. Kızmıştım.
Kaptan Zeki Bey’in mağazası çok yakındı. Oraya koştum. “Aman kaptan…” dedim, “Beni bir dahaki maça solhaf oynat…” Bana şöyle bir baktı ve “Iyi hazırlan, iyi çalış…” dedi. Anladım ki, kabul etmişti.
Çok çalıştım ve Galatasaray’la olan rövanş maçında solhafa çıktım. Müçteba karşısında beni arıyordu. İçimden gülerek, “Ara bakalım. Sana küfür etmeyeceğim. Kalanı Leblebi Mehmet’le Kemal Faruki düşünsün…” dedim.
Leblebi Mehmet’i kardeşim kadar severim. Fakat onu tutmak görevimdi. Mücteba’yı da sıkıca kolluyordum. Ama hiç küfür etmedim. Solaçık oynayan arkadaşıma, “Ben senden ileri inince hemen benim yerimi doldur… dedim. Solhafta insiyatif benim ayağımdaydı. Sık sık akınlara katıldım, rahat rahat top taşıdım forvete… Bu bir taktikti ve Galatasaray’ı 2-0 yendik.
Ertesi günün basınında Yusuf Ziya’nın bir pomba ile Mücteba’yı şişirmesi çiziliyordu. Şişkinlik bir iğne ile patlamıştı. Bu olaydan sonra rahat bir gece uyudum. Ertesi gün bankaya gittiğimde bizim Fransız heyecanla yanıma geldi ve elimi sıkarak, “Dün seni gördüm. Oynuyordun…” dedi. Güldü ve gitti.
(DEVAM EDECEK)
Fotoğraf-1) Fenerbahçe’nin Beşiktaş’ı yendiği maçtan sonra Kırmızı-Beyaz’da çıkan bir karikatür: Galatasaray: Pot. Beşiktaş: Benden Paso. Fenerbahçe: Rest.
Fotoğraf-2) Yunanistan’a yaptığımız seyahatte, Reşat, ben ve Niyazi.
Fotoğraf-3) 1930’da Balkan Oyunları’na katılan Milli Takımımız… Ayaktakiler soldan sağa: Sadun ve Hasnun Galip kardeşler, Fethi Tahsin, Hüsnü, Burhan, Mithat, Sami, Eşref, Niyazi, Selahattin, Hüsamettin, Ben, Nihat, antrenör Pegnam… Oturanlar: Rebii, Abdullah (yan hakem) Miltiadi… Bu maçta Rebii, Eşref, Ben, Selahattin, Niyazi beş açık forvet oynadığı ve Yugoslava’yı Rebii ve benim gollerimle 2-0 yendik…
Fotoğraf-4) Bükreş’te bir gezinti esnasında topluca çektirdiğimiz bir resim…
Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, müthiş bir Cem Atabeyoğlu röportajı ile karşınızda… Nur içinde yatsın, Cem ağabey’in anlattıkları insanın yüzünde güller açtırıyor fakat bir yandan da kaybedilenleri düşündükçe insanı hüzün sarıyor.
Mustafa Kemal Atatürk; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; şayet yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı mahiyet alır” demişti. Bu sözler sporun duayeni Sayın Cem Atabeyoğlu’nun her daim ışığı oldu.
Fenerbahçe adının geçtiği her an, hepimizin gözleri parlar. Ardından bir tutku bir heyecan… Cem Atabeyoğlu röportajını okuduğunuzda yaşadığınız bu duygularla beraber gururunuz da iki kat artacak.
“Fenerbahçe işgal takımlarına toz attıran takımdır…” diye başlıyor söze.
Bugün seksen iki yaşında ve halen aynı hazzı alıyor. Nice geceler biz en derin uykudayken o daktilosunun tuşlarına sabaha dek dokunarak bize muhteşem tarihimizi en doğru şekilde ulaştırmaya çalışıyordu hep yıllar boyu.
Sadece Fenerbahçe tarihi mi? Sporun tüm branşlarında tam kırk dört kitap ve tefrikalar. Takdiri çok, inanması zor…
“Fenerbahçe’ye hizmet bitmez” diyor. O zaman daha çok düşünüyoruz, kendi payımıza düşen katkı ve hizmetlerimizi. Ve ne kadar yetersiz kaldığımızı anlıyoruz bu büyük ulu çınarın yanında. Cumhuriyetin ilk kuşağı olan sizinle çok daha anlamlı bu Ekim sayımız Sayın Cem Atabeyoğlu. Teşekkür ederiz. Hepimizin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.
– Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Cem Bey?
Fenerbahçelilik malum sonradan olunmuyor.
Ben kalabalık bir aileden geliyorum. Eski İstanbul evleri üç katlı evler. Tüm aile dayım, babam, dedem, teyzem hep beraber aynı evde kiracı olarak kalıyorduk. Dayım Galatasaray Lisesi’nde okuyordu. Teyzem ise kız ve erkek çocuklarının arasındaki rekabetin tesirinden olacak Fenerbahçeli oldu. Fenerbahçe takımının sağlam taraftarlarından biriydi. O kadar ki dayımla beraber Fenerbahçe-Galatasaray maçlarına gittiklerinde dayım Galatasaray tribününde, teyzem Fenerbahçe tribününde otururdu.
Ben teyzemin etkisinde kaldım. Yıl 1932, ilkokula başlayacağımın bir gün öncesi teyzem beni aldı postanenin karşısındaki Kızılay Caddesi Vakıf Han’da bir mağazaya götürdü. Mağazaya girdiğimizde hiç unutmam tezgâhtara “Yeğenim yarın okula başlıyor, ona bir Fenerbahçe rozeti hediye etmek istiyorum” dedi. Bizim bu konuşmalarımızı duyan kasadaki bey yerinden kalktı, yanımıza geldi. “Hanımefendi sizi tebrik ederim, bizim Fenerbahçe’nin işte böyle kuşaklara ihtiyacı var” dedi. O kişi Zeki Rıza Sporel’di. Teyzemin aldığı rozeti kendi eliyle göğsüme taktı.
Artık bu benim Fenerbahçe’ye bir tescilim oldu.
– “Her yerde inlesin gürleyen sesin / İstanbul Yıldızı Erkek Lisesi” marşınız. Fenerbahçe’nin ayrı bir yeri vardır İstanbul Erkek Lisesi tarihinde. O günleri anlatır mısınız?
İstanbul Erkek Lisesi bir defa lise olarak en eski liselerinden biri. Bir de Galatasaray Lisesi vardı. Bu iki lise arasında her zaman rekabet vardır.
Galatasaray Lisesi “Zadegân” dediğimiz yüksek tabaka çocuklarının mektebiydi. Onlara Galatasaraylı olmanın ayrıcalık olduğunu öğretirlerdi.
İstanbul Erkek Lisesi ise halk lisesiydi. Memur çocuğu, esnaf çocukları gibi. Belirli semtlerin mektebiydi. Beyazıt, Çemberlitaş, Sirkeci, Eminönü Sultanahmet, Aksaray’dan öğrenciler gelirdi. Hatta Bakırköy’den bile trenle gelirlerdi. Münir Özkul da Bakırköy’den gelenlerdendi.
– Sizin döneminizdeki Fenerbahçeli okul arkadaşlarınız kimlerdi?
Sadri Alışık vardı. Oğlu Kerem Alışık da Fenerbahçelidir. Sadri tam bir deli Fenerbahçeliydi. Sadri’nin en keyifli anları Galatasaray’ın yenildiği Fenerbahçe maçlarıydı. “Oh ömrüme ömür kattı” derdi. Dünya tatlısıydı.
Bir diğeri Eşref Aydın atletimiz sonra yönetimde de yer alıp 70 senesini Fenerbahçe’ye adadı. Onun da sonra nikâh şahidi ben olmuştum. Halen bildiğiniz gibi Eski Sporcular Derneği başkanı.
Hababam Sınıfı filmlerinin de yapımcısı Nahit Ataman da Fenerbahçeliydi. O da başka bir Fenerbahçeliydi. O kadar Fenerbahçeliydi ki her filminde bir Fenerbahçe konusu olurdu.
İstanbul Erkek Lisesi çok sporcu çıkardı. Yine Fenerbahçeli Neriman Tekil, Selim Duru gibi kıymetli öğretmenler vardı.
Necmettin Erbakan da bizim okuldaydı ama onun sporla alakası yoktu. Hepsi arkadaşımızdı.
– Ya Galatasaraylılar?
İstanbul Erkek Lisesi’nde bizim dönemimizde bir tane Galatasaraylı vardı. O da Halit Narin’di.
– “Bir Baba Hindi”nin hikâyesini bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Fenerbahçeli hocamız Selim Duru okulun yönetim kurulundaydı. Beş ayrı kolda değerlendirirdi bizleri. 100 metre koştururdu 10-12 saniyede. Gülle atma, yüksek atlama, uzun atlama yaptırır, ondan sonra o notları toplar, beşe böler, yıllık karne notu çıkardı. Futbol o zamanda ön plandaydı. Öğretmenimiz Selim Duru ile izci oymağında Sakarya’da çıkan yemek öncesi söylenirdi.
Sonraları İstanbul Erkek Lisesi’nden Süha Erge bizim dönemimizde “Bir Baba Hindi”yi Fenerbahçe tribününe taşımıştır.
O zaman şeker yoktu ki zerde olsun, hiçbir şey yoktu kuru fasulyeden başka. O günleri yaşamayanlara bu günleri anlatabilmek çok zordur. Hey gidi günler hey…
– Spor tarihinin duayenisiniz. Yazarlığınız babanızdan geçti… Çalışma hayatınıza nasıl başladınız?
İstanbul Erkek Lisesi’ne giderken Fenerbahçe tarihine alaka göstermeye başladım.
O zaman “Kırmızı Beyaz” spor dergisi çıkıyordu. Dergiyi çıkaran Talat Mithat’ın kardeşi İlhan da bizimle aynı okulda öğrenciydi. Bir gün İlhan’a “Okulda eli kalem tutan, sporla alakası bilgisi olan biri varsa bana gönder, ben onları cumartesi günkü amatör faaliyete göndereyim. Pazar günkü büyük maça da davetiye veririm.” diyor.
Biz üç kişi böylece başladık. Bugün onlardan bir tek ben kaldım. İstanbul Erkek Lisesi son okulum oldu zaten. Böyle başladı benim spor muhabirliği hayatım.
Babama gelince Türkiye’nin Emile Zola’sı. Salâhaddin Enis Bey. Babamın “Son posta” gazetesindeki son durağı, benim profesyonel meslek hayatımın ilk durağı oldu.
1942’de muhabir olarak girdim 50 TL para veriyorlardı. Haftanın beş günü adliye muhabirliği, cumartesi – pazar ise spor muhabirliği yapardık.
Sonrasında 1945-1964 Cumhuriyet gazetesinde çalıştım. Ve spor servisini kurdum.
Cumhuriyet’ten ayrıldıktan sonra Haldun Simavi’nin, Babıali’de ilk kez ofset tekniğini kullanarak çıkardığı “Günaydın” gazetesinin kadrosuna katıldım.
Günaydın gazetesinde belli bir süre çalıştıktan sonra ayrılıp serbest çalışmaya başladım.
Futbol, Fener, Öz Fenerbahçe, Fotospor, Türkspor, Spor Haber, Spor 21 gazete ve dergilerinde yazılar yazdım.
1973’te ise Hayat Spor’un Genel Yayın Yönetmenliği’ni üstlendim. Taa ki iki yıl sürecek greve kadar. Hayat Spor’da iki sene süren grev olduğunda o sürede maaş alamadım. İşimi değiştirebilir oradan ayrılabilirdim. Fakat kendi ekibim iş bulmadan benim başka yere geçmem şahsi vicdani meselemdi. O nedenle bekledim.
1973-1977 yılları arasında TSYD müdürlüğünü yaptım.
1978’de emekli olduktan sonra çalışmadığım gazete kalmadı. Hürriyet, Milliyet, Tercüman gazetelerinin ilavelerine araştırma yazıları, Milliyet’in çıkardığı Türkiye Ansiklopedisi’nin spor maddeleri yazarlığı, Tercüman’ın hazırladığı üç ciltlik Spor Ansiklopedisi…
1981’de Günaydın tekrar beni çağırınca yeniden gazeteye dönüp, spor yazarlığı yaptım. Spor yazarlığının yanında da Günaydın’ın Almanya baskısına pehlivan tefrikaları, 50 büyük Türk zaferi, umut kapıları, evliyalar, yatırlar ve türbeler, şifalı sular ve kaplıcalarla ilgili dizi yazıları hazırladım.
1991’de Fotospor, 1995’te ise Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Bilgi Birikim Merkezi’ni kurdum. Altı sene yönettim.
Ve 2002’de anjiyo ile başlayan sağlık bozukluğum By-Pass ameliyatıyla sonuçlandı.
– Bir gazeteyi “giydirdiniz”…
O zaman Tan gazetesi vardı. Diğer gazetelere o zamana nazaran çok açık saçık bir gazeteydi. “Bu gazeteyi giydireceksin” dediler.
Asil Nadir vardı gazetenin başında ama gazetenin sorumlusu Noyan Yiğit “Ne yapacaksın, sen ne düşünüyorsun?” dedi. Çok tehlikeliydi. Tüm tirajla oynayacaktım.
O yıl Fenerbahçe şampiyon olmuştu. “Şampiyonlar Şampiyonu Fenerbahçe” diye bir dizi yaptım ve eski fotoğraflar buldum. Eski futbolcuların çoğu yaşıyordu.
Bir patlama yaptı gazete. Onu televizyon reklamlarıyla duyurdu. Ve Asil Nadir benim için “Gözlerinden öpün” dedi. Bir milyon lira maaşımdan hariç para verdi. Hayatımda ilk defa 1.000.000 TL gördüm. 400-500 TL’ye çalışıyorduk.
– Çalışma disiplininiz nasıldır?
Bir bilgi birikimim, düzenli bir arşivim var.
Atatürk’ün bir sözünün ışığı altında yazdım tüm yazılarımı. Belgesi olmayan hiçbir şey söylemedim, yazmadım hayatım boyunca…
Atatürk’ün bir sözü var “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, şayet yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı mahiyet alır.”
Tarihi yapana sadık kalarak yazdım. Her kitabım her tefrikam bu ışığın altındadır. Size gösterdiğim bu Atatürk heykeli de bunun işaretidir; İstanbul Gazeteciler Cemiyeti tarafından cumhuriyetin ilk kuşağı olan gazetecilere verilen bir heykeldir.
– Hiç Atatürk’ü görme şerefine nail oldunuz mu?
Altı defa çok yakından gördüm.
Biz 1920 kuşağının içindeyiz. 1925 doğumluyum Cumhuriyet çocuklarıyız.
Florya plajında kumda güneşlenirken gözümüz Florya köşkünün verandasında olurdu. Atatürk’le aynı güneşle güneşlenmek müthiş haz verirdi. O denize girer girmez biz de denize girerdik. Onunla aynı denizde yüzmek bile bizim için büyük bir onurdu.
– Sporun her dalında 44 adet kitap yazdınız. Ve çok büyük değerli düzenli bir arşiviniz var. Bir röportajınızda bu arşivi yakacağınızı söylediniz. Bu düşünceniz hala geçerli mi?
Arşivimi yakmayacağım. O an için söylenmiş bir sözdü, öyle bir niyetim yok. Fakat halen ne yapacağıma karar vermiş değilim. Oğlum karar vermeli. Eşimin, çocuğumun haklarını yemeyeceğim, onlara bırakacağım. Onlar kararlarını versinler. Ben 65 sene amatör bir aşkla çalıştım. Profesyonel olmanın icaplarını yerine getirdiğimi zannetmiyorum. Kötü bir profesyonelim.
– Türkiye’deki spor yazarlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk Spor Yazarları Derneği’nin üyesiyim ama karşıyım. Onların hepsi spor yazarı mı? Futbol yazarı mı? Türkiye Futbol Yazarları Derneği yapın, değiştirin adını.
Bende yüzme, atletizm, kayakçılık, avcılık, yelkencilik hepsi var. Karşıma yelkenci geliyor “Yelken sporu tarihini sizin kitabınızdan öğrendim” diyor. “Madem spor yazarıyım, sporun bütün branşlarıyla ilgilenmeliyim” denmesi lazım. Sadece futbolla kalınmamalı.
– Yazmakta en zorlandığınız kitabınız?
Fotospor’ a yaptığım 600 sayfalık Türk Spor Kronolojisi beni epeyce zorladı. Çok dikkat harcamak gerektiren bir kitaptı. Çok sabahladığım gece oldu. Elimde şu an ne yazık ki bu kitaptan bir adet kaldı. Artık kızım mı alır oğlum mu bilemiyorum. Gazetenin binasına gelirken 10 tonluk kitap yüklü kamyon kayboldu. Allah bilir artık. Kupon mukabelesinde dağılacaktı.
– Fenerbahçe Spor Kulübü’ nün hemen hemen ilk üyelerindensiniz…
İstanbul Erkek Lisesi’nin spor basketbol takımında her beş kişiden üçü Fenerbahçe’de Yüksek Divan Kurulu üyesi oldu. Benim de Fenerbahçe Spor Kulübü’nde numaram 327 idi. Divan üyesiyim. Bir de şimdi ulaştığı sayıyı düşünün…
– En sevdiğiniz spor branşı hangisidir?
40 yılımdan fazlasını basketbola verdim. Tabii Fenerbahçe’de basketbolu kurmamız da bunda büyük rol oynadı. Hakemlik ve antrenörlük de yaptım. Ayrıca basketbol, atletizm ve yüzmede de hakemliğim var. Bütün talimatnameleri de okumuşumdur.
1956 senesinde o zaman basketbol spor oyunları federasyonu, voleybol, tenis, hentbol ve masa tenisi ile beraber spor federasyon üyeliği, federasyonda basın temsilciliği, 1968’de Türkiye Basketbol Federasyonunda Asbaşkanlık yaptım.1981’e kadar devam etti. 1981’de bıraktım.
1970 yılında Uluslararası Spor Yazarları Derneği “AIPS”e (Basketbol Komitesi) seçildim. İlk Türk üyesi oldum.
1956 Yapı ve Kredi Bankası “En Başarılı Spor Yazarı” armağanı, 1965-1977 yılları arasında katıldığım 6 yarışmada “Türkiye Spor Yazarları Derneği” armağanı (4 birincilik, 2 ikincilik), 1986 “Haliç’in Öyküsü” eseriyle Haliç Rotary Kulübü armağanını kazandım.
– Fenerbahçe Spor Kulübü basketbol şubesinin kurulumu nasıl gerçekleşti?
Harp yılları; pamuk yok ekmek yok bunlar olmadığı gibi arpa buğday yok, süpürge tohumundan yapılmış ekmek üç gün yiyeceksin, bütün bunlar zor ve sıkıntılı yıllardı. Devlet pamuğa el koymuş, pamuklu elbise yoktu. Tüm gençler askere alınmıştı. Üç dönümlük toprağın bir dönümüne devlet el koymuştu.
Savaş bittikten sonra 1945’de Haydarpaşa Lisesi’nde Muhtar Sencer idare memuruydu. Fenerbahçe’de hentbol takımını kurmuştu. İstanbul şampiyonu, Türkiye ikincisi olmuştu. Sonra Haydarpaşa Lisesi’nde talebeler mezun olunca takım dağıldı.
Muhtar Sencer “Bana yardım edersen basketbol takımını kuralım” dedi. Ve sonunda kurduk. Basketbolda çok emeğim var. O zamanlar pek çok kişi karşı duruyordu
Bir tek yardım eden Rüştü Dağlaroğlu oldu. Onaylayan yoktu. Hatta bir büyük Fenerbahçe-Galatasaray maçından önce gazeteye beyanat verilmiş “Takım motor sporlarına devir edilecek” diye. Tüm sporcular çok üzgündü. Sonra ben “Ne oluyorsunuz, çıkıp Galatasaray’ı yeneceğiz” dedim. Ve bir sayı farkla yenildik. Biz çok yeni bir takımdık. Tek farkla yenilgi kurulma aşamasında olan bir takım için büyük bir başarıydı. Basketbol çok daha zor spor çünkü bir saniyede her şey değişebilir.
– Bir anınızı anlatabilir misiniz?
Bir milli takım maçındayız. İspanya’da İsrail’le oynuyoruz. Bir sayı farkla kazandığımız maçtı. Yanımızda bir tek Türk seyirci Barcelona başkonsolosumuz var. Ben de Türkiye Basketbol federasyonu as başkanıydım.
Maç uzatmada berabere ve maçın bitimine 3 dakika var. Top gitti, çembere oturdu, bir tur attı. 2. turu attı çemberin üzerinde içine düştü. Bir anda altı, yedi kişiyi üzerimde buldum.
O heyecanla tribünde tek büyüğümüz konsolosumuz Şevki Beye dönmeye çalıştım “Eyvah” dedim. Vücudum hareket şansını kaybetti. Bir eğildim baktım; Doğan Hakyemez bacaklarımın üzerinde yüzükoyun yatmış. “Doğan bırak ayaklarımı” dedim. Bıraktı. Şevki beye döndüm ne yapıyor diye. Kendinden geçmiş tribünlere bir takım hareketler yapıyor, yanına gittim. “Aman Şevki Bey yapma” dedim. Sonra soyunma odasına geldi. Sen bu işle kaç senedir uğraşıyorsun” dedi “30 senenin üstünde” dedim. “Maşallah iyi kalbin var” dedi.
– Çok ilginçtir ki bugüne kadar hiçbir olimpiyatı izlemeye gitmediniz…
Evet, hiç gitmedim, çalıştığım gazetelerde ajanslarda gelen haberler bende toplanıyordu. O yüzden gidemiyordum. Hep “Sen gidersen biz ne yaparız?” derlerdi. .
Olimpiyat denince aklıma bir de 1948’de Olimpiyat üçüncüsü olan Ruhi Sarıalp gelir. Çok zor şartlar altında hazırlanmış, Fenerbahçe kulübünün verdiği bodrum katında günleri geçmişti. Olimpiyatlara gidemedim ama basketbol maçlarına Avrupa’ya çok gittim. Basketbol Federasyonu asbaşkanlığım sırasında kafile başkanı olarak takımı götürürdüm.
– En beğendiğiniz ve en yakın olduğunuz futbolcular kimlerdi?
Fenerbahçeli oyunculara karşı her zaman sınırsız bir sevgim var. Küçük Fikret canciğerimdi.
Bapçum modası vardı. İlk taklit edenlerden birisiydi. Uzun ceket, top ense saç, nokta kravat. Yakışıklı bir adamdı o. Aramıza katıldığında “Bapçum aşağı Bapçum yukarı”
Cihat Arman vardı, canım ciğerimdi. Bir de kitabı vardı. “Ben kitap çıkarıyorsam sensiz olmaz” dedi. Sizce bir kaleci nasıl uçar? O bir efsane! Sarı kazağıyla 90 derece tabir ettiğimiz yere uçuyor, topu tutuyor. Şeref Stadı’nda bütün saha “Uç sarı kanaryam benim” diye bağırıyor. Sarı kanarya Cihat’la geliyor Fenerbahçe’ye. Sarı kanarya sarı kazakla uçuşundan geliyor. Takılan lakaplar boş değil.
Anlatacak o kadar çok şey vardır ki hangi çocuğu beğenmem?
Ogün Altıparmak, Lefter, İsmail Kurt, Can Bartu, Küçük Fikret, Büyük Fikret ve sayamadıklarım… Hepsi çok büyük insanlar, o kulüpte yetiştiler, o kulüpte bıraktılar.
Düşünün ki Eşref Aydın, ben, kaç senedir şu kulübün içindeyiz. Bunlar yaşanmış olaylar, unutulmaması gereken olaylar. Ama şunu söylerim o zamanki futbol daha kaliteliydi.
– Bir dönem üye kayıt defteri gözden geçirilmesi nedeniyle göreve çağrıldınız…
Şerefli vazifeyi ifa daveti 16.11.1959’da kongre azası genel sekreter Faruk Ilgaz’dan geldi.
Üye kayıt defterinin felaket hale geldiği söyleniyordu. Beş kişilik bir komite belirlendi.
En büyük şansımız eski Fenerbahçelilerin hepsinin hayatta olmasıydı. Selahattin Bey’e, Hasan Kamil Bey’e gittik. En büyük kazancımızdı onların verdiği yolda yeni defter hazırladık, sonra o defter de felce uğradı.
Donki Necdet vardı Galatasaraylı. Notere tasdik ettirelim derken vefat etti. O defter de kayba uğradı, güvenilir kişi olarak görev almak bir onurdu benim için
– Fenerbahçe Spor Kulübü 50. yıl komitesinde, basın yayında, hem de tarih komitesinde yer aldınız…
Evet, ilk toplantıda Zeki Bey efsane kaptandı. Zeki Rıza başkan ben geldiğimde gayet ilgi ile karşıladı. Bulunanlara döndü “Bakın tarih komitesinde genç bir arkadaşımız da var” dedi.
Ben de Zeki Rıza Sporel’e dönüp yine aynı heyecanla “Sayın kaptan size eski bir sözünüzü hatırlatabilir miyim, 1932’de küçük bir çocuk teyzesinin elinde mağazanıza gelip de yeğenim yarın mektebe başlıyor ona bir Fenerbahçe rozeti hediye etmek istiyorum” demişti.
Ben sözümü bitirmeden “O sen misin yoksa” dedi. Sonra dönüp arkadaşlara “Yanlış mı konuşmuşum” dedi. O an ve o komitede görev almak benim için onur kaynağı oldu.
-Türk sporu adına yazılan kitapları yeterli buluyor musunuz? Özellikle futbol içeren kitapları karşılaştırdığınızda farklı bilgiler insanı şüpheye düşürüyor… Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Spor basınına inanmıyorum her branş var ama yazılara baktığınızda sadece futbol…
Ayrıca bu futbol yazılarına da hiç kanaat getirmiyorum. Biri bir yıldız veriyor diğeri dört yıldız, biri üç biri beş yıldız, bu nasıl bir matematiktir. Bütün bunları üzülerek izliyorum.
Bugüne kadar hep dokümanla konuştum.
Federasyonda asbaşkanken bir maçta Fenerbahçe’nin attığı bir basketin bana kale hesabını yaparak şu kadar kare Fenerbahçe’nin attığı sayı sayılmaz dendi. “19.59’da maç bitiyor” dedim. 60 saniyenin dolması için bir 20 saniye daha lazım siz önce bir öğrenin. Bunu bilmeden karşıma geliyorsunuz önce öğren şu alet nasıl çalışıyor işten anlamayan ahkâm yürütenlerle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz, aldığınız resmi bir görev varsa.
-Fenerbahçe Spor Kulübü yönetimini nasıl buluyorsunuz?
Eski Fenerbahçeliler olarak Aziz Yıldırım’ı takdir ediyoruz. Yaptığı şeyler bizim aklımıza gelmezdi.
“Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak” dedi. Bu yıl da büyük bir artış var taraftar sayısında.
“Avrupa takımı olacak” dedi. Bunda hala biraz engeller görüyorum. Çünkü Avrupa’da 15-16 takıma karşı oynuyorsunuz.
Yabancı oyuncu sınırlandırılması kalkmalı. Sen Türkiye’de genç oyuncu yetişmesini istiyorsan hala milli takıma Rüştü’yü çağırmak niye? Aklım ermiyor.
Bir de Roberto Carlos var. O dünya çapında bizim milletin hayal bile edemediği bir oyuncuydu. Ama o kadar abarttılar ki o kadar büyüttüler ki bu bizim milletin mayasında var. O bir defans oyuncusu ama beklentiler abes. Adam ağzıyla kuş tutsa yaranamaz.
– Spor kulübü olmanın özellikleri nedir? Spor kulübü olmayı kimler hak ediyor?
Türkiye’de futboldan kazandığını diğer branşlara yatıran kulüplerle, futboldan kazandığını futbola yatıran kulüpler aynı kefeye konuyor. Sonunda da her ikisi de spor kulübü olarak karşımıza çıkıyor. Adalet yok.
Fenerbahçe tam anlamıyla bir spor kulübü. En son 100. yılımıza bakın, en büyük başarısı sadece futbol değil. Atletizm, boks, voleybol yüzme, masa tenisi hepsinde şampiyon olmuş. Dereceye girmiştir. Örneğin bayan voleybolda 2. olmuş şampiyon olmamış ama dereceye çıkmıştır.
Fenerbahçe Spor Kulübü futbol kulübü değil, spor kulübü adını taşıyor. Bunun şartlarını da mükemmel bir şekilde yerine getiriyor. Sadece Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın amatör şubeleri var. Ama ligde bulunan tüm kulüpler spor kulübü diye geçiyor. Örneğin Ligdeki kulüplerin çoğunun futboldan başka ne branşı var? 2. bir şube yok neden bu adı alıyor. Arsenal Futbol Kulübü diye anılır. Avrupa’da bunlara dikkat edilir.
Fenerbahçe bugün tesisi bakımından da Türkiye’nin en zengin tesislerine sahip. Spor dalları bakımından en fazla spor dalına sahip. O basketbol da örnek genç var, erkek var, bayan var, A takımı var… Lisanslı sayısına, yapılan spor faaliyetlerine bakarsanız diğer kulüpleri mat edecek kadar çoktur. Tekrar söylüyorum 100. yıl da olaydır. Fenerbahçe Spor Kulübü futboldan kazandığını Anadolu’nun çeşitli yerlerinde spor okulları açarak harcar. Neden büyüktür, işte bu yüzden büyüktür Fenerbahçe. Büyümek sadece futbolda şampiyon olmakla kalmamıştır. Şampiyonluk kazanamadığı dallarda da kürsüye çıktı; ya 2. ya 3. Bunları görmek örnek almak lazım…
– Ve Şampiyonlar Ligi’ndeyiz? Teknik direktörümüz Sayın Zico’yu değerlendirir misiniz?
Gene Fenerbahçe üzerine düşeni yapacak. Karşımızdaki yabancılar kaç yabancıyla oynuyorlar, biz kaç yabancıyla. Ayaklarımız eşit değil. Onların bacağı daha yüksek. Eşitsizliklerimiz, haksızlıklarımız çok. Fakat ben teknik bakımdan da, idari bakımdan da, futbolcular bakımından da her zaman kulübüme güvendim, yine güveneceğim. 100 yıllık şanlı şerefli kulübüme.
Evet, Zico’yu tutuyorum. Futbol dünyasında Brezilya gibi bir ülkede Beyaz Pele lakabıyla ün yapmış futbol bilgisi yüksek, Didilerle, Pelelerle oynamış değerli bir futbolcuydu Zico.
Carlos diyor ki; “Onun yanında bile çalışmak gururu verici”. Futbol bilgisi olan insanların ortak görüşü Zico futbol bilgisine sahip bir insan. Bunu hocalığı ile de ispatladı. İlk geldiği sene bir takımı şampiyon yaptı. Daum ilk geldiği sene şampiyon yapamadı. Doğru dürüst derbi bile kazanamadı. Birde Zico’ya bakın. Ben güveniyorum.
Fenerbahçe 1922-23 yılında hiç gol yemeyen bir İstanbul takımı oldu. Oyuncuların hepsi yüksek tahsilli üniversite mezunlarıydı. Yavuz İsmet Uluğ Zeki Rıza Sporel Veteriner, Bedri Gürsoy Diş Hekimliği Fakültesi, Fahir Yeniçay Fen Fakültesi mezunu sonra profesör. Türkiye’nin tek atom profesörü Sonra Fen Fakültesi’ne dekan oldu. 58 atılan gole karşı hiç gol yemedi bu oyuncular. Böyledir Fenerbahçe takımı. Türk futbol tarihinde kırılmayan rekoru kırdılar. Fenerbahçeliler ne kadar övünseler azdır. Biz her şeyin üstesinden geliriz.
– Fenerbahçe’nin yüz yıllık tarih kitabı yazılıyor. Bunda sizin de emeğiniz çok fazla…
Hayatımın kitabı. Benim üzerime düşen görev bitti. Sanırım yakında çıkacak. En duygulandığım an Fenerbahçe 100. yıl kitabını yazma şerefine nail olmak ve bu görevi arkadaşım Sertaç Kayserilioğlu ile paylaşmış olmam. Ben bu katkılarımla 82 yaşında bu işin altından kalktığıma göre Fenerbahçe’ye hizmetin yaşı yoktur.
Ayrıca torunumun Dünya Fenerbahçeliler günü olan 19 Temmuz ilan edilmeden 19.07.2000 günü doğmuş olması, yapılan üç tane Fenerbahçe görsel tarihinin içinde yer almam (ki bunlar: “Kuruluştan kurtuluşa”, “Bahçedeki Fener” ve “Bir Tutkunun Tarihi”)… Hepsi çok hoş rastlantılar. Bir insan için güzel hatıralar.
– Fenerbahçe dergimiz hakkındaki düşünceleriniz ve önerileriniz eleştirileriniz?
İlk sayısından beri inceliyorum. Her şeyiyle mükemmel. Baskı kalitesi de harika. Hacim olarak doyurucu, Fenerbahçe’den en doğru haberleri alabileceğimiz iki kaynaktan biri. Bir diğeri ise Fenerbahçe TV.
Dergi vasıtasıyla her ay sonu ve dolayısıyla yılsonu haberlerin bir toplamı geçiyor elimize. Arşivimiz oluyor aynı zamanda. Kötünün bir sınırı vardır; “bundan kötüsü olmaz” deriz . Ama iyinin sınırı yoktur. Daha iyisi olur, onun da iyisi olur. Ölçü olarak tahlilim bu. Her şey için söyleriz. “Bundan iyisi can sağlığı” deriz. Ama kötü için noktayı koyarsın. Kötü kötüdür.
Dergi hep iyiye gidiyor. Tatmin ediyor. Tüm branşlardan haberler veriyor. Gazetelere baktığınızda ise nerde yüzme? Nerde kürek? Nerde boks? Ama dergimizde hepsi var.
1950’li yıllarda 4 kalecili bir takım vardı. Öz Fenerbahçe Dergisi futbol takımı. Futbolu bıraktıktan sonra bir araya gelip oynayan 4 kalecinin de yer aldığı takımdı. Sabri Kiraz, Cihat Arman (santrfor), Fecri Ebcioğlu (takımın kalecisi). Ortaköy’lü Behiç. Bu takım, tarihinde yenilgi görmedi.
– Fenerbahçe’nin büyük taraftarına mesajınızı alabilir miyiz?
Bizim zamanımızda kazanan-kaybeden hep birlikte maçtan sonra birbirimizi tebrik edip, akşam da eğlenceye giderdik. Mesajım şu;“En olgun taraftar olmak!” Bu Fenerbahçe’ye en çok yakışan şeydir. Bunun için ne kadar tahrik görürsen gör, efendiliğini kaybetme, hep destek tam destek, Fenerbahçe’nin en güzel işaretidir.
Bir adamını ıslıklıyorsun, bu sana yakışacak olay değil, sana her şeyden önce hayran olduğun renklerine bağlılık lazım. Belki o beğenmediğin ıslıkladığın oyuncu attığı bir golle seni galip çıkaracak. Sen de hatırladığında mahcup olacaksın.
Bunun örneklerini de çok yaşadık. Her zaman desteklersen bu çok daha iyi olacaktır. Fenerbahçe en çok taraftarı olan kulüptür. Bize yakışan duruşu her zaman muhafaza etmeliyiz.
– Sizin bizimle paylaşmak istedikleriniz…
Can Bartu benim basketbolcumdu. Bir gün basketboldan çocuklar Genç Milli Takım İstanbul şampiyonu olduklarının 40. yılında bir yemek hazırlamışlar. Faruk Ilgaz Tesisleri’ndeki bu yemeğe ben de gittim. Yemekte Atatürk sevgisi ve Fenerbahçe tarihi ile ilgili konuşmalar yapıldı. Orada da anlatmıştım.
Fenerbahçe’nin tarihi o kadar geniş ki mesela gazetede bir haber okumuştum. Hemen kulübe haber vermiştim. Sabiha Rıfat İzmir’de vefat etmiş. Ve gazete ilanı onu sadece inşaat mühendisi kimliği ile belirtmişti. Hemen kulübe ilettim. Kulüp de çelenk göndermişti. Fenerbahçe tarihindeki kişiler bir efsanedir.
Sabiha Rıfat’ı bilmeyen kişilere tanıtmak istiyorum. Kulübümüze hizmet veren her insan bizim için değerlidir. Yıl 1929 tamamı yüksek mühendis mektebi (teknik üniversite) öğrencilerinden kurulu Fenerbahçe’nin güçlü voleybol takımında bir de bayan sporcunun yer aldığı görüldü. O tarihlerde Türkiye’de henüz bir bayan voleybol takımı bulunmadığından teknik üniversitede öğrenim görmekte olan ve büyük bir voleybol yeteneğine sahip bulunan Sabiha Rıfat hanıma okul arkadaşları kendi aralarında yer vermişlerdi. Yönetmeliklerde bir bayan sporcunun erkek takımında yer alamayacağına dair bir maddenin bulunmaması yüzünden Sabiha Rıfat Hanım’a Fenerbahçe Spor Kulübü adına tescili yapılmıştı. Ve bu takım İstanbul şampiyonluğunu kazanmıştı. Dünyada ilk ve tekti. Ve Fenerbahçe Spor Kulübü umumi kaptanı genel sekreter vekili Hayri Celaleddin Atamer Sabiha Rıfat’a bir mektup göndermişti. Bu mektupta; “Bu memlekete ilk defa cem’i bir sporda erkek arkadaşlarla beraber olarak oynamak suretiyle gösterdiğiniz teceddüt ve muvaffakiyetten dolayı sizi Fenerbahçe gençliği ve Hey’et- i İdaresi namına hararetle tebrik ederim efendim” diye yazıyordu.
Bir Türk kızının şampiyon bir erkek takımında yer alması Türk sporu adına büyük olaydı.
Daha sonraları Anıtkabir inşaatında da kontrol mühendisliği yapmıştı. Diyeceğim o ki; Fenerbahçeliler tarihlerini iyi bilsinler ve onları bu duruma getiren efsane insanları asla ve asla unutmasınlar…
Röportaj: Sibel Kurt (Ekim 2007 – Fenerbahçe Resmî Dergisi)
Bir İstanbul Vardı
Ben, İstanbul’da doğdum. İstanbul’da büyüdüm.
Yetmiş beş yılı aşan ömrüm hep İstanbul’da geçti.
Çocukluğumun, delikanlılığımın, gençliğimin geçtiği bu şehirde arkamda bıraktım yaşlarımı.
Azrail’le randevum nerededir, bilinmez. Fakat yine de bu şehirde olmasını isterim kabrimin. Mezar taşımda İstanbullu yazmasını isterim.
Bu şehirde diyorum. Çünkü benim yaşlandığım, toprağında yatmayı arzuladığım şehir, doğup büyüdüğüm o güzel İstanbul asla değil şimdi. İstanbul’um diyemeyeceğim bir garip diyar oldu burası
Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm IV
Daha önce de sözünü ettiğim Galatasaray’la oynadığımız Gazi Büstü maçının son dakikasında geride oynamayı teklif ettiğim zaman kaptanımız Zeki Bey pek yanaşmamıştı buna… Sonradan oynayacağımız bir Beykoz maçının başlaması sırasında bana seslendi… “Git kaleyi al” dedi…
Ben de oraya gitmeye üşeniyor da gitmiyor diye, “Hangi kaleyi alayım?” diye sordum. Bana ciddi ciddi bakarak, “Kaptansın hangi kaleyi istersen onu al…” dedi.
Vaziyeti anlar gibi olmuştum. Maçtan sonra beni yanına çağırarak, “Ben yanında bulunurken takımı sevk ve idareye alış… Biz artık yaşlandık” diye konuştuk. Fakat iki yıldan fazla süre takımda Umumi Kaptan olarak yerini aldı… Ben de kaptanlık ettim… Bana, “Hemen hemen hiç müdahalede bulunmadı… Ve ilk nasihati şöyle verdi: “Takımda senden yaşlı ağabeylerin var. Onlar hakkındaki düşüncelerini önce bana söyle. Gerekli değişikliği ben onlara söylerim” dedi. Benden yaşlılar bu duruma itiraz edecek olmuşlar, onlara da, “Elbette bu takımın idaresi bir gün bir gencin eline kalacak. Bu çocuk mesuliyet hissine alışık’ demiş…
Üzücü İki Olay
Üzücü ve sevindirici olayların hemen hepsi Galatasaray maçlarında olmuştur.
Bir Galatasaray maçı oynuyorduk. Zeki kaptan bana soyunma odasında, “Sen santrhaf oynayacaksın’ demişti… O kadar hazırlıklı değildim… Oda başıma yıkıldı sandım. O devirde Merkez Muavini denilen santrhaf hem defansa yardım eder hem de forvetin peşinden giderek hücum oynardı.
Çok sert bir maç oldu. Oyunun başında Kadri ağabeyin bir düşüşte köprücük kemiği kırıldı. Bir süre sonra da Galatasaray beki Mehmet Nazif’in ayağı kırıldı. İki futbolcu da sahayı sedyede terk ettiler… Böyle iki kırıklı bir maç daha görmedim ve oynamadım…
Yine bir Galatasaray maçıydı ve yine santrhaf oynuyordum. Bu oyunda galip geldiğimiz takdirde şampiyon olacaktık. Beraberlik Galatasaray’ı birinci yapıyordu… Maçın son dakikasına gelmiştik ve durum 1-1 berabere sürüyordu ki, Galatasaray aleyhine bir penaltı oldu. O gün çok yorulmuştum. İlk defa olarak Zeki kaptana, “Ben atmayayım” dedim… Sert sert yüzüme baktı, “Git at…” dedi… Galatasaray kalecisi sanırım Rasim’di. Atışı yaptım. Kaleci topun geleceği yeri anlamıştı yattı ve tuttu. Beynimden vurulmuşa döndüm… Dahası var… Derhal uzun bir degaj yaptı ve soliç Latif de bizim kaleye golü attı… Bu olay cereyan ederken ben daha yerime bile gitmemiştim. Maç bitti. Ben de bitmiştim. Zeki kaptan yanıma geldi, “Aldırma” dedi, “Futboldur bu… Olur böyle şeyler…” O kadarını hatırlıyorum. Gözümü açtığımda yatak odamda iki arkadaşımla, annem vardı. Ne kadar üzüldüğümü tarife imkân olmasa gerektir…
Karacan’ın Bana İltifatı ve Hediyesi
İlk oynadığım maçtan sonralarıydı… O zaman İdare Heyetinde bulunan Ali Naci Karacan beni yanına çağırarak parmağındaki çok değerli Fenerbahçe yüzüğünü, “Bu yüzük başarın için sana yakışır…” diye iltifat ederek verdi. Bu anın sevincini hiç unutamam…
Yunanistan Seyahati
O devirlerde Galatasaray’la birlikte muhtelit kurar, çok maçlar yapardık, seyahatlere çıkardık. Bunlardan biri de bir Türk futbol takımının ilk defa Yunanistan’a gidişi halinde olmuştur…
Seyahatimiz deniz yoluyla idi… Çok fırtınalı bir havada Kaplora denilen yerde öyle sallandık ki hepimizi deniz tuttu ve arkadaşlarımızın çoğu “Kendimizi denize atıp kurtulalım…” dediler. Neyse ki salimen kıyıya vardık ve oradan Atina’ya gittik.
Yunanlı idareciler bize çok yakınlık gösteriyorlardı ancak otobüsümüze Türk bayrağını astırmadılar. İlk maçımızı oranın Olimpiakos-Aris karması ile oynadık… Maçı bir Bulgar hakem idare edecekti. Fakat kendisinin bütün ailesi Yunanlı imiş… Sanki Atina muhtelitinin 12’inci oyuncusu olarak oynadı bize karşı… Maçı açık farkla kaybettik. Ancak maçın ortalarına doğru kalecimiz Avni bir çıkış yaptı ve kafasına yediği bir darbe ile baygınlık geçirdi. Hakem bu olayı görmemezlikten geldi. Rakip oyuncu topu kaleye yolladı. Tam gol olurken yedekte bekleyen kaleci Ulvi Yenal çıkarak topu kaptı ve oyuna soktu. Hakem bunu da görmedi. Top kaleye girmediği için gol olmadı.
Oyunun ikinci devresinde kaptan bana, “Sen solhafa geç…” dedi. Karşımdaki Mihakis diye Yunanistan’da yılın sporcusu seçilen çok süratli biri oynuyordu. Benim de canım sıkılmış ve çok yorulmuştum. Adamı durdurmak güçtü. Sahanın etrafında uzun bir tel örgü ile bir su kanalı vardı… Adamla boğuşurken bıraktım topu ve bir çarptım ona… Balıklama suyun içine uçtu… Az daha boğulacaktı… Bütün halk üstüme geldi…
İkinci maçımızda hakeme itiraz ettik. Başka bir hakem bulundu. Yunan kalesinde İstanbul’dan gitme şımarık Yamalis adlı bir kaleci vardı. Sahada formasını değiştiriyor, oyunu durdurup acayip şeyler yapıyordu. Derken Zeki Bey kaleye arkası dönük müthiş bir gol yaptı. Bu golü kendisi gibi 20.000 kişi de görmedi. Böylece itibarımız ve hakiki değerimiz yerine geldi ve maç 2-2 berabere sonuçlandı.
(DEVAM EDECEK)
Fotoğraf-1) Bir İstanbulspor maçı öncesi… İstanbulspor kaptanı Samih Duransoy ve ben…
Fotoğraf-2) Bir zamanların ünlü Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref Apak ile Muhtar Uygur’un kafile başkanlığında İzmir muhteliti ile yaptığımız maç öncesi… Ayaktakiler soldan sağa: Orhan Şeref Apak, Sadi, Muhtar Uygur, Halil, Hasan Ekin, Muzaffer, Hüsnü, Rebii, Saim, ben, Burhan. Oturanlar: Mehmet Leblebi, Avni, Hüsamettin, Fahri, Celal Şefik, Reşat.
Fotoğraf-3) Fenerbahçe, yabancı takımlardan biri ile yaptığı maç öncesinde toplu halde… Soldan sağa ayaktakiler: Ziya, Hüsnü, Muzaffer, Zeki, Cevat, Şaban, Halis, Alaaddin, Nedim, ben, Niyazi, Reşat ve masör Fikret. Oturan: Natık.
Fotoğraf-4) Sene 1930… Fenerbahçe’nin Olimpiakos ile yaptığı ve 1-0 yendiği maçta iki takım futbolcuları objektife böyle poz verdiler. Bu maçta Yunan takımında Andreyapulos kardeşler de yer almıştı.
Fenerbahçe tarihinin en çok Türkiye şampiyonluğu kazanan beş isminden birisi olan ve Fenerbahçe’ye hem futbolcu, hem teknik direktör, hem de Başkan olarak hizmet eden “Büyük” Fikret Arıcan‘ın kitabından pasajlar ile karşınızdayız. Huzurlarınızda: Büyük Fikret Bölüm III
Fenerbahçe birinci takımı Bekir Bey ve Alman hanımının da katılmaları ile İzmir’e gidiyordu. Bu seyahate bende iştirak ettim. Bu benim Fenerbahçe’deki ilk seyahatimdi. Bekir Bey’in Alman hanımı ile dolaşmak kafilenin en az 10 yaş küçüğü olan bana verilmişti… Konya vapuru ile gidiyorduk… Yemek durumu da beni çok sıkıyordu… Hanım karşımda, yemek yemenin bütün inceliklerini gösterecek, ben ise ona uymaya gayret edecektim… İçimden “İnşallah tavuk olmaz yemekte…” diye dua ediyordum… Yemesi çok zordu tavuğu…
Fenerbahçe’nin o kadrosu devrinin en gözde ekiplerinden olduğu için Konya vapurunda mükellef bir sofra hazırlanmıştı… Daha yemek başlamadan karşımda listeyi gördüm… Ne yiyeceğimi kararlaştırmak üzere eğildim ve bakmaya başladım… Doğrulduğumda birden şaşkına döndüm… Garsonun elindeki çorba ensemden aşağı inmişti… Haşlanmıştım… Tabii herkes kahkaha ile güldü, bense rezil olduğumu düşündüm… Başka elbisem olmadığı için hemen makine dairesine indim… Biraz sıcak su, bez ve sabun rica ettim… Önüme istediklerim geldi… Bezi elime sararak suyun içine sokmamla beraber haykırmışım… Sanki parmaklarım ve derim suyun içinde kalmıştı… Meğer kaynar istim koymuşlar. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşum… Aksiliklerle başlayan bu seyahatin nasıl biteceğini düşünüyordum… Bir de üstelik aç kalmıştım…
Ertesi günü İzmir rıhtımına yanaştık… Bizi davul ve zurnalarla karşıladılar, Bekir ve Zeki beylere büyük tezahürat yapıldı. İçimden, “Allah büyük bir gün bize de olur…” diye düşünüyordum…
O seyahate orta hafımız Sadi gelmediği için Beşiktaşlı Hüsnü’yü takviye almıştık. İzmir’de oynadığımız Altay, Altınordu ve İzmir muhteliti maçlarını 4-0, 3-0 ve 2-0 kazandık. Altınordu ile oynadığımız maçta bütün sporseverlerin Mamako Saim diye tanınan ağabeyimiz de yer almıştı… Bu maçların birinde İzmir kalecisinin uzun degajına kafa vurmalarıyla şöhretli Hüsnü’nün kafa vuruşuna, Zeki Bey’in durdurmadan attığı volenin gol oluşu unutulmaz.
İzmir’deki çilem henüz dolmamıştı. Birinci maçın sonunda Alsancak Stadı’nda giyinirken ayakkabılarımın yerinde olmadığını gördüm. Ne yapacağım şaşırdım. Bir köşede mahzun dururken kaptanımız Zeki Bey, “Ne var sende ne oluyor?”‘ diye sordu… Utanarak ayakkabılarımın yerinde olmadığını söyledim… Kafasını salladı, “Yarın alırız. Şimdi top ayakkabılarını giy’ dedi… Giydim tabii… Tam kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bir çocuğun elinde görmeyeyim mi? Fırladım ve ellerine yapıştım… Çocuk ağlamaya başlamıştı. “Ben bunları boyatmak için aldım” diyordu… Fakat çabuk davrandı ve elimden kaçtı…
Maçlarımız iyi sonuçlarla bitmişti. Tam döneceğimiz zaman kafilede bir telaş başladı… Doktorlar gidip geliyorlardı. Küçük olduğum için kalabalığa yaklaşamıyordum… Sonunda öğrendim ki, o zaman takımda yedek bulunan Nihat Sayar (Tonton Nihat – Yüksek Ticaret Rektörü) sarılık olmuş. Yatacak. Zeki Kaptan yanıma geldi, “Sen gençsin kal. Ağabayine bakarsın” dedi. Hiçbir itirazda bulunamadım. Emir emirdi. Derhal yerine getirdim… İşte birinci seyahatimden arda kalanlar…
Takımda Yer Değişikliği
Bekir Bey ve ailesi bir yıl kadar Türkiye’de kalmışlardı. Fakat Bekir’in hanımı Türkiye’de kalmaktan hiç memnun değildi. Eşini yanına alarak Almanya’ya döndü. Ben genç takımımızın birkaç maçında soliç oynadığımdan ondan açılan yere beni getirdiler. Bedri Bey de solaçık oynuyordu. Sabih, Aladdin, Zeki, ben ve Bedri forvet oynuyorduk… Sabih Bey takımın yerinde oynardı… Onun için, “Ona yer gösterilmez. İstediği yerde oynar” denirdi.
Ulvi Yenal’a Attığım İlk Gol
İstanbul’da Galatasaray ile Gazi Büstü için karşılaşacaktık. Maçın başlarında lehimize penaltı oldu. Genç takımlarda penaltıları ben attığım için kaptana, “Ben atayım…” dedim. O da penaltı atmasını sevmezdi. Bıraktı. Bu atış Ulvi Yenal’a ilk golümdü sanırım…
Oyunun sonlarına doğru durum lehimize gidiyor fakat Galatasaray bizi çok sıkıştırıyordu. Kaptana, “Benim esas yerim hafbektir. Bırakın ben dördüncü haf gibi oynayayım. Böylece Leblebi Mehmed’i, Muslih Hoca’yı, Kemal Faruki’yi hiç bırakmam’ dedim… Kabul etti. Fakat son 10 dakika içinde iki gol yedik ve maç 3-3 berabere bitti. Ertesi hafta yaptığımız rövanş maçında Galatasaray’ın gençleştirdiği kadrosuna 4-0 yenilerek büstü maalesef kaybettik.
İlk maçta yaptığım uyarı kaptanı etkilemiş olacak ki, ileride sözünü edeceğim şekilde, bana takım içinde hatta kendisi bulunurken yetişmem için kaptanlığı verdi…
1928 Amsterdam Olimpiyatları’na Hazırlanışım
Gençler Şampiyonası olmuş ve bizim takım da kazanmıştı. Ben o maçlarda soliç oynuyordum. O zamanki Federasyonda Muvaffak Menemencioğlu ile Beşiktaşlı Şeref Bey vardı. Prag’da yapılacak hazırlık maçları için beni kadroya davet etmişlerdi. Devrin vasıta olan konvansiyonel trenle Prag’a hareket ettik. Üç gün süren bir yolculuktan sonra Prag’a vardık ve orada otel Splandid Palas isimli otele yerleştik…
Kafileye Bekir ve Zeki beyler henüz iştirak etmediklerinden soliç mevkiinde ben oynardım. Zeki Bey’in yerinde de Çekoslovakya’nın bizimle çalışmasına izin verdiği Mislik adında bir santrfor vardı… Buranın meşhur takımlarından Brno’yu 4-2 yendik, Kladno’ya da 6-1 yenildik…
Sıra Çek Milli Takımı ile bir idman maçına gelmişti… Ben yine soliç oynuyordum… Karşımızda olimpiyatlara hazırlanan Çek’lerin meşhur Planiçka, Perner Hoyer, Hayni, Kada, Kolenati gibi Orta Avrupa çapındaki futbolcuları bulunuyordu… Stad kalabalıktı… Her milli takım antrenman maçında olduğu gibi Çek sporseverler kendi takımları başarılı olmadığında ıslıklıyorlardı… Benim karşımda Taksim Stadı’nın bataklığında oynadığı için “Kolenati Bataklığı” adını alan Kolenati oynuyordu. Acımasız ve sert bir futbolcuydu Kolenati. Ben ona alışmadığı çalımlarımdan birini attım ve topla yanından geçerken seyirciler güldü… Buna sinirlenen Kolenati bana tekme ile karışık bir çelme attı… Hiç ümit etmediğim için burnumun üstüne düştüm. Ses çıkarmadan yanımdan gitti. Seyircisi kendisini bir miktar yuhaladı. Fakat karakterim buna karşılık vermemi icap ettiriyordu. Bir müddet sonra topu solaçığa kaçırarak sürmeye başladım. O da yanıma geldi ve benimle koşmaya başladı. Bütün dikkatimle O’nun sağ ayağının yere basmasını bekliyordum. Böylece desteksiz kalacaktı. O an geldi ve ben O’na çarptım. Bu defa O sivri olan burnunun üzerine yere kapaklanmıştı. Yerden kalktı ve beni dövmek üzere üs tüme yürüdü. Meşhur Kada O’nu teskin etti fakat idareciler beni sahadan aldılar.
Bu idman maçının ertesi günü kaldığımız otele sefaretten bir tercümanle Çek idarecileri geldiler ve İstanbul’da ne iş yaptığımı sordular. Talebe olduğumu söyledim…
Bana bütün masrafları kendilerinden olmak üzere Prag’da okutacaklarını orada kalmamı söylediler. Halbuki benim yeni bir bisikletim, bir yelkenli kayığım, cennet gibi vatanım vardı. Düşünmeden reddettim.
Oradaki çalışmalarımız sona erdikten sonra Bekir ve Zeki beylerde geldiler. Onlar Amsterdam’a gittiler. Biz İstanbul’a döndük ve maalesef Olimpiyatlarda Mısır’a 7-1 gibi açık farkla yenildik… Bu Prag çalışmalarına kulübümüzün 11 kişilik kadro ile katılması kayda değerdir…
İstanbul’a döndüğümde takımımızda bazı yeniliklerin olması gerekiyordu. Muzaffer, Niyazi ve Reşat gibi kabiliyetli arkadaşlarımın da takıma alınması lazımdı. Muzaffer de Zeki gibi genç takımdan santrfor olarak yetiştiği için bir mevkide iki kişi bulunuyordu. Bedri de topu bıraktığı için solaçık yeri boştu. Öyle hissediyordum ki, Muzaffer soliçe, ben solaçığa kaydırılacaktık. Ben topla oynamayı çok sevdiğimden, solaçıktan ayrılmayı istemiyor, o mevkie sanki bir yardımcı yer olarak bakıyordum… Kendimi saha dışı sanarak bir türlü oynamak istemiyordum solaçık.
O zaman antrenörümüz Necmi ağabeydi… Yılanı deliğinden çıkaracak kadar siyasi ve güzel konuşurdu, fakat tekniği zayıftı. Bir akşam eve geldiğimde Sabih ağabeyle o zamanki Kulüp Müdürü Tevfik Bey’in bizde oturduklarını gördüm. Önce pek bir şey anlayamadım. Uzun süren sohbet sırasında babam bu akşamın iyi bir tesadüf olduğunu ve çocukluğumdan beri kaybettiğimiz amcazadem Tevfik Bey’i gördüğünden son derece memnun olduğunu söyledi. Sonra bana dönerek, “Bir de sen beni memnun edeceksin… Senin bir yerde oynamanı arzu eden büyüklerine karşı gelmeye hazırlanıyormuşsun, bu ne demek?” diye sordu ve onların arzusunu yerine getirmemi söyledi. Bu da bir emirdi ve çare yoktu. Babamın daha fazla sertleşmesini önlemek amacıyla, “Böyle şey olur mu? Nerede olsa oynarım. Bu benim için şeref olur…” dedim. Mesele kapanmış oldu… Böylece beni herkesin yıllarca tanıdığı solaçık yerine geçtim…
Bu olaydan sonraki ilk maçım Polonyalılara karşıydı. Tabii kaptan Zeki en müsait topları bana yağdırdı. Bol topla oynadım, hem kendimi yabancılara tanıttım hem de tam istediğim gibi bir futbol tutturarak yerime ısındım.
Cumhuriyet gazetesinde, “42 yılın her mevkide oynayan oyuncuları” anketinde sporseverler lütfetmişler beni de solaçığa seçmişlerdi. Kendilerine hocalık ettiğim sırada futbolcularla sohbet ediyorduk. O gün takımda solaçık oynayan Aydın Yelken ayağa kalkarak, “Fikret Ağabey… Ben milli maçlara baktım. Sen ancak iki defa solaçık oynamışsın. Bense bu mevkide 25 defa oynadım… Sen seçiliyorsun, bu nasıl iştir?” dedi. Bir bakıma yanlış da değildi… “Galiba hakkın var” dedim O’na…
(DEVAM EDECEK)
Fotoğraf-1) Fenerbahçe hep Ankara-İzmir arasında mekiki dokurdu. İşte bu seyahatlerden birinde Lütfü, ben ve Mehmet Reşat görülüyor.
Fotoğraf-2) 1928 Olimpiyatlarına katılan futbol milli takımımız elemanları Peşte garında… Soldan sağa ayaktakiler: Vahap, Burhan, Beykozlu Şekip, Sadi, Sabih, Arap Hüsnü, İsmet Uluğ, merhum Şeref, Dr. Fodor (Macaristan Futbol Federasyonu Başkanı), Zıt Kemal, ben, Cevat, Burhan, Baron Feyzi, Refik Osman Top, Zeki Rıza Sporel, Hüsnü. Oturanlar: Şükrü, Selahattin, Suphi, Nevzat, Talat, Alaaddin.
Fotoğraf-3) Arkadaşlarımdan bir grup beni olimpiyatlara uğurlamak için Sirkeci Garı’na gelmişti. Soldan sağa: Hikmet Mocuk, Saip, İzzet, ben, Selman Yörük, Cemal, Amigo Behiç’in babası Sabahattin. Oturanlar: Mehmet Reşat, Suat, Cezmi ve Nevzat.
Fotoğraf-4) Rahmetli Zeki Rıza kendi oynadığı devirde takım kaptanlığını bana vermişti. Fotoğrafta, Fenerbahçe takımı Macar Boçkay ile yaptığı maça benim kaptanlığımda çıkarken görülüyor.