Etiket: Ahmet Rasim

  • Kurbağalıdere

    Kurbağalıdere

    On yıllar evvel, İstanbullu mahlasıyla “Ol Şehr-i İstanbul ki” isimli bir seri kaleme alan yazarın, bu yazıdaki konusu Kurbağalıdere… “İstanbullu”, bu muhitin asıl çöküşünü Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali’nin yanmasına bağlamış. Haksız da sayılmaz… Yazıyı okurken size zaman zaman neşe, fakat ekseriyetle hüzün eşlik edecek…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Ol Şehr-i İstanbul ki – Kurbağalıdere

    Kadıköy yakasında dolaşırken, buraya nice ve nice yıllar apayrı bir özellik ve güzellik kattıktan sonra bugün kendi haline terk edilmiş bulunan Kurbağlıdere’den bahsetmemek, İstanbul’un geçmiş yaşantısına karşı saygısızlık olur herhalde…

    Kurbağlıdere, İstanbul’un bu güzel yakasının en büyük bir eğlence ve bir mesire yeri idi. Kadıköy’ün o sevimli Kuşdili Çayırı’na ayrı bir güzellik katmakla da kalmayıp Yoğurtçu Parkı önünden tâ Kalamış koyuna kadar uzayıp giderdi.

    İlkbahar ve yaz aylarında bu dere rengârenk kayıklarla dolup taşar ve nice canlar en güzel kıyafetleri içinde burada seyrana çıkarlardı. Dere’nin akıp geçtiği yerdeki çayırlar da mahşeri kalabalık ile dolup taşardı. Kadıköy’ün en güzel ve en gözde konakları ve evleri bu derenin yanında yükselirdi. Bu ahşap evlerden pek çoğu günümüze dek ulaşmış bulunmaktadır.

    Bir zamanların bu en gözde köşesinin bugün gözden alabildiğine düşmüş olmasının nedeni, Kurbağalıdere’nin son zamanlarda eski şaşaalı günlerini tamamen unutturan bir hal ve hüviyete bürünmüş olmasıdır. Buraya gizlice verilen kanalizasyonların yanı sıra günden güne çamurla dolmakta bulunan dere bu havaliyi oturulması pek zor bir hale getirmiştir ne çare ki. Bu nedenle yalnız Kurbağalıdere değil, kıyılarında yükselen o eski güzelim konaklar da mukadder akibetlerine terk edilmiş durumdadırlar. Dolayısiyle bu konakların yer aldığı arsalar bile gözden düşmüştür ne çare ki. Bir zamanlar Kadıköy yakasının en muteber arsaları bugün bir karış toprağın bir servet teşkil ettiği çevrede «yüzüne bakılmaz» duruma dûçar kalmıştır maalesef.

    Kurbağalıdere

    Kurbağalıdere Kadıköy semtinin yalnız en gözde bir mesire yeri değildi, aynı zamanda bir spor merkezi idi de. Bu derenin hemen yanındaki çayırı, İstanbul futbolunun doğuşuna sahne olmuştu, İngilizlerin yurda soktukları bu cazip oyun bu çayırda yine İngilizler tarafından ilk kez oynanmıştı. Sonra yine bu çayırdan Kadıköyün diğer çayırlarına yayılmış, oradan da bütün İstanbul’u kaplamıştı.

    Bu semtte doğan Fenerbahçe kulübü, 1914 yılında bu derenin hemen kenarında beyaz boyalı güzel bir lokale taşınmış ve burada Türkiye’nin an büyük bir spor kulübü haline gelmişti. Fenerbahçeli futbolcuların teşebbüsü ile alınan bir sandal, Türkiye’de spor kulüplerinin ilk kürek faaliyetini teşkil etmişti. Ve Türkiye’de kürek sporunun temelinin atıldığı yer de bu vesile ile Kurbağalıdere olmuştu.

    Fenerbahçelilerin 1914 yılı yazında Nehabet adında bir ustaya bu derenin üzerinde yaptırdıkları ahşap kayıkhane, bir spor merkezi haline gelmiş bulunan Kurbağalıdere’ye ayrı bir önem kazandırdı.

    Fenerbahçe kulübünün 20 Mart 1914 cuma günü parlak bir törenle açılan dere kenarındaki, beyaz boyalı ahşap kulüp lokali, yalnız bu kulübün değil, Türk sporunun da bir çok unutulmaz olaylarına sahne oldu.

    3 Mayıs 1918 günü Fenerbahçe kulübünün bu lokalini ziyaret eden Anafartalar Kahramanı Mirliva Mustafa Kemal Paşa burada birkaç saat geçirmiş ve kulüp hâtıra defterine intibalarını yazmıştı :

    «Fenerbahçe Kulübünün her tarafta mazharı takdir olmuş bulunan âsarı mesaisini işitmiş ve bu kulübü ziyaret ve erbabı himmetini tebrik etmeyi vazife edinmiştim. Bu vazifenin ifâsı ancak bugün müyesser o- labilmiştir. Takdirat ve tebrikâtı buraya kayıt ile mübahiyim. 3.5.1334 (1918) – Ordu Kumandanı M. Kemal»

    Kulüpten Moda’ya gitmek üzere ayrılan Mustafa Kemal Paşa, Kurbağalıdere iskelesinden Fenerbahçe kulübüne ait iki çifte bir futaya binmiş ve bu dereden futa ile Moda’ya gitmişti. Aradan dört yıl geçmeden vatanı kurtaracak olan büyük kahramanı kulüpten futa ile Moda’ya götürmek şerefi ise Fenerbahçeli Mustafa Elkâtip Bey’e ait olmuş, küreği bu eski Fenerbahçeli çekmişti.

    Bu kulüp lokali Türk spor tarihinin en hareketli faaliyetine sahne olmuştu. Fenerbahçe’nin çeşitli yaşlardaki futbolculardan kurulu on beş futbol takımı lokale 50 metre mesafedeki sahaya (bugünkü Fenerbahçe stadı) giderlerken, atletler piste çıkarlar, hokeyciler Kuşdili çayırında egzersiz yaparlardı. Kürekçiler derede çalışır, yelkenciler buradan yelken açarlardı. Tenisçiler hemen bitişikteki kortta oynarlarken, patenciler beton pistte kayarlardı. Salonda da boks, halter, eskrim ve cimnastik çalışmaları yapılırdı.

    Geceleri ise toplantı salonunda toplantılar, çeşitli müsamereler tertiplenir, konserler verilirdi. Kulüp azasından bulunan Ibnürrefik Ahmet Nuri, Ahmet Rasim, Ali Rıfat, Ekrem Besim gibi edebiyat ve musiki âleminin ünlü isimlerinin yanı sıra yine azadan Muhiddin Sadak ve futbolculardan Münir Nureddin (Selçuk) beyler bu unutulmaz gecelere ayrı renk katarlar, yaz gecelerinde Kuşdili çayırı ve Kurbağalıdere saz ve ses ahengi ile yıkanırdı.

    5 Haziran 1932 pazar gecesi çıkan bir yangın bu beyaz boyalı ahşap binayı içindeki binbir hâtıranın yanısıra spor sahalarında kazanılmış 107 parça kupa ve mükâfat ile birlikte kül ederken Kurbağalıdere en büyük ve en acı bir kaybına uğramıştı.

    Bu yangından sonraki yıllarda geçen her gün Kurbağalıdere’nin aleyhine tecelli etti. Her geçen gün bu delrnin şaşaası biraz daha söndü. O berrak su bir çamur deryası halini aldı. Yasemin, manolya ve mor salkımların içleri bayıltan o güzelim rayihasının yerini kanalizasyondan çıkan boğucu ve tiksindirici hava kapladı. Ve Kurbağalıdere’nin eski günlerden bu yana sadece tatlı bir anısı kaldı..

    Kurbağalıdere

  • Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe

    Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe

    Marmara Üniversitesi bünyesinde yer alan Taha Toros Arşivi‘nde muhteşem bir belgeye rastladık. Tabii ki “Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe Tarihi” derken kulübümüzün değil, semtin tarihinden bahsediyoruz ama okurken siz de çok keyif alacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tarihte Fenerbahçe

    FENERBAHÇE, adını batı ucunda eskiden beri mevcut olan bir deniz fenerine nisbet almıştı; tarih kaynaklarımızda «Fener Bahçesi», yahut «Fenerli Bahçe» isimleri ile kayıtlıdır.

    Bu yarımada İstanbul’un fethinden XIX. yüzyıl ortalarına kadar padişahlara mahsus mîrî bir bahçe idi; deniz fenerinden başka padişahlara mahsus küçük yazlık bir kasır, havuzlar, çiçek bahçesi, bahçenin muhafızları bostancılar için bir mescid vardı ve küçük bir koru ile bezenmişti. Zamanımızda, millî emlâkten umuma açık bir mesiredir. Kasırdan, havuzlardan, mescidden eser kalmamıştır.

    XVII. yüzyılın büyük yazarı Evliya Çelebi, civarından bahsederek buranın sadece adını kaydediyor: «Kalamış Burnu teferrücgâhı, Kadıköyü bağları ile Fenerbahçesi arasında bir körfez içre beyaz kumsal bir denizdir. Cümle dilberân ve uşşâkaan-ı sâdıkan orada deniz melekleri gibi yüzerler» diyor.

    Kalamış bir koydur; Fenerbahçesi ismini yazmakla beraber, Evliyâ’nın «Kalamış Burnu» dediği, yer ancak Fenerbahçesi yarımadası olabilir, büyük yazar burada bir târif sürçmesine düşmüştür.

    Evliyâ Çelebi buradaki deniz fenerinden ve kasırlardan bahsetmiyor; fakat çağdaşı Ermeni yazarı Eremya Çelebi Kömürciyan «İstanbul Tarihi» isimli eserinde:

    «Kadıköy’den Fenerlibahçe’ye kadar uzanan saha, gözleri okşayan bağlarla örtülüdür. Burada köşkün önünde denizin içinde atılmış metin bir temel üzerinde yekpare bir heykel gibi yükselen kulenin tepesinde fener yanmaktadır. Bahçe ve köşk yarım günlük mesafeden görülmekte olan bu fenerin adı ile yâd edilir. Çınar ve servilerle dolu olan bu padişah bahçesinin karşısında deniz içinde uzanmış ve her taraftan görülmekte olan güzel bir köşk vardır. Akdeniz’den gelen ve İstanbul’dan giden bütün gemiler, garba nâzır olan bu köşkten temâşâ edilir…» diyor.

    Fenerbahçe, XIX. asır başında, padişahlara mahsus bir bahçe olmaktan çıkmış, Haydarpaşa çayırı ile birlikte, halkın gezip eğlendiği meşhur mesirelerden biri olmuştur:

    Mahfîce dün ağyar ile
    Gezdim Fener’de el ele
    Haydar’da ettiğin hele
    Yazık sana yazık sana
    (Latif Ağa, Hicazkâr Şarkı)

    Fenerbahçe, halka açık bir mesire olarak en parlak devrini, II. Sultan Abdülhamid devrinde yaşadı. İstanbul halkı için hayli uzakça bir yerdi. Kadıköy’den Fenerbahçe’ye araba ile gitmek pahalı, yürümek yorucu olduğundan, ana demiryolu üzerinde «Feneryolu» adiyle hususî bir istasyon yapılmış, buradan da yarımadaya kadar bir ek demiryolu döşenmişti.

    Ahmed İhsan, Tokgöz, sahibi olduğu Servet-i Fünûn mecmuasında bir hafta sohbetinde şunları yazıyor:

    «…Haydarpaşa garından Fenerbahçe’ye hareket etmek üzere olan trenin kalabalığı tasavvurun dışında. Tamamen dolmuş vagonlara birkaç vagon daha ilâve ettiler; yarım saat sonra bir tren daha hareket edecekti… Gar ve rıhtım üstü renkli yaz esvaplarını giymiş halk ile doluydu.

    «Oh! Ne letafet; tren yolu boyu iki yanı papatyalarla donanmış, Fenerbahçesi’ne doğru hafif bir meyil ile ağır ağır inen tren ve keskin düdüklerini etrafa aksettiren trenin penceresinden sarkmış başlar… Bizden evvel gelmiş civar semtler halkı, yarımadanın heybetli ağaçları altında, zümrüt gibi çimenlere çocuk sevinci ile yayılmış…» (Mayıs 1893).

    Civar semtler halkının bir kısmı yaya, bir kısmı da çeşit çeşit arabalarla gelirdi. Yarımadayı fırdolayı dolaşan bir araba yolu yapılmıştı, arabanın bu yolda dolaşmasına «Tur» denilirdi.

    O devrin ünlü muharrirlerinden Ahmed Râsim de Mâlûmat gazetesinde yazdığı mektuplarında Fenerbahçe mesiresinden şöylece bahsetmektedir:

    «Fenerbahçe mesiresinde fakir ve orta tabaka halk, tekerleklerin ve arabalara koşulmuş hayvanların ayaklarının kaldırdığı kesif bir toz bulutu altında çimenlere serilir, hoşça bir gün geçirmeye çalışırdı. Arabalar, Fenerbahçe turunu, durmadan fıldır fıldır dönerlerdi; kibar takımı, birinci turdan sonra dönüp giderdi. Bu araba selinde İstanbul’un her çeşit arabası görünürdü: «Çek çek»lerden tutun da parasol, bağ arabası, payton, brik, kupa, lândon, yarım lândon, tek atlı, çift atlı…

    Kadınlardan çarşaflılara yaşmaklılar ekseriyetle arabalarda yeldirmeliler, parasollarda ve bağ arabalarında bulunurlardı. İkinci kısım halk da ekseriyeti teşkil ederdi. Dolma, helva tabaklarını, yenecek yemiş vesaireyi hâmil olan sepetler, arabada en geride bulunurdu. Onun yanında mama dadı, onun yanında beyaz dadı, onun yanında efendi, ağa, bey, küçük bey, küçük hanım, ondan sonra, çatık çehreli büyük vâlide île küçük anne mevki alırdı»

    Fenerbahçe mesiresinin yanında, yarımadanın güney kıyısında mesîre kadar meşhur deniz hamamları vardı; bu hamamlardan erkek hamamı, yerini Fenerbahçe plajı adı ile bir plaja terk etmiş, zamanımızda kurulmamaktadır. Kadınlar hamamı ise durmaktadır, âdetâ plaja bir ek olmuştur, fakat bir kadınlar deniz hamamı hususiyet ve mahremiyetini kaybetmiştir.

    Yarımada zamanımızda meşhur bir mesiredir. Üzeri yer yer bodur mazılar ve halkın gölgelerinden faydalandığı çitlenbik ağaçları vardır. Bir plaj bulunmasına rağmen, halk, bilhassa çocuklar ve gençler, yarımadanın güneyindeki kayalar üstünde soyunup, açıkta bir plaj ücreti ödemeden denize girer. Ocakları, tezgâhları dört tekerlekli arabalara oturtulmuş bir kahvecileri vardır. Seyyar köfteciler dolaşır.

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe

    Manzara Güzelliği

    Yarımadanın, deniz fenerinin de bulunduğu batı ucunun Marmara’ya nezâreti fevkalâdedir. Kuzey kıyısı Galatasaray ve Fenerbahçe spor kulüplerinin tesisleri ile halka kapanmıştır. Geniş koy, servet erbâbının ve bu spor kulüplerinin tenezzüh motörleri ve yelkenleri ile doludur. Yine o kıyıda, az içerlek bir yerde çok temiz bir kır lokantacığı bulunuyordu.

    Fenerbahçe mesiresi, Kadıköy vapur iskelesine, belediye otobüsleri ve dolmuş usulü ile yolcu taşıyan otomobillerle bağlıdır.

    İstanbul’un bütün mesirelerinde olduğu gibi, burası da geçen asır sonlarındaki hayatına nisbetle çok sönüktür.
    Feneryolu istasyonundan ayrılarak gelen demiryolu, 1935’ten beri metrûk idi, 1969 – 1970 arasında da raylar ve traversler sökülmüş, demiryolu tamamen kaldırılmıştır.

    Fenerbahçe Feneri

    Yarımadanın batıya doğru uzanan burnundadır; XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman zamanında bu mevkide padişahlara mahsus bir bahçe «Fenerbahçesi» adı ile anıldığına göre, bu deniz fenerinin daha o zaman mevcut olduğu aydın olarak bellidir. Muhtemeldir ki, burada ilk deniz feneri, Bizanslılar zamanında yapılmış olsun.

    Celâl Es’ad Bey «Eski İstanbul» adındaki eserinde, Bizans devrinde burada bir kulenin mevcudiyetini kaydediyor, fakat bu kuleyi bir deniz feneri olarak değil, o eski devirlerde ateş ile muhaberede kullanıldığını söylüyor.

    Bugünkü deniz fenerinin kulesinin XVII. yüzyılda IV. Sultan Murad tarafından yapıldığına dair çok sonraları yazılmış kayıtlar vardır. Bizce IV. Sultan Murad bu feneri ancak ihyâ etmiş olabilir; biz sarih bir kayda rastlamadık.

    Kıyı emniyeti bakımından Fenerbahçesi deniz fenerinin her gece ışık vermeye başlaması 1253 (1837 – 1838) te başlamıştır.

    Fener kulesinin kitâbesi yoktur, inşa tarihini tesbit edemedik. Bugünkü kulenin de II. Mahmud devrinde 1837- 1838 arasında yapılmış olması muhtemeldir. 21,80 metre yüksekliğinde kesme taştan yapılmıştır. Her altı saniyede bir beyaz şimşek gösterir; ışığı 10 mil açıktan görülür.

    Feneri ziyaretimiz tarihinde fener memurluğunda, doğma büyüme oralı Bayan Mediha Kara bulunuyordu; nazik, hatır sayar bir İstanbul hanımı idi. Namlı balıkçılardan Mehmed Kara’nın zevcesiydi. Babası Sabri Güler, 1920’de Fenerler İdaresi bir Fransız şirketinin elinde iken, bu fenerin memurluğuna tâyin edilmiş, onun vefatında da kızı aynı vazifeye geçmiştir. Baba-kız, 50 yıl bu fenere bakagelmiştir. Mediha Hanım, bir kız kardeşi, zevci ve iki oğlu Fener kulesi yanındaki lojmanda oturmakta idiler. Fener kulesinin küçücük bahçesi, gönül açıcı şekilde çiçekler ve meyva ağaçlarıyle imar edilmiş bulunuyordu.

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe

    Kaya ve Mendirek Fenerleri

    Kalamış koyunun güney kısmında, Fenerbahçe yarımadası önünde ve spor kulüplerinin malı tenezzüh ve yarış motor ve yelkenlileri yatar, iki yüz tekneye yakındır; onların korunması için 1937 – 1938 arasında, zamanın Başbakanı Celâl Bayar’ın himmetiyle Fenerbahçe yarımadasından körfeze doğru uzanan bir mendirek inşa edilmiş ve mendireğin ucuna da bir fener konmuştur.

    Bu fenerde, Latin asıllı Türk harfleriyle bir kitâbe vardır ki, metni şudur: «Atatürk’ün ve onun Başvekili Celâl Bayar’ın deniz sporlarına gösterdikleri yüksek himayenin yeni bir eseri olan bu kotra mendireği, 1938 senesinde İktisat Vekili Şâkir Kesebir’in emriyle İstanbul Deniz Ticareti Müdürlüğü tarafından yaptırılmıştır».

    Kitâbenin bulunduğu dört köşe mermer sütun üstündeki fenere, sütunun bir yüzüne dayanmış demir merdivenle çıkılır. Yine aynı yıllarda bir küçük deniz feneri de yarımadanın önündeki serpme kayaların «Yılan taşı» yahut «Öreke taşı» denilen en büyüğünün üstüne konmuştur.

    Fenerbahçe Kasrı ve Mescidi

    Yakın geçmişti halka açılmış İstanbul’un çok ünlü bir mesiresi olan Fenerbahçesi, geçen asır başlarına kadar padişahlara mahsus has bahçelerden biriydi; bu bahçede birkaç küçük kasır, muhafızları olan bostancı neferlerinin odaları koğuşu ve yine bostancıların bir büyük mescidi vardı. Bahçesinde çemen sofalar ve iki havuz bulunuyordu. Bu yapıların zamanımızda izleri bile kalmamıştır. Yalnız bir hamam harabesi duruyordu. Padişahların gece yatısına gelmedikleri, bir yaz mevsimi boyunca ancak bir, iki defa uğradıkları bu kasırda, hamama ihtiyaç görülmeyeceğinden, hamamın bahçe ve kasır muhafızları olan bostancılar için yapıldığını sanıyoruz. Harabede soğukluk ve harâre kubbeleri ile bir halvet-sofa kubbeciği duruyordu. Tahminimize göre bu hamam, bir küçük camekân, bir soğukluk, üç sofa ve iki halvetten mürekkep idi.

    Bir de yarımadanın burun tarafına yakın ve güney kıyısında bir sed kalıntısı görülür ki, zamanımızda bir kır kahvesi üzerine birkaç masa ve iskemle atmıştır. Eskiden kalma olup, yapısı, şekli çok değişmiş tek bina, yarımadacığa adını da vermiş olan burnundaki deniz feneridir.

    Mescid dolayısıyle Hadîkat’ül-Cevâmî’de şu mâlûmat verilmektedir:

    «Burası devlet yeri olduğu için, muhtasarca bir saray olup, I. Sultan Mahmud devrine kadar gayet mâmurdu; sonraları rağbetten düştü, hâlen eski binalarından iki havuz ile çemen sofa kalmıştır. Bir de bir bostancı ustası ve neferlerinin kışlaları (odaları) ve bostancılar için bir mescidi vardır; bir de mahsus bir kule vardır ki, gemilerin geceleri gelip geçmesi için tepesinde büyük bir kandil yanar.

    Şu beyit Fennî Efendi’nin Sâhil-nâme’sindendir:
    Fikr-i ruhsârı ile yandı tenim bilmez mi
    Aceb ol mâh Fenerbahçe’sine gelmez mi

    XVIII. yüzyılda Grelot tarafından çizilmiş bir panorama gravürde, Fenerbahçe deniz feneriyle kasırları gösterilmiştir; resim çok uzaktan çizilmiş olmasına rağmen, kasırların ve muhafızları olan bostancıların koğuşların etrafının bir duvarla çevrili olduğu aydın olarak görülmektedir. Bir minare görülmediğine göre, Fenerbahçe bostancılar mescidinin minaresiz, küçük ahşap bir yapı, belki de bir odacıktan ibaret olduğu anlaşılır.

    «Fenerbahçesi», yahut «Fenerlibahçe» kasrının veya kasnaklarının ne zaman yapıldığı bilinmiyor. Tezkiretü’l – Bünyân’da Mimar Sinan’ın yaptığı otuz üç saray arasında buranın adı vardır ve: «Fenerbahçesi Sarayı tecdîden bina olundu» diye kaydedilmiştir. Bu kayıttan, ilk binasının Kanunî Sultan Süleyman’ın ilk zamanlarında, XVI. yüzyıl başında veya XV. yüzyıl sonlarında, II. Sultan Bâyezid devrinde yapılmış olması gerekir.

    XVIII. yüzyılın ilk yarısında asrın büyük şâiri Nedîm, velinimeti Sadrâzam Dâmad Nevşehirli İbrahim Paşa’yı medih yolunda yazdığı kasidelerinden birine «Der Târîf-i Bağçe-î Fener der şehri Üsküdar» serlevhasını koymuştur. 22 beyitlik bir kasidedir. Ünlü şâirin «Üsküdar Şehri» demesinden kasdi, denizin karşı tarafında, Üsküdar şehrinin bulunduğu yakada anlamındadır.

    Kasideden, bu güzel kasrın bir ara ihmal edildiği, İbrahim Paşa zamanında. Lâle devrinde tekrar rağbet gördüğü ve bu kasırdaki havuzun İbrahim Paşa tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. Kasideden son beytini alıyoruz. Bu beyit, bir tarih mısraını ihtivâ ettiğinden çok kıymetlidir:

    Bu mısra’larla Nedimâ dedi tahsîn birle târihin
    «Bu nüzhetgâhı İbrahim Pâşâ eyledi ihya»
    1144-1 = 1143 (M. 1730)

    1 rakamı ile tâmiyeli tarih mısraından anlaşılıyor ki, Fenerbahçesi kasrının ihyâsı ve burada güzel bir havuzun yapılması, 1730 ihtilâlinden az önce, belki birkaç ay, hattâ birkaç hafta evvel tamamlanmıştır.

    1730’da tahta çıkmış olan I. Sultan Mahmud’un sır kâtibi Salâhî Efendi (belki ağa), hizmetinde bulunduğu padişahın emri ile günlük bir hâtıra defteri tutmuştur; çok kıymetli bir vesika olup, üniversite kütüphanesinin Türkçe yazmaları arasındadır. Bu defterdeki iki günlük kayıt, Fenerbahçe üzerindedir:

    «15 Muharrem 1148 (7 haziran 1735) pazartesi. Fenerbahçesi’ne gidilecekti. Biniş-i Hümâyûn ievâzımı ile binişçi kulları Fenerbahçesi’ne gittiler. Fakat padişahın hareketinden evvel deniz kabardı; müthiş bir yağmurla bir fırtına çıktı, padişah, Fenerbahçesi’ne gitmekten vazgeçti, binişçilerin dönmesi ferman olundu. Öğleden sonra hava açıldı, deniz yavaşladı. Padişah yalı köşküne gidip, ikindi namazını orada kıldılar. »

    «25 Muharrem 1148 (17 haziran 1735) perşembe. Sandal ile Fenerbahçesi’ne gidildi. Büyük havuz kenarında kurulan çadırda bir miktar gölgelendiler. Sonra, deryâ tarafındaki tentenin altına gittiler. Denize para atarak, nedimlerin, dilsizlerin ve çavuşların para kapışmak için esvapları ile denize atılmalarını seyrettiler.»

    Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe Tarihi

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe
  • Zamkinos Kapısı

    Zamkinos Kapısı

    Ofsayd Osman’ı tanır mısınız? Hayır, Sadri Alışık’ın beyaz perdede hayat verdiği muhteşem karakterden bahsetmiyoruz. En az o kadar muhteşem başka bir Ofsayd Osman daha var. Bir nevi hakikisi! Aşağıda 13 Mart 1950 tarihli Öz Fenerbahçe‘den Taksim Stadı’ndaki Zamkinos kapısı hikayesini okuyacağınız Ofsayd, Ahmet Rasim’in de torunu olan ünlü müzik adamı Osman Nihat Akın… Eserleri arasında “Bir İhtimal Daha Var O Da Ölmek Mi Dersin”, “Körfezdeki Dalgın Suya Bir Bak Göreceksin”, “Yine Bu Yıl Ada Sensiz İçime Hiç Sinmedi” gibi şaheserlerin de bulunduğu Osman Nihat Akın, 25 Ekim 1959’da aramızdan ayrıldı. Gitmeden önce müthiş bir Fenerbahçelilik ve sayısız güzel spor yazısı bıraktı. İşte onlardan biri…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Zamkinos Kapısı

    Daha önce biz mi Mısır’a gitmiştik? Yoksa onlar mı İstanbul’a gelmeyi düşünmüşlerdi?. Hiçbirinin farkında değilim. Yalnız içlerinde Prenslerin de bulunduğu bir Mısır takımı ile Fenerbahçe’nin maçı var! dediler. Kadıköyü’nde birkaç arkadaş küçük bir kafile halinde yola çıktık. Garibi şu ki; bizim kafilede de züğürtlükten kinaye kendisine “Prens” lakabı taktığımız Mustafa adlı kekeme bir arkadaşımız vardı. Eşek yükü ile dayak yediği halde bedavacılıktan bir türlü vazgeçmeyen Mustafa’yla yolda bir hayli takılmıştık. Taksim Kışlası’nın kalın duvarları önüne gelince hep birlikte kandilli bir selam çakıp :

    • İçeride tekrar buluşmak üzere şimdilik sizi yalnız bıraktığımızdan dolayı özür dileriz. Zatıaliniz Zamkinos kapısından cızz!

    Deyip onu orada bıraktık. Zamkinos kapısı kekeme Mustafa’nın süzüle süzüle girdiği demir bir parmaklıktı. Bu kapı şimdi bir tümen mevcutlu zevatı muhteremin göğsünü gere gere içeriye girdiği bir kapı haline geldi. Medeniyet başka bir şeydir vesselâm!…

    Neyse mesele orada değil ve bizi de alakadar etmez… Biz staddan içeri girdiğimiz zaman maç başlamış, Fenerbahçe Mısır kalesini adeta abluka altına almıştır.

    • Hakimiyet bizde…
    • Baskı altındalar!.
    • Hacıların kazanı kaynıyor!. gibi matraklarla tahta saloşlar üstünde dalga geçerken Prens hazretleri Kadri’yi atlatıp arkasından bomba gibi bir şut çekerek bize gol atmasın ı?

    Hacılardan evvel bizim akıbetimiz belli olmaya başladığı için artık tribün esprileri sona ermiş, onun yerine gırtlağımız paralanıncaya kadar :

    • Haydi Alâaaa!.
    • Koyuver Zeki’ii!.
    • Ortala Bedi’ii!..

    Diye nâralar atmaya başlamıştık. Nitekim Alaaddin bizim sözümüzü yerine getirerek, birinci haftaymın son dakikalarına doğru öyle bir burun çekti ki, Mısır kalecisi Rüstem Paşa hazretleri topun nereden girdiğini dahi fark edemedi. Birinci haftayımı 1-1 berabere bitirdik ama biz de bittik.

    İkinci Yarı

    İkinci haftaym yine aynı sür’atle başladı. Daha henüz birkaç dakika geçmemişti ki, Fenerbahçe’de o gün sağ açık oynayan Haydar, topu kaptığı gibi öyle bir sürüş sürdü ki olur şey değil… Bir kaleden öbür kaleye kadar devam eden bu sürüş esnasında hiç kimseye takılmadı. Fakat şut çekmek için bir zaviye bulamadığı gibi, topu da kaptırmamak gayreti ile güzel bir orta yaptı. Suat bu topu yere indirmeden bir vole..

    • Gol!. Vaziyet 2-1 Fenerbahçe lehinde..

    Bu golden sonra çocuklar müdafaaya çekildiler. Aman yarabbiii!..

    Kadri’nin o günkü hali hiç gözümün önünden gitmiyor. Şimdi tekmeleriyle meşhur olan (Eker-Biçer) o günkü Kadri’nin yanında bir teşrifatçı kadar nazik kalırdı.

    Fenerbahçe’nin 2-1 galibiyeti ile neticelenen bu maçtan sonra, Galatasaray da aynı takımla bir maç yapacaktı. Bundan evvel, Fenerbahçe’yi üst üste iki defa yendikleri için:

    • Adaaam sende!.. Biz Fener’i iki defa yendikten sonra Fener’in yendiği takımı da yeneriz!.

    Diyorlardı. Böyle düşünmekte ve bu şekilde hesap etmekte belki hakları da vardı. Lakin netice ne oldu bilir misiniz?

    Bu neticeyi bugün dahi söylemeye dilim varmıyor! Fakat tarihin bildiğini halden saklamaya ne lüzum var?

    Hacı beyler Galatasaray’a çorap satar gibi yarım düzine gol attılardı!.

    Görüyorsunuz ya ben neler bilirmişim de söylemezmişim.

    Ofsayd / 13 Mart 1950 – Öz Fenerbahçe


    Not : Osman Nihat Akın’ın bahsettiği maç, 20 Ağustos 1926’da Taksim Stadyumu’nda oynanan Fenerbahçe-El İttihat maçı… Fenerbahçe bu maça; Nedim Kaleci, Sabih Arca, Kadri Göktulga, Şevki, Cevat Sayit, Fazıl Eldem, Haydar Aşan, Alaaddin Baydar, Sedat Taylan, Bedri Gürsoy on biriyle çıkmıştı.

  • Vizörün içindeki Kuşdili

    Vizörün içindeki Kuşdili

    İstanbul Araştırmaları Enstitüsü (Suna ve İnan Kıraç Vakfı) arşivinden muhteşem bir Kadıköy fotoğrafı çıktı. İlk gördüğümüz andan beri “Vizörün içindeki Kuşdili bize ne anlatıyor?” sorusunu sorduk ve tabii ki en güzel yanıtı Alican Küçükcan ağabeyimizden aldık. Muhteşem bir fotoğraf ve bir o kadar muazzam bir yazı… “Keyifli okumalar” demeden önce belirtmeden geçmeyelim; fotoğrafın bulunduğu İstanbul Araştırmaları Enstitüsü çalışanlarına ve özellikle Furkan Sevim beyefendiye saygılarımızla…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Ressam ve Bir Düş

    Bahariye’de, bir köşkün cihannümasından Kuşdili, Hasanpaşa ve Acıbadem’e baktığımızı düşlüyorum, hani derler ya! uyandığında gerçekmiş hissi veren bir düş. Önümüzde uzanan görüntü hünerli bir ressamın elinden damlamış adeta. Her fırça darbesi bin bir özenle vurulmuş tuvale: 

    Buradan Karacaahmet’e kadar uçsuz bucaksız servi ormanının hışırdadığını biliyoruz. İlerisi göz görebildiği yere kadar hep mezarlık. Kuşdili çayırında eğlenenler hayatla ölümün sınırında olduklarını hiç düşünmüyorlar. Gülüyor, söylüyor, top oynuyorlar. Daha geçen hafta pazar günü Moda Futbol Kulübüyle, İngiliz Bahriyelileri İmogene kıran kırana bir maç yaptılar burada. Bu hızlı gösterinin galibi 1-0’lık sonuçla Moda oldu.. 3000 meraklı, kalesinde nefis plonjonlarla birçok şutu kurtaran Alex Sophiano’yu çılgınca alkışladı. Sophiano,hakemin  düdüğünden sonra omuzlarda taşındı. 

    Solumuzda uzanan ahşap denizinin altındaki Kuşdili çayırında sadece top oynanmadı. O geniş alan,  Kadıköylülerin hava almaya çıktıkları, ağır faytonların, ıhlamur ağacından yapılma geniş landoların cirit attıklarını, çayırda kurulan panayırda, şimdi tarih olmuş şerbetçilerin, kağıt helvacıların, muhallebicilerin, baloncuların ceplerinin şiştiği, yeldirmeli, maşlahlı güzellerin boy gösterdikleri, kısaca Kadıköy havalisinin eğlendiği geniş bir seyran yeri olmuştur. 

    Fenerbahçe Lokali

    Bu resim geçen yüzyılın başlarına ait. Tam da, Üsküdar kumandanı Bedirhani Ali Şamil Paşa, erkekleri Kuşdili’ne, kadınları Yoğurtçu’ya  pay etmeye uğraşıp, feryadını kimseye dinletemediği günler. Çayırın Kurbağlıdere kıyısına Galatalı Hamdi Reis’in çalgılı gazinosu kurulacak. Hamdi, evvelinde Galata’da kumar kahvesi işletmiş, Abdülhamit’in meşhur yaveri Fehim Paşa’nın adamlarından. Bu gazinonun yanında birkaç yıl sonra Fenerbahçenin lokalini göreceğiz. 

    Lokal bahçe içerisinde ve iki katlı olacak. Fotoğrafta yerleri boş ama, dış kapıdan girince sağ tarafındaki açıklığa tenis kortları yapılacak sonrasında. Bina inşa edildiğinde dereye bakan kapısı, köşede piyanosu olan, maroken koltuklu genişçe bir salona açılacaktır. Solda iç içe olan iki soyunma odasında, Zeki Rızalar, Alâlar, Kadriler çubuklu formalarını giyecekler. Suat, karbeyaz pantolununu, tişörtünü giyip, kortta raket sallayacaktır. Üst kattaki müzede kupalar, resimler ve hatıraların çerçevelenmiş halleri duracak. Fenerbahçe Kulübünün minnetsiz idmancısı, sarı lacivert forma altında bütün sporları yapmaya ve yaymaya çalışmış; kayıkhanede sandalları kalafatlayacak, korttaki fileleri eliyle örecek kadar fedakar Fenerbahçeli Galip, 6 Haziran 1932 günü lokal yandığında en çok gözyaşı dökecek olan sporcu olacaktır. 

    Fenerbahçe Lokali, alevlere teslim olmadan önce ulvi bir görev için koluna pazubant takmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya silah ve cephane sevkinin yapıldığı bir istasyon, Cumhuriyet yolunda ise önemli bir ‘yapı’taşı olmuştur. Ulu Önderin lokali ziyareti bu binada yaşanmış önemli dakikalardandır. 1920 yılında Hamit Hüsnü’nün lokalin yanına yaptıracağı kayıkhanede çok sayıda kürekçi filizlenecektir. 

    Fenerbahçe futbol takımı bu fotoğrafın içindeki sahalarda oyununu geliştirdi. Üzerine seneler sonra Dereağzı tesislerinin kondurulacağı Kördere Çayırı, Kurbağlıdere’nin hemen yanındaki Gemici çayırında Fenerbahçe idmancılarının izleri vardır. 

    Papazın Bahçesi

    Resmin sağ gerisinde, fotoğrafçı vizörünü biraz daha çevirseydi Kadıköy’ün ‘ehli diller yatağı’ denilen Papazın Bahçesini görecektik. Orası, doğanın yeşil sessizliğine meftun Ahmet Rasim’in müdavim olacağı, ağaçlar altında bir cennetti. Bahçeye bahar akşamları bülbül dinlemeye gelen çok olurdu. Ahmet Rasim orda etrafına şair Andelip, Eyüplü Neş’e, Muhsin, Borazan Tevfik, Ayı Raşidi toplar, alem yapardı. Papazın Bahçesinde bülbül sesi dinleyenler,  birkaç sene sonra, bahçenin hemen yan parseline yapılacak sahada, Fenerbahçeli sporcuların futbol sahasında icra edecekleri ahenkli sesleri duyacaklardı. Kurbağalıdere’nin doğusunda kalan bu alan vaktiyle Kardinal Andon Hassunyanın uhdesinde olduğu için bu ismi almıştı. 

    Fotoğrafın tarihinin 1905 civarı olduğunu tahmin ediyorum. Aşağıda, Kurbağlıdere yolunda,  bir sene kadar sonra 1906’da Göztepe istasyonunda vurulan Şehremini Rıdvan Paşa’nın katilleri yakalanacak ve apar topar Selimiye kışlasına götürülecekler. 

    Kurbağlıdere çayırında top peşinde koşanlar bu derdestten habersiz birçok maç yaptılar. Eski başkentin ilk futbolcularını şehire tanıtan La Fontaine’in Kadıköy Futbol Kulübü, “Harrier” denizcileriyle bu sahada yaptıkları sıkı gösteri maçı üzerinden yıllar da geçse de hep anılmıştır.

    Kadıköylüler 

    Ünlü besteci, Fenerbahçeli futbolcu Cafer Çağatay’ın babası Ali Rıfat Çağatay Yoğurtçu Köprüsü’nü geçince sol kolda kalan bir eve taşınalı bir sene bile olmamış daha. Köprü, fotoğrafın ortalarında beliren ahşap haliyle karşımızda.. Derenin iki yakasını kavuşturan ilk gerdanlık 30’lu yıllarda betona dönecek. Köprü, üzerindeki parke zemini, tramvay rayları, kendine hiç de yük olmayan, sırtından atladıktan sonra Bostancı’ya dek gidecek motrislerle eşsiz görüntüler verecekti. Kadıköy kumluktan kalkan tramvay arabalarına binip, bu civarda araçtan ineceklerden biri de (Ceylan) Bedri olacaktır. Bedri, sırasıyla Papazın çayırı, Silahtarağa, Union Kulüp, İttihadspor, Fenerbahçe Stadı isimleriyle bilinecek stadın tam karşısında oturacaktır. Futboldan sonra mesleği dişçiliğe dönecek, ilk milli maçımızın sol açığı Bedri’nin muayenehanesi Altıyolağzı’nda eskiden postahane olarak kullanılan sarı bir binadaydı. Binanın mimarı ilk futbolcularımızdan meşhur Hasan’ın babası Mehmet Ağaydı. 

    Fondaki yükselti Çamlıca tepesi.. İrtifa kaybederek yaklaşınca, Acıbadem’deki ortodoks kilisesinin apak halini farkediyoruz..Hemen sağında, pek seçemesek de :)  Kadıköy sularının çıktığı kaynak Üçpınar var. Abdülhamidin Başhafiyesi Ahmet Paşa’nın Peynirci Çiftliği denilen arazisinden geçen üç derecikle kucaklaşıp, Gazhane üzerinden Kadıköy çeşmelerine ulaşıyor bu ‘ab-ı hayat’.

    Bu hayat suyundan içenlerden biri de “Black Stocking” takımının ilk ve tek maçında  on birde kendine yer bulabilmiş  Sinekemani Nuri’dir.. Üstat, Namık Kemal’in küçük kardeşi Naşid Bey’in kızıyla evlidir. Fotoğrafçı, panoramik görüntü için makinesini ayarlarken Nuri belki de, Yoğurtçuçayırı caddesi 40 numaralı evinde, göğüse yaslanması sebebiyle ‘sinekeman’ adını almış kemandan battalca aletini çalıyordur. Ömrünü jimnastiğe ve musikiye  adamış olan Nuri Bey kalben Fenerbahçeliydi. Türk Sanat Musikisi’nde dev bir isim olarak kabul edilen, sarı lacivertlilerin ele avuca sığmaz sağ açığı Münir Nureddin ise Yoğurtçu çayırının karşısındaki evde oturmaktadır. 

    Fotoğrafın kadrajında kanat çırpan, buradayım diye uçuşan epeyi ayrıntı olduğu malum, onları da başka bir Kadıköy klişesi altında yakalar, konuştururuz efendim; sağlıcakla…

    Alican Küçükcan

    Vizörün içindeki Kuşdili
  • Çayırın Papazı

    Çayırın Papazı

    Biz Fenerbahçeliler için “Papazın Çayırı” çok şey ifade ediyor. Her ne kadar sitemizde yayınladığımız çeşitli evraklar sayesinde buranın stadımız arazisi olmadığını bilsek bile, komşumuz olduğu için bu çayırın kıymeti bâki. Peki kimdi bu çayırın papazı?

    Kıymetli gazeteci büyüğümüz Kansu Şarman, Bozkurt K. Yılmaz’a yolladığı bilgiyle bizim için bir perdeyi aralamış oldu. Biz de “İlk Fenerbahçe Marşının Bestekarı” Harutyun Sinanian için yardımını istediğimiz Türkiye Ermenileri Patrikliği‘ne bir kez daha danıştık ve yine sayın Başrahip Tatul Anuşyan bize aşağıdaki muhteşem bilgileri gönderdi.

    Merhum Dr. Müfid Ekdal’ın 1996 yılında Kadıköy Belediyesi tarafından “Kültür ve Bilim Hizmetleri” serisinin 1 numaralı eseri olarak yayınlanan “Bizans Metropolünde İlk Türk Köyü Kadıköy” isimli kitabından… Keyifle okuyacağınızı umuyoruz…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Papazın Bahçesi

    Kuşdili’nde Mahmut Dede Türbesi’nden Kızıltoprak tarafına yürüyünce, halen hiçbir izi kalmamış olan Kurbağalıdere’nin üzerinde bir Taşköprü vardı.

    Köprünün Kızıltoprak tarafındaki ayağından sonra yol ikiye ayrılır, bir tanesi sol tarafa kıvrılarak tren yolu köprüsünün altından geçer, hafif bir yokuşla Ziverbey yolu olarak devam ederdi. Diğeri ise düz gider ve Kızıltoprak yönüne doğru Bağdat Caddesi’ni oluştururdu.

    Fenerbahçe Stadyumu’nun arkasından geçen Bağdat Caddesi’nin sol tarafından yüksek bir duvar devam eder, ortasında iki kanatlı büyük bir demir kapı yer alırdı. Duvarın arka tarafında oldukça sık dikilmiş hünnap ağaçları yükselir, kocaman dalları duvarın üstünden caddeye sarkardı. Duvarın arkasında kalan geniş bahçenin kuzey kısmı tren yoluna dayanır, içindeki asırlık ağaçların heybeti sokaktan görülürdü.

    Buraya “Papazın Bahçesi” derlerdi.

    Bağdat Caddesi’ne Huzurlu Bir Tezat

    Ömer Efendi Sokağı ile Tiyatro Sokağı arasındaki Papazın Bahçesi’ne demir kapıdan girince yumurta büyüklüğünde siyah-beyaz Rodos taşlarından desenler verilerek döşenmiş bir sahanlık karşılardı sizi…

    Bağdat Caddesi’nin o zamanlar tozlu, bozuk, tenha görüntüsü ile Papazın Bahçesi’nin sessiz, serin, huzurlu özelliği tam bir tezat teşkil eder, renk renk kuşların dallarda sıçrayışı, ahenkli cıvıltıları, mevsiminde bülbüllerin şakımaları insanı bir başka aleme götürürdü.

    Çınar, kestane, ardıç, meşe, kavak, çam ağaçları ve bunların arasını dolduran taflanların doğal bir orman haline getirdiği bahçenin büyük bölümünde erik, ayva, armut, hünnap, kayısı, ceviz ağaçlarından oluşan bir meyvelik mevcuttu. Bir zamanlar üzümlerinin de pek meşhur olduğu Papazın Bahçesi’ne “Papazın Bağı” da diyenler vardı. 1930’lu yıllarda ise bağlar artık yok olmuş, geriye yamru-yumru siyah, çelimsiz kütüklerden başka bir şey kalmamıştı.

    Bir bölümünde sebze yetiştirilen, diğer bir kısmına ekin ekilen araziyi kira ile tutanlar, kira bedelini Ermeni Katolik Patrikhanesi’ne öderlerdi. Agop Tenieloğlu bu işi tam otuz yıl yapmış, Papazın Bahçesi’ni işletmişti.

    Bahçede iki katlı, tuğladan yapılmış bir bina vardı. İlk zamanlar işçi, arabacı ve seyislerin oturduğu binada 1945’li yıllarda bir aile oturur, cins tavuklar yetiştirir, yumurtalarını satardı.

    Ayrıca ahır ve arabalık da yapılmıştı.

    Geniş bahçenin su ihtiyacı büyük bir bostan kuyusundan karşılanırdı. Kuyunun etrafında başı dönmesin diye gözleri bağlı bir atın çevirdiği, melodik gıcırtılarla dönen su dolabının ve yine aynı kuyu üzerine monte edilmiş yüksek bir rüzgar su tulumbasının çektiği buz gibi, tertemiz su dokuz metre boyunda, sekiz metre eninde, üç metre derinliğinde bir havuza dolar, buradan bahçeye dağılırdı.

    Pazar günleri rahibe okulunun kızları gelir, papatya toplar, rahibelerin gözetiminde piknik yaparlar, bir başka Pazar ise Saint Joseph Lisesi’nin öğrencileri, hocaları ile birlikte gelir, koşar, oynarlar, mutlu bir gün geçirirlerdi. Sıcak yaz günlerinde bu ulu ağaçların gölgesinde geçirilen saatleri hatırlayan o yılların birkaç öğrencisi hâlâ hayattadır.

    Müzik, Edebiyat, Şiir ve Hatıralar Bahçesi

    Bahçeyi bir müddet Cemil Bey isminde birisi işletmişti. Cemil Bey bahçede kalmaz, akşamları evine giderdi. Cemil Bey yazdan yaza çalışan, fakat müşterileri edipler, şairler, müzisyenlerden oluşan bir gazino açmıştı.

    Kimler gelmezdi ki oraya… Bestekar ve edip Ahmet Rasim Bey, Hafız Burhan, Osman Nihat, Neyzen Tevfik, Kemal Niyazi Seyhun, Tamburacı Osman Pehlivan, Sururi ailesinin fertleri, o zamanlar oldukça genç olan Sadi Işılay Papazın Bahçesi’nin devamlı müşterileri idi. Gerçi Ahmet Rasim Bey’in daha sık devam ettiği yer, Şifa’da Kalamış Koyu’na bakan Yervant’ın salaş meyhanesiydi; ama Papazın Bahçesi’ne de her fırsatta uğrar, bazen de sabahlardı.

    Müzik, edebiyat, şiir ve geçmişe dair anıların konu edildiği, tadına doyulmaz sohbetlerin sürdüğü bahçede çok kere güneş, bu yerleri asla doldurulamayacak insanların üzerine doğardı.

    Bülbüllerin sesi Hafız Burhan’ın gazellerine, Tamburacı Osman Pehlivan’ın kendi bestesi olan “A benim mor çiçeğim, sen doldur, ben içeyim” namelerine karışır, masa başındakiler büyük bir huşu ile dinler, bir başka alemde yaşarlardı.

    1915 yılında Kanuni İhsan altı kişilik grubu ile bir yaz burada musiki icra etmişti.

    Çayırın Papazı Andon Hassunyan

    Bu bahçeyi ilk kuran, bu ağaçları diktiren acaba kimdi? Herkes Papazın Bahçesi derdi ama, papazdan en küçük bir iz bile kalmamıştı. Halbuki buraların ilk sahibi büyük bir din adamı olan Kardinal Andon Hassunyan’dı.

    Hassunyan Halepli bir Ermeni katolik aileden 13 Haziran 1809’da Beyoğlu’ndaki Lale Sokağı’nda doğmuş, 13 Haziran 1823’de İlahiyat öğrencisi olarak Roma’ya gitmişti. Lale Sokağı halen yoktur. Onun yerinde bugün Büyükparmakkapı Sokağı’nı görüyoruz.

    8 Eylül 1842’de rahip olmuş ve İzmir yolu ile İstanbul’a gelerek psikoposlukla takdis edilmişti. Hassunyan, 1852 yılında Ermeni genç kızlarının eğitimi için Ermeni Sörler Cemaati’ni kurdu. Bu teşkilat gerek Türkiye’de gerekse yabancı ülkelerde ilk defa yapılan bir girişimdi. Hassunyan bundan sonra aynı okulları Lübnan, Mısır, Irak ve Suriye’de de açacak ve çok geniş bir organizasyon kuracaktır.

    Marush patriğinin vefatı üzerine Andon Hassunyan Ermeni Katolik Patriği olarak seçilmiş, 1849’da Sultan Abdülmecit tarafından IX. Papa Pius’un papalık merasimine iştirak etmek üzere Roma’ya gönderilmişti.

    Hassunyan, Patrik sıfatıyla Anadolu ve Lübnan’daki bütün Ermeni kiliselerini ziyaret ederek, Doğu işlerinde Papa’nın yakın ve güvenilir yardımcısı olarak uzun yıllar görev yapmıştır.

    Hassunyan, 1866 yılında dünyadaki Katolik Ermenilerinin patriği seçildi. 1870’de Vatikan I. Ekümenik sinodundaki 60 piskopos arasından en çok takdir edilen bir din adamı olarak isim yaptı.1880 yılında XIII. Papa Leo’nun seçimi için tekrar Roma’ya gitti.

    Papazın Bahçesi olarak bilinen arazinin demiryolunun üst tarafına düşen bölümünde Hassunyan’ın çok güzel, kâgir bir evi vardı. Evin önünden Bağdat Caddesi’ne kadar uzanan bahçe 22 dönümdü. 1872 yılında Haydarpaşa-İzmit demiryolunun yapımına başlanmış, yol Hassunyan’ın bahçesinin ortasından geçip, ikiye bölmüştü. Patriğin evi tren yolunun üst tarafında, hafifçe yüksek bir tepenin üzerinde kalarak, alt bahçe irtibatı kesilmişti. Köşkte yaşayanların günlük trafiğini bozan bu bölünmenin giderilmesi için demiryolunun üstünden bir köprü yapılmış, böylece köşkle alt bahçe arasında yeniden irtibat kurulmuştu.

    Birinci Dünya Savaşı ve Bir Felaket

    Birinci Dünya Savaşı çıkınca, Haydarpaşa’dan Suriye ve Irak cephelerine devamlı asker sevkiyatı başladı. Tek ulaşım demiryolu ile oluyor, vagonlara tıka basa asker doldurulup, savaş hatlarına gönderiliyordu.

    Gene böyle bir asker sevkiyatı gününde mevcut vagonlar askerlere yetmemiş, vagonların üstüne de erler bindirilmişti.

    Tren Haydarpaşa’dan içleri, üstleri askerlerle dolu vagonlarla hareket etti. Hassunyan’ın iki bahçesini birleştiren köprünün altından geçerken, her şeyden habersiz vagonların üstünde giden pek çok erin kafası köprünün demirlerine çarparak parçalanmış, korkunç bir facia olmuştu.

    Bu son derece acı olaydan sonra köprü yıktırıldı, Hassunyan’ın arazisi yine iki parça olarak yaşamını sürdürdü.

    Eski ismi “Pera” olan Beyoğlu’nda 1831 ve 1871’de iki büyük yangın olmuş, ahşap olan Beyoğlu tamamiyle yanmıştı. Bu arada Ağa Camii yanında Sakızağacı Sokağı’ndan Ermeni Katolik Patrikhane ve Kilisesi de yangından kendini kurtaramayarak, kısmen hasar gördü. Hassunyan hem patrikhaneyi, hem de kiliseyi tamir ve inşa ettirdi. Onarım bittikten sonraki yıllarda III. Napolyon’un eşi kraliçe Eugenie ve Osmanlı sarayının ileri gelenlerinden birkaç memur 1869’da patrikhaneyi ziyaret ettiler.

    Hassunyan’a Papa’dan sonra en büyük mevkii olan “Kardinallik” ünvanı verilmişti. Bundan sonra Kardinal Hassunyan Roma’da kalacak ve halen devam etmekte olan Ruhani Koleji kuracaktır.

    Hassunyan 1884 yılında yetmiş beş yaşındayken Roma’da vefat etti.

    Bahçeye Ne Oldu?

    Katolik olan Kardinal Andon Hassunyan dini geleneklere bağlı olarak evlenemediği için çocuğu yoktu. Ölümünden sonra tren yolunun üst tarafında kalan köşkünü, Altıyol’daki Ermeni Kilisesi yanında bulunan Rahibe Okulu öğrencileri yazlık olarak kullandılar. Öğrenciler her yaz buraya gelir, bütün mevsim kalırlardı. Önceden bildirildiiği gibi demir yolunun alt tarafında kalan bahçe kiraya verilir, geliri patrikhaneye tahsis edilirdi.

    Zamanla her şey değişmiş, çevre kalabalıklaşmış bahçenin edip, şair, müzisyen sanatkar müşterilerinin yerini günlük ve geçici zevk erbabı almıştı. Uygunsuz çiftler gelir, taflanların arasında, ahır, işçi binalarında birkaç saat geçirip gider, hemen sonra yenileri gelir, bahçeyi idare edenler de bu işten para kazanırlardı.

    Ne gariptir ki, sahibi büyük ve teşkilatçı bir din adamı olan bahçe, önünden geçilmesi bile sakıncalı, şüpheli bir hale gelmiş, halk arasında yaygın ve çok kötü bir ismi çıkmıştı.

    En büyük Ermeni dini lideri olan Kardinal Andon Hassunyan’ın bir zamanlar dillere destan olan bahçesi adeta Sodom ve Gomore olmuş, akibeti de onlara benzemişti.

    Kardinalin varisi yoktu; vasiyeti de bulunamadı. Mahkemesi tam otuz yıl sürdü. Güzelim bahçe birkaç el değiştirdi ve İntaş şirketi bu araziye blok apartmanlar yapınca Papazın Bahçesi tarihe gömüldü.

    Hassunyan’ın evi bir müddet rahibe barınağı olmuş, sonradan o da yıktırılmıştı. En son yıkılan bölüm kalın, tonoz bir yapı olan su sarnıcı idi. Ev ve sarnıcın yıkılmasından sonra bunların bulunduğu 15-20 metre yüksekliğindeki tepeye buldozerler girdi, tonlarca toprak çıkardı, köşkün yerini demiryolu seviyesine kadar indirdi. Yüz elli yıllık ağaçlar kesildi. Bahçe duvarları büyük bir hızla yıkılıp, yollar açıldı. Eskiye ait ne varsa yok edildi.

    Böylece bir devir, başlangıç amaçlarına hiç de uymayan bir şekilde kapayıp, gitti…

    Dr. Müfit Ekdal

  • Bir Varmış, Bir Yokmuş, Futbol Türkiye’ye 1959’da Gelmiş! Ondan Öncekiler Hep Nazi imiş! Yerseniz…

    Bir Varmış, Bir Yokmuş, Futbol Türkiye’ye 1959’da Gelmiş! Ondan Öncekiler Hep Nazi imiş! Yerseniz…

    Hatırlarsınız, başkanımız sayın Ali Koç, Ekim 2019 tarihinde 1959 öncesi şampiyonluklar için şöyle bir beyanat vermişti :

    “Bizim argümanımız çok basit. TFF nezdinde oynatılan tüm şampiyonluklar sayılmalı diyoruz. İşin boyutunu çok mantıklı bir boyutta incelediğiniz zaman, tarafsız bakan herkesin hakkımızı vereceğini düşünüyorum.”

    Hemen arkasından, “bu konuda hiç söylenmemiş şeyler söylüyormuş gibi yapıp, aslında bin kere tekrar edilenleri biraz süsleyerek yazan” bir beyefendi ise şöyle buyurmuştu :

    “Futbol Birinciliği’ni  Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı düzenliyor. TİCİ’nin yerini 1936’da doğrudan dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’na bağlı olan Türk Spor Kurumu alıyor. Milli Küme’yi işte bu spor kurumu düzenliyor. İki yıl sonra da yerini, Nazi Almanya’sındaki Hitlerjugend (Hitler Gençliği) ve faşist İtalya’daki Opera Nazionale Ballila örnekleri dikkate alınarak kurulan Beden Terbiyesi Genel Direktörlüğü’ne bırakıyor. Bu kurum dönemin Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olduğu için, “Milli Küme” adı 1940’lı yıllarda ilk olarak “Maarif Mükâfatı”, sonra da “Milli Eğitim Kupası” oluyor. Dolayısıyla her iki turnuvanın düzenlenmesinde Türkiye Futbol Federasyonu hiçbir şekilde devrede değildi”

    Ali Sami Yen’in meşruiyetinde en ufak bir sorun görmediği (hatta bizzat içinde yer aldığı) ve Abidin Daver’in Galatasaray’a stadyum hediye edecekleri için öve öve bitiremediği teşkilatı Hitlerjugend’e benzetme garabeti bir yana, acaba gerçekler beyefendinin yazdığı gibi miydi? Elbette hayır! Şimdi yukarıdaki yazılara bir yenisini ekleyelim ve “1959 Öncesi Şampiyonluklar” konusunda Galatasaraylıların yarattığı sunî sis bulutunu biraz daha ortadan kaldıralım. Bu kez başrollerden biri, Galatasaray’ın 17 Mayıs’ta 40. ölüm yıldönümünde andığı sembol oyuncularından biri; Gündüz Kılıç.


    25 Mayıs 1947 Pazar günü Ulus gazetesinin birinci sayfasında şöyle bir haber vardı:

    Milli Eğitim Bakanı Dün Sporculara Bir Ziyafet Verdi

    1946-1947 mevsimi futbol birinciliği müsabakalarına katılan futbolcular şerefine Milli Eğitim Bakanı Şemsettin Sirer tarafından dün saat 21’de Mutlu salonunda bir akşam yemeği verilmiştir. Bu yemekte C.H.P. Başkan Vekili Şükrü Saracoğlu, Çalışma Bakanı Sadi Irmak, Başbakanlık Müsteşarı Cemal Yeşil, Vali ve Belediye Başkanı İzzettin Çağpar, Beden Terbiyesi Genel Müdürü Vildan Savaşır, spor federasyonları erkânı ve sporcular hazır bulunmuşlardır.

    Aynı gazetenin on birinci sayfasında ise tek devreli lig usulü oynanacak olan 1947 Türkiye Futbol Şampiyonluğu maçlarından ilkinin haberi görülüyordu.

    24 Mayıs 1947 tarihinde oynanan maçta, Hüsnü Teoman, Murat Alyüz, Necati Köksal, Selahattin Torkal, Samim Var, Müzdat Yetkiner, “Küçük” Fikret Kırcan, Erol Keskin, “Lawton” Suphi Ural, Halil Özyazıcı ve Halit Deringör ilk on biriyle sahaya çıkan Fenerbahçe, Ferit, Kemal, Oğuz, Mecit, Muharrem, Lütfi, İhsan, Halil, Mahmut, Bedri ve Rıza’dan oluşan Adana Demirspor’u “Lawton” Suphi Ural (2), Halil Özyazıcı (2), “Küçük” Fikret Kırcan ve Halit Deringör’ün golleriyle 6-0 yendi.

    25 Mayıs 1947’de oynanan ikinci maçta bizim için işler pek de iyi gitmedi. Ulus gazetesi karşılaşmayı şöyle anlatıyordu :

    Türkiye Futbol Birinciliği için dün yapılan karşılaşmada Ankara Demirspor takımı Fenerbahçe takımını 3-0 yenmeye muvaffak olmuştur. Bu müsabaka, kalabalık bir seyirci kütlesi tarafından takip edilmiştir. Türkiye Futbol Birinciliği’in son karşılaşması bugün şehrimizde Ankara ve Adana Demirspor takımları arasında yapılacaktır.

    Demirsporlular dün bu mevsim içinde çıkardıkları en başarılı oyunlarından birini Fenerbahçe’ye karşı oynayarak haklı bir galibiyete ulaştılar.

    Takımlar aşağıdaki kadroları ile sahada yer aldılar.

    Demirspor : Nevzat, İskender, Şevket, Mehmet, Naci, Mustafa, K.İsmail, Kadri, Gündüz, Rıdvan, Hamdi.

    Fenerbahçe : Hüsnü, Murat, Necati, Selahattin, Samim, Ömer, “Küçük” Fikret, Erol, Suphi, Melih, Halit

    Oyuna İzmirli ile hakem Fethi Turgay’ın idaresinde başlandı, iki tarafta seri bir oyun tutturdular, yerden ve kısa paslarla, birbirlerinin zayıf taraflarını yokladılar, Gündüz’ün dördüncü dakikada Fener kalecisine yaptığı hafif bir şarjdan sonra oyunun temposu bir parça daha hızlandı, fakat iki taraf da kendi aralarında anlaşamadıkları için bir müddet sallapati bir oyun izledik.

    On dokuzuncu dakikaya kadar devam eden bu hesapsız ve ahenksiz oyun arasında, Halit’in yaptığı münferit bir hücumdan sonra topu kapan Demirsporlular soldan yaptıkları bir hücumda, Gündüz’ün şimşek gibi bir şutuyla ilk sayılarını çıkardılar : 1-0. Bu gol Demirsporluları da Fenerlileri de canlandırdı. Demirspor sağ açığı İsmail güzel bir sürüşten sonra kaleci ile başbaşa kaldığı halde attığı şut boşa gitti.

    Fenerbahçe en seri oyuncuları olan Fikret’le, Suphi’yi besleyemiyor, buna inzimamen Demirspor müdafaası da yerinde müdahalelerle bu iki tehlikeli oyuncuya adım attırmıyorlardı.

    Otuz beşinci dakikaya kadar devam eden karşılıklı bir çekişme arasında zaman zaman iki taraf kalesi de sıkıştı, fakat ele geçen fırsatlardan iki taraf da istifade edemedikleri gibi, Demirsporlular sık sık ofsayta düştükleri için oyun hakem tarafından durduruldu.

    Devre sonlarına doğru Fener kalesine tekrar yüklenen Demirsporlular topu sağa geçirdiler, sağ açık İsmail son müdafi Necati’yi de atlatarak topu Gündüz’e verdi ve Gündüz kısa mesafeden bu pası Fener kalesine soktu, bu suretle Demirsporlular birinci devreyi 2-0 galip bitirdiler.

    İkinci devre başında Fenerlilerin yaptığı ilk akın boşa gittikten sonra, Demirsporlular da üst üste iki hücum yaptılarsa da, Fenerliler bunları kornere atarak durdurdular ve atılan kornerden Demirsporlular faydalanamadılar. Birinci devrede sakatlandığı için sol tarafı büsbütün muattal kalan Fenerbahçeliler, Fikret’i de işletemediklerinden topu ortadan söküp götürmek gibi güç bir usulü tatbik etmek zorunda kaldıklarından çok zorluk çekiyorlardı. Fenerbahçeliler bir ara kısa paslarla Demirspor kalesine abandılarsa da, Şevket’le İskender emsalsiz bir müdafaa yaparak Naci’nin de yardımıyla Fenerbahçe’nin bu hızını durdurduktan sonra yirmi altıncı dakikada topu birdenbire sağa geçirdiler, İsmail Fener’in hemen hemen bütün müdafaasını teker teker atlatıp topu Rıdvan’a geçirdi. Rıdvan da sağ ayağı ile vuracakmış gibi yaparak, topa sol vurarak kaleci şaşırtıp, Demirspor’un üçüncü golünü de çıkarınca Fener’in durumu bütün çıkmaza girdi : 3-0.

    Fenerliler buna rağmen topu ayaklarında çok tutup, fazla paslaştıkları yetişmiyormuş gibi, uzaktan şut çektikleri için Demirspor kalesine yaptıkları tesir de zayıf oluyordu

    Otuzuncu dakikadan sonra sertleşmeye yüz tutmasına rağmen iki tarafın oyunu tavsadı, bu arada bir müddet çelmeler, takışmalar da oldu ise de hakem kesin kararlarla bunları önledi, devrenin geri kalan dakikalarında Fenerliler bütün oyuncuları ile Demirspor yarı sahasına yerleştilerse de Demirsporlular da bütün oyuncularını geri çekerek sıkışık bir müdafaaya koyulduklarından bu vaziyet de Fenerbahçe’nin büsbütün aleyhine oldu.

    Demirsporlular da 3-0’lık galibiyeti kafi görerek dakikaları öldürdüklerinden Fenerbahçe sahadan mağlup çıktı.

    Dünkü oyunda Fenerbahçe şöhretine layık bir oyun çıkaramadığı gibi Demirsporlular da çok enerjik hareketlerle Fener’in oyununu bozduklarından bu netice hasıl oldu. Demirspor’dan Gündüz, küçük İsmail, İskender, Şevket, Naci, Fenerbahçe’den Samim, Selahattin, Boncuk Ömer çok güzel bir oyun çıkardılar. Hakemin idaresi iyiydi

    Bugün saat 17.30’da Adana Demirspor ile Ankara Demirspor takımları karşılaşacak ve Türkiye futbol birincisi bundan sonra belli olacaktır.

    Türkiye Futbol Birinciliği maçında Fenerbahçe’ye iki gol atan Ankara Demirsporlu Gündüz, Galatasaray’ın meşhur futbolcusu Gündüz Kılıç idi.

    Bu arada konumuzla biraz uzak, sevimli bir parantez açalım. Maç haberiyle aynı sayfada 1914 yılında Fenerbahçe’nin meşhur Kuşdili Lokali açılırken henüz 9 yaşında olan (ve kim bilir, belki de dedesi Ahmet Rasim Bey ile beraber orada bulunan) Osman Nihat Akın da maça dair bir makale yazıyor ve şunları söylüyordu:

    Fenerbahçe hiç şüphe yoktur ki memleketin her tarafında sevilmiş, milyonları bulan taraftar kazanmış bir kulüptür. Şimdiye kadar yaptığı maçlardan başka bilhassa yabancı karşılaşmalarda yalnız kendi mazisine değil, Türk Milletinin de spor tarihine şerefli yapraklar eklemiş bulunan bu kulüp, son zamanlarda nedense bir türlü istikrar tesis edemiyor. Bu kararsızlığın sebep ve âmillerini kurcalamak bizden ziyade Fener idarecilerini ilgilendiren bir konudur. Ancak futbol kalitesinin ibresi haline gelmiş bulunan bir kulübün her seferinde başka bir manzara arz etmesi, Fenerbahçe’yi sevenlerin kalplerini üzdüğü kadar, Fenerbahçe’ye rakip olanlara dahi azap vermektedir.

    27 Mayıs 1947 tarihli Ulus gazetesi birinci sayfada ve spor haberlerinde aynı büyük başlıkla çıktı:

    “Ankara Demirspor Türkiye Birincisi”

    Yine İzmirli Fethi Turgay’ın yönettiği maçta takımlar aşağıdaki şekilde dizilmiş; Demirsporlardan Ankara, Adana’yı Fenerbahçe maçındaki akıbete yeniden uğratarak 6-0 yenmiş ve Türkiye Şampiyonu olmuştu.

    Ankara Demirspor : Nevzat, İskender, Şevket, Ç.İsmail, Naci, Mustafa, K.İsmail, Kadri, Celal, Hakkı, Rıdvan

    Adana Demirspor : Ferit, Kemal, Ali, Mecit, Muharrem, Lütfi, İhsan, Halil, Akif, Bedri, Rıza

    Ulus gazetesi haberi şöyle bitiriyordu :

    Türkiye Birinciliğini Kazanan Ankara Demirspor takımı kendini yormadan rahat bir oyunla bu galibiyeti elde etti. Buna mukabil Adanalılar ellerinden geldiği kadar çalıştılar ve arada yaptıkları kombineli hücumlarla şut atabilselerdi belki bir iki sayı çıkartabilirlerdi. Hakem maçı güzel idare etti.

    Türkiye Futbol Birinciliğini kazanan Ankara Demirspor Kulübü ve idarecilerini tebrik eder. Başbakanlık Kupası’nda başarılar dileriz.

    28 Mayıs 1947 tarihli Ulus gazetesinin beşinci sayfasında “Bu organizasyonların Türkiye Futbol Federasyonu ile ilgisi yok” diyenleri utandıracak iki tebliğ alt alta yayınlandı. “Beden Terbiyesi Futbol Federasyonu Başkanlığı’ndan”

    Birincisinde “Beşiktaş Millî Eğitim Mükafatı Birincisi Oldu” diyor.

    İkincide ise “26 Mayıs 1947’de sona eren Türkiye Futbol Müsabakaları Birinciliği’ni Ankara’dan Demirspor takımı 946-947 yılı Türkiye Futbol Birinciliği’ni kazanmıştır” yazıyordu.

    1959 Öncesi Şampiyonluklar’a canla başla karşı çıkanlara yönelteceğimiz sorulara geçmeden evvel, son olarak şu haberi de verelim. Milli Küme şampiyonu Beşiktaş ile Türkiye Futbol Birinciliği Şampiyonu Ankara Demirspor, 31 Mayıs 1947’de “Başbakanlık Kupası” için karşı karşıya geldiler. Beşiktaş maçı 4-0 kazandı ve kupayı Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Peker’in elinden aldı. Ulus’un haberine göre törende, yaptığı konuşmaya “Yiğit Beşiktaşlılar…” diye başlayan Başbakan Recep Peker’den başka, C.H.P. Genel Başkan Vekili Şükrü Saracoğlu, generaller ve birçok zatlar da hazır bulunmuşlardı.

    Şimdi gelelim, 1959 öncesinin Türk futboluna adeta düşman olanlara sorularak sorulara…

    Senede bir gün yere göye koyamadığınız rahmetli Gündüz Kılıç’ı yılın geri kalan 364 gününde nasıl unuttuğunuzu sormayacağız. Onun cevabı herkesin malûmu…

    1. Sayın Ali Koç’un bu konuda söyledikleri belgelerle kanıtlanmışken, siz “Her iki turnuvanın düzenlenmesinde Türkiye Futbol Federasyonu hiçbir şekilde devrede değildi” diyerek neden gerçekleri saptırıyorsunuz?
    2. Hiç sıkılmadan “Nazi Almanya’sındaki Hitlerjugend (Hitler Gençliği) ve faşist İtalya’daki Opera Nazionale Ballila gibi” dediğiniz teşkilatın “Başbakanlık Kupası” organizasyonu kulübünüzün resmî sitesinde (gayet doğal olarak) yer alırken, siz nasıl oluyor da Milli Küme ve Türkiye Futbol Birinciliği’ne böyle bir iftira atıyorsunuz?

    Her zamanki gibi bitirelim…

    1959 ÖNCESİNİ İNKAR, CUMHURİYETİ İNKARDIR

  • Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali

    Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali

    Aşağıda okuyacağınız metin, 26 Mart 1914 tarihli İdman mecmuasından… Yazar 1914’den 1932’deki yangın felaketine kadar ikamet ettiğimiz Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali açılış gününü anlatmış. Fotoğrafta kimler yok ki? Elkatipzade Mustafa Bey, Hamit Hüsnü (Kayacan) Bey, Nasuhi Esat (Baydar) Bey, onun kardeşi, sonraki yılların müthiş Fenerbahçe forveti Alaaddin (Baydar), dönemin Fenerbahçe Başkanı Mehmet Hulusi Bey, Otomobil Nuri ve yazıda ismi geçenlerle birlikte bir çok ismi bilindik ama simasını hatırlamadığımız insan. Kısacası tam bir “Fenerbahçe Türkiye’dir” fotoğrafı. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali

    Fenerbahçe Spor Kulübü, Kuşdili’nde eski Uhuvvet Kulübü’nü makarr-ı ittihaz ederek Mart’ın yedinci günü resmi küşadını icra etmiştir.

    Spor aleminde şayan-ı dikkat kulüplerden biri olan Fenerbahçe’nin bu yeni kulüp binası izhar-ı cihet bir spor kulübü olabilecek şekilde ve hassaten öyle bir mevkidedir. Cuma günü kulüp spor âlâtıyla dahilen tezyin edilmiş ve dışarısı da alay bayraklarıyla donatılmıştı.

    İki buçukta bütün müdavim gelmeye başladı. O esnada kulüp azası bir içtima-i umumi akdetmişti. İçtimayı müteakip saat üçe doğru hazırûna hitaben Fenerbahçe Kulübü reis-i umumisi ve Hicaz Demiryolu müdür-i umumisi Hulusi Bey tarafından davete icabetlerinden dolayı teşekkür edildikten sonra kendilerinin Fenerbahçe Kulübü reisi olduğunu zikrederek :

    “İhtimal ki benim gibi yaşlı, nahif bir adamın spor kulübünde riyaset etmesi garip görünür. Şüphe yok ki ben ve benim gibi vakti, zamanı, sini müsait olmayanlar bilfiil sporla meşgul olamazlar. Fakat bizim maksadımız, böyle çalışkan gençlerin mecmuanı riyaset ve onları teşvik ve tergîb ile memlekette kavî anasır yetişmesine say eylemektir. Ben fiilen sporla meşgul olamayan zevatın bu tarzda muavenette bulunmalarını pek muvafık ve lüzumlu görürüm. Asrımız kuvvetin hakka galebe çaldığı bir devirdir. Halbuki yine kuvvetli olarak hakka galebe değil ona müzaheret edeceğiz” mealinde bir nutuk irad ederek alkışlandı.

    Nutku müteakip hazırûna pasta, çay, bisküvi ikram edildiği gibi Bahriye musiki takımı da terennüm etti. Bahriye nazır-ı esbakı Hüsnü Paşa, İstanbul mebusu Salah Cimcoz Bey, muharririnden Ahmet Rasim Bey, Ahmet Bey, Müdafaa-i Milliye ve Belediye ve matbuat erkanından zevat hazır bulunduğu gibi spor kulüpleri murahhasları da hazır idi. Resmi küşad esnasında fotoğraflar ahzolundu.

    Bizim bu babda ihtisasatımız, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün yeni binasında kemal-i muvaffakıyet ve afiyetle payidar olmasını temenni ve böyle muntazam kulüplerin artması arzusunu izhardan ibarettir.

    İdman – 13 Mart 1330 (1914) / Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali