12 Mayıs 2012, Fenerbahçelilere düzenlenen suikast girişimlerinin en büyüğüydü. Mustafa Oduncu ağabeyimizin bilgi derlemesini, müsaadesiyle sitemize aldık… Kulübümüzün söylediği gibi: UNUTMAYACAĞIZ!
“12 Mayıs’taki maçtan evvel İstanbul polisi gaz stoku yapıyor.”
“Gece görüş özelliği olan bir helikopter tahsis ediyor.”
“Normal kadronun 3 katıyla oraya geliyor.”
“İlk defa alçak bir frekansın dışında bir kanal tahsis ediyor.”
Peki neden?
Kadınlar, çocuklar canları ile boğuşurken Fenerbahçeli yöneticilerin kupayı soyunma odasında verilmesi teklifine Ünal Aysal’ın “Kupayı almadan gitmeyeceğiz. Gerekirse sabah 7’ye kadar bekleriz. O kupayı sahanın ortasında alacağız!” sözleri ve başbakana açılan telefon…
Unutanlar, bilmeyenler, bilmek istemeyenler ve FETÖ borazanlığı yapanlar için ek bilgi;
FETÖ’nün derbi provokatörü polis müdürleri orantısız güç talimatını böyle vermişti:
“Elde ne varsa hepsini sıkın!”
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca “Futbolda Şike Kumpası” iddianamesi hazırlandı. Buna göre; FETÖ 15 Temmuz darbe girişimine kadar bir dizi olayı planlayıp devreye soktu ve dönemin hükümetini devirmeyi planladı.
Futbol camiasını kontrol altına almayı hedefleyen örgüt, Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı’nda oynanan ve beraberlikle biten maç sonrasında hiçbir gerekçe yokken stattan çıkmaya çalışan Fenerbahçe taraftarına biber gazı ve tazyikli su sıktı. Soyunma odası koridorlarına kadar gaz sıkıldı.
Sokakların savaş alanına döndüğü, polis araçlarının ters çevrilip yakıldığı ve birçok işyeri ve mekânın zarar gördüğü olaylar sonrasında Fenerbahçe, 6 maç seyircisiz oynama ve para cezası aldı.
Olayların fitilini ateşleyen, dönemin Çevik Kuvvet’ten Sorumlu İl Emniyet Müdür Yardımcısı Avcu ile Çevik Kuvvet Şube Müdürü Muhammet Fatih Sarıyıldız’dı.
Stadyuma 800 metre mesafedeki benzin istasyonunun önünde iki polis aracı ters çevrilip ateşe verilmişti. İstasyonun tam karşısındaki binanın çatısına canlı yayın için maçtan önce kamera kuran FETÖ’nün kapatılan haber ajansı Cihan, olayları tüm televizyon kanallarından canlı vermişti.
Ve Stadyum… Kadın çoluk çocuk canları için sağa sola kaçarken, Fenerbahçe yönetimi kupanın soyunma odasında verilmesini önermiş fakat Terim buna karşı çıkmış ve Abdürrahim Albayrak aracılığı ile Başbakanı aratarak valiliğe talimat verilmesi istenmişti. Albayrak ise bunu övünerek anlattı.
Haluk Kılıç ağabeyimiz, 1990’lı yıllarda Nokta dergisinde yayınlanan bir yazı gönderdi. Bir ara Emniyet, fanatik diye değerlendiği taraftarlar için Bakırköy’e bir gezi (!) düzenlemiş. Her şeye rağmen yazı gerçekten çok keyifli…
Fenerbahçe-Prag maçı öncesinde stat önünde toplanan taraftarlar derdest edilip akıl hastanesine yollandı
Hostesin verdiği formu dolduran İtalyan yolcu, “‘cinsiyet” bölümüne gelince biraz duralar, ardından da şu yanıtı verir. “Erkek, ama fanatik değil.”
İtalyanlar belki öyle ama bizim erkekliğimiz bir hayli fanatik. Spor basını bu özelliğimizin canlı ifadesi gibi. İşte birkaç örnek:
“Adamlığından ödün verene nonoş derler. Biz Beşiktaş’a Rambo demiştik. Dün o takım Ramboş olup çıktı.”
Yunan tanrıçası gibi düzgün hatlarıyla ‘Nielsen, kız ne dirsen?’ dedirten efemine bir görünüşü var.”
“Danimarkalıymış, neye yarar, Sony markalı olsaydı bir kaset sokar dinlerdik bari ‘Sarışınsın, sarışın güzel’ diye…”
Bu arada, TRT’nin de hakkını yememeli. Beşiktaş-Dortmund maçında “Recep’in düşürmesi lazım. Düşür Recep, düşür!”‘ diyebilen spikerler, yazılı basından pek de aşağı kalmıyor. Ne var ki, bu ”talihsiz ifadeler”, fanatizmin sınırlarını aşıp saldırganlığa yaklaşıyor gibi.
Ama asıl irkiltici olan (spor yazarlarıyla spikerlerin kulakları çınlasın) stadyum önünde tezahürat yapan taraftarların “fanatik” ‘oldukları gerekçesiyle polis tarafından derdest edilip akıl hastanesine sevk edilmesi. “Garip ama gerçek” deyişinin hakkını veren bu olay, geçtiğimiz günlerde İstanbul’da yaşandı.
“Toplaşmayın kardeşim!”
Fenerbahçe-Prag maçı öncesindeki gece, 81 taraftar, akıl ve ruh sağlıklarının yerinde olup olmadığının saptanması için Asayiş Müdürlüğü tarafından Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne gönderildi. Yapılan muayene sonucunda, taraftarlar ”delil yetersizliği” nedeniyle “fanatiklikten” beraat ettiler.
Hastanede muayene sıralarını beklerken, kimi “Biz taraftarız, tabii ki bağırırız, bunda ne acayiplik var? ‘diyordu, kimisi de “Bir daha televizyonda bile maç seyretmem”. Hepsi korkmuştu ama! Zaten amaç da buydu galiba…
Olay gecesi, hastanede nöbetçi olan Başhekim Yardımcısı Dr. Latif Alpkan, Nokta’ya yaptığı açıklamada, “Bu insanları Bakırköy imajıyla korkutmak istiyorlar galiba. Ama biz bu imajı silmeye çalışırken, böyle bir uygulamaya gidilmesi hoş değil” diyordu.
Dr. Alpkan’ın sözleri, ister istemez 1940’lardan nahoş bir anıyı getiriyordu akla. O yıllarda, ‘omuriliğinden su alma” caydırıcı bir yöntem olarak benimsenmişti.
Amaç korkutmaktı yine, ama ‘hedef kitle” farklıydı. İçkili vatandaşlar, ”ne olur, ne olmaz” denerek sokaklardan toplanıp Bakırköy’e gönderiliyordu. “Potansiyel suçlu” olup olamadıkları omuriliklerinden alınan suyun incelenmesiyle saptanıyordu. En azından böyle deniyor ve gereken etki yaratılmış oluyordu. Şırınga tecrübesiyle içleri çekilen” akşamcılar, Aman tövbe” diyerek arkalarına bakmadan kaçıyor, öyküyü duyanlar “Evde bile içmem” diye yemin ediyordu. Böylece “vatandaş”ın hır çıkarması engelleniyor, “halk” da huzur ve güven içinde yaşıyordu.
Neyse ki… Fenerbahçe-Prag maçı öncesinde, Bakırköy’e gönderilen ”fanatikler”in omuriliklerinden su alınmamış, psikolojik testlerle yetinilmişti. Sonuçta herkes “‘temiz” çıkmış, akıl hastalığına filan rastlanmamıştı. Ama zaten fanatikliğin akıl ya da ruh hastalığıyla ilgisi yoktu. Dr. Alpkan şöyle diyordu: “Fanatizm akıl hastalığı değil, bir kişilik özelliğidir. Avrupa’da fan kulüpler var. Bunlara ‘saldırganların kulüpleri’ denmiyor. Fanatizmi saldırganlıktan ayırmak lazım. Saldırganlık bir kişilik bozukluğudur, fanatiklik ise bir ruh hali, bir kişilik özelliğidir.”
Peki, polisi bu tuhaf uygulamaya götüren neydi? Yeni bir taraftar kitlesi vardı ortada. Yüzlerini, tuttukları takımların renklerine boyayıp, bayrak-pelerinleriyle maça gelen yeni bir taraftar kitlesiydi bu. Ve görüntüleri “potansiyel suçlu” muamelesi görmelerine yetiyordu.
Milliyet gazetesi spor yazarı İslam Çupi’ye göre, tarifi güçtü yeni taraftar tipinin. “Bizim ilk gençliğimizde olduğu gibi rahat değil insanlar. Deşarj olma olanakları yok. Mesela oyun oynayamıyorlar. Ne bileyim, çocuk doğadan nasibini alamıyor. Çitlembik ağacını tanımıyor. İstanbul’un denizinden yararlanamıyor. Çarpık kentleşmenin üzerine bir de ekonomik sorunları koyun. Bu koşullar tarif edilemez bir taraftar tipi yarattı.”
“Fanatik Galatasaraylı” Spor yazarı Hıncal Uluç’a göre ise, üç tip seyirci söz konusuydu. “Sadece ‘spor olsun’ diye seyredenler, fanatikler ve militanlar. Yani hooliganlar… Fanatik tuttuğu takımla özdeşleşiyor, tezahürat yapıyor, bayrak sallıyor, yeri gelince de küfürü basıyor. Takımı kazanırsa sevinçten ayağı yere basmıyor, kaybederse üzülüyor, kahroluyor. Fanatiğin taraftarlığı kişiliğinin bir parçası.”
Fanatikle saldırgan arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor Hıncal Uluç’a göre. “Taraftarlık militanın kişiliğinin ta kendisi. Fanatik, takımıyla özdeşleşirken, militan tuttuğu takımı kendisiyle özdeşleştiriyor. Dolayışıyla, kazanan da, kaybeden de takımı değil bizzat kendisi oluyor.”
Hal böyle olunca, kaybetmeye tahammül etmek de güçleşiyor. Çünkü tuttuğu takım militanın bizzat kendisi ama çıkıp oynayan başkaları. Takımı yenilince “‘küçük düşüyor” militan taraftar, yenilgiden sorumlu olmadığı halde. Ve bir sorumlu, bir suçlu arıyor ister istemez. Bu da, kâh “ruhsuz” futbolcu oluyor, kâh “İ… hakem.”
Uzun sözün kısası, fanatizm bir aşk, renk aşkı. Daha da önemlisi platonik’ bir aşk. Dolayısıyla, hayli ”masum” bir ilişki söz konusu. Ama bu aşk ”gerçek aşk”a dönüşünce, ipin ucu kaçıyor gibi. Seven kıskanır, ihanete uğramaktan korkar ne de olsa. Korktuğu başına gelirse, hele erkekliği kışkırtılırsa, intikam almak ister elbette.
Özetle, hem erkeğiz, hem de fanatik. Ama sorun fanatiklikte değil de, “erkeklik”te galiba…
4 Kasım 1945 tarihinde Son Posta gazetesinde yayınlanan Kemal Deniz imzalı “Stadyomdan Röportaj”, tribünlerin meşhur bestesi Bir Baba Hindi’nin çıkışını da gözler önüne seriyor. Keyifli okumalar…
Sarışın Müvezziin Sesi – Uçan Kaleci – Arjantina Tangosu – Fenerliler Coşunca – Bir Baba Hindi, Olsa da Şimdi – Ve Maçın Bitişi
Bu hafta Fenerbahçe tribününden beraber maç seyredecektik.
Stadyumdan içeri girdik. Daha doğrusu girebildik. Ve bilmiyorsanız söyleyeyim, kapalı tribünün sağ tarafını Fenerbahçe taraftarları işgal ederler.
O tarafa doğru yürüyoruz.
İşte bakın bir Fenerbahçe hastası. Barbar bağırıyor. Süleyman, gazete müvezzii Süleyman deyince muhakkak tanırsınız. Sarışın, peltek konuşan bir genç. Konuşmasını duyar gibi oluyoruz.
Azizim Ahmet oynuyor bugün müdafaada. Atıciz, bugün atıciz Beşiktaş’a.
Ve peşinden elindeki kasketi havaya fırlatıyor.
Maç başlamak üzere…
İleriden oyuncular (tabii sarı lacivertliler) gözüktü. Fenerbahçe taraftarları coştu. Geri sıralardan birinde oturan orta yaşlı bir adam elindeki “kaynana zırıltısı”nı çevirmeye başladı… Ve sesler:
Ahmet oynamıyor be!
Uçan kaleci Cihat!
Bacaksız Erol bugün bir gol atmazsa ben de burada neyim.
Ve devamlı alkışlar arasında sahada takımlar seromoni yaparlarken…
Kemal Deniz imzasıyla, 4 Kasım 1945 tarihinde Son Posta gazetesinde yayınlanan yazı, bize “1945 yılında Fenerbahçe tribünü nasıldı?” sorusunun yanıtını veriyor. Keyifli okumalar…
Bu hafta Fenerbahçe tribününden beraber maç seyredecektik…
Stadyumdan içeri girdik… Daha doğrusu girebildik… Ve bilmiyorsanız söyleyeyim, kapalı tribünün sağ tarafını Fenerbahçe taraftarları işgal ederler…
O tarafa doğru yürüyoruz…
İşte bakın bir Fenerbahçe hastası… Barbar bağırıyor… Süleyman –Gazete Müvezzii Süleyman- deyince muhakkak tanırsınız. Sarışın, peltek konuşan bir genç. Konuşmasını duyar gibi oluyoruz :
Azizim Ahmet oynuyor bugün müdafaada… Atıciz, bugün atıciz!.. Beşiktaş’a…
Ve peşinden elindeki kasketi havaya fırlatıyor.
Maç başlamak üzere…
İleriden oyuncular –tabii Sarı Lacivertliler- gözüktü… Fenerbahçe taraftarları coştu… Geri sıralardan birinde oturan orta yaşlı bir adam elindeki “kaynana zırıltısı”nı çevirmeye başladı… Ve sesler :
Ahmet oynamıyor be!
Uçan kaleci Cihat!
Bacaksız Erol bugün bir gol atmazsa ben de burada neyim…
Ve devamlı alkışlar arasında sahada takımlar seremoni yaparlarken…
Arşiv sürprizlerle dolu… Necip Fazıl Kısakürek’in meşhur dergisi Büyük Doğu’da futbol ve Fenerbahçe konulu bir yazıya rastlayacağımızı hiç düşünmezdik. Taraftara dair söylenenler bir yana, 1948 yılında yayınlanan yazıda oldukça ilginç bilgiler var. Fenerbahçe Stadı‘nın yazıda anlatılan bazı hallerini bizler de bilmiyorduk. Bu yazı sayesinde öğrenmiş olduk. Siz de keyifle okuyacaksınız.
Bu arada, hoş bir tesadüf, yukarıdaki fotoğraf da tam yazının yazıldığı sıralarda çekilmiş ve 22 Mart 1948 tarihli Öz Fenerbahçe dergisinde yayınlanmış. Yazıda bahsi geçen taraftarlar, resimdekiler diyebiliriz… :)
Meraklılarınca, tiryakilerince, hatta hastalarınca hiçbir şeye değişilmeyen bir zevk… Bunu, seyircileri kastederek söylüyorum. Oynayanlar için zaten bu böyledir. Futbol maçı seyretmek bazı kimseler için sigaradan, içkiden, kumardan, morfinden daha müthiş bir iptila halini almıştır. Ve maç seyredenler de yukarıda saydığımız dört iptiladan en az bir ikisine tutkundurlar. Tuhaf, fakat doğru. Çünkü futbol bir spor olduğuna göre, oynasınlar veya oynamasınlar, bunun düşkünlerinin spor terbiyesine ve ahlakına bağlı olması lazım gelir. Vücudu ve ruhu kötü zehirlerden uzak tutmak böyleleri için şarttır. Maç seyreden on bin kişinin en az yedi bininin ağzında, eğer haykırıyorsa elinde, muhakkak sigara vardır. Maç dönüşü akşamları, tutulan takımın kaybetmesi veya kazanmasına bağlı olarak kederden veya sevinçten kafa çekilir. Maçtan evvel, yahut maç esnasında girişilen bahisler de kumardan başka bir şey değildir.
Bu büyük şehrin ahalisini, en fazla toplu ve kendinden geçmiş bir halde görmek isterseniz, muhakkak ki, bir maça gidiniz. Giderken ve dönerken bile, birçok farkında olmadığınız hususiyetler görecek, hiç bilmediğiniz ve duymadığınız, sizi hayretler içinde bırakacak kelimeler işiteceksiniz.
Maç, Şeref Stadı’ndaysa tramvayların, Fener Stadı’ndaysa vapurların hali gülmekle ağlamak arzusunu aynı anda verir insana… Tramvaylar oğul haline gelmiş bir arı (koloni)sini, vapurlar karpuz yahut kavunla silme doldurulmuş bir takayı hatırlatır. Giderken heyecanını zaptedenler, dönüşte zıvanadan çıkarlar.
Maçların en eğlencelisi, daha doğrusu en gürültülüsü, taraftarları çok, yerli takımlarımız arasında olanlarıdır. Yani Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş maçları… Tribünler taraflar arasında taksim edilmiştir. Galatasaray’ı tutan bir seyirci, eğer maç Fenerbahçe-Galatasaray arasında oluyorsa, Fenerbahçe taraftarlarının tribününde yer alamaz. Alsa da susmaya, susmaya da değil, ekseriyete uymaya mecburdur. Uymazsa ne mi olur? Ara sıra oyuncular, bazen oyunculardan bir ikisiyle hakem arasında olan olur : Kavga, gürültü… Seyirciye (boykot) cezası yoktur ama sıhhî sebepler buna onu mecbur edebilir. Bir gol atılınca seyircilerin hepi bir ağızdan:
Gol!…..
diye haykırması çok, çok uzaklardan işitilir. Sakin bir havada, Fenerbahçe Stadı’ndan yükselen ses Caddebostan, Erenköy, hatta Şaşkınbakkal’dan bile duyulmaktadır. Ya o anda stadın içi? Golü atan takımın taraftarları yerlerinde tepinmekte, suratları kıpkırmızı, boyun damarları mosmor oluncaya kadar, avaz avaz haykırmakta, canhıraş feryatlarla düdüklerini öttürmekte, ellerindeki kaynana zırıltılarını çevirerek ortalığı vaveylaya vermektedirler.
Fenerbahçe maçlarının en büyük hususiyetlerinden biri de borazan çalınmasıdır. Fener muhacimleri, hasım kaleye doğru akına geçtikleri zaman, meşhur Ahırkapılı borazancı, hücum borusu çalar. Akın, kale önlerine geldiği zaman, muhasım kalenin yemek vakti geldi manasına, karavana borusu çalınır. Netice gol olursa, çılgın alkışlar “gol!..” haykırışları arasında borazanın hangi havayı çaldığı anlaşılamaz. Belki, rakiplere karşı, o an yuf borusu çalınmaktadır.
Stadların devamlı taliplerinden olan seyyar satıcılara gelince: Bin bir türlüsü mevcuttur. En başta çikletçiler gelir. Bunlar mallarını “heyecan ilacı”, “heyecanı teskin ediyor” diye satarlar. Çiklet çiğneyenlerin heyecanları teskin olunacak yerde, hezeyan halini alır. Herkesin tanıdığı şam tatlıcısı ise, kendisine has ses tonuyla asabları gıcırdatacak bir tarzda “Şem!..” diye malını reklam eder. Yenilecek içilecek her şeyi, her şekilde satanlar ayrı ayrı bahse değmez.
Sarı-Lacivert renkle Sarı-Kırmızı rengin çarpışacağı günler, heyecan barometresi en yüksek noktaya kadar çıkar. Bu renklerin taraftarları çok bağlıdırlar kulüplerine… Sahaya, bağlı oldukları rengin bir oyuncusu, tanınmış bir idarecisi girdiği zaman şiddetle alkışlarlar. Yalnız bir kişi, o da bir kadın, bütün seyirciler tarafından müştereken alkışlanır : Gazete foto muhabirlerinden Eleni!.. Sahanın bir ucundan öteki ucuna kadar, hangi tribün önünden geçse, hemen alkış başlar. Adeta bu, bir anane halini almıştır.
Maçların en mühim hususiyetlerinden biri de, her sınıf seyircinin, kunduracı çırağından terzi kalfasına, şirket hademesinden devlet memuruna, boş gezenden kalantor tüccarına kadar hepsinin, biraz veya çok fazla, külhanbeyleştiği, hayasızca manilerin, müstehcen türkülerin hep bir ağızdan söylendiğidir. Hem de neler, neler!.. Misal vermeye hicabımız ve Basın Kanunu müsaade etmez. Bunların en hafiflerinden biri, bir gol yiyince diğer tarafı tutanlarından bir ağızdan:
Maçların da kendine mahsus bir argosu, argo tabiriyle bir raconu vardır.
Bir bakarsınız; tribünün birinde, seyircilerden biri tarafından yüzlerce lira sarf ederek yaptırılmış, saf ipekten bir bayrak açılır. Bu bayrak sevilen, tutulan, bağlanılan, uğrunda kendinden geçilen takımın renklerini taşır. Hatta üstünde oyuncuların isimleri, resimleri dahi işlenmiştir. Bu da alkışlanır. Sebepli veya sebepsiz, yeri olsun veya olmasın, daima alkış, alkış, alkış…
Büyük maçları takip eden akşamlar, şehrin her yeri maçın havasıyla doludur. Bilhassa Beyoğlu… Hangi noktaya, hangi birahaneye, hangi meyhaneye, hangi saz salonuna, hangi bara, hangi bilmem neye giderseniz gidiniz; konuşulan, işitilen yalnız maç, maç, maç!..
Acaba ne zaman, fikir davalarımıza karşı, aynı alakayı duyabileceğiz, aynı heyecanı yaşatacağız?
Artık Fenerbahçe tribün tarihini de yazmaya başlıyoruz. Daha doğrusu yazılmazına vesile olmaya… İlk konuğumuz gençlikten orta yaş kuşaklarına doğru giden bir arkadaşımız : Dededen ve babadan fanatik, kongre üyesi Can Turgut.
Vazgeçilmez klasiklerden başlayalım. Nasıl Fenerbahçeli oldun? Gittiğin ilk maç hangisi? Hatırda kalan “sence” mühim detaylarıyla tabii.
Röportaja “klasik” bir cevapla başlayacağım. Dededen ve babadan fanatik Fenerbahçeli olarak doğunca bana başka bir şans kalmıyordu.
İlk hatırladığım maç Toni Schumacher’in İnönü’deki jübilesi. Babamla Yeni Açık’a gitmiştik, Atletico Madrid’le 3-3 berabere bitmişti ve hatta elektrikler kesilmişti. Bileti hala durur. Maça gitmenin keyfi kanıma öyle girdi.
Babam (Ayhan Turgut) beni evde sarı-lacivert giydirirdi. Hatta 6 yaşımda çektirdiğimiz fotoğraflardan birini de sırtıma dövme yaptırdım.
Daha sonra Uche’nin 90’da attığı Beşiktaş maçı da ilk ağladığım maç olarak kayıtlara geçirirsek, bir canavarın doğumunu resmileştirebiliriz bu dönem.
Bu cevaptan sonra bir zaman atlaması yapmak farz oldu. Rahmetli babanın en az senin kadar renkli biri olduğunu biliyorum. Biraz anlatır mısın, mesleğini ve muhakkak duyduğun bir-iki enteresan hikayesini? Bir de dede faktörü varmış ki onu ben de bilmiyordum. Kim bilir onda da ne cevherler vardır?
Babam film yapımcısıydı, Beyoğlu’nda yazıhanesi vardı. Öyle çok ahım şahım işlerle haşır neşir değildi ama, o dünyadandı. Gerçi son dönemlerinde Emrah ve Hülya Avşar’ın çoğu işinde vardı. Ben çocukken ananemin evinde Ali Avaz’ın “Alaman Avrat Kırk Bin Mark” filminin çekildiğini hatırlıyorum. Bir de klipte oynamıştım, Nilüfer Örer diye bir kızın “Şımarık” şarkısı. :)
Film dünyasında gece gündüz kavramı olmadığı için, babamla geçirilen vakitte maça gitmek çok değerliydi. 2001 şampiyonluğu sonrası bayrağı arabaya asıp havaalanına gitmiştik, yolda da Galatasaray takım otobüsü denk gelmişti. Fatih Akyel ve Okan’la falan bayağı bir el kol, küfürleşmeler derken… “Kaptan orta kapı” deyip cama vuruyordu daha sonra bizde oynayacak kişi. Güzel anı : )
Her deplasman öncesi “Oğlum gitme” deyip, arkadaşlarının yanında bizimki de hafta sonu Samsun’daydı diye övünen babalardan :)
Dedem (Ulvi Turgut) eski ağır ceza hakimi. Pandemiden önce vefat etti. 90 küsür yaşında hala bizle şarap içiyordu : ) Bayramlaşmalarda hep kendisine aldığım sarı lacivert kravatı takardı. Mekanı cennet olsun.
İkisi de nur içinde yatsın… Biraz da tahsil zamanlarından bahsedelim. 1985 doğumlusun. Şöyle bir ilkokuldan üniversiteye doğru bakınca, sen de “30 kişiden 20’si Fenerbahçeliydi” dönemlerine yetiştin, diyebiliriz. Biraz anlatır mısın okul durumlarını?
Teşekkürler… İlkokul Şair Nedim, ortaokul ve lise Cağaloğlu Anadolu.
Çocuklukta en fazla şampiyon olan takım biz olduğumuz için zaten sayıca üstünlük çok normal bir şeydi. Mesela ben Beşiktaşlı’yla girdiğim bir laf dalaşı hatırlamam hiç. Burdan da aslında “Ne kupa büyüklüğü ne şampiyonluk” sözünün tersine daha çok inandığımı belirtmek isterim.
Cağaloğlu ise gerçekten Fener’in kalesi durumundaydı. Hep hızlı tribüncüler yetiştirmiştir. 6-0’lık maça İstanbul Erkek’le birleşip kortej halinde yokuştan bağıra çağıra inmiş, vapurun üst katını kapatmıştık : )
Rahmetli İslam Çupi’nin o sözü, o şekilde kullanılması için söylemediği çok açık. Büyük ihtimalle sana hak verirdi. :) Giden şampiyonluklardan başlayalım o zaman. Denizli maçı denince aklına ne geliyor?
Deplasman tribünündeydim. Aslında İstanbul’dan elinde Denizli tarafı bileti olan bir tayfa olarak yola çıkmıştık ama son dakika ben bizim tribüne bilet bulunca sattım bizimkileri : )
Gerçi ondan önce yine Denizli’de şampiyonluğu kazandığımız maçta da vardım, dolayısıyla uğurlu geleceğini düşünüyorduk şehrin. Maalesef olmadı, golü de yedikten sonra Denizli tribünündeki Galatasaraylılarla cebelleşerek sinir krizleri altında bitirdik maçı. Bilet politikasındaki adaletsizlikten iyi tribün de yoktu.
Dönüş yolu azap olmuştu, hatta o sırada askerde olan bir arkadaşım arayıp neden koltukları kırıp maçı iptal ettirmiyorsunuz diye veryansın etmişti : )
Tarihin en haklı ama imkansız veryansınlarından biri olabilir :) Uğurlu şehir demişken, sözlü tarih derslerinde kullanılabilecek bir Kayseri röportajın var malûm. Şöyle bir yurt içi deplasman sıralaması rica etsek, iyiden kötüye doğru.
Sami Yen ve İnönü’leri kategori dışı bırakırsak, pek tabii ki Trabzon uzak ara birinci sıradadır. Polisler tarafından tribün dışına taşınırken gazetede fotomun olması sebebiyle de anısı vardır : )
Hem günübirlik olması hem rakip tribünün sağlamlığı açısından, Bursa her zaman temiz ve net deplasman olmuştur. Hafta içi kupa maçları dahil kaçırılması abestir.
Üçüncü sıra için İzmir ve Rize kapışır.
Maça gitmeyip sadece Kordon, Alsancak takılsak aslında nefis ama o iğrenç devasa statta tribün yapmak puan kırıyor.
Rize sanki daha bir 3. sıra adayı… Hiç saymasam 6-7 kere gitmişimdir. Her seferinde hafta sonluk; hep başka bir tarafını keşfetme, tribün ahalisinin de kalabalık geldiği şehirlerden olunca vakit su gibi akıyor. Faili meçhul silahlı saldırı sırasında da çok yakınındaydık takım otobüsünün, umarız devran dönünce bir şeyler açığa çıkar.
Son dönemlerde eski tadı olmasa da, Ankara 19 Mayıs da hep iyi deplasman yaptığımız stat olmuştur. Oradaki dostlarımızın varlığı yeter de artar zaten.
Bütün şehirleri yazıp sıkıcı hale getirmek istemiyorum.
Sakarya-Kocaeli aynı kasa her gittiğimizde arşivlik videolar çıkarttık Fener tribünü olarak.
Antalya’ya her sene gideriz, en az 4 farklı stadında maç izlemişimdir şehrin. İlginç bir istatistik, 7 Mehmet’te yemek yemeye gidilir sırf zaten. Türkiye’nin en iyi restoranı demişti Vedat Milör, katılıyorum.
Gırtlaktan açtık madem, Antep’i ekleyip bitirelim. sabah erkenden şehre inip beyrana koşuş, eski stadyum zamanı maç saati dev bir izdiham ki bir maç girememiştik, LİG TV röportaj yapmıştı karakolda bizimle. Karakol amiri şikayet için gittiğimizde “Nerden bileyim ben sizin maça girmediğinizi?” demişti maç oynandığı esnada. Şebelek!
Bir çırpıda sayabildiklerim bunlar, vilayet kusacağım.
Adeta bir valinin seyir defteri :) Yurtiçinden bahsetmişken beynelmilel deplasmanları saymamak olmaz. Tadı damakta kalan, “Bu ne güzel deplase olmaktır” dedirten uluslararası temaslar hangileri?
Sonu kötü ama gidişi ve şehri istila edişimizle Benfica deplasmanını 1 numaraya koyarım. 2 gün boyunca liman kafelerinde oturup tezahürat etmiştik. Tabii Euro 2 civarıydı iç içebildiğin kadar : )
İkinci sıraya Bükreş’e 3 otobüsle gittiğimiz deplasmanı koyarız. Hem yeni dönemde otobüsle yurt dışı daha önce yapılmamış bir şeydi, hem de çekirdek kadroyla otobüs içi makaraların üst düzey olduğu bir yolculuktu. Tribünde meşaleyle beraber maçı da almıştık.
Üçe herhangi bir Hollanda deplasmanını koyabiliriz… Hadi en kalabalık olan Ajax’ı seçelim. Meydanda atlarla çatışma çıkmıştı : )) Tribünün baca gibi tüttüğü şiirsel bir orkestraydı. Vondelpark’ı Yıldız Parkımız yapmıştık adeta.
Ben tabii ki kendi gittiklerimden yola çıkıyorum; yoksa bir başkası Marsilya’yı da anlatır Prag’ı da.
Spesifik garip deplasman olarak Moldova Sheriff Tiraspol’u ekleyebilirim, Transdinyeper özerk bölgesine geçmiştik. Ülkeception! Tanımlanamayan çeşitli para birimleri cepte maç sırasında büfeden bira alma keyfi.
Son olarak, Eurolig Final 4’ların hepsinde vardık, Madrid daha bi eğlenceliydi sanırım kalabalıklık ve meydan performansı açısından : “Var bir hayalim herkes dinlesin..”
Tribüne gitmeye 2000’lerden önce başlayan insanların, bu tarih sonrasında kendilerini gittikçe daralan bir alanda buldukları tartışılmaz bir gerçek. Bu anlamda gidilen her yurt dışı deplasmanı, o “özlenen” özgürlüğü insanlara yeniden tattırıyor olsa gerek. Her fırsatta YouTube’da nostalji videolarına daldığımız bu pandemi döneminde şöyle bir geçmişten bugüne bakınca taraftarın tribünde “iyi ki artık yok” veya “keşke bugün de olsa…” dediği neler var?
Valla maça 10 saat evvel girmemek iyi ki artık yok : ) Tabi dönem ve yaş gereği zevkli olsa da, bir gece önceden bilete sabahlamak iyi ki yok.
Bugün de olsa dediklerimiz artık 6222’ye giriyor, en son meşaleyi Anderlecht deplasmanında yakmıştık çok özlediğimizi fark ettik.
Kadıköy’deki Galatasaray maçlarında rakip oyuncuyu daha maç öncesi ısınmada bezdirmeyi özledim.
Büyüklerimizin Telegol, bizim TSYD baskını gibi spontane eylemleri özledim.
Hayat gibi tribün pratikleri de değişiyor, evriliyor. Uyum sağlayıp keyif almaya ve destek olmaya devam edeceğiz.
Spontane eylemlerin Fenerbahçe taraftarının hayatında önemli yer kapladığı dönem, hayli yakın bir geçmişte. Caferağa, Burhan Felek, Abdi İpekçi gibi spor salonları da bunlardan nasibini bolca almıştı. Bu salonları (ve çevresindeki kayıntı mekanlarını) özlüyor muyuz biraz? Yeni salonlar iyi hoş da mekanik bir tadı mı var? Yönlendirmeli gibi soru oldu ama…
Yok deyip yönlenmiyormuşum bilerek :))
Ya İpekçi deyince Safa Meyhanesi geliyor akla, ama biz o dönem genelde otoparkta bira, votka takılıyorduk.
Burhan Felek öncesi o cadde üstündeki Turanlar Balıkçısı’nı mesken bellemiştik beraber. Pirana gibi bir dönem kullandık sonra mendil gibi kenara attık sanki; adamlara uğramıyoruz artık. Ayıp bize.
Caferağa sosislisi demezsek sanki sinkaf edeceklermiş bizi (editörün yumuşatması) hissine kapıldım ama yine demeyeceğim. Ben o salona “Terleyerek kilo verilir”i deneyimlemek için gidiyordum.
Yeni salonlara pek ayak uyduramadık dürüst olmak gerekirse… Ataşehir’e tek tük gittik tiyatro atmosferinden dolayı. Cevap evet, çok mekanik : ) Yönlendim.
Caferağa sosislisinin imtiyaz sahipleri sonrasında diğer salonlara da geldiler ama demek ki olay mekanmış. Yeri gelmişken Kadıköy’ün İstanbul beyefendisi kazı Rodi’yi rahmetle yad edip, aynı isimli kısa ömürlü mekanı da anmış olalım. Bu cevap, bir başka soruya orta açmış olsun. Stadyum çevresinde maç öncesinde zaman geçirme ritüellerinden bahsedelim biraz. Sizinkiler nelerdi? Halkımız merak ediyor desek biraz mübalağa olur ama tarihe not hep bunlar, değeri sonradan anlaşılacak :)
Üniversiteye girdiğimiz zamanlar, forumdan Unifeb’e üye olmuştum gruba girme motivasyonuyla. Dediler ilk maç, fasılda buluşacağız. Ulan cumartesi öğlen saat 1, ne fasılı dedim neyse gittik : ) Mekanın adıymış. Bir 9-10 senemizi rahat vermişizdir.
Genelde kalabalık ortam, bitmeyen biralar ve hep bir beste yapma içgüdüsüyle şimdiye dek sürdürdüğümüz dostlukların ilk yeriydi. Özeldir bizim için.
Daha sonraları değiştirdiğimiz mekanlar oldu. Maçın önemine ve saatine göre içki tercihleri değişti. Nazlı’nın arka sokaklarına maalesef uzun yıllar teşaşür eyledik (editörün tebdili), yöre halkından özür diliyoruz.
Maç öncesi ne yaparsak yapalım, bira kesinlikle soğuk olacak, o gündeme özel bir slogan veya melodi dillerde olacak.
Bunların dışında benim şahsi olarak maça karşıdan gelen biri olarak, ille de vapur sevdam vardır. Metrobüs dislike.
Bir kez daha 1990’lara dönelim. Herkesin sorulmadan anlattığı bir safahat vardır : “Şu tribünde başladım, şuraya geçtim” ya da “Ben hep şuradaydım” diye… TRT tarzı soru : Stadyum inşaatından önce ve sonra Can Turgut’un yolculuğu hangi tribünlere oldu? En çok hangisini sevdi? Hangisini pek de özlemiyor?
Can Turgut’un yolculuğu babasıyla beraber Numaralı’da başladı, ama gözümüz hep maratondaydı.
Babadan kurtulup lisede birkaç arkadaşla maratona gitmeye başladık, fakat son dönemlerine denk geldik ve üniversiteyle beraber uzun yıllar Lise Açık’ta Unifeb çatısı altında konuşlandık.
Sonra ikinci ve bu sefer daha aktif bir maratonun köşesi dönemi. Tribünsel muhalefeti de körüklediğimiz, herkesin birbirini tanıyıp sevdiği B blok. Those were the days!
Son birkaç senedir, Fenerium üstteyiz, eskisi kadar tad alamasak da ayaklarımız geri geri gitmiyor hala.
Tribünlerin yönetim yüzünden bomboş olduğu, keyfekeder uygulamaların yapıldığı dönemi hiç mi hiç özlemiyoruz. İyi direnç göstersek de ne gerek vardı yani? Gençlik enerjimizi böyle bir saçmalıkla mücadele ederek geçti. Neyse güzele dönelim.
Tribün tarihini yazmaya çalışırken tribün gruplarını irdelememek olmaz. Kurulduğundan bugüne bir ÜNİFEB değerlendirmesini başından beri bir şekilde içinde olan birinden istememek de öyle… Bir gün kendisi iken, ertesi gün mezunları olan üyeleri, uzaktan bakılınca “geldiler” dedirten t-shirtleri ve bir dönem meşhur bayrakları ile biraz da ÜNİFEB’den konuşalım. Biz derken, sen konuş, biz dinleyelim ve ikinci soruyu da ekleyelim. Şöyle geçmişe bir bakınca, tribün için son 25 senenin “en uzun süren mutlu günleri” hangileridir sence?
Aslında sorunun muhatabı ben mi olmalıyım emin değilim Unifeb konusunda, çünkü dernek işlerine hep mesafeli yaklaştım adımımı attığımdan beri.
Arkadaş grubu özelinde Fener’i desteklemek daha romantik, daha özgür ve daha şatafata meyilli geldi.
Ha 2. jenerasyon olarak girdik, şimdi en yakın dostlarımızı, abilerimizi ve kardeşlerimizi Unifeb’in kuruluşuna borçluyuz. 18 yaşındayken, o bayraklarla oluşturdukları havadan etkilenip girmiştik.
Şimdiki 18 yaşında gençler için maalesef tribün görselliği konusu eksik kalıyor. İlgiyi tribünden başka yere kaydırıcı çok fazla şey var ülkede ve dünyada.
Unifeb’in Fenerbahçe tribününe kattıklarını dışardan birilerinin anlatması daha keyifli olabilir bu arada, ben de sizi yönlendireyim : )
En uzun süren mutlu günler, tribünün sağlamlığıysa konu 90’ların ikinci yarısından 2000’lerin ilk yarısına kadarki Fenerbahçe tribünü iç saha, görsellik, çoğulluk, derbi deplasmanlarındaki üst düzey motivasyon bence Türk tribünlerinde zirveydi.
Son dönem en fazla birlik bütünlük gösterdiğimiz dönemse, bahsetmeden geçilemeyecek 3 Temmuz’daki sokak mücadelesi dönemidir. Selam olsun herkese.
3 Temmuz tam yerine rast geldi, manzara koyalım :) Şöyle bir her anlatışta tebessüm ettiren anılar demeti alabilir miyiz? Gerçekten de sokak hallerinin kitabı yazılması gereken şenlikli zamanlardı.
Valla tebessümlük anı olarak da bakabiliriz, İstiklal Caddesi’nde yapılan gövde gösterisinin bitişine doğru polis cebimizde limon buldu diye gözaltına alınmıştık : ) Dışarda arkadaşlarımız Fener diye bağırarak destek oluyorlardı. Duygusala geçiş.
Beşiktaş DGM’de geçirdiğimiz saatler çok özeldi. Sagopa’nın son şarkısına verdiği isim gibi tam “saldırground” günlerdi. Bir gece Çağlayan’da dava sonucunu bekliyoruz, neyse hurra murra gaza boğuldu her yer. Ekip canını ezilmekten kurtarmış, tekrar toplandık bi baktık herkesin bira elinde haha kimse atmamış, namusu gibi korumuş : ) Doğru tabi, ziyan.
TSYD lokaline yaptığımız baskın da güzeldi, sahte rezervasyonlarla en az 50 kişi gidip şeklimizi koymuştuk. Hesapları önden ödemiştik gaspçı demesinler diye.
Son olarak bir sabaha karşı da TFF binasının önüne viledalar, deterjanlarla gidip temizlik yapmıştık pissiniz hesabı, sonra da ligden düşürün pankartı açmıştık : ))
Konulan eylemlerin hemen hepsinde bir sanat kokusu, emeği var :) Demişken, biraz da başka bir tutkudan konuşalım. Bir sinefil olarak, pandemide YouTube’du, platformlardı, online gösterimlerdi derken, kendimizi “Evde Sanat” gibi bir sürekli etkinlik içinde bulduk. Sizde durumlar nasıl gidiyor, 14-15 saatlik ekran sürelerine de bakacak olursak :)
Evet, geçen telefon bildirim gönderdi gün içinde 15 saat telefonu kullanmışım aktif olarak. Laf soktu galiba?
Ofise artık gitmiyoruz, alıştık ve artık gideceğimi de sanmıyorum. Borsacıyım, bütün gün masada ekran başındayım zaten. Sadece boş zamanlarda değil, gün içinde arka fonda da hep bir şeyler açık. İçerik manyağı olduk çıktık gerçekten, devamlı bi’ film-dizi listesi hazırlıyorum, hepsi de hemen tüketilmiyor tabi. Birikiyor da birikiyor. Neyse illa vakti gelir.
En güzel neyi tükettin dersen; kıyıda köşede kalmış Türk filmlerini bitirdim. Kurtlar Vadisi’nin bir tur daha üzerinden geçtim. Poyraz Karayel izlememiştim, güzeldi. Line of Duty ve Gangs of London da yabancı dizi önerisi olsun.
Salonda sinema izlemeyi çok özledim. Tam kapanmalar öncesi Tenet’e gittiydik de hayal kırıklığı oldu film.
Online festival işiyse hiç olmadı, ruhuna aykırı bir kere.
En güzelini sona sakladım; absürd severlere gerçek hazine Exxen’deki “Gibi”.
Film, dizi konuşursak çıkamayız. Bitirelim : )
Pandemi alışkanlıklarının sonrası için peşrev oldu bir önceki soru. Bizim bağlama gelecek olursak, aşılarımız tamamlanıp (tövbe estağfurullah) seyirciler tribüne geri döndüğünde bizi neler bekliyor olacak? Biraz eve alıştık, rahatladık mı? Yoksa huylu huyuna kaldığı yerden sahip çıkar mı?
Huylu huyuna “ayı yavrusunu severken öldürürmüş” misali sahip çıkacak bu çok net. İnsanlar deplasmanda bastırırken atılacak kornere serçe parmaklarını feda etmeye hazır.
Hayır yeri geliyor protesto yapmak istiyoruz ki maalesef son yıllarda devamlı yeri geliyor, twitter pek kesmiyor.
Orada olmak lazım, olacağız.
Röportajın sonlarına yaklaşırken biraz da tarihe iz bırakan bestelerden konuşalım. Maalesef Can Kozanoğlu’nun müthiş kitabı “Bu Maçı Alıcaz” pek çok alanda olduğu gibi tezahürat tarihi konusunda da yalnız. Oysa bu konuda oldukça üretken bir topluluk sizinki. Şöyle kolayda ise geçmişten bugüne birkaç kuple alabilir miyiz linklerden? Kolayda değilse de bendeniz Twitter timelineından, YouTube’dan arayıp bulacağım artık, ne yapalım :)
Teveccühünüz… Şöyle ortaya karışık birkaç link bırakıyorum.
Büyük hizmet. Var ol.. Bir klasikle başladık, diğer bir klasikle bitirelim. Kişisel taraftarlık tarihinin en iyi 11’ini sayar mısın, teknik direktörüyle birlikte?
En zor soru da buymuş ya. Gerçi başlayınca geçer ama her mevkiye bir adam koyamayız. O zaman vefa duygusunu silmiş oluruz.
Madem ilk maçımız Toni, kaleye de o geçsin. Eski maçları seyrediyorum, çok hatalı gol de yemiş ama canı sağ olsun : )
Defansa Uche‘yi “Sen Allahın Bir Lütfusun” şarkısı eşliğinde koyalım.
Yanına Luciano mu Lugano mu gelsin? Hadi Luciano olsun. Högh de kusura bakmasın.
Sol bek Halil İbrahim olmayacak tabii ki, Roberto Carlos.
Okocha–Alex–PVH ön tarafın değişilmez 3’lüsü ve Moşe.
Sağ Bek almayacağım kadroya.
Çapamız Appiah.
Valla kaossa kaos kardeşim, taktiği bıraktım; Rıdvan ve Rap Rap Rapaic‘le kapıyorum.
Bu kadroya Daum yakışır, yaşlandım benim işim olmaz derse de Ersun Yanal.
Sitemizde daha önce de birkaç Fenerbahçe şiirine yer vermiştik. Öz Fenerbahçe dergisi, bu alanda müthiş bir külliyat meydana gelmesini sağlamış. Biz de söz konusu derginin 14 Mayıs 1950 tarihli sayısından üç ilginç örneği daha buraya alalım istedik. Eminiz ki siz de keyifle okuyacaksınız… Ankara Cebeci’den İhsan Tunçeli, Amasya’dan Mesut Tutkun ve Rize Gündoğdu’dan Eyüp Kazım Kopuz… İnşallah sevgiliye, Fenerbahçe’ye doyduğunuz bir ömür yaşamışsınızdır. Var olun.
Bir seher gibi kalbimde nazlı esen bir yelsin, Menekşe renkli kanaryam gönüllerde Fenersin. Azmetmesin o gönlün cihanı da yenersin, Sana hercai derler her gönülü seversin.
Baharda çiçek açar rüzgarı saftır onun, Kelebekler gibi uçan zaferdir bütün sonun. Uçuşun ey kanaryam gönül dalına konun, Sana hercai derler her gönülü seversin.
Adınız andınızdır sarı-lacivert sizlerin, Gönüllerde tahtın var neş’elidir sözlerin. Ahdımız andımızdır seni sevmek bizlerin, Sana hercai derler her gönülü seversin.
Ocağınız nur dolsun sizi kuran ellerle, Selamınızı gönder bize nazlı esen yellerle. Akın hep zafer için coşkun akan sellerle, Sana hercai derler her gönülü seversin.
İhsan Tunçeli (Shh. Gd. ve Teknisyen Okulu Son sınıf No. 78 Cebeci-Ankara)
Fenerbahçe’me
İsmini duyduğum zaman, çarpıyor kalbim bir an Nerden geliyor bu sevgi bilmiyorum her zaman Zaferlerini işittikçe bana oluyor derman Sıkıntımı kaybediyor ismini duydukça her an.
Fenerbahçe sözü bir zafer nişanesidir. Eğer bir haksızlığa uğramazsa galibiyet elindedir. Seviyorum Fenerbahçemi ta! doğuşumdan Üzüntümü kaybediyor ismini duyduğum zaman
Mesut Tutkun (Amasya)
Sarı-Lacivet Onbiri
Bütün gençler can verir, o sihirli rengine. Biz değil bütün dünya rastlamamış dengine. Avrupa takdir etmiş oyununu ey Fener. Sunderland olsa dahi yine karşında titrer.
Sarı-Lacivert on bir sahalarda görünür, Taraftarların coşar, rakipleri susturur. Seninle gelmek ister, bütün gezdiğin yerler, Yoktur dünyada eşin, inan buna ey Fener.
Bütün gençlik kalbini çektin kendine aldın, Senden ayrılmak olmaz, dünyayı tuttu yâdın. Arkandan geliyoruz, korkma açıl her yana. Ne zaferler getirdin bizin Ana vatana.
Milliyet gazetesi, 19 Aralık 1954 tarihinde oynanacak olan Fenerbahçe-Galatasaray maçı için bir kampanya başlatmış. “Konya Lezzet Lokantası Galatasaray’ın atacağı her gole 1 tepsi baklava verecek” başlığıyla duyurulan haberde, Aralık 1950-Aralık 1952 tarihleri arasında Fenerbahçe Başkanlığı yapan Ali Muhiddin Hacı Bekir‘in “Ben artık bu kabil işlerle uğraşmaktan çoktan vazgeçtim. Orijinal olan bu teklifinize maalesef iştirak edemeyeceğim” dediği yazılı…
“Acaba Hacı Bekir’in renklerine olan bu küskünlüğü’ne sebep nedir?… Bir türlü anlayamadık…” diyen Milliyet, bu defa soluğu bir başka meşhur Fenerbahçeli Yağcı Ali’nin dükkanında almış.
Onlara stoktaki yağ fıçılarını gösterip “Bunlar çocukları ilgilendirmez ki. Bu işi en iyi Hacıbekir halledebilirdi” diyen Yağcı Ali’den de bir sonuç çıkmayınca bizim taraf için gazetede “Fener taraftarlarından, Sarı-Lacivertlilerin galibiyetini mükafatlandırmayı vaad eden şimdilik kimse çıkmadı” denmiş…
Ama sonra ne olmuş? Milliyet’in de tahmin ettiği gibi; Fenerbahçe’nin muhteşem taraftarı devreye girmiş.
Söz Milliyet gazetesinin…
Besi
Pazar günkü Galatasaray-Fenerbahçe maçında Fenerliler kazanırsa, bir şirket, kazananların hepsine birer ampul, başka bir mağaza hangi taraftan olursa olsun gol atanlara birer gömlek ütüsü, bir lokanta Galatasaray kazanırsa oyunculara bir tepsi baklava, berabere kalırlarsa iki tarafa da iki tepsi baklava, Kandıra’da bir Milliyet okuyucusu da kazanan takıma on dört hindi hediye etmeyi vaad etmişler. Galiba lokum vermeye hazırlananlar da varmış.
Şu ampuller ve ütüler bir yana ama, futbolcularımızı tepsi tepsi baklava, semiz hindiler ve lokumlarla şişirip kilolarını artırmak onlara dostluk mu olur, düşmanlık mı? Hele bütün büyük lokantalarla baklavacılar ve şekerciler bu ikram yarışına girerlerse, oyuncularımızda futbol değil, köşe kapmaca oynamaya hal kalmaz!
Fenerbahçe Taraftarları Harekete Geçtiler
Konya Lezzet Lokantası’nın, bu karşılaşmada galip geldikleri takdirde Galatasaray futbol takımına hediye edeceği baklavalara dair dünkü haberimiz, Fenerbahçe taraftarları arasında büyük bir reaksiyona sebep olmuştur.
Konya Lezzet Lokantası, dün de bildirdiğimiz gibi, Galatasaray galip geldiği takdirde, her gol başına bir tepsi baklava ortaya koymuştur.
İstanbul’da patlak veren bu tatlı (!) hediye rekabetine Fenerbahçe taraftarları da iştirak etmektedirler.
İzmitli Bir Okuyucu Fenerbahçelilere Hindilerini Verecek
Fenerbahçe-Galatasaray maçı, İzmit spor çevrelerinde bir hayli iddialara yol açmıştır. İzmitli okuyucularımızdan Kandıralı Kemal Saner, Fenerbahçe galip geldiği takdirde, kendi beslediği hindilerden, her oyuncuya birer, antrenöre ise iki tane vereceğini dün gazetemize bildirmiştir. Kandıralı okuyucumuz (13) adet besili hindiyi, İzmir bayiimiz Tayyar Kobak’a teslim etmiştir.
Helios Şirketi Fenerbahçelilere Ampul Dağıtıyor
Helios Elektrik Makina T.A.Ş. Satış Amiri Mucip Denizel, Galatasaray-Fenerbahçe maçında, Fenerbahçe’nin her golüne (galip gelsin veya mağlup olsun) 25 adet Philips ampul verecektir.
Vat Elektrik Evi de Fenerbahçe’den Gol Atacak Oyuncuya Ütü Hediye Ediyor
Gazetemize telefonla, telgrafla ve bizzat gelerek Pazar günkü maç için hediye vermek isteyen Fenerbahçe taraftarlarının adedi, gittikçe artmaktadır.
Baklavaya Karşı Baklava
Bu arada Göztepe’de “Öz Bolu” Lokantasının sahibi Muhittin Kansu, “Konya Lezzet” Lokantasının Galatasaraylılara vermeyi taahhüt ettiği hediyeleri, aynı şartlar altında Fenerbahçeliler için ortaya koymuştur. Lokantacılar Cemiyeti’nin emektar hocası Muhittin Usta’nın baklavaları, tepsi hesabıyla Fenerbahçeli futbolculara verilecektir.
Tarihi Bursa Kebapçısı İsmail Atalay’ın Enteresan Teklifi
Sirkeci’de “Tarihi Bursa Kebapçısı” İsmail Atalay, bu maç üzerine enteresan bir teklifte bulunmuştur.
İsmail Atalay, Fenerbahçe bu maçta Galatasaray’ı yendiği takdirde kendi lokantasında istedikleri gün büyük bir ziyafet verecektir. Ayrıca bir tepsi baklava ile tarihi kıymeti haiz bir çini vazoyu da Fenerli futbolculara hediye edecektir.
İsmail Atalay, aynı hediyeleri ve ziyafeti, bir dahaki hafta yapılacak Beşiktaş-Galatasaray maçında, galip geldiği takdirde Beşiktaşlılar için de taahhüt etmektedir.
Adapazarı Hacı Baba Lokantası İşçilerinin Telgrafı
Dün gece geç vakit Spor Servisimize gelen bir telgraf, aynen şu cümleleri ihtiva etmekteydi:
“Fener-Galatasaray maçında, Fener galip geldiği takdirde bir tepsi hindi dolması, bir tepsi kabak tatlısı göndereceğiz – Hacı Baba Lokantası İşçileri“
İki ezeli rakibin Pazar günkü karşılaşmasından şimdiden heyecanlanan taraftarlar arasında başlayan bu saha dışı mücadelenin maç gününe kadar devam edeceği tahmin edilmektedir.
Dünkü bilançoya nazaran Fenerbahçe taraftarları, bu mevzuda öne geçmişlerdir. Galatasaraylıların da ezeki rakiplerinden aşağı kalmayarak bazı teşebbüslere girişecekleri bildirilmektedir.
Sadık Oğulları Firması Fenerbahçe’nin En İyi Oyuncusuna Elektrikli Süpürge Verecek
Beyoğlu’nda Sadık Oğulları Firması sahipleri Refik-Müfit Sadıkoğulları kardeşler, Pazar günkümaçta Fenerbahçe galip geldiği takdirde takımın en iyi oyuncusuna 200 Lira kıymetinde bir elektrik süpürgesi hediye edecektir. Bu hususta adı geçen firma sahipleriyle, spor yazarlarımızdan teşkil edilecek bir jüri Fener’in en iyi oyuncusunu tespit edecek, hediyesini vereceklerdir.
Hasanpaşa Fırını Gündüz’ün Boyu Kadar Kandil Simidi Hediye Edecek
Hasanpaşa fırını sahibi Yılmaz Altınışık, Galatasaray takımı bu maçta galip gelirse, antrenör Gündüz Kılıç’a boyu kadar kandil simidi hediye edecektir. Koyu Galatasaraylı olan Yılmaz Altınışık, Galatasaray için 20 kilo ağırlığında bir pasta hazırlamaktadır. Bu “Zafer Pastası”nın kreması sarı-kırmızı renkleri ihtiva edecek ve üzerinde “Kalbimizdeki Galatasaray’a” ibareci yazılacaktır.
Fenerbahçe Futbolcular Altı Ay Boya Parası Vermeyecek
Beyoğlu’nda Ağa Camii karşısındaki Olimpiyat Lostra Salonu sahibi İbrahim Bengisu enteresan bir vaadde bulunmuştur. İbrahim Bengisi, Fenerbahçe, Galatasaray’ı yendiği takdirde Fenerli futbolcuların (antrenör dahil) altı ay müddetle ayakkabılarını bedava boyayacaktır.
Garson Koço Galatasaray’a Baklava Dağıtacak
Degüstasyon Lokantası garsonlarından Koço, Galatasaray, Fener’i yendiği takdirde gol atacak oyunculara birer tepsi baklava dağıtacağını bildirmiştir.
Fenerbahçelilere Verilecek Gömlekler
Fenerbahçe-Galatasaray maçının neticesi gömlekçiler arasında da iddia mevzuu olmuştur.
Sultanhamam Balcı Han 31 numarada gömlekçi Kemal Almızrak, Marpuççular Abud Efendi Han 34 numarada gömlekçi Bensiyon Kastiel, aynı handa 35 numarada gömlekçi Jozef Kunya, Fenerbahçe galip geldiği takdirde 11 oyuncuya birer gömlek, ayrıca her gol atan oyuncuya da birer ipekli gömlek hediye edeceklerdir.
Çeşitli Hediyeler Verecek Diğer Mağazalar
Mahmutpaşa Attarbaşı Han 20 numarada Çantacı Lefter Portakalidis, Fenerbahçe kazandığı takdirde her gol atan oyuncuya birer kadın çantası verecektir.
Galata Şair Ziya Caddesi 20 numarada “Barokas Basımevi” Fenerbahçe galip geldiği takdirde bütün oyunculara Nylon kartvizit hediye edecektir.
Mahmutpaşa Manastır Han’da 11 numarada tuhafiyeci İlya Eskenazi, Fenerbahçe galip gelirse, bütün oyunculara birer çift eldiven hediye edecektir.
Bir Ay Bedava Traş ve Bedava Elbise
Galata Arap Camii Nafe Sokak 7 numarada berber Bahattin Küçük, Fenerbahçe galip geldiği takdirde antrenör dahil 11 oyuncuyu bir ay müddetle bedava (saç sakal) traş edecektir.
Kadıköy Söğütlü Çeşme 22 numarada terzi Ahmet Üçer, Fenerbahçe’nin galibiyet golünü atacak futbolcuya, bedavadan bir kat elbise dikecektir.
Cihat Arman Bir Kupa Verecek
Cihat Arman Spor Mağazası, Fenerbahçe-Galatasaray maçının galibine verilmek üzere büyük bir kupa koymuştur.
Galata’da Kuledibi’nde Marmara Gazoz Fabrikası sahibi Fevzi Uzgören Galatasaray kazandığı takdirde 11 oyuncuya birer ve takım antrenörü Gündüz Kılıç’a da dört kasa gazoz gönderecektir.
Galatasaray-Fenerbahçe Maçı için Hediye Verecek Okuyucuların En Son Hediye Listesi
Fenerbahçe Galip Geldiği Takdirde Verilecek Hediyeler :
Nejat Özdemir (Samatya Yokuşçeşme Tramvay Durağı – Sarı Kanarya Bakkaliyesi 133/1 : 12 tane “Atatürk Portresi”)
İzmit Muzaffer ve Sedat Patır Kardeşler Pişmaniye İmalathanesi (Antrenör dahil 12 kutu pişmaniye)
Bursalı okuyucularımızdan Basri Okyar, galip geldikleri takdirde Fenerbahçelilere 12 kutu şeftali kompostosu vereceğini bildirmektedir. Diğer Bursalı okuyucumuz Şemsettin Özerel de Fenerbahçe’den gol atacak her oyuncuya bir kilo kestane şekeri verecektir.
Bursa Turan Şekerleme Fabrikası (gol atacak her Fenerbahçe oyuncusuna birer kutu ambalajlı kestane şekeri)
Mehmet Altınbaş (Sıhhiye vekaleti önünde gazete bayii (antrenör ve Fenerli futbolculara birer adet cep takvimi)
Galip Takıma Verilecek Hediyeler
Sabri Turgut : Kasımpaşa Bahariye Kışlası karşısı Berber Salonu (galip takım antrenörüne bir kol saati. Gol atan oyunculara birer Parker dolma kalem)
Karaca Matbaa ve Zarf Fabrikası galip gelecek takıma 15 kutu zarf.
Bir Fenerbahçeli gol başına 100 Lira koydu. (Fenerbahçe Kulübü azalarından Mustafa Angın yarınki maçta Fenerbahçe galip geldiği takdirde gol atacak her oyuncuya 100 lira mükafat verecektir.
Fenerbahçelilere bir sandık portakal (Haydarpaşa Gar Büfecileri Fenerbahçe galip geldiği takdirde bir sandık portakal göndereceklerdir.)
28 Şubat 1933 tarihinde Cumhuriyet gazetesini alanlar “Fenerbahçe ve Tayyareciler : Hava Zabitleri Namına Gelen Teşekkür Mektubu” başlıklı bir haber gördüler. Fenerbahçe Spor Kulübü bir süre evvel, kendi stadında oynayacağı maçlara havacıları ve denizaltı subaylarını ücretsiz alacağını duyurmuştu. Fevzi Uçaner, Muhsin Batur gibi isimlerin Fenerbahçeli olmasında bu kararın doğrudan payı var mıdır, bilinmez. Ama Kurtuluş Savaşı’nı veren Türk subaylarından “Fenerbahçe’nin sevgi ordusu” yaratan muhteşem bir hamle olduğu kesin.
Bu tarihten birkaç ay sonra Falih Rıfkı Atay, aynı gazetede şunları yazacaktı:
“Harp sonrası Türk gençliğinin henüz meyvasını almadık. Bu gençlik maddi ve manevi, bütün hayat sahnelerinde zayıftır. Onu bütün dünya gençlikleriyle yarışa sokalım ve bu yarışta kazancın esrarının disiplin ve organizasyon olduğunu kendimiz bildiğimiz kadar ona da öğretelim. Herhangi bir hız bir defa toplu olarak alındıktan sonra 10 sene büyük bir zamandır. Türk gençliği dünyanın her gencinden fazla, itimat, şeref ve irade kaynaklarının yakınındadır. Çünkü o, bu asrın en büyük destanını yaratmış olan neslin doğrudan doğruya çocuğudur.”
Fenerbahçe 1924-1934 yılları arasında üç kişilik yönetim kurulu ve müessisan heyeti tarafından idare edildi. Sait Selahattin Cihanoğlu, Ali Naci Karacan, Muvaffak Menemencioğlu ve Hayri Celal Atamer Genel Sekreterlik yaptılar. Başka konularda Türk sporu ne zaman hız aldı tartışılır. Fakat Fenerbahçe, Falih Rıfkı Atay’ı haklı çıkartırcasına kitleselleşmede hızını aldı ve bir daha da durulmadı. Halit Deringör “Fenerbahçe bir sevgi cumhuriyetidir” demişti. Bu da Fenerbahçe’nin sevgi ordusu idi.
Fenerbahçe ve Tayyareciler : Hava Zabitleri Namına Gelen Teşekkür Mektubu
Fenerbahçe Kulübü, kendi sâyiyle yaptırdığı stadyumda icra edilecek bütün müsabakalara, sporcu olarak tanıdığı hava ve denizaltı zabitlerini serbest olarak kabul edeceğini ilan etmişti. Fenerbahçe Kulübü’nün bu güzel kararı, bilhassa hava zabitleri arasında büyük bir memnuniyetle karşılanmış ve tayyare kumandanlığından kulübe şu teşekkür mektubu gelmiştir:
“Memleketimizdeki futbol terakkisine en ziyade ehemmiyet veren ve bu uğurda her türlü fedakarlıktan kaçınmayan çok sevdiğimiz Fenerbahçe’nin kendi emeğiyle vücuda getirdiği stadında biz tayyarecileri serbest olarak kabul edecekleri kararı bizi çok sevindirmiştir. Bu yüksek kulübün sporun her sahasındaki muvaffakıyetleriyle bizler de pek yakından alakadar oluyoruz. Fener’in bir galibiyeti tayyarecileri de bir Fenerbahçeli gibi alakadar ediyor ve sevindiriyor. Son kararınız üzerine sizi daha yakından görecek ve tanıyacak olan havacı arkadaşlarımın teşekkürlerini yazar ve bu mümtaz kulübümüzün muvaffakıyetlerinin devamını temenni ederek tayyarecilerin de Fenerli arkadaşlarına hürmetlerini yollar ve bu vesile ile ben de sonsuz selamlarımı sunarım efendim.”
Yazdığı iki kitap ile Fenerbahçe tarihine ışık tutan Dr. Rüştü Dağlaroğlu, farklı mecralarda onlarcasını yazdığı muhteşem eserlere, şu aşağıdaki yazıyı da eklemiş. Bundan 70 sene önce yayınlanan bu satırlarda, pîrüpâk bir Fenerbahçe sevgisi bulacak, bittiğinde insanı uykusuz bırakan bir sevda Fenerbahçe diyeceksiniz…
Fenerbahçe her yerde seviliyor. Onun geçtiği istasyonlarda saf saf olmuş göğüslüklü ilk mektep yavrularından, grup grup garnizon erlerine kadar “Yaşa Fenerbahçe!…” diye bağırıldığını görürsünüz. Maç yaptığı her yerde çok uzaklardan ve her çeşit vesaitle yığın yığın takdirkar gruplarının türlü tezahürat yapa yapa koştuklarına şahit olursunuz. İçten gelen bu sahneler, bu derin sevgi tezahürleri her Fenerbahçe mensup ve taraftarı için gönül açıcıdır.
Geçen haftaki seyahatte, her birinin üzerinde Sarı-Lâcivertten bir alamet göze çarpan, Herekeli bir gençlik grubu Perşembe akşamı treni doldurdu. Bana bir çiçek demetini ciddi bir eda ile :
Yolunuz açık olsun Rüştü ağabey!. Size lâyık değil amma, Pazartesi sabahı iki galibiyetle dönmeniz ümidiyle sunuyorum!… diyerek veren sarı lâcivert bereli, 14-15 yaşlarındaki, gürbüz Türk yavrusunu hemen tanıdım:
Haziran sonlarında Düzce’ye giderken trene atlayan bu sevimli çocuk, kompartımana girer girmez, sert bir tonla:
Rüştü Dağlaroğlu nerede?! diye seslenmişti.
Buradayım!. cevabıyla kendimi gösterince; ithamkar bir takınmış ve:
Takımın tertibini niçin İngilize bırakıyorsunuz? O bizim halimizi bilmez ki. Onun görüşü kendi milletine göredir. Bize uykusuz geceler geçirttiniz!.. Yeter artık!.. demişti.
Muhterem Kılıç isimli bu gürbüz yavruya o zamandan beri hayranlık beslerim. O, milletinin duygusuna tercüman olmuştu. Fenerbahçe, zaferiyle milletini güldürür, mağlubiyetiyle de uykusunu kaçırtır!…
İnsanı Uykusuz Bırakan Bir Sevda Fenerbahçe
Ankara’da, Pazar maçından sonra Belvü Palas’ın önünde, jandarmanın müdahalesini icap ettirecek derecede büyük ve coşkun tezahüratta bulunan ve Ankara’yı yerinden oynatan binlerce Muhterem Kılıç’lar karşısında hepimizin göğsü, bir defa daha, iftiharla kabardı. Derin Fenerbahçe sevgisinin alabildiğine yükselmekte oluşunu canlı levhalar halinde görmüştük.
Pazartesi sabahı saat 7’de Hereke’de yolumuzu bekleyen Muhterem Kılıç, kalabalık bir grubun başında ve bir yığın çiçekle vagona girdi. Boyundan büyük iki kocaman buketi verirken yüzü gülüyor fakat heyecandan hiç konuşamıyordu. Başındaki sarı lâcivert bereyi geriye doğru sıyırdı. Çaylarını içen Fenerli futbolculara uzun uzun, doya doya baktı. Nihayet trenin kalkacağına yakın, binlerce, yüz binlerce emsalinin duygularına yine tercüman oldu :
Rüştü ağabey; bu gece de sevincimden uyuyamadım. Arkadaşlarla sabaha kadar çiçek topladık, sizleri bekledik!.. diyebildi.