15 Nisan 1964 tarihli Hürriyet gazetesinde Fenerbahçe’nin 1922-1923 kadrosu. Bir diğer deyişle, esir şehrin moral kaynağı, gol yemeyen takım… Keyifli okumalar…
Ayaktakiler: Sabih Arca, Alaaddin Baydar, Zeki Rıza Sporel, Ömer Tanyeri ve Bedri Gürsoy
42 sene evvel bir “Silindir” gibi, önüne gelen takımı ezen ve bunun sonucunda da “Gol yemeden” şampiyon olan Fenerbahçe takımı, 42 sene sonra şereflerine verilen ziyafette buluştular… Hem de kulüp değiştirmemiş olarak…
“Bu fevkalâde takımın tertibi nasıldı?” diyeceksiniz.
Sayalım. Hem de o günkü lakapları ile:
Kulaksız Şekip, Dalgakıran Hasan Kâmil, Çengel Cafer, Arap Kadri, Yavuz İsmet, Sırım Fahir, Keçi Sabih, Kıvır Alâaddin, Üstad Zeki, Beleş Ömer ve Ceylân Bedri…
Sahaya 10 Kişi Çıktılar
“Fenerbahçeliler Cemiyeti” her sene verdiği ziyafete, bu sene bir orijinalite katmak için, “Gol Yemeyen Fenerbahçe Takımı” oyuncularını bu ziyafete davet ederek, geceyi haklı olarak onlara hasretti.
Fenerbahçe takımı sahada olduğu gibi, ziyafette de hazırdı. Fakat bir eksiği ile… Sağbek Hasan Kâmil Sporel hasta olduğu için, bu ziyafete gelememiş ve mesajını göndermişti:
“Bu defa sahaya 10 kişi çıkın, yine galip geleceksiniz. Çünkü sizde, hakiki Fenerbahçelilik ruhu var”
Tesadüfen Kaleci Olmuş
“Gol yemeden şampiyon olan” takımın kalecisi Şekip Kulaksızoğlu haklı olarak, bütün dikkatleri üzerine topladı. Gol yememesi hayret uyandırdı.
“Ben” dedi “Tesadüfen kaleci oldum. O tarihlerde kalecimiz Almanya’ya gidince, beni kaleye geçirdiler. Şampiyon olduğumuz sene, kaleye hiç top gelmedi. Top gelse, belki gol olacaktı.”
Bu söz üzerine Şekip Kulaksızoğlu dakikalarca alkışlandı.
Hepsi Hatıralarını Anlattı
Fenerbahçe’nin 352 maçında yer alan ve 470 gol atan Kaptan Zeki Rıza’ya “Hiç gol fırsatı kaçırdınız mı?” diye bir sual soruldu. Zeki Rıza gülerek “Hayatta çok fırsat kaçırdım ama hiç gol fırsatı kaçırdığımı hatırlamıyorum” dedi.
Fenerbahçeli futbolcuların hepsi hâtıralarını anlattılar.
Ömer Tanyeri, “Beleşçiliğini” izah edip, topların kafasına ve ayağına çarparak kaleye girdiğini, Profesör Fahir Yeniçay, sahada ihtar bile almadığını söyledi. Candan alkışlandılar.
“Gol yemeyenlerin” şerefine verilen ziyafette yenildi, içildi. Hatta sonunda göbek bile atıldı.
Gece, hakikaten zevkli ve unutulmaz bir gece olmuştu.
Fenerbahçeliler salonu geç saatte terk ederlerken şöyle konuşuyorlardı:
“Bir daha, böyle bir araya gelebilmek için, bizim takımın sezon boyunca gol yememesini mi bekleyeceğiz? Bunu biz göremeyiz, çocuklarımız da hatta torunlarımız da göremezler…”
Rıdvan Yelekçi | 15 Nisan 1964 – Hürriyet Gazetesi
Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, müthiş bir Cem Atabeyoğlu röportajı ile karşınızda… Nur içinde yatsın, Cem ağabey’in anlattıkları insanın yüzünde güller açtırıyor fakat bir yandan da kaybedilenleri düşündükçe insanı hüzün sarıyor.
Mustafa Kemal Atatürk; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; şayet yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı mahiyet alır” demişti. Bu sözler sporun duayeni Sayın Cem Atabeyoğlu’nun her daim ışığı oldu.
Fenerbahçe adının geçtiği her an, hepimizin gözleri parlar. Ardından bir tutku bir heyecan… Cem Atabeyoğlu röportajını okuduğunuzda yaşadığınız bu duygularla beraber gururunuz da iki kat artacak.
“Fenerbahçe işgal takımlarına toz attıran takımdır…” diye başlıyor söze.
Bugün seksen iki yaşında ve halen aynı hazzı alıyor. Nice geceler biz en derin uykudayken o daktilosunun tuşlarına sabaha dek dokunarak bize muhteşem tarihimizi en doğru şekilde ulaştırmaya çalışıyordu hep yıllar boyu.
Sadece Fenerbahçe tarihi mi? Sporun tüm branşlarında tam kırk dört kitap ve tefrikalar. Takdiri çok, inanması zor…
“Fenerbahçe’ye hizmet bitmez” diyor. O zaman daha çok düşünüyoruz, kendi payımıza düşen katkı ve hizmetlerimizi. Ve ne kadar yetersiz kaldığımızı anlıyoruz bu büyük ulu çınarın yanında. Cumhuriyetin ilk kuşağı olan sizinle çok daha anlamlı bu Ekim sayımız Sayın Cem Atabeyoğlu. Teşekkür ederiz. Hepimizin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.
– Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Cem Bey?
Fenerbahçelilik malum sonradan olunmuyor.
Ben kalabalık bir aileden geliyorum. Eski İstanbul evleri üç katlı evler. Tüm aile dayım, babam, dedem, teyzem hep beraber aynı evde kiracı olarak kalıyorduk. Dayım Galatasaray Lisesi’nde okuyordu. Teyzem ise kız ve erkek çocuklarının arasındaki rekabetin tesirinden olacak Fenerbahçeli oldu. Fenerbahçe takımının sağlam taraftarlarından biriydi. O kadar ki dayımla beraber Fenerbahçe-Galatasaray maçlarına gittiklerinde dayım Galatasaray tribününde, teyzem Fenerbahçe tribününde otururdu.
Ben teyzemin etkisinde kaldım. Yıl 1932, ilkokula başlayacağımın bir gün öncesi teyzem beni aldı postanenin karşısındaki Kızılay Caddesi Vakıf Han’da bir mağazaya götürdü. Mağazaya girdiğimizde hiç unutmam tezgâhtara “Yeğenim yarın okula başlıyor, ona bir Fenerbahçe rozeti hediye etmek istiyorum” dedi. Bizim bu konuşmalarımızı duyan kasadaki bey yerinden kalktı, yanımıza geldi. “Hanımefendi sizi tebrik ederim, bizim Fenerbahçe’nin işte böyle kuşaklara ihtiyacı var” dedi. O kişi Zeki Rıza Sporel’di. Teyzemin aldığı rozeti kendi eliyle göğsüme taktı.
Artık bu benim Fenerbahçe’ye bir tescilim oldu.
– “Her yerde inlesin gürleyen sesin / İstanbul Yıldızı Erkek Lisesi” marşınız. Fenerbahçe’nin ayrı bir yeri vardır İstanbul Erkek Lisesi tarihinde. O günleri anlatır mısınız?
İstanbul Erkek Lisesi bir defa lise olarak en eski liselerinden biri. Bir de Galatasaray Lisesi vardı. Bu iki lise arasında her zaman rekabet vardır.
Galatasaray Lisesi “Zadegân” dediğimiz yüksek tabaka çocuklarının mektebiydi. Onlara Galatasaraylı olmanın ayrıcalık olduğunu öğretirlerdi.
İstanbul Erkek Lisesi ise halk lisesiydi. Memur çocuğu, esnaf çocukları gibi. Belirli semtlerin mektebiydi. Beyazıt, Çemberlitaş, Sirkeci, Eminönü Sultanahmet, Aksaray’dan öğrenciler gelirdi. Hatta Bakırköy’den bile trenle gelirlerdi. Münir Özkul da Bakırköy’den gelenlerdendi.
– Sizin döneminizdeki Fenerbahçeli okul arkadaşlarınız kimlerdi?
Sadri Alışık vardı. Oğlu Kerem Alışık da Fenerbahçelidir. Sadri tam bir deli Fenerbahçeliydi. Sadri’nin en keyifli anları Galatasaray’ın yenildiği Fenerbahçe maçlarıydı. “Oh ömrüme ömür kattı” derdi. Dünya tatlısıydı.
Bir diğeri Eşref Aydın atletimiz sonra yönetimde de yer alıp 70 senesini Fenerbahçe’ye adadı. Onun da sonra nikâh şahidi ben olmuştum. Halen bildiğiniz gibi Eski Sporcular Derneği başkanı.
Hababam Sınıfı filmlerinin de yapımcısı Nahit Ataman da Fenerbahçeliydi. O da başka bir Fenerbahçeliydi. O kadar Fenerbahçeliydi ki her filminde bir Fenerbahçe konusu olurdu.
İstanbul Erkek Lisesi çok sporcu çıkardı. Yine Fenerbahçeli Neriman Tekil, Selim Duru gibi kıymetli öğretmenler vardı.
Necmettin Erbakan da bizim okuldaydı ama onun sporla alakası yoktu. Hepsi arkadaşımızdı.
– Ya Galatasaraylılar?
İstanbul Erkek Lisesi’nde bizim dönemimizde bir tane Galatasaraylı vardı. O da Halit Narin’di.
– “Bir Baba Hindi”nin hikâyesini bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Fenerbahçeli hocamız Selim Duru okulun yönetim kurulundaydı. Beş ayrı kolda değerlendirirdi bizleri. 100 metre koştururdu 10-12 saniyede. Gülle atma, yüksek atlama, uzun atlama yaptırır, ondan sonra o notları toplar, beşe böler, yıllık karne notu çıkardı. Futbol o zamanda ön plandaydı. Öğretmenimiz Selim Duru ile izci oymağında Sakarya’da çıkan yemek öncesi söylenirdi.
Sonraları İstanbul Erkek Lisesi’nden Süha Erge bizim dönemimizde “Bir Baba Hindi”yi Fenerbahçe tribününe taşımıştır.
O zaman şeker yoktu ki zerde olsun, hiçbir şey yoktu kuru fasulyeden başka. O günleri yaşamayanlara bu günleri anlatabilmek çok zordur. Hey gidi günler hey…
– Spor tarihinin duayenisiniz. Yazarlığınız babanızdan geçti… Çalışma hayatınıza nasıl başladınız?
İstanbul Erkek Lisesi’ne giderken Fenerbahçe tarihine alaka göstermeye başladım.
O zaman “Kırmızı Beyaz” spor dergisi çıkıyordu. Dergiyi çıkaran Talat Mithat’ın kardeşi İlhan da bizimle aynı okulda öğrenciydi. Bir gün İlhan’a “Okulda eli kalem tutan, sporla alakası bilgisi olan biri varsa bana gönder, ben onları cumartesi günkü amatör faaliyete göndereyim. Pazar günkü büyük maça da davetiye veririm.” diyor.
Biz üç kişi böylece başladık. Bugün onlardan bir tek ben kaldım. İstanbul Erkek Lisesi son okulum oldu zaten. Böyle başladı benim spor muhabirliği hayatım.
Babama gelince Türkiye’nin Emile Zola’sı. Salâhaddin Enis Bey. Babamın “Son posta” gazetesindeki son durağı, benim profesyonel meslek hayatımın ilk durağı oldu.
1942’de muhabir olarak girdim 50 TL para veriyorlardı. Haftanın beş günü adliye muhabirliği, cumartesi – pazar ise spor muhabirliği yapardık.
Sonrasında 1945-1964 Cumhuriyet gazetesinde çalıştım. Ve spor servisini kurdum.
Cumhuriyet’ten ayrıldıktan sonra Haldun Simavi’nin, Babıali’de ilk kez ofset tekniğini kullanarak çıkardığı “Günaydın” gazetesinin kadrosuna katıldım.
Günaydın gazetesinde belli bir süre çalıştıktan sonra ayrılıp serbest çalışmaya başladım.
Futbol, Fener, Öz Fenerbahçe, Fotospor, Türkspor, Spor Haber, Spor 21 gazete ve dergilerinde yazılar yazdım.
1973’te ise Hayat Spor’un Genel Yayın Yönetmenliği’ni üstlendim. Taa ki iki yıl sürecek greve kadar. Hayat Spor’da iki sene süren grev olduğunda o sürede maaş alamadım. İşimi değiştirebilir oradan ayrılabilirdim. Fakat kendi ekibim iş bulmadan benim başka yere geçmem şahsi vicdani meselemdi. O nedenle bekledim.
1973-1977 yılları arasında TSYD müdürlüğünü yaptım.
1978’de emekli olduktan sonra çalışmadığım gazete kalmadı. Hürriyet, Milliyet, Tercüman gazetelerinin ilavelerine araştırma yazıları, Milliyet’in çıkardığı Türkiye Ansiklopedisi’nin spor maddeleri yazarlığı, Tercüman’ın hazırladığı üç ciltlik Spor Ansiklopedisi…
1981’de Günaydın tekrar beni çağırınca yeniden gazeteye dönüp, spor yazarlığı yaptım. Spor yazarlığının yanında da Günaydın’ın Almanya baskısına pehlivan tefrikaları, 50 büyük Türk zaferi, umut kapıları, evliyalar, yatırlar ve türbeler, şifalı sular ve kaplıcalarla ilgili dizi yazıları hazırladım.
1991’de Fotospor, 1995’te ise Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Bilgi Birikim Merkezi’ni kurdum. Altı sene yönettim.
Ve 2002’de anjiyo ile başlayan sağlık bozukluğum By-Pass ameliyatıyla sonuçlandı.
– Bir gazeteyi “giydirdiniz”…
O zaman Tan gazetesi vardı. Diğer gazetelere o zamana nazaran çok açık saçık bir gazeteydi. “Bu gazeteyi giydireceksin” dediler.
Asil Nadir vardı gazetenin başında ama gazetenin sorumlusu Noyan Yiğit “Ne yapacaksın, sen ne düşünüyorsun?” dedi. Çok tehlikeliydi. Tüm tirajla oynayacaktım.
O yıl Fenerbahçe şampiyon olmuştu. “Şampiyonlar Şampiyonu Fenerbahçe” diye bir dizi yaptım ve eski fotoğraflar buldum. Eski futbolcuların çoğu yaşıyordu.
Bir patlama yaptı gazete. Onu televizyon reklamlarıyla duyurdu. Ve Asil Nadir benim için “Gözlerinden öpün” dedi. Bir milyon lira maaşımdan hariç para verdi. Hayatımda ilk defa 1.000.000 TL gördüm. 400-500 TL’ye çalışıyorduk.
– Çalışma disiplininiz nasıldır?
Bir bilgi birikimim, düzenli bir arşivim var.
Atatürk’ün bir sözünün ışığı altında yazdım tüm yazılarımı. Belgesi olmayan hiçbir şey söylemedim, yazmadım hayatım boyunca…
Atatürk’ün bir sözü var “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, şayet yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı mahiyet alır.”
Tarihi yapana sadık kalarak yazdım. Her kitabım her tefrikam bu ışığın altındadır. Size gösterdiğim bu Atatürk heykeli de bunun işaretidir; İstanbul Gazeteciler Cemiyeti tarafından cumhuriyetin ilk kuşağı olan gazetecilere verilen bir heykeldir.
– Hiç Atatürk’ü görme şerefine nail oldunuz mu?
Altı defa çok yakından gördüm.
Biz 1920 kuşağının içindeyiz. 1925 doğumluyum Cumhuriyet çocuklarıyız.
Florya plajında kumda güneşlenirken gözümüz Florya köşkünün verandasında olurdu. Atatürk’le aynı güneşle güneşlenmek müthiş haz verirdi. O denize girer girmez biz de denize girerdik. Onunla aynı denizde yüzmek bile bizim için büyük bir onurdu.
– Sporun her dalında 44 adet kitap yazdınız. Ve çok büyük değerli düzenli bir arşiviniz var. Bir röportajınızda bu arşivi yakacağınızı söylediniz. Bu düşünceniz hala geçerli mi?
Arşivimi yakmayacağım. O an için söylenmiş bir sözdü, öyle bir niyetim yok. Fakat halen ne yapacağıma karar vermiş değilim. Oğlum karar vermeli. Eşimin, çocuğumun haklarını yemeyeceğim, onlara bırakacağım. Onlar kararlarını versinler. Ben 65 sene amatör bir aşkla çalıştım. Profesyonel olmanın icaplarını yerine getirdiğimi zannetmiyorum. Kötü bir profesyonelim.
– Türkiye’deki spor yazarlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk Spor Yazarları Derneği’nin üyesiyim ama karşıyım. Onların hepsi spor yazarı mı? Futbol yazarı mı? Türkiye Futbol Yazarları Derneği yapın, değiştirin adını.
Bende yüzme, atletizm, kayakçılık, avcılık, yelkencilik hepsi var. Karşıma yelkenci geliyor “Yelken sporu tarihini sizin kitabınızdan öğrendim” diyor. “Madem spor yazarıyım, sporun bütün branşlarıyla ilgilenmeliyim” denmesi lazım. Sadece futbolla kalınmamalı.
– Yazmakta en zorlandığınız kitabınız?
Fotospor’ a yaptığım 600 sayfalık Türk Spor Kronolojisi beni epeyce zorladı. Çok dikkat harcamak gerektiren bir kitaptı. Çok sabahladığım gece oldu. Elimde şu an ne yazık ki bu kitaptan bir adet kaldı. Artık kızım mı alır oğlum mu bilemiyorum. Gazetenin binasına gelirken 10 tonluk kitap yüklü kamyon kayboldu. Allah bilir artık. Kupon mukabelesinde dağılacaktı.
– Fenerbahçe Spor Kulübü’ nün hemen hemen ilk üyelerindensiniz…
İstanbul Erkek Lisesi’nin spor basketbol takımında her beş kişiden üçü Fenerbahçe’de Yüksek Divan Kurulu üyesi oldu. Benim de Fenerbahçe Spor Kulübü’nde numaram 327 idi. Divan üyesiyim. Bir de şimdi ulaştığı sayıyı düşünün…
– En sevdiğiniz spor branşı hangisidir?
40 yılımdan fazlasını basketbola verdim. Tabii Fenerbahçe’de basketbolu kurmamız da bunda büyük rol oynadı. Hakemlik ve antrenörlük de yaptım. Ayrıca basketbol, atletizm ve yüzmede de hakemliğim var. Bütün talimatnameleri de okumuşumdur.
1956 senesinde o zaman basketbol spor oyunları federasyonu, voleybol, tenis, hentbol ve masa tenisi ile beraber spor federasyon üyeliği, federasyonda basın temsilciliği, 1968’de Türkiye Basketbol Federasyonunda Asbaşkanlık yaptım.1981’e kadar devam etti. 1981’de bıraktım.
1970 yılında Uluslararası Spor Yazarları Derneği “AIPS”e (Basketbol Komitesi) seçildim. İlk Türk üyesi oldum.
1956 Yapı ve Kredi Bankası “En Başarılı Spor Yazarı” armağanı, 1965-1977 yılları arasında katıldığım 6 yarışmada “Türkiye Spor Yazarları Derneği” armağanı (4 birincilik, 2 ikincilik), 1986 “Haliç’in Öyküsü” eseriyle Haliç Rotary Kulübü armağanını kazandım.
– Fenerbahçe Spor Kulübü basketbol şubesinin kurulumu nasıl gerçekleşti?
Harp yılları; pamuk yok ekmek yok bunlar olmadığı gibi arpa buğday yok, süpürge tohumundan yapılmış ekmek üç gün yiyeceksin, bütün bunlar zor ve sıkıntılı yıllardı. Devlet pamuğa el koymuş, pamuklu elbise yoktu. Tüm gençler askere alınmıştı. Üç dönümlük toprağın bir dönümüne devlet el koymuştu.
Savaş bittikten sonra 1945’de Haydarpaşa Lisesi’nde Muhtar Sencer idare memuruydu. Fenerbahçe’de hentbol takımını kurmuştu. İstanbul şampiyonu, Türkiye ikincisi olmuştu. Sonra Haydarpaşa Lisesi’nde talebeler mezun olunca takım dağıldı.
Muhtar Sencer “Bana yardım edersen basketbol takımını kuralım” dedi. Ve sonunda kurduk. Basketbolda çok emeğim var. O zamanlar pek çok kişi karşı duruyordu
Bir tek yardım eden Rüştü Dağlaroğlu oldu. Onaylayan yoktu. Hatta bir büyük Fenerbahçe-Galatasaray maçından önce gazeteye beyanat verilmiş “Takım motor sporlarına devir edilecek” diye. Tüm sporcular çok üzgündü. Sonra ben “Ne oluyorsunuz, çıkıp Galatasaray’ı yeneceğiz” dedim. Ve bir sayı farkla yenildik. Biz çok yeni bir takımdık. Tek farkla yenilgi kurulma aşamasında olan bir takım için büyük bir başarıydı. Basketbol çok daha zor spor çünkü bir saniyede her şey değişebilir.
– Bir anınızı anlatabilir misiniz?
Bir milli takım maçındayız. İspanya’da İsrail’le oynuyoruz. Bir sayı farkla kazandığımız maçtı. Yanımızda bir tek Türk seyirci Barcelona başkonsolosumuz var. Ben de Türkiye Basketbol federasyonu as başkanıydım.
Maç uzatmada berabere ve maçın bitimine 3 dakika var. Top gitti, çembere oturdu, bir tur attı. 2. turu attı çemberin üzerinde içine düştü. Bir anda altı, yedi kişiyi üzerimde buldum.
O heyecanla tribünde tek büyüğümüz konsolosumuz Şevki Beye dönmeye çalıştım “Eyvah” dedim. Vücudum hareket şansını kaybetti. Bir eğildim baktım; Doğan Hakyemez bacaklarımın üzerinde yüzükoyun yatmış. “Doğan bırak ayaklarımı” dedim. Bıraktı. Şevki beye döndüm ne yapıyor diye. Kendinden geçmiş tribünlere bir takım hareketler yapıyor, yanına gittim. “Aman Şevki Bey yapma” dedim. Sonra soyunma odasına geldi. Sen bu işle kaç senedir uğraşıyorsun” dedi “30 senenin üstünde” dedim. “Maşallah iyi kalbin var” dedi.
– Çok ilginçtir ki bugüne kadar hiçbir olimpiyatı izlemeye gitmediniz…
Evet, hiç gitmedim, çalıştığım gazetelerde ajanslarda gelen haberler bende toplanıyordu. O yüzden gidemiyordum. Hep “Sen gidersen biz ne yaparız?” derlerdi. .
Olimpiyat denince aklıma bir de 1948’de Olimpiyat üçüncüsü olan Ruhi Sarıalp gelir. Çok zor şartlar altında hazırlanmış, Fenerbahçe kulübünün verdiği bodrum katında günleri geçmişti. Olimpiyatlara gidemedim ama basketbol maçlarına Avrupa’ya çok gittim. Basketbol Federasyonu asbaşkanlığım sırasında kafile başkanı olarak takımı götürürdüm.
– En beğendiğiniz ve en yakın olduğunuz futbolcular kimlerdi?
Fenerbahçeli oyunculara karşı her zaman sınırsız bir sevgim var. Küçük Fikret canciğerimdi.
Bapçum modası vardı. İlk taklit edenlerden birisiydi. Uzun ceket, top ense saç, nokta kravat. Yakışıklı bir adamdı o. Aramıza katıldığında “Bapçum aşağı Bapçum yukarı”
Cihat Arman vardı, canım ciğerimdi. Bir de kitabı vardı. “Ben kitap çıkarıyorsam sensiz olmaz” dedi. Sizce bir kaleci nasıl uçar? O bir efsane! Sarı kazağıyla 90 derece tabir ettiğimiz yere uçuyor, topu tutuyor. Şeref Stadı’nda bütün saha “Uç sarı kanaryam benim” diye bağırıyor. Sarı kanarya Cihat’la geliyor Fenerbahçe’ye. Sarı kanarya sarı kazakla uçuşundan geliyor. Takılan lakaplar boş değil.
Anlatacak o kadar çok şey vardır ki hangi çocuğu beğenmem?
Ogün Altıparmak, Lefter, İsmail Kurt, Can Bartu, Küçük Fikret, Büyük Fikret ve sayamadıklarım… Hepsi çok büyük insanlar, o kulüpte yetiştiler, o kulüpte bıraktılar.
Düşünün ki Eşref Aydın, ben, kaç senedir şu kulübün içindeyiz. Bunlar yaşanmış olaylar, unutulmaması gereken olaylar. Ama şunu söylerim o zamanki futbol daha kaliteliydi.
– Bir dönem üye kayıt defteri gözden geçirilmesi nedeniyle göreve çağrıldınız…
Şerefli vazifeyi ifa daveti 16.11.1959’da kongre azası genel sekreter Faruk Ilgaz’dan geldi.
Üye kayıt defterinin felaket hale geldiği söyleniyordu. Beş kişilik bir komite belirlendi.
En büyük şansımız eski Fenerbahçelilerin hepsinin hayatta olmasıydı. Selahattin Bey’e, Hasan Kamil Bey’e gittik. En büyük kazancımızdı onların verdiği yolda yeni defter hazırladık, sonra o defter de felce uğradı.
Donki Necdet vardı Galatasaraylı. Notere tasdik ettirelim derken vefat etti. O defter de kayba uğradı, güvenilir kişi olarak görev almak bir onurdu benim için
– Fenerbahçe Spor Kulübü 50. yıl komitesinde, basın yayında, hem de tarih komitesinde yer aldınız…
Evet, ilk toplantıda Zeki Bey efsane kaptandı. Zeki Rıza başkan ben geldiğimde gayet ilgi ile karşıladı. Bulunanlara döndü “Bakın tarih komitesinde genç bir arkadaşımız da var” dedi.
Ben de Zeki Rıza Sporel’e dönüp yine aynı heyecanla “Sayın kaptan size eski bir sözünüzü hatırlatabilir miyim, 1932’de küçük bir çocuk teyzesinin elinde mağazanıza gelip de yeğenim yarın mektebe başlıyor ona bir Fenerbahçe rozeti hediye etmek istiyorum” demişti.
Ben sözümü bitirmeden “O sen misin yoksa” dedi. Sonra dönüp arkadaşlara “Yanlış mı konuşmuşum” dedi. O an ve o komitede görev almak benim için onur kaynağı oldu.
-Türk sporu adına yazılan kitapları yeterli buluyor musunuz? Özellikle futbol içeren kitapları karşılaştırdığınızda farklı bilgiler insanı şüpheye düşürüyor… Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Spor basınına inanmıyorum her branş var ama yazılara baktığınızda sadece futbol…
Ayrıca bu futbol yazılarına da hiç kanaat getirmiyorum. Biri bir yıldız veriyor diğeri dört yıldız, biri üç biri beş yıldız, bu nasıl bir matematiktir. Bütün bunları üzülerek izliyorum.
Bugüne kadar hep dokümanla konuştum.
Federasyonda asbaşkanken bir maçta Fenerbahçe’nin attığı bir basketin bana kale hesabını yaparak şu kadar kare Fenerbahçe’nin attığı sayı sayılmaz dendi. “19.59’da maç bitiyor” dedim. 60 saniyenin dolması için bir 20 saniye daha lazım siz önce bir öğrenin. Bunu bilmeden karşıma geliyorsunuz önce öğren şu alet nasıl çalışıyor işten anlamayan ahkâm yürütenlerle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz, aldığınız resmi bir görev varsa.
-Fenerbahçe Spor Kulübü yönetimini nasıl buluyorsunuz?
Eski Fenerbahçeliler olarak Aziz Yıldırım’ı takdir ediyoruz. Yaptığı şeyler bizim aklımıza gelmezdi.
“Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak” dedi. Bu yıl da büyük bir artış var taraftar sayısında.
“Avrupa takımı olacak” dedi. Bunda hala biraz engeller görüyorum. Çünkü Avrupa’da 15-16 takıma karşı oynuyorsunuz.
Yabancı oyuncu sınırlandırılması kalkmalı. Sen Türkiye’de genç oyuncu yetişmesini istiyorsan hala milli takıma Rüştü’yü çağırmak niye? Aklım ermiyor.
Bir de Roberto Carlos var. O dünya çapında bizim milletin hayal bile edemediği bir oyuncuydu. Ama o kadar abarttılar ki o kadar büyüttüler ki bu bizim milletin mayasında var. O bir defans oyuncusu ama beklentiler abes. Adam ağzıyla kuş tutsa yaranamaz.
– Spor kulübü olmanın özellikleri nedir? Spor kulübü olmayı kimler hak ediyor?
Türkiye’de futboldan kazandığını diğer branşlara yatıran kulüplerle, futboldan kazandığını futbola yatıran kulüpler aynı kefeye konuyor. Sonunda da her ikisi de spor kulübü olarak karşımıza çıkıyor. Adalet yok.
Fenerbahçe tam anlamıyla bir spor kulübü. En son 100. yılımıza bakın, en büyük başarısı sadece futbol değil. Atletizm, boks, voleybol yüzme, masa tenisi hepsinde şampiyon olmuş. Dereceye girmiştir. Örneğin bayan voleybolda 2. olmuş şampiyon olmamış ama dereceye çıkmıştır.
Fenerbahçe Spor Kulübü futbol kulübü değil, spor kulübü adını taşıyor. Bunun şartlarını da mükemmel bir şekilde yerine getiriyor. Sadece Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın amatör şubeleri var. Ama ligde bulunan tüm kulüpler spor kulübü diye geçiyor. Örneğin Ligdeki kulüplerin çoğunun futboldan başka ne branşı var? 2. bir şube yok neden bu adı alıyor. Arsenal Futbol Kulübü diye anılır. Avrupa’da bunlara dikkat edilir.
Fenerbahçe bugün tesisi bakımından da Türkiye’nin en zengin tesislerine sahip. Spor dalları bakımından en fazla spor dalına sahip. O basketbol da örnek genç var, erkek var, bayan var, A takımı var… Lisanslı sayısına, yapılan spor faaliyetlerine bakarsanız diğer kulüpleri mat edecek kadar çoktur. Tekrar söylüyorum 100. yıl da olaydır. Fenerbahçe Spor Kulübü futboldan kazandığını Anadolu’nun çeşitli yerlerinde spor okulları açarak harcar. Neden büyüktür, işte bu yüzden büyüktür Fenerbahçe. Büyümek sadece futbolda şampiyon olmakla kalmamıştır. Şampiyonluk kazanamadığı dallarda da kürsüye çıktı; ya 2. ya 3. Bunları görmek örnek almak lazım…
– Ve Şampiyonlar Ligi’ndeyiz? Teknik direktörümüz Sayın Zico’yu değerlendirir misiniz?
Gene Fenerbahçe üzerine düşeni yapacak. Karşımızdaki yabancılar kaç yabancıyla oynuyorlar, biz kaç yabancıyla. Ayaklarımız eşit değil. Onların bacağı daha yüksek. Eşitsizliklerimiz, haksızlıklarımız çok. Fakat ben teknik bakımdan da, idari bakımdan da, futbolcular bakımından da her zaman kulübüme güvendim, yine güveneceğim. 100 yıllık şanlı şerefli kulübüme.
Evet, Zico’yu tutuyorum. Futbol dünyasında Brezilya gibi bir ülkede Beyaz Pele lakabıyla ün yapmış futbol bilgisi yüksek, Didilerle, Pelelerle oynamış değerli bir futbolcuydu Zico.
Carlos diyor ki; “Onun yanında bile çalışmak gururu verici”. Futbol bilgisi olan insanların ortak görüşü Zico futbol bilgisine sahip bir insan. Bunu hocalığı ile de ispatladı. İlk geldiği sene bir takımı şampiyon yaptı. Daum ilk geldiği sene şampiyon yapamadı. Doğru dürüst derbi bile kazanamadı. Birde Zico’ya bakın. Ben güveniyorum.
Fenerbahçe 1922-23 yılında hiç gol yemeyen bir İstanbul takımı oldu. Oyuncuların hepsi yüksek tahsilli üniversite mezunlarıydı. Yavuz İsmet Uluğ Zeki Rıza Sporel Veteriner, Bedri Gürsoy Diş Hekimliği Fakültesi, Fahir Yeniçay Fen Fakültesi mezunu sonra profesör. Türkiye’nin tek atom profesörü Sonra Fen Fakültesi’ne dekan oldu. 58 atılan gole karşı hiç gol yemedi bu oyuncular. Böyledir Fenerbahçe takımı. Türk futbol tarihinde kırılmayan rekoru kırdılar. Fenerbahçeliler ne kadar övünseler azdır. Biz her şeyin üstesinden geliriz.
– Fenerbahçe’nin yüz yıllık tarih kitabı yazılıyor. Bunda sizin de emeğiniz çok fazla…
Hayatımın kitabı. Benim üzerime düşen görev bitti. Sanırım yakında çıkacak. En duygulandığım an Fenerbahçe 100. yıl kitabını yazma şerefine nail olmak ve bu görevi arkadaşım Sertaç Kayserilioğlu ile paylaşmış olmam. Ben bu katkılarımla 82 yaşında bu işin altından kalktığıma göre Fenerbahçe’ye hizmetin yaşı yoktur.
Ayrıca torunumun Dünya Fenerbahçeliler günü olan 19 Temmuz ilan edilmeden 19.07.2000 günü doğmuş olması, yapılan üç tane Fenerbahçe görsel tarihinin içinde yer almam (ki bunlar: “Kuruluştan kurtuluşa”, “Bahçedeki Fener” ve “Bir Tutkunun Tarihi”)… Hepsi çok hoş rastlantılar. Bir insan için güzel hatıralar.
– Fenerbahçe dergimiz hakkındaki düşünceleriniz ve önerileriniz eleştirileriniz?
İlk sayısından beri inceliyorum. Her şeyiyle mükemmel. Baskı kalitesi de harika. Hacim olarak doyurucu, Fenerbahçe’den en doğru haberleri alabileceğimiz iki kaynaktan biri. Bir diğeri ise Fenerbahçe TV.
Dergi vasıtasıyla her ay sonu ve dolayısıyla yılsonu haberlerin bir toplamı geçiyor elimize. Arşivimiz oluyor aynı zamanda. Kötünün bir sınırı vardır; “bundan kötüsü olmaz” deriz . Ama iyinin sınırı yoktur. Daha iyisi olur, onun da iyisi olur. Ölçü olarak tahlilim bu. Her şey için söyleriz. “Bundan iyisi can sağlığı” deriz. Ama kötü için noktayı koyarsın. Kötü kötüdür.
Dergi hep iyiye gidiyor. Tatmin ediyor. Tüm branşlardan haberler veriyor. Gazetelere baktığınızda ise nerde yüzme? Nerde kürek? Nerde boks? Ama dergimizde hepsi var.
1950’li yıllarda 4 kalecili bir takım vardı. Öz Fenerbahçe Dergisi futbol takımı. Futbolu bıraktıktan sonra bir araya gelip oynayan 4 kalecinin de yer aldığı takımdı. Sabri Kiraz, Cihat Arman (santrfor), Fecri Ebcioğlu (takımın kalecisi). Ortaköy’lü Behiç. Bu takım, tarihinde yenilgi görmedi.
– Fenerbahçe’nin büyük taraftarına mesajınızı alabilir miyiz?
Bizim zamanımızda kazanan-kaybeden hep birlikte maçtan sonra birbirimizi tebrik edip, akşam da eğlenceye giderdik. Mesajım şu;“En olgun taraftar olmak!” Bu Fenerbahçe’ye en çok yakışan şeydir. Bunun için ne kadar tahrik görürsen gör, efendiliğini kaybetme, hep destek tam destek, Fenerbahçe’nin en güzel işaretidir.
Bir adamını ıslıklıyorsun, bu sana yakışacak olay değil, sana her şeyden önce hayran olduğun renklerine bağlılık lazım. Belki o beğenmediğin ıslıkladığın oyuncu attığı bir golle seni galip çıkaracak. Sen de hatırladığında mahcup olacaksın.
Bunun örneklerini de çok yaşadık. Her zaman desteklersen bu çok daha iyi olacaktır. Fenerbahçe en çok taraftarı olan kulüptür. Bize yakışan duruşu her zaman muhafaza etmeliyiz.
– Sizin bizimle paylaşmak istedikleriniz…
Can Bartu benim basketbolcumdu. Bir gün basketboldan çocuklar Genç Milli Takım İstanbul şampiyonu olduklarının 40. yılında bir yemek hazırlamışlar. Faruk Ilgaz Tesisleri’ndeki bu yemeğe ben de gittim. Yemekte Atatürk sevgisi ve Fenerbahçe tarihi ile ilgili konuşmalar yapıldı. Orada da anlatmıştım.
Fenerbahçe’nin tarihi o kadar geniş ki mesela gazetede bir haber okumuştum. Hemen kulübe haber vermiştim. Sabiha Rıfat İzmir’de vefat etmiş. Ve gazete ilanı onu sadece inşaat mühendisi kimliği ile belirtmişti. Hemen kulübe ilettim. Kulüp de çelenk göndermişti. Fenerbahçe tarihindeki kişiler bir efsanedir.
Sabiha Rıfat’ı bilmeyen kişilere tanıtmak istiyorum. Kulübümüze hizmet veren her insan bizim için değerlidir. Yıl 1929 tamamı yüksek mühendis mektebi (teknik üniversite) öğrencilerinden kurulu Fenerbahçe’nin güçlü voleybol takımında bir de bayan sporcunun yer aldığı görüldü. O tarihlerde Türkiye’de henüz bir bayan voleybol takımı bulunmadığından teknik üniversitede öğrenim görmekte olan ve büyük bir voleybol yeteneğine sahip bulunan Sabiha Rıfat hanıma okul arkadaşları kendi aralarında yer vermişlerdi. Yönetmeliklerde bir bayan sporcunun erkek takımında yer alamayacağına dair bir maddenin bulunmaması yüzünden Sabiha Rıfat Hanım’a Fenerbahçe Spor Kulübü adına tescili yapılmıştı. Ve bu takım İstanbul şampiyonluğunu kazanmıştı. Dünyada ilk ve tekti. Ve Fenerbahçe Spor Kulübü umumi kaptanı genel sekreter vekili Hayri Celaleddin Atamer Sabiha Rıfat’a bir mektup göndermişti. Bu mektupta; “Bu memlekete ilk defa cem’i bir sporda erkek arkadaşlarla beraber olarak oynamak suretiyle gösterdiğiniz teceddüt ve muvaffakiyetten dolayı sizi Fenerbahçe gençliği ve Hey’et- i İdaresi namına hararetle tebrik ederim efendim” diye yazıyordu.
Bir Türk kızının şampiyon bir erkek takımında yer alması Türk sporu adına büyük olaydı.
Daha sonraları Anıtkabir inşaatında da kontrol mühendisliği yapmıştı. Diyeceğim o ki; Fenerbahçeliler tarihlerini iyi bilsinler ve onları bu duruma getiren efsane insanları asla ve asla unutmasınlar…
Röportaj: Sibel Kurt (Ekim 2007 – Fenerbahçe Resmî Dergisi)
Bir İstanbul Vardı
Ben, İstanbul’da doğdum. İstanbul’da büyüdüm.
Yetmiş beş yılı aşan ömrüm hep İstanbul’da geçti.
Çocukluğumun, delikanlılığımın, gençliğimin geçtiği bu şehirde arkamda bıraktım yaşlarımı.
Azrail’le randevum nerededir, bilinmez. Fakat yine de bu şehirde olmasını isterim kabrimin. Mezar taşımda İstanbullu yazmasını isterim.
Bu şehirde diyorum. Çünkü benim yaşlandığım, toprağında yatmayı arzuladığım şehir, doğup büyüdüğüm o güzel İstanbul asla değil şimdi. İstanbul’um diyemeyeceğim bir garip diyar oldu burası
Son Halife ve son Veliaht Abdülmecid Efendi’nin oğlu… Fenerbahçe onursal başkanlığını 1920-1924 yılları arasında yürütmüş Osmanlı Hanedan üyesi… Bugünkü yazımın konusu yukarıdaki sıfatların sahibi Şehzade Ömer Faruk Efendi olacak. Günümüzde, Fenerbahçe Başkanlığı yapmış olması sebebiyle “Milli Mücadele” karşıtı olarak yaftalanan bir Osmanlı şehzadesinin hayatından kesitler aktaracağım. Ülkesinden uzak geçirdiği yıllarda “Cânım Fenerbahçe” diyen Ömer Faruk Efendi hakkındaki görüşleri değerlendireceğim.
Bir Fenerbahçeli’nin İstanbul’da başlayıp, Kahire’de sona eren hayatından önemli satır başları…
Ömer Faruk Efendi’nin hikayesini aktarmaya babası Abdülmecid Efendi ile başlamanın, yazının sonunda yer vereceğim sonuç değerlendirmesi için fazlaca önem taşıdığı düşüncesindeyim. Kendisi hakkında Profesör Dr.Ali Satan’ın “Son Halife Abdülmecid Efendi” isimli biyografik eserinin, yazı boyunca aktaracağım bilgiler için ana kaynak olduğunu öncelikle belirtmek isterim. Bunun yanında Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı’nın Ömer Faruk Efendi ile ilgili yıllar içerisinde yayınladığı makalelerden de yararlanılmıştır.
Baba Abdülmecid Efendi
Sultan Abdülaziz’in oğlu olan Abdülmecid Efendi Osmanlı hanedanı içerisinde sanatçı yönüyle olduğu kadar, Milli Mücadele’ye bakış açısı ve kuzeni Son Padişah Vahdettin ile ilişkileriyle de öne çıkmaktadır. Abdülmecid Efendi, dönemin birçok yerli ve yabancı yayınını takip eden, geniş bir kütüphaneye sahip hanedan üyesiydi. Abdülmecid Efendi “Batı müziğinin popüler dans türlerinde eserler vermiş”, hatta “Elegie” adlı eseri İtalya’da yayınlanmıştır.
Abdülmecid Efendi’nin ressamlığı ise üzerinde durulması gereken en önemli özelliğidir. Bugün bile sanat çevreleri tarafından “profesyonel bir ressam” olarak nitelenen Abdülmecid Efendi’nin tabloları uzun yıllardır sergilenmektedir. Bu tabloların içerisinde en dikkat çekici olanı “Tarih/Nasihat” ismini verdiği tablosudur. 1912 Yılında tamamladığı tabloda, Edirne’nin Bulgaristan tarafından işgal edilmesinin ardından bir Balkan haritası üzerinde oğlu Ömer Faruk Efendi ve kızı ile birlikte kendisini resmetmiştir. Dönemin birçok sanatçısı, edebiyatçısı ile yakın dostluklar kuran Abdülmecid Efendi aynı zamanda 1908 yılında kurulan “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti”nin de başkanlığını yapmıştır. Ömer Faruk Efendi’nin babası, Veliaht Abdülmecid Efendi ile ilgili Profesör Dr. Ali Satan’ın aşağıdaki yorumu yazının son bölümü için bir yol gösterici niteliğindedir:
“Dindar, gelenekle barışık ve aynı zamanda batıya da açık bir insan… Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını. Onun “Doğuyu ve Batıyı kendinde birleştirmiş” olduğunu görüyoruz ki bu, bizim ikisinden hangisi olmamız gerektiğine dair sorumuza verilmiş tarihi cevap gibidir”
“Boykotçu Şehzade”
Döneme ait kaynaklarda Ömer Faruk Efendi’nin sık sık babası ile birlikte zaman geçirdiğine; gerek resmi kabullerde gerekse kütüphanesindeki çalışma saatlerinde onun yanında olduğuna ilişkin bilgiler yer almaktadır.
Baba-Oğul arasındaki ilişkinin yakınlığını, Ömer Faruk Efendi’nin okul yıllarında yaşanan bir olayın daha açıkça ortaya koyacağı düşüncesindeyim. Ömer Faruk Efendi’nin öğrenim hayatını sürdürdüğü Mekteb-i Sultani’nin müdürü Tevfik Fikret, 1910 yılında dönemin Eğitim Bakanlığı ile ters düşmüş ve bunun üzerine görevden alınmıştı. Öğrencileri bu gelişme üzerine Tevfik Fikret’e olan bağlılıklarını okulu boykot ederek göstermişlerdi.
Murat Bardakçı’nın ulaştığı dönem gazetelerinde çıkan haberlere göre bu öğrenciler arasında Ömer Faruk Efendi de vardı. Boykotçu öğrenciler olarak tepkilerini bugünün İstiklal Caddesi’nde düzenledikleri yürüyüş ile göstermişler, müdürlerinin yeniden okula dönmesini istemişlerdir. Oğlunun yaptığı protesto baba Abdülmecid Efendi’nin de ilgisini çekmişti. Abdülmecid Efendi devletin yüksek kademesine yazdığı mektuplarda “Tevfik Fikret’in başarılı icraatlarına dikkat çekmiş, onun yokluğunda okulu önemli tehlikelerin beklediğini söylemiş”, kısacası görevden alınan müdürün ve boykotçu öğrencilerin tarafını tutmuştu.
Bu aşamada boykottan bir sene öncesine dönüp Devlet Arşivlerinde karşıma çıkan bir belgeye yer vermek istiyorum. Belgede dönemin Sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa, lise öğrenimi için Mekteb-i Sultani’ye başlamasına karar verilen Şehzade Ömer Faruk Efendi için okulun müdürü Tevfik Fikret’e bir mektup göndererek, şehzade için gereken özenin gösterilmesini ister. Bu mektuba Tevfik Fikret’in cevabı ise “başka ne gibi takayyüdat (dikkatli davranma, özen gösterme)” lazım geldiğini tırnak içinde sormak şeklinde olur. Baba Abdülmecid Efendi‘nin, öğrencilerinin kim olduğuna bakmadan onlara eşit muamele eden okul müdürü Tevfik Fikret’e yaklaşımı bu belge ile birlikte daha değer kazanmaktadır.
Asker
Ömer Faruk Efendi, Tevfik Fikret krizine rağmen Mekteb-i Sultani’yi bitirir. Şehzade, üniversite eğitimine Avrupa’da devam etme kararı alır. Ali Satan’a göre bu kararı almasında Mekteb-i Sultani’deki hocaları Tevfik Fikret ve Salih Keramet Nigar’ın yönlendirmelerinin etkisi vardır.
Ömer Faruk Efendi önce Viyana’daki Theresianum Askeri Okulu‘nda, daha sonra da Berlin’deki Potsdam Askeri Okulu’nda eğitim alır. Bu eğitimlerin ardından ülkesine dönen Ömer Faruk Efendi, 1914 yılında Harbiye Mektebi‘nden de mezun olur. Osmanlı Devleti’nin Almanya ile yakınlaşma politikası sürdürdüğü bu dönemde Ömer Faruk Efendi’nin Alman ekolü ile eğitim alması doğal karşılanması gereken bir durumdur.
Dönem basınında Şehzade’nin üniversite eğitimi için yurtdışına gitmesinden bahsedilmiş, kendisi “Avrupa’ya eğitime gönderilen ilk şehzade” olarak tanıtılmıştır. Ömer Faruk Efendi yurtdışında geçirdiği yıllar sonunda Almanca’ya anadil seviyesinde hakim olmuş, İngilizce ve Fransızcayı da konuşmaya başlamıştı.
Ömer Faruk Efendi, I.Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin Alman İmparatorluğu ile ittifak yapmasının ardından aktif olarak cephede savaşa katıldı. Almanya – Fransa sınırında gerçekleşen Verdun Muharebesi’nde müttefik Alman ordusu safında savaştı.
Osmanlı Şehzadesi Ömer Faruk Efendi’nin Almanya ile bu yakın ilişkileri 15 Aralık 1917’de başlayan ve 4 Ocak 1918’de sona eren Veliaht Vahdettin’in Alman İmparatoru II.Willhem’i resmi ziyaretinde yer almasını da sağladı. Padişah Mehmet Reşat’ın yaşlılığından dolayı Vahdettin Efendi’yi gönderdiği ziyarette Mustafa Kemal Bey de Veliahtın Yaveri olarak yer almıştı. Bu ziyaret, aynı zamanda Ömer Faruk Efendi ile Mustafa Kemal’in ilk karşılaşmalarıydı.
Padişah Damadı
Ömer Faruk Efendi’nin Osmanlı Hanedanının şehzadesi olarak sürdürdüğü hayatında babası Abdülmecid Efendi’nin önemli rol oynadığını yazının başında belirtmiştim. Abdülmecid Efendi ile Veliaht Vahdettin’in ilişkilerine kısaca değinmek bu rolü açıklamak için önemlidir.
1916 Yılında Padişahlık makamında Mehmet Reşat otururken, Veliaht sıfatını taşıyan Yusuf İzzettin Efendi’nin intihar etmesi ile kimin veliaht olacağı konusu gündeme gelmişti. Teamüller gereği Vahdettin veliaht olacaktı ancak iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi, fikirlerini bildikleri şehzade yerine, kendilerine yakın gördükleri Abdülmecid Efendi’yi veliaht yapmak istiyordu. Çünkü Padişah Mehmet Reşat yaşlıydı ve sağlığı iyi değildi. Veliaht olacak kişi yüksek ihtimalle yakında padişah olacaktı. Bu doğrultuda veliaht olması teklifi Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından Abdülmecid Efendi’ye iletilse de, şehzade tarafından “yüzyıllardır süren geleneği bozmak istemediği” gerekçesi ile reddedildi. Nitekim Veliaht olan Vahdeddin, Sultan Reşat’ın 4 Temmuz 1918’de ölümü üzerine Padişah, Abdülmecid Efendi de Veliaht oldu.
Ali Satan’ın tespitine göre Milli Mücadele başlayana kadar Padişah Vahdettin ile kuzeni Veliaht Abdülmecid arasında bir fikir ayrılığı yoktu. Anadolu’da başlayan Milli Mücadele, ikiliyi bir daha bir araya getirmeyecek şekilde ayırdı. Bu küskünlüğün tek istinası ise Veliaht Abdülmecid’in oğlu Ömer Faruk Efendi’nin, Padişah Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’a aşık olmasıyla ortaya çıkmıştır. Hanedanın güzel üyesi Sabiha Sultan ile evlenmek için o dönem Mustafa Kemal Paşa da girişimde bulunmuştur. Murat Bardakçı’nın aktardığına göre Sabiha Sultan, sonraki yıllarda yakın dostlarına Mustafa Kemal Paşa’nın evlenme isteğinden bahsederken olayı doğrulayacak, hatta “Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk’u (Ömer Faruk Efendi) seviyordum” diyecekti. Sabiha Sultan, bu evliliği istememesinin bir diğer nedeni olarak da Enver Paşa’nın hanedan üyesi Naciye Sultan ile evliliğini göstermiştir: ” (Mustafa Kemal) Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu.”
Milli Mücadele
Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele ile ilişkisi 25 Nisan 1921 tarihinde orduya katılmak için İnebolu’ya gidişi ve akabinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul görülmeyerek, İstanbul’a geri gönderilmesi şeklinde özetlenebilir. Bu bölümde Ömer Faruk Efendi’nin bu girişimine yol açan olayları sıralamakta yarar görüyorum.
Veliaht Abdülmecid Efendi’nin Padişah Vahdettin ile Milli Mücadele’nin başlamasıyla beraber fikir ayrılığının başladığından söz etmiştim. Abdülmecid’in, Padişah ile arasındaki temel sorun, Sadrazam Damat Ferit’ti. Abdülmecid, Vahdettin’in Damat Ferit’e olan güvenini doğru bulmuyordu. Bu doğrultuda Padişah’a ilk muhtırasını 18 Ocak 1919’da verdi. “Anadolu’daki milliyetçilerle hükümet arasındaki mücadelenin sona erdirilmesini, Anadolu’ya şehzadelerden birinin başkanlığında bir heyetin gönderilip tarafların yakınlaştırılması gerektiğini” yazdı. Anadolu’da kurulan cemiyetlerin isteklerinin incelenerek faydalı olanlarının kabul edilmesi ve yerine getirilmesini istedi.
Bu söylem, İngilizler ve Fransızlar tarafından Abdülmecid’in Milli harekete ilgi gösterdiği şeklinde nitelendi.
Abdülmecid bu dönemde kendisi ile görüşen İngiliz yüksek komiserliği tercümanı Ryan’a şunları söylemiştir: “Halk, halkı Türk olan topraklarda Türk yönetimi istemektedir. İzmir faciası, Rumların cinayetleri ortadadır. Halk Mustafa Kemal ve arkadaşlarına itibar ediyorsa, bunun sebebi arzularına İstanbul Hükümetince itibar olunmamasıdır”Prof.Dr.Sina Akşin, Abdülmecid Efendi’nin bu teklif ve söylemlerini partiler üstü meşruti bir yöneliş olarak değerlendirmektedir. Akşin’e göre Veliaht, Padişaha karşı apayrı bir ideolojinin sözcüsüydü ve Anadolu’daki milli hareket ile “ülküdaş”tı.
Davet
Veliaht Abdülmecid bu eylem ve söylemlerinden dolayı Mustafa Kemal Paşa tarafından 1920’nin yaz aylarında Anadolu’ya davet edildi. TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa, Veliahtı Anadolu’ya davet eden bir mektup yazdı. Cevaben “Anadolu’ya geçmeyi ve bu mücadeleye katılmayı çok isterdim. Fakat bu karar ve hareketimin ailevi vaziyetimizle yani hanedan vaziyetinde nasıl bir değişiklik göstereceğini, bunun millet ve memlekete faydalı olup olmayacağını açıklıkla anlayıncaya kadar beklemenin daha doğru olduğunu düşünmekteyim” diyerek, daveti reddetti. Resimli Tarih Mecmuası’nın 1952 yılında yayınlanan 29.sayısında Mehmet Ataker’e ilk ve tek röportajını veren Ömer Faruk Efendi, babasının bu daveti reddetmesinin temel sebebinin “ikilik” çıkarmak istememesi olduğunu söylemiştir.
Abdülmecid Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa’nın iç isyanlar dolayısıyla sıkışık durumda olduğu bir zamanda davetini reddetmesi, TBMM ile hanedan arasında var olan soğukluğun artmasına neden olmuştur. Diğer yandan Veliahtın Anadolu’ya geçerek milli hareketin başına geçme ihtimali İtilaf Devletleri’nin uzun zamandan beri korktukları bir konuydu. Bu doğrultuda İstanbul işgal edildikten sonra Veliaht Abdülmecid Efendi’nin sarayı İngilizler tarafından kuşatılarak, yazışma notlarına ve belgelerine el konuldu. Abdülmecid’in Mustafa Kemal’in davetini kabul etmemesinde İngiliz faktörü de göz önünde tutulmalıdır. Abdülmecid, İngilizler tarafından ev hapsinde tutulurken Mustafa Kemal Paşa’ya şu mesajı gönderdi:
“Vaziyeti görüyorsunuz, bu şartlar altında benim ayrılmam maddeten de mümkün gözükmüyor. Mustafa Kemal Paşa’ya hürmetlerimi ve muvaffakiyet temennilerimi söyleyin. Beni mazur görsün.”
İngilizlerin göz hapsinde tutulan Abdülmecid Efendi 16 Eylül 1920’de, 9 ay önce dünür olduğu Padişah’a bir mektup yazdı:
“Yüce şahsınızı elinde ihtiras oyuncağı yapan Ferit’in (Damat Ferit) yalanına dolanına nasıl inanıyorsunuz? Ferit beni bilmez ve anlamaktan acizdir. Bütün önemli hususları kişisel amaçlarına tabi kılan Ferid’in hıyanetkar idaresine bir son veriniz”
Bu mektuptan sonra Veliaht ile Padişahın arası düzelmemek üzere bozuldu. Vahdettin ülkeyi terk ettikten sonra onun hakkında “hain” sıfatını kullanan tek hanedan mensubu Abdülmecid Efendi’ydi.
Ömer Faruk Efendi İnebolu’da
Babası Veliaht Abdülmecid, başkent İstanbul’da İngilizlerin göz hapsindeyken Fenerbahçe Başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi, 25-26 Nisan 1921’de gizlice İnebolu’ya gitti. Bu esnada Türk ordusu I.ve II. İnönü Savaşlarını kazanmış, Milli Mücadele zafere doğru ilk adımlarını atmıştı. Şehre adım atar atmaz, Ankara’ya “vazife-i vataniyyem ve askeriyemi görmek üzere” geldiğini bildirdi. Anılarını 1957 yılında yazan ve Ömer Faruk Efendi’yi İnebolu’da karşılayan polis memurlarından biri olan Ali Rıza Öge, şehzadenin ziyareti ile ilgili şu ifadeleri paylaşmıştır:
“ ‘Şehzadem, millet sizi bekliyor, buyrun’ deyip onu karaya çıkarmışlar. Vapur hareket edinceye kadar Ankara’dan cevap gelmeyince İnebolu’da kaldı. Bir otelde yer bularak korumalar eşliğinde bir geceyi geçirdi. Gece yarısına doğru Ankara’dan gelen telgraf emriyle ilk gidecek vapurla İstanbul’a iadesi bildirilmişti. Biz de kendisini İstanbul’a iade ettik” Ömer Faruk Efendi’nin ve İnebolu’da görevli memurların beklediği Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafında şunlar yazılıydı:
“Telgrafınızı büyük bir memnuniyetle aldık. Yüksek zatınızın Anadolu’yu şereflendirmeleri tarihteki üzücü örneklerinden de görüldüğü üzere saltanat mensupları arasında bazı fena anlamalara yer verebileceği ve birlik halinde bulunan milli kamuoyunu yeniden karışıklığa düşürmek suretiyle fevkalade mahzurlara sebep olabileceği için vatan ve milletin bütün saltanat hanedanı mensuplarının hizmetinden istifade edecekleri zamanın gelmesini bekleyerek şimdilik İstanbul’da kalmaya devam etmenizi yaradılışınızın verdiği vatan sevgisinin gereği görüldüğü saygı ile arz olunur”
Anadolu’ya geçmesi uygun bulunmayan Ömer Faruk Efendi, o gün neler hissettiğini yıllar sonra verdiği tek röportajında şöyle anlatıyordu: “O zaman 23 yaşındaydım. Tecrübesizdim. İstanbul’a döndüğüm takdirde, İngilizler tarafından yakalanacak, hapsedilecek ya da Malta’ya sürülecek belki de öldürülecektim. Sarayın bana karşı takınacağı hareket, Vahdettin’in intikam almaya kalkması… birer birer gözümün önüne geliyordu.” Ömer Faruk Efendi, Gazeteci Mehmet Ataker’e Ankara’nın kendisini kabul etmemesinin nedenini şöyle açıklıyordu: “Birkaç ay sonra Millet Meclisi’nde benim için sorulan bir soruya şöyle cevap verilmişti: ‘İngilizler veya saray tarafından gönderilmiş olması ihtimaline karşı kendisini iade etmek mecburiyetinde kaldık’”
Ömer Faruk Efendi’nin sözünü ettiği cevabı TBMM’nin 24 Aralık 1921 tarihinde toplanan gizli oturumunda Mustafa Kemal Paşa tarafından verilmişti. Mustafa Kemal Paşa, milletvekillerine Şehzade’nin gelişi ile ilgili şu açıklamayı yapmıştı:
“Efendim, bunların mahdumu Ömer Faruk Efendi İnebolu’ya gelmişti; ben kendisini iade ettim. Onun gelişi babasının (Abdülmecid Efendi) ve yahut kayınpederinin (Padişah Vahdettin) onayıyla olup olmadığını bilmiyorum. Şahsen Ömer Faruk Efendi’yi tanırım. Bana bazı mektuplar yazmıştı ve kendisiyle yakından temasta bulunan bazı arkadaşlarla da sözlü haber göndermişti. Bana yazdığı şeylerde diyor ki: “Ben oraya geliyorum. Ben oraya gelir gelmez, benim şartlarımı şimdiden tespit ediniz. Ben buradan bir takım insanlar getireceğim ve benimle beraber kalacaklardır” Doğrudan doğruya amacı, halife ve padişah olmak.. Bunun mümkün olamayacağını kendisine söylemişler. Bunu kafasına koymuş. Halbuki Ömer Faruk Efendi’yi buraya getirmek Halife veya Padişah yapmak söz konusu değildi. Belki de bir çok kargaşaya sebep olacaktı. ‘En iyi vazifenizi İstanbul’da görürsünüz’ demiştim.
Yalnız ona demişler ki, ‘gider gitmez emri vaki yaparsın ve millet her şeyi unutur, büyük gösterilerle sizi Padişah ilan eder’ ve o da buna güvenerek benim onayımı almaksızın gelmiştir ve hakikaten İnebolu’ ya çıktığı zaman, beklendiği üzere ve derhal İstanbul’a da haber vermiştir. Yani açıkça Padişahın ya da babasının izni ile gelmiştir.”
Ömer Faruk Efendi’nin İnebolu’ya gelişinin en önemli tanığı, Milli Mücadele’ye katıldıktan sonra Batı Cephesi Kurmay Başkanlığı görevini yürütecek, Cumhuriyet’in ilanından sonra ise Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapacak olan, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye’den sınıf arkadaşı Orgeneral Asım Gündüz’dür. O dönem Harp Akademisinde ders veren, Ömer Faruk Efendi’nin öğretmeni de olan Miralay Asım Bey:
“Ömer Faruk Efendi bana gelerek, ‘Hocam, ben Anadolu’ya gitmek istiyorum. Eğer Mustafa Kemal Paşa, babam gelmedi diye kızdı ise ben vardım. İster babamın yerine beni kabul etsin isterse Milli Mücadelede bir er olarak kullansın. Gideceğim. Kararımı verdim’ demişti. Tam bu sıralarda Mustafa Kemal Paşa’dan haber aldım. Paşa beni Ankara’ya çağırıyordu. Ömer Faruk Efendi, tekrar evime gelerek Anadolu’ya geçmek konusunda ısrar etti. Arkadaşlarla görüştük. ‘Mustafa Kemal Abdülmecit’i istiyordu. O gidemedi bari oğlunu götürelim. Bu, herhalde yanlış bir hareket olmaz’ diyerek onu da götürmeye karar verdim. Şehzadenin seyahat ettiğimiz gemide tutulduğu bölmenin şartları dolayısıyla yarı baygın halde kıyıya çıkartılması, kimliğinin açığa çıkmasına sebep oldu. Yolculuk sonrasında tedaviye ihtiyacı vardı. Gemiden çıkartıldıktan sonra İnebolu’da gelenin kim olduğu haberi yayılınca halk rıhtıma yığıldı. Davullar zurnalar serhat türküleri gökleri inletmeye başladı. Her tarafta silahlar patlıyordu. Ankara’nın asıl manevi endişesi İnebolu’da genç şehzadeye karşı gösterilen büyük tezahüratın Milli Mücadelenin gayesi üzerinde meydana getireceği şüphelerde toplanmıştı. Ömer Faruk Efendi’ye yapılan tezahüratı kimse beklemiyordu.”
Asım Gündüz’e göre Ömer Faruk Efendi’nin geri gönderilmesinin bir diğer nedeni de şuydu:
“Daha sonra öğrendiğime göre Ankara’nın dostu olan bir yabancı, hanedana mensup bir kişinin Milli Mücadele safhında olmasının bilhassa İngilizler tarafından istismar edileceğini, Anadolu’nun müdafaasına karşı nispeten tarafsız davranan İtalyan ve Fransızları da aleyhimize sevk edeceğini ihtar etmiş. Bu ihtimali mümkün ve akla yakın görmüştüm.”
Fenerbahçe Başkanı
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe’ye 1920 yılında 21 yaşındayken başkan oldu. Başkanlığı, Osmanlı hanedan üyelerinin yurtdışına çıkarıldığı 1924 yılının Mart ayına kadar devam etti. Başkanlığı süresince kulübe, şimdiye dek tespit edebildiğimiz sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. 26 Aralık 1920’deki bu ziyaret dönemin Spor Alemi dergisinde geniş yer buldu. Ziyaret sonrasında kulüp hatıra defterini imzalayan Şehzade’yi kulüpte karşılayanlar arasında ilerleyen yıllarda Fenerbahçe’ye başkanlık da yapacak olan genç bir sporcu, Yavuz İsmet (Uluğ) de vardı.
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe ile ikinci ve son teması ise yıllar sonra gerçekleşecek ve Fenerbahçe Tarihinde derin bir iz bırakacaktır. Spor Alemi Şehzade’nin ziyaretini şu satırlarla aktarmıştı:
“26 Aralık Pazar günü, Fenerbahçe Kulübü fahri başkanlığını kabul buyuran Şehzade Ömer Faruk Efendi Hazretleri kendi yurtlarını (kulüplerini) ziyaret etmişlerdir. Öğleden sonra saat ikide Kadıköy gençlerinden bir kısmı orta salonda sevgili reislerini karşılamak için hazırdılar. Fahri Başkanın yanında yine kulüp üyelerinden Damat Mecit Bey ile Damat Selami Bey ve yaverleri Binbaşı Faik Bey Efendiler bulunuyordu. Önce kulüp ziyaret edildi ve kütüphane, kayıkhane, jimnastik, tenis alanları gösterilerek efendi hazretlerine spor sahasındaki kulübün faaliyeti hakkında bir fikir verilmek istenildi, sonrasında kulüp üyelerinden bir kısmı tanıtıldı. Bu arada kulüpte tenis şubesinde çok yüksek bir faaliyet gösteren Damat Mısırlı Muhsin Yeğen Bey de bulunuyordu. Saat üçte havanın elverişsizliği dolayısıyla yalnız salonda bazı sporlar yapılabildi. İlk numarayı azadan Said ve Fevzi Beylerin eskrimi ve ikinciyi de muallimleri meşhur şampiyon Miralay Grodotski ile Mösyö Nikolay’ın egzersizi oldu. Bundan sonra memleketimizin en kıymetli amatörlerinden İsmet (Yavuz İsmet Uluğ) ve Ziya Beylerin boksu, ve Binbaşı Mazhar Beyefendinin idare ettiği Alman jimnastiği ile program sonlandırıldı. Bu sırada kulübün en değerli bir parçası olmakla beraber musiki yönüyle de gurur kaynağı bir amatörü olan Ekrem Bey’in keman ile çaldığı birkaç parça musikide de kulübün bir yerinin bulunduğunu hissettiriyordu.”
Ziyareti esnasında Kulüp anı defterine bıraktığı iz, bugün hala Fenerbahçe Müzesi’nde sergilenmektedir. O satırlarda Fenerbahçe Başkanı Ömer Faruk Efendi, şu satırlarla kulübünü onurlandırmıştır: “Kulübün tealisini (gelişmesini) görmek medar-ı iftiharım (gurur kaynağım) olacaktır”
Ömer Faruk Efendi’nin Fahri Başkanı olduğu Fenerbahçe, bu dönemde sadece yabancılarla maç yapmakla kalmadı, devletin düzenlediği bağış kampanyalarında aktif rol aldı. Bunlardan bir tanesi de Fenerbahçe – İttihatspor arasında oynanacak şampiyonluk maçının hasılatının Göçmenler Müdürlüğü’ne bağışlanmasıydı. 17 Ağustos 1921 günü oynanan maça Fenerbahçe, Şekip, Galip, Hasan Kamil, Fahir, İsmet, Ethem, Ömer, Boldin, Zeki Rıza, Alaeddin ve Sabih 11’i ile çıktı. Akşam gazetesinin haberine göre maçta “her taraftan gelip stadı dolduran binlerce kişilik büyük bir kalabalık” vardı. Maçı 3-2’lik skorla kazanan Fenerbahçe, şampiyon olmuş ve Göçmen Müdürlüğü yüklüce bir gelir elde etmişti.
Halife’nin Oğlu
Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra, 1 Kasım 1922’de Saltanat yönetimine son veren TBMM, Osmanlı Hanedanın elindeki dünyadaki bütün Müslümanların liderliği anlamını taşıyan “Hilafet” makamına Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin babası Abdülmecid Efendi’yi getirdi. Anadolu’daki Milli Mücadele’ye çeşitli sebeplerle katılmamış/katılamamış olsa da İstanbul’da Fahri Başkanı olduğu Kızılay Cemiyeti aracılığı ile Anadolu’ya yardım ettiği kayıtlara geçen, Milli Mücadele’nin kutlama, miting, yardım gibi organizasyonlarına hem kendisi hem de oğlu adına bağış yapan Abdülmecid Efendi’nin halife olarak seçilmesinde bu tavrının önemli etkisi vardır. Ömer Faruk Efendi’nin halifenin oğlu olarak İstanbul’da yaşadığı 2 yılı aşkın zaman boyunca, Fenerbahçe, İstanbul’u terk etmeye hazırlanan İşgal kuvvetleri takımlarına karşı üstünlüğünü korudu.
“Canım Fenerbahçe”
Ömer Faruk Efendi, Hilafetin kaldırılmasının hemen ardından diğer hanedan üyeleri ile beraber yurtdışına gönderildi. 1924 Yılından, 1969 yılına kadar 45 sene sürgün hayatı sürdü. İsviçre ve Fransa’da yaşadıktan sonra Kahire’de hayatını kaybetti ve oraya defnedildi. Mezarı yıllar sonra, Türk hükümetinin “sessizce nakledilmesi şartıyla” verdiği özel bir izinle Türkiye’ye getirildi ve Cağaloğlu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’ne nakledildi.
Ömer Faruk Efendi’nin, Fenerbahçe Tarihinin en özel hatıralarından biri olan, “Canım Fenerbahçe” seslenişi Murat Bardakçı’nın 16 Ocak 2006 yılında Hürriyet Gazetesi’nde yayınladığı bir mektupla gün yüzüne çıkmıştır. Bardakçı, Ömer Faruk Efendi’nin Kahire’den 20 Temmuz 1966’da İstanbul’da yaşayan dostu ünlü Tarihçi İsmail Hami Danişmend’e gönderdiği mektubun Fenerbahçe ile ilgili kısımlarını köşesine taşıdı. Bu mektupta Ömer Faruk Efendi, yıllar önce başkanlığını yaptığı Fenerbahçe Kulübü’nün o zamanki başkanı Faruk Ilgaz’dan bir mektup aldığını söylüyor, kulübün kendisini hatırlamasından duyduğu memnuniyeti anlatıyor ve gözyaşlarını tutamadığını yazıyordu.
“Geçen gün postacı geldi ve büyükçe bir zarf uzattı. Üstünde canım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü görünce şaşırdım. Mektubu okuyunca büsbütün hayretlere düştüm. Kulübün yeni müdürü, eski başkanlarının resmini istiyor! Salonlarını süslemek için! Kırk küsur senedir böyle bir ilgi görmediğimden şaşırdım ve duygulandım. Gözlerimden yaşlar boşandı. Yeni ve eski birer fotoğrafımı, kulüp üyeleriyle çıkmış olan bir eski resmimi ve göstermiş oldukları ilgi dolayısıyla teşekkürlerimi yazdım ve gönderdim. Yeni reisin ismi de Faruk olduğundan, adaşlık sebebiyle bir sempati doğmuş olacak! Bana gönderdikleri kulübün ismi, işareti ve arkasına yazdıkları beni çok mütehassis etti: ’Kulüp erkanı, eski reislerine saygılarını sunarlar.’ Şimdi resim çerçevelenmiş halde yanımda duruyor…Ömer Faruk”
Sorular
Ömer Faruk Efendi nasıl bir kişiliğe sahipti?
Ömer Faruk Efendi’nin kişiliğinde şüphesiz Babasının etkisi büyüktür. “Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını” olan Abdülmecid Efendi’nin oğlu ve şehzade ünvanıyla, Avrupa’da eğitim gören ilk hanedan üyesi olmuş, birden fazla yabancı dil öğrenmiştir. Özetle, Ömer Faruk Efendi, Osmanlı Modernleşmesinin hanedan içerisindeki en önemli temsilcisi sayılabilir.
Ömer Faruk Efendi Milli Mücadele’ye karşı mıydı?
Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele’ye karşı olduğunu söylemek elimizdeki belgelere ve kaynaklara göre imkansızdır. Anadolu’ya geçişi ile ilgili, kendisi ve Mustafa Kemal Paşa farklı sebepler ortaya koymuş olsa da, bu durum Ömer Faruk Efendi’nin ülkenin kurtuluşunu istemediği anlamına gelmemektedir. Babasının Sadrazam Damat Ferit’e ve Padişah Vahdettin’in Milli Mücadeleye olan tavrına getirdiği ağır eleştiriler göz önüne alındığında, iki tarafın ülkenin kurtuluşu için farklı yöntemler öngörmesi ihtimal dahilinde olsa da; bu, onun Milli Mücadeleye karşı olduğu göstermemektedir. Kendisini Anadolu’ya getiren Asım Gündüz’ün sonraki günlerde Milli Mücadele’nin önemli komutanlarından biri olacak olması ve Cumhuriyet’in ilanından sonra Genelkurmay 2. Başkanlığı yapması, bu değerlendirmeyi destekler niteliktedir.
Mustafa Kemal Paşa’ya göre Milli Mücadele’nin yöntemi neydi?
Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele yıllarında söylemleri farklı bakış açılarıyla değerlendirilmektedir. Bu söylemlerin ve Paşa’nın eylemlerinin tek hedefi şüphesiz ülkenin bağımsızlığını kazanmasıydı. Yakın çevresine Milli Mücadele’nin ilk günlerinde “Cumhuriyet” fikrini hayata geçireceğini paylaşmış olsa da, 620 yıldır bir hanedanın yönetimi altında yaşayan halka bu fikrini açmamıştır. Bağımsızlığın kazanılması için deha seviyesinde bir iç politika yürütmüş, kendi deyimiyle “uygulamayı evrelere ayırarak, hedefe varmıştır.” Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’un giriş kısmında yer alan ifadeleri yaptığım bu değerlendirmenin temel dayanağıdır:
“Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahlı olarak karşı koymak ve onlarla mücadele eylemek gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini ve zorunluluklarını ilk günden ortaya koymak ve ifade etmek, elbette isabetli olamazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalardan ve hadiselerden istifade ederek milletin hissiyat ve fikirlerini hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur.”
Tarihi nasıl okumalıyız? Olaylara nasıl bakmalıyız?
Şüphesiz tarihi olayların, farklı düşüncelere sahip, dünyaya başka pencerelerden bakan insanlar tarafından çeşitli şekillerde yorumlanması doğal karşılanmalıdır. Bu farklı değerlendirmeler ancak tek bir şartla tarih yazımını değerli kılar. O da: “geçmişte yaşanmış olayları, meydana geldikleri dönemin şartlarına göre değerlendirerek” Anadolu topraklarında kurtuluş mücadelesi verilirken, iç isyanların bu mücadeleyi tehlikeye sokmaya başladığı günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın Veliaht Abdülmecid Efendi’yi Anadolu’ya davet etmesi onu “Saltanat yanlısı” yapmayacağı gibi, Osmanlı Şehzadesinin “Campidoglio” gemisinin gizli bir bölmesinde Anadolu’ya geçişi de onu “Milli Mücadele karşıtı” yapmaz.
Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe Başkanlığı ne ifade etmektedir?
Ömer Faruk Efendi, Fenerbahçe’nin fahri yani bugünkü anlamıyla onursal başkanlığını yürütmüş isimlerden biridir. Kısaca Fahri Başkanlık, yönetsel değil simgesel bir makamdır. Her ne kadar bu makam “simgesel” olsa da, Fenerbahçe’nin, buhranlı geçen kuruluş günlerinin ardından, ilk önce İttihat ve Terakki’nin sonrasında da hanedanın dikkatini çekmesi, kulübün sportif olduğu kadar sosyal bir olgu da olduğunu göstermektedir. Nitekim Fenerbahçe faktörü Cumhuriyet’in ilanından sonra da ülkeyi yönetenler tarafından dikkate alınmaya devam etmiştir. Fenerbahçe, Ömer Faruk Efendi’nin başkanlığı döneminde işgal yıllarının esir İstanbul’una moral kaynağı olmuş, bu dönemde yaşanan gerek maddi gerekse manevi sıkıntılara rağmen, Türk insanının kalbinde yer etmeye Ömer Faruk Efendi kulübün başkanıyken başlamıştır.