1919-1920 İstanbul futbol liglerine ait olan fikstür, Spor Alemi dergisinden çıktı. Aşağıdaki notlarla yayınlanan takvimin görselini yukarıda, organizasyonda yer alan takımları ise aşağıda görebilirsiniz.
Merhum Burhan Felek, Milliyet gazetesinde “Yaşadığımız Günler” başlığı altında anılarını yazmıştı. Bunlardan biri olan “Burhan Felek’in Futbol Hatıraları” sadece kendi kulübü Anadolu için değil, Fenerbahçe için de önemli detayları haiz.
Üsküdar’da İhsaniye mahallesi doğduğum, büyüdüğüm bir mahalledir. Havalar İhsaniye yamacının derece derece yükselişine göre yumuşaktan serte kadar giden bir gam gösterir. Biz Sultaniye sokağında hem poyraza hem lodosa bakan sırttayız.
İhsaniye mahallesi bir bakıma Üsküdar’ın bir sınır mahallesi idi. Gerçi daha doğusunda Selimiye vardı ama burası da Üçüncü Selim’in planını Fransız mühendislere yaptırdığı ve daha ziyade Selimiye kışlasındaki zabitlerin ailelerini barındırmak için tasarladığı bir lojman mahallesi idi.
Kuzey tarafı ise Karacaahmet mezarlığı denilen büyük servi ormanıyla çevrilmiş olduğu için, İhsaniye mahallesi, Üsküdar’ın diğer mahallelerinden farklı ve oldukça tecrit edilmiş durumda idi. Ondan dolayı bu mahalle halkının diğerlerine göre gece veya tatil günü hayatı daha mahdut imkanlarla zor doldurulabilirdi.
Aslına bakarsanız mahallenin bir tek kahvesi vardı: Çiçekçi kahvesi. Bir tek bakkalı vardı: Çiçekçi bakkalı…
Birbirine ve denize paralel üç uzun ve genişçe sokağı vardı. Yukarıdan denize doğru da üç yokuş inerdi. Bunların üst sokağının adı Sultaniye, ikinci sokağının adı Aziziye, alt sokağındakini hatırlamıyorum, galiba alt sokak idi.
Birim evin hemen karşısından alt sokağa inen yokuştan Selimiye caddesine çıkan daracık ve ancak 100 metre kadar uzun bir sokak vardı. Burada Mısır çarşılı Sadık Bey, Müftü Şamlı Ahmet Efendi (kendisinden hukuk imtihanına hazırlanmak için Arapça ve vakit geçirmek için satranç öğrenmiştim), daha ileride pek güzel bir kızı ve torunları olan Mabeynci Mahir Bey otururdu. Bu küçük sokağın adı “Çiçekçi Sokağı” idi. Yani mahalle bakkalı ve mahalle kahvesi adlarını bu sokaktan almışlardı.
Bunun sebebini bir türlü anlayamamışımdır. Evvela bu “Çiçekçi” lafı nereden geliyordu. Çünkü, gerek bakkal, gerekse kahve zamanının isim yapmış dükkanlarından idi. O devirde bazı dükkanlar bilinmeyen sebeplerle ün salmış ve halkça yeri dahi bilinmeden ismi şöhret bulmuş yerlerdi. “Çiçekli Bakkal” da (Sinekli Bakkal gibi) bunlardan biriydi. Çiçekçi Kahvesi de öyle! Bunların ne büyüğünün ne küçüğünün sattığı mal bakımından hiçbir fevkaladeliği yoktu.
Bütün bu tafsilatı verişimin sebebi İhsaniye mahallesinde 14-15 yaşında bir çocuğun vakit geçirmek için gidebileceği bir yer olmadığını anlatmaktır. Onun için babam beni Çiçekçi kahvesine götürürdü.
Çiçekçi kahvesi bizim eve pek yakın da değildi. En azından 100-150 metre yürümek lazımdı. Ama kahvenin hemen civarındaki evlerde oturan mahalleli erkekler boş zamanlarını hemen hemen kahvede geçirirlerdi. Bunlardan biri de sesi kısık Şadiye Hanım’ın oğlu Serasker kapusu ketebesinden Ziya Bey’di. Bu Ziya Bey kısa boylu, çabuk konuşur bir adamdı. Ziya Bey kahveye başında kalıplı bir fes, sırtında entari ve üstünde hafif bir cübbe veya ince abamsı bir şey ve ayağında potin kundura ile gelirdi. Merhum şair Talat Bey ve arkadaşları Ziya Bey’e (arkasından) “Apitintoni” adını takmışlardı.
Bütün bunları size zamanın mahalle hayatını gözünüzün önünde mümkün olduğu kadar iyi canlandırabilmek için yazıyorum.
Evet, Ziya Bey bir gün kahve halkına daha doğrusu bize bir haber verdi:
“Aman efendim, Kuşdili çayırında İngilizler bir top oyunu oynuyorlar, görülecek şey! Bir Pazar gidip görelim…”
Bu Ziya Bey’in babası kimdi, bilmem. Yalnız annesi mahallece sesi kısık Şadiye Hanım ismiyle anılan, oldukça tanınmış bir hanımdı. Karşılarında Abdi Bey’ler otururdu. Bu Abdi Bey’ler de Serasker Kapusu “Harbiye Nezareti” memurlarından idi. Kahvenin hemen ensesine düşen bir de çiçek bahçesi olan ve çiçekçilikle para kazanan Esvapçıbaşı zade Behçet Bey vardı. Mahallenin Selimiye kıyısında ise Kağıtçıbaşıların Hacı Raşit Bey ile damadı Selahattin Bey otururdu.
Bir de “Birdirbir” dediğimiz beli bükük birinin üstünden atlamak oyunu vardı. Bunların az çok sportif kıymeti olduğu inkar edilemez. Bu arada birkaç kişinin üstünden atlamadan ibaret “uzun eşek” ismindeki oyun zorluğu bakımından her zaman oynanmazdı. Ne kalıyordu? Kaydırak. Muayyen bir hedefe yassı bir taşla vurmak…
E… Bunlar 15 yaşından sonraki gençliği pek tatmin edecek şeyler değildi. Onun için o devirlerdeki gençlik oyunsuzluk yüzünden karakter ve meyline, ailesinin kendine karşı olan kaydlanma derecesine göre kahve peykelerine, tulumbacı koğuşlarına veya meyhane köşelerine düşer, yahut eve kapanıp abdallaşırdı. Çiçekçi kahvesinde konuşan sesi kısık Şadiye Hanım’ın oğlu Apitintoni Ziya Bey beni bu akıbetten kurtardı.
Haberi aldığımızın ertesi Pazarı babamla beraber Kuşdili’ne gittik ki bir kıyamet! Yani o zamana göre birkaç bin kişi var…
Kuşdili çayırı (adı üstünde) açık bir çayırdı. Ne duhuliye var, ne bilet. Yalnız halkın oyun sahasına girmemesi için futbol sahası ölçülerinden ikişer metre kadar geniş köşelere yuvaları evvelden hazırlanmış demir kazıklara gerilen çelik halat tel gerilmiştir.
İlk oyun Moda kulübü ile Kadıköy kulübü arasında imiş. Modalılar içinde sonradan Fenerbahçe kulübünde şöhret bulan Bahriyeli Fuat Bey vardı. Fuat Bey galiba sol açık oynardı. Sahanın dört bir tarafını halk sarmıştı. Daha iyi seyretmek için açık fayton arabası tutup üstünde oyun seyredenler de vardı. Bu futbolu ilk görüşümdür. Tarihi 1906’ya düşer. O günden bugüne futbol ve onun bahanesiyle spora ömrümün 66 yılını verdim.
1907’de Üsküdar’da bir kısım gençler, Nafia Nezareti ketebesinden Şucauddin Bey adından oldukça müstebit birinin başkanlığı altında hala üçüncü kümede oynayan Anadolu kulübünü kurduk. Kurucular arasında Kaptan Paşa camii imamı huzur hocalarından ve sonradan Sinop sürgünlerinden meşhur Hafız Nazif Efendi’nin oğulları Hafız Nasuhi, Hafiz Macit, onların akrabalarından Telgrafçı Atıf, Rıza Suneri Sadullah, Selahattin, daha hatırlayamadığım kimseler vardı
Ne var ki biz yani Türkler uzun müddet Pazar günleri oynayan Kadıköy, Moda, Barham, Strugglers (İngiliz sefareti gemisi mürettebatı) takımlarının kurdukları Pazar Ligi’ne giremedik. Ama Galatasaray ve Fenerbahçe ile Progre (daha sonraki Altınordu) takımı girdi. Zaten biz Pazarları oyun oynayamazdık. Memleketin resmi tatili Cuma günü idi.
Oyunlarımızı ekseri tek kale halinde İbrahim Ağa çayırında yapardık. Bir gece bizim evdeki toplantıyı polis bastı. Durumumuzu anlattık. Hemen cemiyetler kanununa göre kendimizi “nizami”leştirmemizi emrettiler. 1907’de kurulmuş olan “Anadolu” kulübü resmi tescil tarihi olan 1908’de kurulmuş göründü.
Bir müddet sonra bizim gibi semtlerdeki bazı Türk takımlarını bir araya getirip Cuma Ligi’ni kurduk. Bu ligde ilk önce sekiz takım vardı. Bazılarını hatırlarım: Anadolu, Süleymaniye, İdman Yurdu, Şehremini, Türkgücü, Vefa gibi.
1914 Harbi’nden sonra Cuma Ligi ve Pazar Ligi birleşti ve birinci, ikinci futbol ligleri kuruldu. Bunların hepsi amatördü. Bu ligde de Fenerbahçe ve Galatasaray hep başta gitti.
Kabul etmek lazımdır ki Pazar Ligi bizden kuvvetli idi. Anadolu kulübü bir ara Fenerbahçe ile birleşti. Sait Selahattin falan o sıralarda takıma yeni giriyorlardı. Sonra tekrar ayrıldım.
Ben takımda yer almak suretiyle futbola 17 yaşında başladım. Sol haf oynadım. 29 yaşımda 12 sene oyundan sonra kestim. İyi bir oyuncu olamadım ama Anadolu kulübünün kuruluşundan itibaren idarecilikte vazife aldım.
1918 yıllarında kulübün reisi idim. Sonradan işlerimizle kulübün işlerini telif etmek mümkün olamadı. 1923’de Ali Sami, Yusuf Ziya merhumlarla Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nı kurduk. Bu Türkiye’nin ilk amatör ve esaslı spor kuruluşudur.
1906 tarihlerinde Çiçekçi kahvesinde sesi kısık Şadiye Hanım’ın oğlu Ziya Bey’in teşvikiyle bende başlayan spor merakı bugün Türkiye Olimpiyat Komitesi Başkanlığını yüklenmeye ve ona gelinceye kadar ne tehlikeli ve pürüzlü işlere, mihnetlere katlanmaya yetti de arttı bile…
Çünkü 66 yıllık spor hayatımızın süt limanlık geçmediğini söylemem lazım. Az kalsın unutuyordum. Gene bu merak saikasiyle 1908 tarihinde Üsküdar’da “Futbol” adında bir spor mecmuası çıkardıktı. Dört nüsha yayınlanabildi. Paramız bitti, kapadık. Bu Türkiye’de çıkan ilk spor mecmuasıdır.
Türk’ün varoluş savaşının, Millî Mücadelesinin zaferle sonlanmasının yüzüncü yılını kutladığımız bu günlerde; o mücadelenin sporcu kahramanlarından birinin hikayesi ile karşınızdayız. Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunda başkanlık makamında olan, Türk Milli futbol takımının oyuncusu, İstanbul Teknik Üniversiteli Mühendis Emirzade Arif Bey’in memleketi hüzne boğan bir sonla biten hikayesini arşiv belgelerine dayanarak yazdık…
1911 – 1918 yılları arasında Fenerbahçe forması ile 128 kez sahaya çıkan Arif Bey[i], dönemin birçok ünlü futbolcusu gibi Türk futboluna “altyapı” kurumunu armağan eden, memleketimizin ilk scout’ı[ii] Elkatipzade Mustafa Bey tarafından keşfedilmiş, 1911 yılı itibariyle Fenerbahçe için ter dökmeye başlamıştı.
Elkatipzade Mustafa Bey’in, Fatih’in Şehremini semti Hastane Çayırı’nda futbol oynarken keşfettiği Arif Bey, takım arkadaşlarından Bedri Gürsoy’un anlatımına göre, “Zayıf, uzun boylu, küçük yüzlü idi. Kendisine mahsus ciddi, hatta biraz da içli ve mahzun bakışları vardı. Aile ve spor terbiyesi fevkalade idi. Mert bir arkadaş, samimi bir dosttu. Maçlarda fırtına gibi sert oyununa rağmen kasten bir kimseyi incitmezdi. O yılmadan, kesilmeden, büyük bir fedakarlıkla, canla başla, çırpına didişe, kan ter içinde oyun oynar. Koşar, ileri gider, geri gider, sıçrar, şut çeker, demarke olur. Degajman yapar. Çalım yapar. Dripling yapar. Kafa vurur. Omuz vurur. Lakin oyun oynardı.”[iii]
Arif Bey, Mühendis Mekteb-i Alisi, günümüz Türkçesi ile Yüksek Mühendis Mektebi öğrencisi iken Fenerbahçe’ye katılmıştı. Dağlaroğlu’nun aktardığına göre aynı yıl okuduğu okulda kurulan voleybol takımının da oyuncuları arasında yer alıyordu. Arif Bey, futbol oynadığı 8 yılın ardından ülkenin en iyi defans oyuncularından biri olarak kabul edilmektedir. Bu özelliği ile hem Fenerbahçe’nin hem de bugün Türk Futbol Milli Takımı olarak kabul ettiğimiz İstanbul Karmasının oyuncularından biridir.
Arif Bey, Fenerbahçe tarihinin en ikonik maçlarında sahada yer almıştır. Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunu yaşadığı 1911-1912 sezonunda hem takımın bir oyuncusu hem de kulübün Reis-i Evvel’i, yani başkanı olarak görev yapmıştır. Sporcu Arif Bey’in kısa süren futbol hayatının önemli olaylarını kronolojik olarak sıralamak gerekirse aşağıdaki liste yapılabilir:
Balkan savaşı dolayısıyla uzun süre İstanbul limanında demirli kalan İngiliz savaş gemisinin mürettebatı ile Fenerbahçe, Galatasaray ve İttihatspor oyuncularından oluşan İstanbul karmasının yani Türk Milli Futbol Takımı arasında 30 Mart 1913’te oynanan ve Türkiye’nin 2-0 galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
4 Ocak 1914 Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı 4-2’lik skorla ilk kez galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
Fenerbahçe Spor Kulübü hatıra defterinde “11 Mayıs Pazar: Maliye Nazırı Cavid Bey himayelerinde “Çiçek Bayramı” Fenerbahçe, İstanbul İngiliz Muhtelitini 3-1 yenmiştir.” notuyla yer alan, Fenerbahçe’nin İngiliz Karmasına karşı oynadığı kadroda yer adı.
Fenerbahçe’nin 1914 yılında Rusya’ya yaptığı ilk yurtdışı seyahatinde kafilenin bir üyesiydi.
Adeta bir milli takım oyuncusu olduğunu kanıtlarcasına 2 Nisan 1915’te Altınordu takımı sahaya eksik çıkmasın diye sözü geçen takımın formasını giydi.
5 Mart 1915’te Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı 4-0’lık skorla ikinci kez galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
Mühendis Arif Bey
Arif Bey, okul hayatı ile sporu bir arada yürüten, Osmanlı’nın ilk okullarından olan ve kökleri 1795’te açılan Mühendishane-i Berr-i Humayun’a dayanan Mühendislik okulunda bir öğrenciydi. O dönem için gayet saygın bir konumda olan Arif Bey’in sadece kişiliği ve futboluyla değil bu konumu itibariyle de öne çıktığını söyleyebiliriz. Keza 1911’de katıldığı Fenerbahçe’de kısa sürede “Başkan” sıfatını kazanması bu önermemizi desteklemektedir.
Arif Bey’in okulu, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin öncülü olan Yüksek Mühendislik Mektebi, bugün halen üniversite ambleminde kullanılan “arı” figürünü armasında taşıyordu. Arif Bey’in 1913’te mezun olduğu bu okulun öğrencileri, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde gönüllü olarak orduya katılacak ve okul 1915 ile 1921 yılları arasında mezun vermeyecektir.
Arif Bey, mezun olduktan hemen sonra “Askeri Mühendis” sıfatıyla göreve başladı. Dönemin imar faaliyetlerinin demiryolu inşaatı üzerine yoğunlaşmasından dolayı hayatının son 6 yılı demiryolu şantiyelerinde geçti. Devlet arşivlerinde yer alan belgeden edindiğimiz bilgiye göre askerlik görevini Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak yaptı. Bu görevi de Uzunköprü–Keşan demiryolu inşaatında yerine getirdi.
Arif Bey’in “Mühendis” sıfatıyla yaptığı görevler, şehit edilmesinden sonra hakkında yazılan yazılarda yer bulmuş, 6 Kasım 1919 tarihli Spor Alemi dergisi kendisinden “Balkan Harbinin ve Cihan Harbinin bütün senelerinde mühendis olmakla beraber pek uzak yerlere koştu, çalıştı. Hatta harpten sonra bile gazetelerin sütunlarını dolduran eşkıya taarruzlarına kulak asmadı hizmet etmeye gitti.” diye bahsetmiştir. Dağlaroğlu’nun anlatımında da Arif Bey’in görevi boyunca bazı Fenerbahçe maçları için İstanbul’a gelip, akabinde görev yerine geri döndüğü yazılıdır.
Arif Bey’in son görevi Bağdat Demiryolu projesi dahilinde yer alan Ulukışla-Niğde-Kayseri hattının inşaatının keşfidir. Arif Bey’in Türk demiryolları tarihinin en önemli iki projesi olan Rumeli Demiryolları ve Bağdat Demiryolu projelerinin ikisinde birden çalıştığını kaydetmeliyiz. Bu noktada Bağdat Demiryolu projesinin son dönem Osmanlı tarihi açısından önemine vurgu yapmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Yapımı 1903’ten 1940’a kadar süren ve iki dünya savaşına da tanıklık eden Bağdat Demiryolu, Sultan Abdülhamid döneminin imar faaliyetleri çerçevesinde değerlendirilmekten öte, batılı devletlerin Ortadoğu planlarını uygulamaya sokmak için kullandıkları bir araç olarak da düşünülmelidir. Sultan Abdülhamid diplomasisi, bu demiryolunun yapım imtiyazını Osmanlı topraklarında “gözü olmayan” Almanya’ya vermiştir.
Alman İmparatoru II.Wilhelm’in 1898’de gerçekleştirdiği İstanbul ziyareti bu projenin temelinin atıldığı olaydır.[iv] Almanya, yeni başlayacak yüzyılda, muhtemelen bir mücadele alanına dönüşecek olan Ortadoğu’ya ulaşmak için böyle bir demiryolu hattının varlığına ihtiyaç duyarken, Osmanlı Devleti ise Anadolu ile İstanbul bağlantısını gerçekleştirmek istiyordu. Bu isteğin nedenlerinden en önemlisi Anadolu ile askeri bağlantının kurulması, diğeri ise Anadolu’nun tarım ürünlerinin İstanbul’a daha hızlı ve düzenli şekilde taşınabilmesiydi. Bağdat Demiryolu’nun güzergâhının, Anadolu demiryolunun devamı olarak Konya’dan Adana’ya, oradan da Halep ve Musul üzerinden Bağdat’a kadar uzanması planlanmaktaydı. Bu hat daha sonra Bağdat’tan Basra körfezindeki kadar uzatılacaktı.
İşte Mühendis Arif Bey; bu demiryolu hattının Niğde–Kayseri bağlantısını tamamlamak üzere görevlendirilen heyet ile birlikte 1919 yılının Haziran ayında bölgeye geldi. Hicri takvimler ramazan ayını gösteriyordu.
Şehit Arif Bey
Sporcu ve Mühendis Arif Bey’i bugün Şehit Arif Bey olarak anmamızı neden olan olay 15 Haziran 1919 Pazar günü gerçekleşti. Ulukışla – Niğde – Kayseri demiryolu hattının güzergahında keşif yapmak için Ereğli’den Bor’a hareket eden teknik heyet Ereğli’nin Tahtaköprü mevkiinde saldırıya uğradı. Mühendis Arif Bey, göğsüne isabet eden mermi ile hayata gözlerini yumarken, iki jandarma da yaralandı. Olay derhal şifreli bir telgrafla dahiliye nezaretine haber verildi.
Telgrafın ardından 18 Haziran 1919’da Konya Valiliği, dahiliye nezaretine olayın detaylarını anlatan bir dilekçe göndererek saldırganların 5 kişi olduğunu ve kimliklerinin tespit edildiğini bildirdi. Buna göre zanlılar; Çayhan Köyü’nden Karaahmed oğlu Hüseyin, Haydar oğlu Süleyman, Süleyman oğlu Haydar, Jandarma firarisi Talat ve bu dört kişiye yataklık yapan Adil adlı kişilerdi.
Konya Valiliği, bu kişilerin cezalandırılmalarının hızlandırılması için savcılığa tebliğ ettiğini de dilekçesine ekliyordu. 7 Temmuz 1919’da bu defa Niğde Mutasarrıflığı ismi tespit edilen 5 kişiden 4’ünün tutuklandığını ve Ereğli’ye sevk edildiğini Dahiliye Nezareti’ne haber verdi. Olayın yarattığı infial ile bölgede artan huzursuzluğun kontrol altına alındığı ve asayişin berkemal olduğu da dilekçeye ekleniyordu.
Konya Vilayeti ve Niğde Mutasarrıflığının bu tarihten sonra Dahiliye Nezareti ile yazışmalarından anlaşıldığı üzere, ilk başta tespit edilen zanlılardan bazıları serbest kalmış; 20 Temmuz 1919 ve 6 Ocak 1920 arasında süren haber trafiğinden Arif Bey’i şehit eden katillerin Ulukışlalı İsmail ve iki arkadaşı, Hacı Yahya ve Çayhan Köyü’nden[v] Kara Mustafa olduğu anlaşılmıştır. Soruşturmanın derinleşmesi zanlıların bazılarının suçsuz bulunması ve yeni isimlerin katil olarak tutuklanması, bölgedeki eşkıyalık faaliyetlerinin varlığına işaret etmektedir. Nitekim katillerden Ulukışlalı İsmail için arşiv belgelerinde “önceden beri haydutluğu ile bilinen” notunun düşülmesi önemlidir.
Arif Bey’in şehit olduğu haberi İstanbul’da duyulduğunda spor camiası büyük bir matem havasına girmiştir. Yaptığımız basın taramalarında Arif Bey’in cenaze törenine ilişkin bir bilgiye şimdilik rastlayamadık. Ancak Fenerbahçe’nin Kuşdili’ndeki kulüp binasında yapılan anma ve dini tören onun sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk futbolunun da kıymetli bir değeri olduğunu ve ne kadar sevildiğini kanıtlamıştır. Spor Alemi Dergisi’nin 6 Kasım 1919 tarihli sayısında bu anma töreninin detaylarına yer verilmiş, sadece arkadaşlarının değil İstanbul’un tüm sporcularının onun için bir araya geldiğini kayda geçirilmiştir.
Arif Bey’in şehadetinin spor camiasındaki yankıları sürerken, bağlı olarak çalıştığı Nafia Nezareti, yani Bayındırlık Bakanlığı’nın Maliye Bakanlığı ile yaptığı yazışmalar hem ailesinin acısını hem de Osmanlı’nın son döneminde devletin içinde bulunduğu durumu ortaya koymuştur. Arif Bey, arkasında anne ve babası ile birlikte küçük kız kardeşini bırakmış, acılı ailenin mevcut durumu ve gelecekleri devletin iki bakanlığı arasında yazışmalara konu olmuştur.
Yazışmalar Arif Bey’in 15 Haziran’da şehit olmasından kısa bir süre sonra, 8 Temmuz 1919’da başlamıştır. Nafia Nazırı Ahmet Ferit Bey, Maliye Nazırı Mehmet Tevfik Bey’e yazdığı dilekçede: “kendisine verilen her vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş, Cihan harbinde yedek subay olarak görev yapmış mühendis Arif Bey’in ailesine taziye niteliğinde bir maaş bağlanmasını ya da bir kereye mahsus olmak üzere tüm ihtiyaçlarının giderecek bir meblağ ödenmesini” istemiştir.
Ahmet Ferit Bey’e cevap 20 Eylül 1919’da verilmiş; Mehmet Tevfik Bey, “Arif Bey’in ailesine maaş bağlanmasına ilişkin Duyun-ı Umumiye idaresi ile görüştüğünü ve kendilerinin bu maaşın bağlanması için alınacak bakanlar kurulu kararının Meclis-i Mebusan tarafından onaylanmasını şart koştuğunu, aksi takdirde bu maaş için hazinenin mevcut durumunun uygun olmadığını” yazmıştır.
İlkinde istediğini alamayan Ahmet Ferit Bey, ikinci dilekçesini 16 Kasım 1919’da göndermiş, bu dilekçede “Arif Bey’in ailesinin tek dayanağı olduğunu, görev esnasında şehit olduğunu yineledikten sonra; bu aileye yardımda bulunulmaması halinde şu anda görev yapan memurların fedakârlık hislerinin yok olacağını, kendilerinin de şehit olması durumunda ailelerinin mağdur olacağına dair bir hisse kapılacaklarını” dile getirmiştir.
Ahmet Ferit Bey’in bu tespiti ve Arif Bey’in ailesi için gösterdiği çaba şüphesiz tarihi değer taşımaktadır. Ahmet Ferit Bey, ilerleyen yıllarda TBMM’de I. ve II.dönem milletvekilliği yapacak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk içişleri bakanı görevini yürütecektir. “Tek” soyadını alacak Ahmet Ferit Bey aynı zamanda Türk Ocağı’nın kurucularından biri olacaktır. Ahmet Ferit Bey’in ikinci dilekçesinde yer alan önemli bir nokta da “Arif Bey’in ailesine hazinenin ‘öngörülemeyen masraflar’ için ayırdığı bütçeden (Mesarif-i Gayr-i Melhuz) maaş bağlanabileceği” yönündeki önerisini Maliye Bakanına iletmesidir.
Dönemin Damat Ferit Hükümeti’nin iki bakanı arasında gerçekleşen Şehit Arif Bey ailesinin maaş mücadelesi Mehmet Tevfik Bey’in 19 Kasım 1919 tarihli cevabı ile sonlanmıştır. Mehmet Tevfik Bey, mevkidaşının ısrarlı tutumu karşısında aileye bir meblağ ödenmesini kabul etmiş, ancak bunun için ailenin İstanbul’a gelmesini şart koşmuştur.
Mehmet Tevfik Bey, Osmanlı bürokrasisinin her kademesinde görev yapmış bir devlet adamıdır. 18 yaşında Yıldız Sarayı’nda ilk devlet görevine başlamış, Kudüs Mutasarrıfılığının ardından Selanik Valiliğine ve ardından Yemen Valiliğe atanmıştır. Mehmet Tevfik Bey, daha sonraki yıllarda Sevr Antlaşması’nın müzakerelerine katılacak, son devlet görevi ise Saltanatın kaldırılmasına kadar sürecek olan Şura-ı Devlet reisliği olacaktır. Mehmet Tevfik Bey’in son cevabında “aileye hazinenin ‘öngörülemeyen masraflar’ için ayırdığı bütçeden maaş bağlanmasının mümkün olmadığı” belirtmesi ancak buna rağmen bir ödeme yapılacağına dair şartlı kabulünü kayıt altına alması önemlidir.
“TUNÇTAN BİR ABİDE”
Türk Sporu, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında yüzlerce şehit vermiştir. Bugün ülkemizin her tarafındaki sahalarda, salonlarda spor yapılabiliyorsa; her kulüpten, her okuldan, her semtten sporcular, canından vazgeçen o kahramanlar sayesindedir.
Fenerbahçe özelinde ise sancılı kuruluş yıllarının hemen ardından takıma ilk şampiyonluğu sahada formasıyla, başkanlık koltuğunda ise elinde kalemiyle kazandıran Şehit Arif Bey’in çok ayrı bir yeri vardır. Devlet arşivlerinde yer alan belgelerde, bu yazı aracılığı ile gün yüzüne çıkan detaylar, Millî Mücadele ateşinin yakıldığı günlerde Osmanlı Devleti’nin durumunu gözler önüne sermiş, bir şehidin arkasında bıraktığı acılı ailenin “perişan olmaması” için Türk milliyetçiliğinin önemli ismi, büyük devlet adamı Ahmet Ferit Tek’in çabasını Fenerbahçe Tarihi’ne kazımıştır.
Fenerbahçe’nin Şehit Başkanı Arif Bey’in ailesinin “Emirzade” olarak anıldığı malumdur. En büyük arzumuz, yayın hayatına başladığından beri yayınladığı araştırma yazıları sonrasında Fenerbahçe Tarihi’ne mal olmuş sayısız ismin ailesinin iletişime geçtiği sitemize, Şehit Arif Bey’in yakınlarının da ulaşmasıdır.
Bedri Gürsoy’un da dediği gibi “Şurası muhakkaktır ki Türk futbol tarihinde Arif’in kudretli hatırası pırıl pırıl parlayan tunçtan yapılmış bir abide halinde ebediyen yaşayacaktır.”
Arif Bey’in İçinde Bulunduğu Fotoğraflar
Kaynaklar ve Notlar
[i] Dr.Rüştü Dağlaroğlu, Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi (1907-1957), İstanbul, 1957
[iv] Dr. Altan ALPEREN, Bağdat Demiryolu: Siyasal Sonuçları Olan Bir Türk-Alman Demiryolu Projesi, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum / Education And Society In The 21st Century Cilt / Volume 7, Sayı / Issue 19, Bahar / Spring 2018
[v] Çayhan günümüzde Konya’nın Ereğli İlçesine bağlı bir kasabadır ve Niğde – Mersin sınırında yer almaktadır.
Tarih yazımında, anlatılan dönemin kaynaklarını aktarırken onları kırpmak ya da sansürlemek, anlaşılabilir bir şey değil. Tabii insanlık halidir, unutulur, gözden kaçırılır, yanlış okunur, bunlar başka şey… Mamafih “Neden?” diye sorduran örnekler de karşımıza çıkıyor.
Mesela sayın Mehmet Yüce’nin “Osmanlı Melekleri” isimli kitabının ilk baskısında, 281. sayfada yer alan haberin (*) tam metninde “üç sene İstanbul şampiyonluğunu ihraz eden Fenerbahçe” denirken, kitapta yer alan çeviride neden sadece “Fenerbahçe” yazıldığını merak etmemek mümkün değil.
Yukarıda ilgili gazete kupürünü, aşağıda ise önce bizim çevirimizi, daha sonra da Osmanlı Melekleri kitabındaki yazıyı göreceksiniz.
Sitemizi açarken Fenerbahçe tarihi araştırmalarında yoğunlaşacağımız en önemli parçaları “Kuruluş/İşgal Seneleri” ve “1959 öncesi Şampiyonluklar” olarak belirlemiştik. Bu doğrultuda, tarihin (hatta sadece Fenerbahçe özelinde değil, genel olarak bütün bir geçmişin) yanlış veya eksilterek yazılmasına müsaade edemeyeceğimizi ve bu tip yanlışları bir “reddiye” kapsamında toplayacağımızı belirtmek istiyoruz.
Futbol mevsimi hulul etmesine mebni Teşrinievvel’den itibaren birlik müsabakalarına başlanacaktır. İdman kulübü müntesibi gençlerden ekserisi asker olduğundan yerleri yeni yetişenlerle doldurulacaktır. Bu cihetle timler kısmen ve hemen ekserisi değişmiş olacağı için her bir kulübün yeni yetiştirdiği gençlerin idman hayatında göstereceği kabiliyet nokta-i nazarından, futbol müsabakaları bu sene başka bir kıymeti haiz olacaktır. Hal-i harpte olmamızla beraber yine mevsiminde müsabakalar tertibi ve şu suretle şehrimizde idman hayatına germi verilmesi hakikaten şayan-ı takdirdir. Mesmuatımıza nazaran bu sene İstanbul futbol birinci birliğinde üç sene İstanbul şampiyonluğunu ihraz eden Fenerbahçe kulübüyle Galatasaray, Anadolu, Altınordu, İdman Yurdu, Süleymaniye kulüpleri bulunacaktır.
Osmanlı Melekleri – 1. Baskı – Sayfa 281
Futbol Müsabakaları 331-332 Senesi
Futbol mevsimi hulûl etmesine (gelip çatmasına) mebni (dayanan) Teşrin-i evvel’den itibaren birlik müsabakalarına başlanacaktır. İdman kulübü mensubu gençlerden ekserisi asker olduğundan yerleri yeni yetişenlerle doldurulacaktır. Bu cihetle timler kısmen ve hemen ekserisi değişmiş olacağı için her bir kulübün yeni yetiştirdiği gençlerin idman hayatına göstereceği faaliyet-i nokta-ı nazarından, futbol müsabakaları bu sene başka bir kıymeti haiz olacaktır. Hal-i harbde olmamızla beraber yine mevsiminde müsabakaların tertibi ve şu suretle şehrimizde idman hayatına germi verilmesi hakikaten şayan-ı takdirdir. Malumatımıza nazaran bu sene İstanbul futbol birinciliğinde Fenerbahçe, Galatasaray, Anadolu, Altınordu, İdman Yurdu, Süleymaniye kulüpleri bulunacaktır.
Bugün, Türkiye’de futbol teşkilatlanması üzerine yaptığım yayınların sonuncusu olarak; Türkiye’ye futbolun gelişi ve gelişmesini, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın (TİCİ) Osmanlı dönemindeki kuruluşu sırasında yaşanan hukuki tartışmaları ve bu teşkilatın yeni Türkiye ile ilk temasını konu edineceğim. Huzurlarınızda “Osmanlı Futbolunun Kurumsallaşması”
Türkiye’de futbol İzmir ve İstanbul’da 1870’lerden sonra oynanmaya başladı. Önemli bir liman kenti olan İzmir ve devletin başkenti İstanbul’da futbola yabancılar öncülük ettiler. Abdülhamit döneminde Türkler için sakıncalı olan bu spor, yabancılar içinse serbestti. Osmanlı arşivinde futbol ile ilgili en eski belge 1890 ile tarihlenmekte; içeriğinde ise “Kadıköy’ünde Moda’da oturan Mösyö Whittal ve oğullarının himayesinde Kuşdili Çayırı’nda futbol oynandığı” Zaptiye Nazırı tarafından Yıldız Sarayı’na bildirilmekteydi.
Dönem üzerinde yaptığımız araştırmalarda, 4 Mart 1908 Tarihli Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde yer alan bir yazının altında imzasına rastladığımız Ethem Nejat’ı “İlk Türk Spor Tarihçisi” olarak kaydediyor ve futbolun kısa sürede gösterdiği gelişmeyi anlattığı detaylı yazısının bir kısmını sizlerle buluşturuyoruz.
“Memalik’i Şahanede (Osmanlı Ülkesinde) futbol oyununa ilk evvela Dersaadet (İstanbul) ve bahusus (özellikle) Moda’da sakin İngilizler başlamışlar ve Kadıköy, Beykoz çayırları futbol mevkileri olarak ortaya çıkmıştır. Birkaç sene sonra merak diğerlerine de sirayet etmiş, birinci teşkil eden kulüp Moda kulübü olup bilahare sırasıyla Kadıköy, Elpis, Pera, Robert Kolej, Strugglers, asoşiyeysın futbol kulüpleri vücud buldu (kuruldu) ve bir lig tarafından cümlesi idare edildi. Dersaadet Futbol Ligi her sene muntazam program dahilinde oyunlar tertib eder, bütün kulüpler eyyam-ı muayyenesinde (belirli günlerde) maçlar yaparlar, bundan başka Dersaadet kulüplerinin İzmir oyuncuları ile her sene müsabakaları olup bunlar ya Dersaadet’te veya İzmir’de yapılır ki bu münavebeye (dönüşümlü olarak) tabidir.”
Ethem Nejat’ın sözünü ettiği kulüplerden Pera’nın Galatasaray olduğunu, Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinden önce basında bu kulübün başka isimlerle yer aldığını belirtelim. Fenerbahçe ise yeni kurulmuş bir takım olarak o yıl lige katılacak güçte değildi. 1907’in yaz başından, 1908’in ilkbaharına kadar geçen süre bir anlamda Fenerbahçe’nin futbola hazırlık günlerini temsil etmektedir. Daha önce yayınladığımız “Fenerbahçe’nin Belgelenen İlk Maçları” yazısında bu süre zarfında yapılan maçların detayına ulaşabilirsiniz.
4 Mart 1908 tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesi
Sürgündeki Kurucu James La Fontaine
Ethem Nejat’ın bahsettiği İstanbul Futbol Ligi, Türkiye’de futbolun ilk organize yapısı olma özelliğini taşır. Union Club’ın başındaki James La Fontaine’in idaresinde oynanan bu ligi; İstanbul Futbol Kulüpleri Ligi, Cuma Ligi, Pazar Ligi gibi ligler izlemiştir. Bu noktada James La Fontaine’e bir parantez açmak istiyoruz. Türkiye’de Futbolun kurucusu olan J.L.Fontaine, İngiliz bir tüccar aileye mensuptu. Aile dedesi zamanında İzmir’e yerleşmiş ve kendisi de İzmir’de doğmuştu. İzmir’de spor kulüplerinin kuruluşuna ön ayak olduktan sonra 1899’da İstanbul’a gelmiş ve yerleştiği Moda’da Türk futbolunun temelini atmıştı. Ancak J.L.Fontaine’in kaderi de Osmanlı’nın peşi sıra savaşlara girmesi ve İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi ile değişti. Futbolu yönetenlerin başında gelen J.L.Fontaine, 1900-1913 yılları arasında İttihat ve Terakki’nin futbolu, genel olarak sporu, paramiliter bir yapılanma aracı olarak görmeye başlaması ile sahneden çekildi. Şurası kesindir ki, La Fontaine, 1910 yılına kadar İstanbul futbolunu idare eden kişiydi.
J.L.Fontaine, bazı kaynaklara göre (Asr-ı Fener) Dünya Savaşı başlayınca vatandaşı olduğu İngiltere tarafında savaşa katılmış ve tıpkı ailesinin başka üyeleri gibi casuslukla suçlanmıştı. J.L.Fontaine, yukarıdaki kaynağın verdiği bilgiyi doğrularcasına ilk kez 1915’te tutuklandı. Malta’da sürgünde olan İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden Eyüp Sabri Bey’in serbest bırakılması karşılığında serbest bırakıldı. İkinci tutuklanması ise 1917 yılında gerçekleşti. Bugün Kırşehir sınırlarında olan Mucur’a sürgün edilerek yaklaşık bir yıl burada kaldı. O tarihten sonra ise aşağıda yer alan Osmanlı Arşivi belgesinden anladığımız üzere İzmir’e nakledildi. 1932 Yılındaki ölümüne kadar da orada yaşadı.
“Mucur’a gönderilen İngiltere Vatandaşı Mösyö La Fontaine daha sonra İzmir’e nakil edilmiştir.”
Futbol Kurumsallaşıyor
Futbol 1800’lü yılların sonunda İngiltere’nin Türkiye’ye en büyük ihraç ürünü olarak değerlendirilebilir. İngiltere bir anlamda, İzmir ve İstanbul’da yaşayan yabancıların futbola başlattığı ilgiyi, İstanbul’a gönderdiği kraliyet gemilerinin mürettebatının kurduğu takımların İstanbul Ligi’nde boy göstermesinin ardından sürekli hale getirmek istemiştir. Bu süreklilik; Tanzimat-Meşrutiyet yıllarında Osmanlı toplumunda başlayan Batıcı fikirlerin de etkisiyle, Türk takımlarının yeşil sahalarda boy göstermesine neden olmuştur. Türkler, o dönem “Association/Asosişeysın” diye isimlendirilen modern futbol oyununu (Yazının başında yer verdiğimiz İlk Spor Tarihçimiz Ethem Nejat’ın modern futbol kurallarını anlattığı yazısını önümüzdeki günlerde yayınlayacağız) gemilerin İngiliz mürettebatından öğrendikleri gibi; Türk futbol adamları, “Futbol Yönetimi” üzerine ilk deneyimlerini de İngilizlerin idaresindeki lig yönetimlerine katılarak kazanmışlardır.
Türk futbolunun kurumsallaşmasının ilk adımı Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinin ardından çıkan 1909 yılında çıkan Cemiyetler Kanunu’dur. Cemiyetler kanunu uyarınca spor kulüpleri 1910-1913 yılları arasında kendilerini devlete tescil ettirmişler, dolayısıyla tüzük sahibi birer dernek olarak belirli kurallar çerçevesince yönetilmeye başlamışlardı. Kulüplerin bu yapıya kavuşması spor müsabakalarının da belirli kurallar altında yapılması gerekliliğini doğurmuştur. Her ne kadar 1904’ten itibaren İstanbul’daki futbol ligleri nizamnamelere sahip olsalar da; bu nizamnamelerde kulüplerin katılımı ve yönetimde söz sahibi olmaları gibi konularda yetersizlikler mevcuttu ve dolayısıyla zaman zaman eşitsiz uygulamalar ortaya çıkmaktaydı. Aslında bu durum futbolun kurumsallaşmasına giden süreci hızlandırdı. Keza yukarıda sözünü ettiğimiz İstanbul, İstanbul Futbol Kulüpleri, Cuma, Pazar Ligleri, kulüplerin aralarındaki anlaşmazlıklardan dolayı oluşturulmuş liglerdi. İstanbul’un futbol kulüpleri, kendi aralarında ve lig yönetimleriyle dönem dönem yaşadıkları anlaşmazlıklar sonucunda, yeni organizasyonlar kurmuşlar; bu da futbolda yönetsel bölünmeye ve göreceli bir karışıklığa neden olmuştu.
Osmanlı’nın politik olarak İngiltere ile karşı saflarda yer alması, dolayısıyla futbol yönetiminde söz sahibi olan başta James La Fontaine gibi kişilerin çeşitli yollarla İstanbul’dan uzaklaşması da Türk futbolunun kurumsallaşmasını hızlandırmıştır. Bu dönemde ülkeyi yöneten İttihat ve Terakki’nin savaş yıllarında başta Altınordu ve Fenerbahçe olmak üzere spor kulüplerine yakın ilgisi de futbolda kurumsallaşmayı hızlandıran bir diğer etkendir.
Türk kulüplerinin yöneticileri, sözü edilen şartlar altında, futbolun giderek artan öneminin, kurumsallaşmayı gerektirdiğinin farkına varmışlardır. İstanbul’un işgal altındayken işgal kuvvetlerinin takımları ile yapılan maçlar da halkın uzun zamandır bu spora artan ilgisini iyiden iyiye ortaya koymuştu. Artık bir olgu haline gelen futbol, diğer spor dalları ile beraber, teşkilatlanmalıydı.
Fenerbahçe’nin İlk Galatasaray Galibiyeti… Maçın Hakemi James La Fontaine!
Geçici Heyet
Türk kulüplerinin yöneticileri işgal yıllarında futbolu kurumsallaştırmak için en büyük adımı “İdman İttihadı Heyet-i Muvakkatesi”ni kurarak attılar. Bu oluşum, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın (TİCİ) öncülü durumundaydı. Ali Sami Bey, Nasuhi Baydar, Burhaneddin Bey gibi isimlerin yer aldığı heyet, adı üzerinde geçici bir yapıya sahipti. Heyet, Yusuf Ziya Bey’in (Öniş) İsviçre’den getirdiği spor yönetmeliğini temel alarak bir tüzük hazırlamıştı. Futbolun Batılı düşünce tarzı ile olan kuvvetli bağı bir kez daha kendini göstermişti. 1920 ve 1921 Yıllarında görev yapan geçici heyet, 1922’nin ilk günlerinde Dahiliye Nezareti’ne başvurarak resmen bir cemiyet olmak isteğini bildirdi. Kaynaklarda Mayıs 1922’de TİCİ’nin resmen kurulduğu yazıyor olsa da, arada geçen 5 aylık süreçte neler olduğuna dair bugüne kadar bilgimiz yoktu. Devlet Arşivlerinde karşımıza çıkan belgeden, TİCİ için bu sürecin zorlu geçtiği, cemiyetin kuruluş tartışmalarının devletin üst yargı kurumu olan, dönemin Danıştay’ı, Şura-yı Devlet’te tartışıldığı ortaya çıktı.
T.İ.C.İ. Osmanlı Danıştay’ının Gündeminde
Belgede, “Altınordu İdman Yurdu, Anadolu İdman Kulübü, İdman Yurdu, Beylerbeyi Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Türk Gücü, Darülşafaka Mezunin Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Süleymaniye Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Galatasaray Terbiye-i Bedeniyye Kulübü, Fenerbahçe Spor Kulübü, Kumkapı Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Nişantaşı Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Vefa İdman Yurdu, Hilal Spor Kulübü, namlarındaki cemiyetlerin ittihat ve iştirakiyle (birleşerek katılımı ile) “Türkiye İdman Cemiyetleri ittifakı” ünvanıyla bir cemiyet teşkil olduğuna bahisle, müsaade-i resmiyenin itası (resmi iznin verilmesi) cemiyet-i mezkure tarafından istida olunmuş (sözü edilen cemiyet tarafından talep edilmiş)” deniliyor ve bunun Mülkiye ve Maarif Komisyonları’nda tartışıldığı söyleniyordu. Komisyonlar, 1909 tarihli yürürlükte olan Cemiyetler Kanunu’na göre; cemiyetlerin yalnızca özel kişiler tarafından kurulabileceğini öngördüğünden, tüzel kişilik olan derneklerin birleşip bir dernek kurmasına izin verilemeyeceği yönünde görüş bildirmişlerdi. Konu, Şura-yı Devlet Genel Kurulu’na geldi. Genel kurul, Cemiyetler Kanunu’nun özel kişilere atıf yaptığını ısrarla tekrarladı. “Cemiyetler azasının yirmi yaşından gün alması ve bir cinayetle mahkum veya hukuk-ı medeniyeden mahrum bulunmaması şarttır” hükmünü dernek kurmak isteyen bir derneğe uyarlamanın imkansızlığını söylerken, yabancı ülkelerin ve özellikle Fransa’nın Cemiyetler Kanunu’nda derneklerin birleşip dernek kurabildiğine dair bir hükmün olduğunu da şerh koydu. Bu kararlar ile Dahiliye Nezareti’ne geri gönderilen TİCİ’nin kuruluş talebi, tam 5 ay sonra kabul edildi. Cumhuriyet’in ilanından önce kurulan bu teşkilat, yeni rejimin gereklerini yerine getirerek sporun birçok dalında örgütlenmesini sağlamakla birlikte, ilerleyen yıllarda Türkiye’nin uluslararası spor teşkilatlarına kabul edilmesine de önemli ölçüde etki etti.
TİCİ’nin sancılı geçen kuruluş süreci, Anadolu’da devam eden Kurtuluş Savaşı’nın son günlerine rastlamaktadır. Savaşın 30 Ağustos’ta zaferle sonuçlanması ile imzalanan Mudanya Mütarekesi’nden sonra 19 Ekim 1922’de İstanbul’a gelen Refet Paşa (Bele); TİCİ Heyeti’nin, yakın gelecekte kurulacak yeni devleti temsilen, ilk temas ettiği kişi oldu. Refet Paşa, 1 Kasım’da Saltanatın kaldırılacağının öngörülmesi üzerine İstanbul’a gönderilmiş ve bir anlamda İstanbul’u teslim alma görevini yerine getirmişti. Detaylarını “Refet Paşa’nın Fenerbahçe Kulübü’nü Ziyareti” adlı yazımızda okuyabileceğiniz bu ziyaret, TİCİ heyeti için bir fırsata dönüştü. Spor kulübü yöneticileri hem işgalin yakında sona erecek olmasından dolayı sevinçli, hem de yeni oluşturdukları kurumsal yapının yeni düzende olması gerektiği gibi yer almasını sağlama konusunda umutluydular. TİCİ Heyeti bu motivasyonla Refet Paşa’yı karşılayanlar arasında yer aldı. Bu karşılamadan iki gün sonra da 21 Ekim 1922’de kendisine “hoş geldiniz” ziyaretinde bulundular. Başkanı Galatasaray’dan Ali Sami Bey olan, üyeleri arasında Fenerbahçe’den Hasan Kamil Bey (Sporel)’in de bulunduğu TİCİ heyetinin, Refet Paşa ile bu ilk görüşmesinin detaylarını Spor Alemi Dergisi’nden öğreniyoruz. Refet Paşa’nın heyete hitaben “İstanbul idmancılarının yabancı devlet kuvvetlerine karşı kazandıkları başarılardan dolayı çok memnun olduğunu” belirtmesi, işgal yıllarında işgal kuvvetlerine karşı birçok spor dalında verilen mücadelenin önemini ortaya koymuştur. Refet Paşa’nın“İşgal yıllarında yabancılarla yapılan spor müsabakaları, milli mücadelenin esaslarını ortaya koymuş ve büyük zorluklarla yapılan bu mücadeleler sonrasında alınan galibiyetler, işgal altındaki İstanbul’da milli coşkunun özlemini çeken insanlara bir sevinç kaynağı olmuştur” ifadesi ile pekiştirdiği bu önem, TİCİ’nin yeni devlet düzeninde kabul göreceğine dair ilk ipucu olarak değerlendirilebilir. Bunun üzerine Heyet Başkanı Ali Sami Bey’in verdiği karşılık ise, sporun gelişmesi için destek istemek olmuştur:
“Fakat bu teşkilatı takdir etmek kafi değildir (yeterli değildir) tatbikinde de (uygulamada da) istical (acele) etmeliyiz. Onun için mücadele-i milliyenin idmancılar saflarında açtığı şerefli boşluklara rağmen en büyük harbimiz esnasında bu işin esasatını vaz ettik (esaslarını ortaya koyduk) ve bütün mahrumiyetlere (eksikliklere) rağmen teşkil ettiğimiz (oluşturduğumuz) takımlarla İstanbul’da ecanibin (yabancıların) en kuvvetli idmancılarını mağlup ederek milli coşkunluğun mütehassiri olan (özlemini çeken) ahalimize (halkımıza) bazı sürur (sevinç) dakikaları geçirebildik”
Osmanlı’da Futbol konusu, tarihin sürekliliği için verilebilecek en iyi örneklerden biridir. Futbol, bu topraklarda siyasal ve sosyal gelişimlere dayalı bir olgu olarak, yukarıda yaptığımız değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet öncesinde ortaya çıkmıştır. İngiltere’nin emperyal hedefleri için bir araç olarak kullandığı futbol oyunu, Osmanlı Türkleri tarafından hemen benimsenmiştir. Batı kültürünün bir ürünü olan bu oyunu geliştirmek, geliştirdikten sonra kurumsallaştırmak için yine Batı’nın uygulamaları örnek alınmıştır. Bu anlamda futbol oyunu, Osmanlı Modernleşmesi’nin bir ürünüdür. 1908 Jön Türk Devrimi’nin bu ürünü sahiplenmesi, bu yargıya dayanak olarak gösterilebilir. Anadolu’da verilen Kurtuluş Savaşı esnasında İstanbul’da işgal kuvvetleri askerlerinin oluşturduğu takımlarla maçlar yapan kulüpler, yeni devlet tarafından da kabul edilmiştir. Savaşın muzaffer komutanlarına göre işgal altında verilen sportif mücadeleler, Milli Mücadele’nin bir parçası olarak görülmüştür. Spor kulüplerinin kurumsallaşarak, üst bir teşkilat olan TİCİ’yi kurmaları ise, Cumhuriyet Devrimi’nin amaçları ile bire bir örtüşmektedir. Tanzimat’tan sonra modernleşmeye başlayan meşruti monarşik kurumların sonuncusu TİCİ’dir. Bu özelliği, TİCİ’nin, Cumhuriyet yönetimi tarafından sahiplenilmesini/himaye edilmesini sağlamıştır.
Bir süredir yayınlamayı sürdürdüğüm Türk spor yapılanmasının ilk yıllarına ait hukuki metinlerde bugün sırayı, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın (TİCİ), 1922-1925 yılları arasında, Türkiye’deki Spor Teşkilatlanmasını kayıtlara geçirdiği belge alıyor.
Hatırlanacağı üzere Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın 1922 yılında yazılmış kuruluş tüzüğünün ve TFF’nin 1923 yılında FIFA’ya katılırken kabul ettiği tüzüğün bazı maddeleri ile 1924 İlk Türkiye Birinciliği Organizasyonu Talimatnamesi ve programını geçtiğimiz günlerde sitemizde yayınlamış, bu metinlere dayanarak Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 1959 öncesi şampiyonluklar konusundaki tezine hukuki bir temel oluşturmaya çalışmıştım.
Çevirisini yaparken beni fazlaca heyecanlandırmış olan belge; ortaya koyduğu detaylar ile Türk spor yapılanmasının kuruluşundan itibaren organize, kurumsal ve resmi nitelikte olduğunu kanıtlıyor. Türk spor tarihinde ilk kez yayınlanan bu belge üzerinde yaptığım değerlendirme ve analizlerin, başta 1959 öncesi Şampiyonluklar olmak üzere, döneme ilişkin meselelerin çözüme kavuşturulmasında önemli bir kaynak olacağı düşüncesindeyim. Yazının son kısmında, belgede İstanbul Bölgesi’ne ilişkin yazılan bilgileri aktaracak, İstanbul’un spor hayatına ve kulüplerine ilişkin sayısal detaylara da yer vereceğim.
Kuruluşundan (1922), ikinci genel kongreye kadar (18 Eylül 1925); Genel Merkez, Federasyonlar, Bölgeler ve Spor Kulüpleri hakkında bilgiler
Hami Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri Fahri Başkan Başbakan İsmet Paşa Hazretleri
Himaye
Yukarıda belgenin başlığı ve giriş sayfasını görüyorsunuz. Israrla üzerinde durduğumuz “1959 Öncesini İnkar Cumhuriyeti İnkardır” tezi adeta giriş sayfasındaki ifade ile vücut buluyor. Dönemin spor yapılanmasını “gayrıresmi” olarak niteleyen karşı tezi, TİCİ’nin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa himayesinde ve Başbakan İsmet Paşa Fahri Başkanlığı’nda faaliyet gösteren bir kurum olduğunu kanıtlayan bu ifade ile çürütmüş oluyoruz. Devam eden satırlarda sözü edilen tezin, daha birçok yerde çürütüldüğüne tanık olacaksınız.
25 Eylül 1924 tarihli Spor Alemi dergisinde 1924 Türkiye Futbol Şampiyonluğu resimlerinden: Heyet-i vekile büyük müsabakaları temaşa ederlerken. (Kaynak : Wikipedia)
9 Federasyon – 18 Bölge – 120 Kulüp – 10.000’i Aşkın Sporcu
Belge, 1922-1925 yılları arasında Türkiye’de 9 spor branşının Federasyonunun kurulduğu bilgisini bize veriyor. Bunlar;
Yine belgede Türkiye’nin 18 bölgeye ayrıldığını ve her bir bölgenin kendine ait yöneticilerinin olduğunu görüyoruz. Bu bölgeler;
Edirne, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Adana, Antalya, Ankara, Giresun, Trabzon, Uşak, Balıkesir, Bursa, Samsun, Denizli, Canik, Konya, Kocaeli ve Ordu Spor Teşkilatı.
Yukarıdaki 18 bölgede TİCİ’ye katılmış kulüplerin tamamının isimleri belgede sıralanmış durumda. Bu bilgiden, o dönemde, Türkiye’deki toplam spor kulübü sayısı olan 120’ye ulaşıyoruz. Ayrıca ülkedeki toplam sporcu sayısı olarak 10.443 karşımıza çıkıyor.
Belge üzerinde yapılabilecek bir diğer değerlendirme de spor dallarının ülkedeki faaliyet dağılımı. Tüm bölge yöneticilerinin genel merkeze gönderdiği raporlarda yer alan bu bilgiden, hangi spor dalının kaç bölgede faal olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Futbol: 18 Bölgenin 17’sinde Atletizm: 18 Bölgenin 14’ünde Güreş: 18 Bölgenin 4’ünde Denizcilik: 18 Bölgenin 5’inde Bisiklet: 18 Bölgenin 4’ünde Atletik: 18 Bölgenin 4’ünde Boks: 18 Bölgenin 3’ünde Hokey: 18 Bölgenin 1’inde Tenis: 18 Bölgenin 1’inde Eskrim: Kuruluş aşamasında.
Görüldüğü üzere futbol, hem kurulma hem de gelişme (belgedeki tanımlamasıyla “inkişaf”) bakımından diğer spor dallarının hepsinden ileride yer almaktadır. Futbol, genel merkeze gönderdiği raporda yeterli bilgi vermeyen Antalya Bölgesi hariç, tüm bölgelerde faaldir ve bölgelerin tamamının gönderdiği raporlarda ilk sırada yazılmıştır.
25 Eylül 1924 tarihli Spor Alemi dergisinde 1924 Türkiye Futbol Şampiyonluğu resimlerinden : Konya mıntıkasını temsil ederek Ankara’ya gelen Konya futbolcuları. (Kaynak : Wikipedia)
“Resmî” Teşkilat
TİCİ’nin devletin himayesinde teşkilatlandığını, buradan hareketle TİCİ tarafından yapılan organizasyonların “resmi” nitelik taşıdığını defalarca dile getirmiştik. Bu belge üzerinde yaptığımız bir diğer analiz ile, teşkilatın bu niteliğini kanıtlamış olacağız.
Belgede isim, adres ve meslekleri hakkında bilgiler verilen yöneticilerin sayısını 126 olarak belirledik. Bu sayıya; başkanlığını Galatasaray’ın kurucularından olan Ali Sami Bey’in yaptığı, Genel Merkez Yönetim Kurulu üyeleri, Federasyon Yönetim Kurulu üyeleri ve Bölge Yönetim Kurulu üyeleri dahil edilmişken, sayıları 120 olan Spor Kulüplerinin yöneticileri ise hariç tutulmuştur.
Bu ayrımı, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nı yalnızca isminin günümüz Türkçesi’ndeki anlamı olan “Türkiye Spor Kulüpleri Birliği”ne dayanarak, günümüzün “Kulüpler Birliği” statüsünde değerlendiren ve bu doğrultuda 1959 öncesi organizasyonları “gayrıresmi” olarak niteleyen tezi çürütmek için yapan aslında biz değiliz. Spor Kulüplerinin yöneticilerinin isimlerine belgede yer vermeyerek bu ayrımı Ali Sami Bey’in başında bulunduğu TİCİ Genel Merkezi Yönetim Kurulu yapmış durumda.
Peki Türk Sporunun 126 yöneticisinin meslekleri neydi? Federasyonlarda, Bölgelerde, Genel Merkezde görev yapan bu kişiler profesyonel olarak nereye bağlıydılar? Bu soruların cevabı bizi, TİCİ’nin resmi bir teşkilat olduğu gerçeğine daha da yaklaştıracak. Basit bir ayrım ile 126 kişinin sadece 40 tanesi özel sektörde, kalan 86 kişi ise devletin çeşitli kurumlarında değişik kademelerde çalışmakta olduğunu anlayabiliyoruz. Bu iki sayı bize TİCİ teşkilat yöneticilerinin %68’nin devlet memuru olduğunu göstermektedir. Bu memurlar arasında valiler, öğretmenler, doktorlar, çeşitli rütbelerden askerler vardır.
Türkiye’nin En Büyük Spor Kulübü
Belgede İstanbul Bölgesi ile ilgili kayda geçirilen bilgilerin yer aldığı bölümü aktararak yazımızı sonlandırıyoruz. İstanbul bölgesi, teşkilata kayıtlı 25 kulübü ile ülkenin sportif olarak en faal bölgesi durumunda. Bölgenin bir diğer özelliği olarak, teşkilata bağlı, federasyonu kurulmuş bütün spor dallarının bölgede faal olmasını gösterebiliriz. Ülke çapında teşkilata kayıtlı sporcuların üçte biri, kulüplerin ise beşte birinin İstanbul bölgesinde yer alması da dikkate değer bir başka noktadır. Fenerbahçe’ye bu noktada özel bir yer vermek gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü 1922-1925 yılları arasında, bünyesindeki 576 sporcusu ile sadece İstanbul’un değil, aynı zamanda Türkiye’nin de en büyük spor kulübü olduğu bu belge ile ortaya çıkmıştır.
25 Eylül 1924 tarihli Spor Alemi dergisinde Fenerbahçe ve Polonyalı futbolcular. (Kaynak : Wikimedia Commons)
İstanbul Bölgesi
Rengi: Kırmızı
İttifaka Kabul Edildiği Tarih: İlk olarak kurulmuş olup, Birinci resmi kongresi Haziran 1923’te yapılmıştır.
Merkezinin Bulunduğu Yerin Adresi: Eminönü Rıhtım Han, numara:10
Merkez Yönetim Kurulu Üyeleri Başkan: Servet Bey (Sultanhamam İstanbul Ticaret Odası Müdürü) İkinci Başkan: Burhanettin Bey (Babıali Şeref Sokağında Yenises Gazetesi Yazı Heyetinden Genel Sekreter: Hamit Bey (Anadoluhisarı – İdman Yurdu) Muhasip Veznedar: Saim Turgut Bey (İstanbul Erkek Lisesinde Öğretmen) Müfettiş: Mahmut Eşref Bey (Sultanhamamda İstanbul Ticaret Odasında )
Bölgedeki Spor Sahaları ve Sahiplik Durumları: Taksim’de eski kışla avlusunda (Manifatura Tüccarı Münazırzade Abdulaziz Bey tarafından kiralanmış), Kadıköy İttihat Spor Kulübü Meydanı: Günümüzde Beşezade Emin Bey idaresinde
Bölgede faaliyet gösteren Spor Branşları: (Sporun bölgedeki gelişmesi sırasıyla) Futbol, Atletizm, Güreş, Hokey, Denizcilik, Tenis, Bisiklet, Basketbol ve Voleybol, Boks
Bölgede Federasyona Üye Olmayan Kulüp Sayısı : Sekiz Türk Kulübüdür.
İstanbul Bölgesindeki Spor Kulüpleri
25 Eylül 1924 tarihli Spor Alemi dergisinde 1924 Türkiye Futbol Şampiyonluğu resimlerinden : İstanbul sporcularını Ankara istasyonunda istikbal. (Kaynak : Wikipedia)
Not : En üstteki fotoğraf, 25 Eylül 1924 tarihli Spor Alemi dergisinde 1924 Türkiye Futbol Şampiyonluğu resimlerinden… İstanbul sporcularını Ankara istasyonunda istikbal. (Kaynak : Wikipedia)