Etiket: İslam Çupi

  • En Güzel Yazı

    En Güzel Yazı

    İslâm Çupi’nin Fenerbahçe’nin 1974 şampiyonluğundan sonra kaleme aldığı yazı, “En Güzel Yazı” olarak tarihe geçmeyi hak ediyor… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Didi

    Fenerbahçe Şampiyonluğunun Boynundaki Esrarlı Gerdanlık

    Fenerbahçe 3 yıl ayrı kaldığı lig şampiyonluğu ile yine iç içe girdi…

    Fenerbahçe Türkiye’de şampiyon olsa da olmasa da, halktır, halkın ta kendisidir… Sarı-Lacivertli kulüp, tarihinin yaprakları çevrildiğinde her devrede isminin önüne en büyük kalabalığı biriktirmiş kulüptür.

    İsminin spor sayfasına yapışmasını istemeyen bir politikacı ne güzel anlatır bu diyalektiği:

    “Türkiye’de siyasi kadroların kulpundan tuttuğu iktidar hazzı hafta sonu biter… Çünkü Türkiye’de Cumartesi-Pazar Fenerbahçe iktidarı kurulur.”

    Çocuklarına etin kendisini değil resmini bile götüremeyen baba, evlatlarının midelerini Fenerbahçe galibiyetleri ile doyurur… Müdürüne, şefine, patronuna kızan küçük insanın intikamında, Fenerbahçe zaferlerinin tartışılmaz balyozları vardır. Yaşamayan halkın, itilen kakılan kitlenin, sevinçleri gram gram damlayan insanların, Cumartesi-Pazar eskimeyen, tükenmeyen mutluluğudur Fenerbahçe…

    Sabah her erken kalkan insanın ihtilale teşebbüs ettiği, dans figüründen çok bomba atıldığı bir ülkenin ihtilal heyecanlarından gelen bir Didi’nin bile, şaşkınlıklar geçirdiği Fenerbahçe sevgisi, şimdi kapatılma sistemi olmayan bir neon gibi tüm Türkiye direklerinde ışıldamaktadır.

    Dünya şampiyonluklarını bir virtüöz Brezilyalı olarak yaşamış, en azgın ve değişik sevgili dünya tribünlerinden alkış toplamış bir Didi’nin “Futbolda en büyük gürültü” diye saygı duyduğu Fenerbahçe dünyası budur…

    Didi imtihanla, kitapla, kurslarla içi dışı ilim dolmuş bir teknik direktör müdür? Değildir… Ama Didi büyük insan ve büyük bir futbolcudur.

    Didi iki yıl futbolcularının adalelerine at serumu şırınga etmemiş, kulaklarına topun yaşanmış ve yaşayan en iyi şiirlerini söylemiştir.

    Fenerbahçe’de oyuncu her maç ayakları değil, kafası ağrıyan bir yaratık haline sokulmuştur.

    Az idman… Çağ dışı çalışma… Dayanıklı ve adaleli olmama… Fizik, kondisyon gibi her futbol marangozunun ayrı şekilde yonttuğu bir kalıptan yoksun olma…

    Bütün bu bilimsel eksikliklere rağmen şampiyonluk… Ne dersiniz? Yoksa ilim, bilim Kalamış’ta kafasına sarık mı sardı? Didi’nin üfürükleri, futbol ilmi adına fırlatılan hikmetlerin önüne mi geçti?

    Sorun bakalım 1 yıl Türkiye’nin en büyükleri olan Cemil, Osman, Ziya, Yılmaz, Alpaslan ve Datcu’ya… Kurcalayın Fenerbahçe formasının büyüklüğü ile kendi gençliğini kol kola henüz sokamamış tüysüzleri… Bir yıl boyunca tribünlerde insan değil, taş olmuş o koskoca taraftar kitlesinin elem ve mutlulukları üzerinde bir araştırma yapınız… 365 gün ayr stratejilerin kımıldadığı şampiyonluğun yakasına yapışıp bağırınız “Didi’yi nasıl bilirsiniz?” diye…

    Fenerbahçe böyle büyüklüktür işte…

    İslam Çupi – Tercüman Gazetesi

  • Nice Maçından Önce

    Nice Maçından Önce

    Geçenlerde İslam Çupi’nin Nice maçından sonra yazdığı yazıyı yayınlamıştık. Şimdi de Nice maçından önce yazdığını paylaşıyoruz. Öfkenin sebebi büyük bir umutmuş… Ama evet, o mağlubiyet bir yana, Fenerbahçe böyle günleri sever.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Böyle Günleri Sever

    Böyle günlerde oynar Fenerbahçe… Böyle günlerin üstüne kendi adını asmak merakındadır Fenerbahçe… Böyle günleri “Şerefli Tarih” yapmak haysiyeti içindedir Fenerbahçe…

    Bir tek gün için yaşıyor Fenerbahçe… Bir avuç taraftar gırtlaklarına beraberlik provası yaptırıyor. Milletin sesi Orhan Ayhan Türkiye’ye ulaşacak bir zafer bandı için, üç gün çığlık antrenmanı yaptı. Bütün yurt, Nice’e uzanan bir kulak olmuş… Birlikte sesleniyor… “Fenerbahçe bize üçüncü turu getir…”

    Nice’e aristokrat bir sonbahar oturmuş… İnsanlar sevişiyorlar, insanlar hayatları ile birlikte paralarını da bitiriyorlar… Milyonerler, kaçan gençliklerinin son zamparalığı için akıl çıkaran çılgınlıklar yapıyor.

    İçimde güneş gibi ılık bir ümit var… Bedbin değilim.

    Nice’le berabere kalmak, Brigitte Bardot ile Saint Tropez’de bir kıyı meyhanesinde oturup, iki kadeh şarap içmekten zor değil…

    İlk şaşkınlık vardır. Sahanın sabur olduğu ilk yarım saat vardır… Fenerbahçe bu zaman, parçasını kişilikli ve sakin öldürmeli… Oyunu yavaşlatmalı, rakibi sıkıştırmalı… Savunacağı alanı daraltırken, kontratak alanını alabildiğine açmalı…

    Nice’de yavaş yavaş akşam olacak… Fransa’nın güneyindeki turist darphanesi bir dev gibi siyah pardesüsünü giyecek…

    Fenerbahçe Çarşamba pazarına değil, büyük Çarşamba için havalı uyandı… Kafalar ve ayaklar iddialı bir futbol için bilendi.

    Fransa şimdi Avrupa’da adı kaybolmuş bir futbolun, samanla doldurulmuş maketinde sahte büyüklük parendeleri atıp durmaktadır.

    Ne Nice Bonifaci’lerin, Gonzales ve Courteaux’ların, ne Fransa Fentaine’lerin, Kopa ve Janquet’lerin Fransa’sıdır.

    Fenerbahçe karar vermiştir… Fenerbahçe inançlı, kenetli ve sıhhatlidir…

    O sürpriz denen bay kalleş, bu geceki maçı çomaklamazsa, Fenerbahçe Nice’te külah giymeyecektir.

    İslam Çupi – Tercüman Gazetesi

  • Siyah Padişahlık

    Siyah Padişahlık

    Fenerbahçe 1973 yılında Nice deplasmanında 4-0 yenilince, İslam Çupi kalemini kılıç yapmış. “Siyah Padişahlık” ağır bir yazı olarak tarihe geçiyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Siyah Padişahlık

    Al büyük Brezilya’nın ofans hayallerini gören Didi’yi Fenerbahçe’nin başından, koy yuhalanmış Coşkun Özarı’yı… Çarşamba gecesinin hayret verici hezimeti, 0 – 0 beraberliğe dönerdi.

    Al Fuat konusundaki uyarımızı “Kurtarıcı istemiyoruz” ukalalığına çeviren Faruk Ilgaz’ı, Fenerbahçe Kulübü’nün başından, koy oraya ağzı teknik konulara dikili bir başkan, takımın şerefi, bayram çocuğunun elinden kaçırdığı bir balon olmazdı.

    Fenerbahçe, Nice karşısında hücum oynamadı, topla oynadı. Bu tip maçlarda bütün dünya takımları defanslarını dikerken, Sarı Lacivertli ekip, ileriye çıkardığı iki beki ve stoper Niyazi’yi geri çevirinceye kadar bütün karşılaşma alanlarını bize kulunç gibi çiğnetti durdu.

    İlk yarım saat 4 – 4 – 2 düzenini kendi sahasında yapılmış çirkin bir duvar gibi dolaştıran Nice takımının bu ayıbında yatan gücü ibretle düşünmek lazım… Fransa milli ekibine 3 oyuncu veren bir takım, maçı kazanmak için önce rakibini defansına vurdurup, koridorunu ve yaratıcılığını boğazlamak gerektiği inancı ile silahlanmıştı. 7 kişisi belli noktalarda yakalanan bir Fenerbahçe ile 7 kişisi Osmanlı oku gibi boş yerlere fırlatılan bir Nice ile aradaki kafa farkını anlatıyordu, Çarşamba geceki maç.

    Fenerbahçe’nin topla daha fazla göründüğü yerler, modern futbolun “Maç kazandırmaz” dediği ölü yerlerdi. Nice’in 90 dakika adale ile deparla çıkıp girdiği orta sahada, Fenerbahçe inanılmaz yavaşlıkta kısa paslarla çakılıp kaldı.

    Orta sahada Ziya maç boyunca topu yakalayan, top saklayan bir usta yardımcıdan mahrum olarak terledi. Ersoy ve Selahattin, ne oyun kurucularını saf dışı ettiler, ne de ileri üçlüye 35 – 40 metrelik deparlar atabildiler. Bu kesimde Fuat’ı ısrarla imha etmek isteyenlerin boyunlarına önümüzdeki haftaların getireceği maç sonuçlan ip gibi geçecektir.

    Fenerbahçe’nin, Nice karşısında ofans oynadığını söylemek, manzara gibi akılsız dağılmış oyuna hayranlık duymaktır. Modern anlamı ile hücum patlatan bir takım, 0 – 4’ün şaşkınlığı altında kendi oyun kişiliğinin savunmasını yapamaz. Eğer bu hücum futboluna rağmen, Fenerbahçe koca oyunda sadece 2 gol pozisyonuna girmişse, adama “Arkadaş sen nereye saldırdın?” diye soru sorarlar…

    30 yaşındaki Yılmaz’ın sağını, solunu, önünü tahliye ederek, bir liberoyu, Van Dijk’in, Ericksson’un koştuğu bir atletizm pisti haline getirmek futbolda bir devrimse, ben gerici damgası yemekten zevk duyarım.

    Ender’i kazandıran bu hezimeti şöyle başlamak istiyorum: Fenerbahçe’nin kendi bünyesi içinde hüküm süren “Siyah Padişahlık” devrini dikkatle yeniden gözden geçirmesi lâzımdır. Ve lütfen takımın oyun anlayışı ve tertibi üzerinde halâ “keçi inadı” despotlukları yapmayalım. Çünkü Fenerbahçe’nin istikbali böyle aydınlanmaz.

    İslam Çupi – 1973 – Tercüman Gazetesi

  • Karayel

    Karayel

    İslam Çupi’den bir Karayel yazısı… 18 yarışta 18 birincilik ile Türk at yarışları tarihine ismini altın harflerle yazdırmış safkana övgü! Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Karayel

    50. Yıl Kupasını kazanan Karayel, sahibi Sadık Eliyeşil tarafından öpüldü.

    Karayel bir inanılmaz at… Her girdiği yarışta sadece birincilik yaşamış. Önünde rakip değil, sırf zafer ve kupa görmüş.

    Bay Sadık Eliyeşil’in çim pist prensini öpüşünde, kucaklayışında hiç rol yok. “Parasından başka şeyi sevememek”’ tarifine sıkıştırılan bir Türk kapitalistinin, yüreğinden taşıp, gazete sayfasının üstüne gelen fotoğrafıdır bu…

    İnsanlar arasında eşitliği kabul etmeyen ekonomi, Veliefendi’de diktatör olan bir atın büyük kabiliyetine şampanyalar dökmektedir.

    İnsan yüreğinin nasırında çokcası “sopaya lâyık yaratık” olarak çakılan at, şayet Karayel’in şahsında bu kadar büyümüşse, onun yüzündeki ekşi ter değil, nallarının altındaki pas öpülür…

    Elektronik bir saray haline gelen Veliefendi, hâlâ birtakım gölgelerden kurtulmamış olmasına rağmen, at’a verdiği bu kişilik ve özgürlük yönünden alkışlanmaya değer bir dünyadır.

    Veliefendi’yi seviyorum… Atları bir sosyete hanımının turu keyfinden kurtarıp kahramanlaştırdığı için…

    Birinciliği bacaklarının tek haysiyeti yapan nalları seviyorum… Smokinli bir köşk içinde kendi kişiliğine en büyük hayranlığı açtığından…

    Karayel’i daha çok seviyorum… Bir koca patrona, kendini öptürecek kadar büyüdüğü için…

    İslam Çupi – 1973 – Tercüman Gazetesi

  • İslâm Üslubuyla Gitti

    İslâm Üslubuyla Gitti

    Hasan Pulur, İslam Çupi’nin vefatının ardından yazıyor… Onun hakkında söylenebilecek en doğru üç kelimeyle: “İslam Üslubuyla Gitti” diyor… Nur içinde yatsınlar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İslâm, Üslubuyla Gitti

    Hayır, giden “İslam” değil, giden bir “üslüp”tur. İster altında, ister üstünde eğer bir yazının imzası olmasa bile “Bu İslâm Çupi’nin yazısıdır!” dedirtiyorsa, elbette giden üslup olacaktır.

    Futbol sert bir oyundur, kaba bir oyundur ama İslam, bu oyunu adeta bir bale resitali anlatır gibi yazardı, hele Fenerbahçe Galatasaray’ı yenmişse, hele Fenerbahçe şampiyon olmuşsa…

    “İslâm”a özenenler çıktı, lakin “Taklitlerinden sakınınız” kuralı onun kalkanıydı, hiçbiri onun “mukallidi” bile olamadı.

    İslam Çupi, sadece spor sayfası yazarı değildi. 1994 – 1995 yıllarında Milliyet’in eski “Fiesta”da “Antikacı Dükkânı” adını taktığı köşesinde, İstanbul’u, anılarını anlatırdı, bizim de o ekte “Kesip Sakladıklarımız” diye bir köşemiz vardı. İslâm, bir akşamüzeri kapıyı açıp girdi, belli ki üzüntülüydü. “Ne oldu Müslim Efendi?” diye takıldık, bir süre sustu, dudakları titriyordu: “Yazımı atmışlar!” dedi.

    “Nasıl atmışlar?”

    Yazısını dizgiye vermiş, sonra gidip sayfaya bakmış, yanlışlık, fazlalık var mı diye… Sayfayı düzenleyen “Sizin yazınızı artık koymayacaklar!” demiş…

    Bir hodgâm, bir nadân, bir saygısız, kırk yıllık bir yazara “Sizin yazınızı, artık yayımlayamayacağız!” demek, nezaketini bile göstermeden, İslâm Çupi’yi kaldırıp atmıştı…

    Genç meslektaşlara, bu anımızı ibretle sunarız…

    Oysa ne güzel yazılardı onlar, artık özlemle anılan 1940’lı, 50’li, 60’lı, hatta 70’li yıllardan İstanbul anıları… Mesela siz Şişhaneli “Joryet”i tanıdınız mı? Tanımadıysanız, İslam size anlatıversin:

    “Delikli kuruşların primlendirdiği iniş çıkışlarda tanıdım Joryet’i ben… Yaşı belki 35’e demirli, ya onun üstünde olan Joryet, incecik fiziği bakımlı anatomisi, gözlerine ve saçına aldığı siyah rengin en güzeli ile beyaz perdedeki Vivian Romance’a benziyordu, adeta… Yaz ve kış evlerinde sık sık bana Tino Rossi ve Imperio Argentina’dan tangolar ve Latin Amerika ezgileri dinletir, annesinin gözü önünde tango ve valslerin ilk ve usta figürlerinin talimini yaptırır, çok sık da büyük bir ustalıkla piyanosunun önüne otururdu. Ben yaşlılık ameliyatımda neşterin altına giderken, son arzum olarak hala Vivaldi’nin ilk baharını çaldıracak kadar klasik batı müziğine sevgi duymuşsam, bunun ilk kahraman enstrümanı Joryet’tir, kulaklarımda.”

    Evet, giden “İslâm” değil, bir “üslup”tur…

    Acaba Çetin Çeki hatırlar mı? Fenerbahçeli Rıdvan’ın, “Rıdvan” olduğu günlerdi; İslâm “Rıdvanizm” diye bir yazı yazmıştı. Çetin Çeki, bu yazıyı televizyonda okurken, İslâm’ın yazısı, adeta beste olmuştu O’nun ağzında.

    Hasan Pulur – 8 Şubat 2001 – Milliyet Gazetesi

  • Rıdvanizm

    Rıdvanizm

    İslam Çupi, 1989 yılında Türk futboluna yeni bir ideolojiyi tariflemiş. Ve tabii yine çok güzel tariflemiş. İşte huzurlarınızda Rıdvanizm! Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Rıdvanizm

    Rıdvan futbol sahasında rakipleri tarafından santimleri hesaplanması mümkün olmayan bir uzunluktur. Özellikle rakibin ceza sahası yakınlarında ve üstünde hiç kestirilemeyen bir uzunluk…

    Türkiye yakın zaman diye hafızamıza asabileceğimiz son 20 yılda Rıdvan biçiminde imal edilmiş bir çabukluk ve dripling makinesine tanık olmadı.

    Rakipleri tarafından prospektüsünün okunması mümkün olmayan bu makinenin en öldürücü yanları nedir?

    Oyun rakip yarı alanına, özellikle rakip kalenin iyice fark edildiği bölgelere düştüğünde, gole topsuz şekilde korkunç bir hazırlanış… Rakiplerine 5-10 saniye “Ben bu golde yokum” dercesine adeta afyon verircesine sunduğu bir markaj dalgınlığı hali… Sonra tembellik durağanlığını, sonra topa karşı sahte ilgisizliğini birdenbire ortadan kaldıran müthiş bir sürat… Çarpıcı ve her metre başında cenah değiştiren, temposu gittikçe artan ve kayak ustalarının görkemli slalomlarını andıran bir dripling becerisi… Rakibin defans derinliklerinde, Rıdvan’ın önlenemez gol yolları açılmıştır artık…

    Rıdvan, futbolun en büyük hedefinin son metrelerinde ne yapacağını ayaklarına çok önceden emretmiş bir komutan gibidir. Öylesine soğukkanlı, öylesine kendinden emin, öylesine golü yapacağına inanmış bir sihirbaz olarak… Gol anlarında Rıdvan sadece tribünlerden değil, sahanın içinde rakipleri tarafından da seyredilen adamdır; bence…

    Türk futbolunda dönem dönem güne damgalarını vurmuş büyük fenomenler gelip geçmiştir. Bu büyük albümün son çarpıcı sayfası Rıdvan’dır. Futbolcu Rıdvan, futbolcu Rıdvan ikizinden ayrılmazsa, büyük formuna yılların istikrarını koruyucu kalkan yaparsa, Türk futbolunun içinde başka bir akım uç verecektir; Rıdvanizm…

    Türk futbolunun gelecek kuşaklarına birkaç süper star oyuncu düşecekse eğer, bunun gerisindeki ustanın Rıdvan ve bu ekolün Rıdvanizm olduğunu hep birlikte hatırlayalım lütfen…

    İslam Çupi – 11 Şubat 1989 – Milliyet Gazetesi

  • Niye Fenerli Olunsun?

    Niye Fenerli Olunsun?

    Bugün yazsa linç edilebileceği bir yazısı ile İslam Çupi… Uzun şampiyonsuzluk yıllarının acısıyla soruyor: Niye Fenerli Olunsun?

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Niye Fenerli Olunsun?

    Benim çocukluğumda İstanbul’un, insanı Fenerbahçeli yapmak için bir sürü gerekçesi ve cazibesi vardı. İstanbul 1940 yıllarında 600 bin nüfuslu göğü ve denizi masmavi, futbol oynanacak arsası pek çok, havası tertemiz, ulaşımın tamamı tramvay ve vapurlarla yapılan, insanları medeni, kutu gibi bir şehirdi.

    Fenerbahçe benim çocukluğumda futbolda tekniği öncelikli mahalle bızdıklarının gözdesi idi. Cihat Arman, Esat Kaner, Fikret Kırcan, Naci Bastoncu süper teknikleri ile gece rüyalarımızı bile süsler, atletizmde Balkan Şampiyonu olan Melih Kotanca futbolda ilk saydıklarım kadar flaş olmasa bile top oynadığı ve leblebi gibi goller attığı için bizlerce Fenerbahçe’nin ikinci kahramanı olarak yorumlanırdı.

    Fenerbahçe o zamanlar şampiyonluk rekorunu en fazla elinde bulundurduğu için sevilirdi. Fenerbahçe milli takıma en çok futbolcu verdiği, milli takımda en çok gol atan futbolcular Fenerbahçeli olduğu için sevilirdi. Topkapı’da oturmama rağmen denizi, Kadıköy’ü ve Fenerbahçe stadı ile kulübünün bağlık bahçelik köşklü bir yerde olmasını ben kendimce çok aristokrat ve ayrıcalıklı bulduğum için ayrı bir sevgi sebebi diye o semtler bozuluncaya kadar aklımda ve gönlümde tutmuşumdur. Fenerbahçe’nin bir de işgal yıllarında İstanbul halkına futbolla verdiği bir mutluluk vardı. Bütün müstevli takımlarını sahada yenmiş ve bu moral bakımından kırık halkın dinamiği olmuştur.

    Delikanlılığımızın en görkemli günlerinde Fenerbahçe idmanlarına Cihat Arman, Selahattin Torkal, Halil Özyazıcı, Erol Keskin ve Mehmet Ali Has ile ayni vapurda gitmenin heyecanı şu gün bile yüreğimin en zengin vuruşudur. Kadıköy vapur iskelesinden indikten sonra o tüm zamanların en büyük futbolcusu Lefter’in adadan gelişini beklemek ve onunla birlikte Kadıköy toprağında birkaç adım atma hangi futbol hazzı ile değişilebilirdi. O Can Bartu ile Birol Pekel’in çocuk halleriyle Bahariye’deki arsa top şeytanlıklarını seyretmek, hangi stat filmi ile değiştirilebilirdi?

    Şu ihtiyar yaşımda şimdi düşünüyorum. 1990 yılından sonra İstanbul mahallelerinde çocuklar niye Fenerbahçe’yi tutsunlar, niye Fenerbahçeli olsunlar diye… Fenerbahçe’nin ne Türkiye’de saha tarihi olan, o yerden ayağa paslı dantel örer gibi oyun şekli kalmış, ne de en teknik adamların o çatı altında toplanacak niyetleri. Fenerbahçe artık ne milli takıma en fazla oyuncu veren takımdır, ne o takıma gol kralını veren ekiptir. Türkiye’deki bütün şampiyonluk rekorları Fenerbahçe’nin elinden uçmuştur. Ne kalmıştır isminden başka bu vatanda…

    Başka takımlar UEFA Kupası’nı, Süper Kupa’yı müzelerine götürmüş iken, yerli tenekelerle çocuğu nasıl Fenerbahçeli yaparsınız artık…

    İslam Çupi – 21 Kasım 2000 – Milliyet Gazetesi

  • Şeref Has’a İlk Mektup

    Şeref Has’a İlk Mektup

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Şeref Has’a İlk Mektup” başlıklı altıncısı… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Şeref Has’a İlk Mektup

    Bir akşamdı, sensiz Fenerbahçe’yi seyrettik.

    Tek tesellimiz, İtalya’daki elçiliğimizin ikileşmesidir.

    Tarabya koyu yine güzeldi Şeref!

    Hani küçük küçük adımlarla ezdiğin o yumuşak asfaltın solundaki kâğıt helvacı yine heykel gibi duruyordu. Tel kadayıfı saçlı kız şimdi bile su kayağı yapıyor, Boğaz, bakıyorum da en güzel laciverti ile boyanmış.

    Dudaklarımın arasında bir ıslak sigara… Bazı kalem meraklıları vardır. Bir kadeh votka içip “Suç veya Ceza”yı yazacağım inadına kapılırlar. En çok “Sigarayı ıslatıyorum ya, o halde varım” cümlesini severler. Ben de o heriflerden biriyim işte! Aklımda bir telefon numarası kalmış. Şöyle düşündüm: “Telefonu mevcuttur ya, o halde kendisi de vardır.” Parmaklarım iki üç gündür belli deliklere gidiyor. 63 53 47… Erkek sesleri, kadın sesleri, kulaklarıma hep aynı cümlenin raksını getiriyorlar:

    “Yok efendim, Şeref”

    Bu cümlenin ötesinde efendi bir merak başlıyor. Soruyorlar: “Kimsiniz beyefendi?” Bir parça dereden tepeden konuşuyorum. Saklıyorum kişiliğimi. Sonra cevabımı taşıyorum Boğaz’a, Yeniköy’e:

    “Sizin evin basın müşaviri.”

    Tanıyorlar. Bir sürü sitemler duman gibi beynimi sarıyor: “Nerdesin”li, “Ne yapıyorsun”lu meraklar. Arkasından: “Şeref acaba başarır mı, başaracak mı?” sorusuna cevap arayan hisler. Tanrı evi haline getirilen telefon telleri.

    Ablaların memnun Şeref!

    “Bir titizden kurtulduk. Canımızı çıkarıyordu, Şimdi rahatız.”

    Şeker oğlan. Hepsi yalan hepsi mizah. Kalpler sen oldun, çarpıyorlar, Başarmanı, İtalya’da kalmanı istiyorlar.

    Bak n’oldu biliyor musun? Senin “Air France”la havalandığının gecesinde Mithatpaşa Stadı’nda Fenerbahçe vardı. 90 dakika oynamayan, ağlatan bir Fenerbahçe, 4-0’dan sonra o yağmur olan, o bora olan, o gök gürültüsü olan taraftarın “Beeşş, Beeşş!” diye seslendiği bir Fenerbahçe.

    Değişen bir şey yok bizim ülkede. Toprak Mithatpaşa’nın dört bir tarafından yükselen pilonların üzerindeki lâmbalardan 20 tanesi söndü. Artık futbol ışıklarını başka yerlerde aramak zorundayız.

    Başarılar Şeref!

    Tekrar göreceğiz, görüşeceğiz seninle. İnşallah pembe ve kahve renkli İtalya’nın her dergi ve gazetesinde SEN de olacaksın.

    Selamlar

    (İmzam aşağıda Şeref…)

    İslam Çupi – 1962 – Akşam Gazetesi

  • Sinyor Venedik’te

    Sinyor Venedik’te

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Sinyor Venedik’te” başlıklı beşincisi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Sinyor Venedik’te

    Bir gitarın gece tellerinden çıkıp, kulaklarda müzik olan Venedik… Yüz yıllardan beri su üstünde oturmasına rağmen, bir gün olsun vıcıklaşmamış Venedik… Pencerelerini dünyaya bir darphane çabukluğu ile aralamış Venedik…

    Ve o Venedik’te bir Türk… Daha doğrusu başarılarını Çimene indirmiş bir “ayaklı büyükelçi…” Her çatı penceresine bir ressam paleti yerleştirilmiş bu dev galeride “sanat kavgası” yapacak. Bir tarafta insan zekâsı ve zevkinin yontulup yontulup üst üste konduğu San Marco, öte yanda çimenlerine toprak ve kireç karışmış bir futbol sahası…

    Dünya bir tuhaf… İnsanlar Rönesans’ı yapılardan, tablolardan, heykellerden, kitap satırlarından çıkarıp, getirmiş bir düdük sesine iki “Bravooo!”ya, birkaç gole yığmışlar. En çok yaşayan 90 dakika oksijen yürütüyor; bu köhne yuvarlaktan…

    Bu dehâsı, altında kramponu bulunan kundura olan güç sanatın “Yalnız adam”ısın Can… Tek kalmak, olmamak değildir.

    Ne demiştin, Ege vapuru Tophane rıhtımının karpuz kabuklu lâciverdinden ayrılırken…

    “Bu bir plâsmanın sonucudur. Venedik yükseklik olarak İtalya haritasının beynidir. Klâsman için bundan daha uygun şehir bulamazdım.”

    Gülüyordun. Bütün mizahınla, bütün boş verirliğinle gülüyordun:

    “Futbol topu her yerde 280 gramdır. İnsan bu ağırlığı taşımak gücünü kaybetmediği müddetçe oynar. Buna Birleşmiş Milletler bile mâni olamaz.”

    Senin bu rahatlığına milyonlar verilir Can!… John Charles’in 5 yılda anlatamadığı İtalya futbol endüstrisinin cehennemi sıcaklığına bu kadar kısa bir süre sonra bulduğun vantilâtör için seni kutlamak lâzım.

    Venedik’ten gelen satırlarını okudum, resimlerine baktım. Bir anda yayılıvermişsin; bu kanal şehrine… Şu trafik polisinin tempolu çalan düdüğünde senin ritmin var. Bronzun en güzel tonu ile omuzlara inen yuvarlak güneş, Can’ın İtalya’da 34 hafta dökeceği “Futbol teri”nin suyunu taşıyor. Kibrit ateşi kadar kısa sokakta, bir iskemleye yığılmış mandolinden isimsiz nota halinde fırlayanlar; senin “çalımının senfonisi” olacaktır.

    Bekliyoruz Can! Hem de inanarak bekliyoruz. Türk futbolu ile A. Lamourris’in “kırmızı balon” eseri arasında rezil münasebetler kuran Liret yüksekliğindeki o belli kişilere indireceğin şamarın sesini duymak istiyoruz. Türkiye’den futbolcu alınmak söz konusu olduğu zaman: “Ölüler evine bu kadar para ödenmez, yazıktır” diyen dostlarımızın (!) dillerini keseceğin günü sabırsızlıkla bekliyoruz…

    Yalnız değilsin Can…

    Her futbol lafı eden Türk, kalemlerini haftada bir gün spor toto kolonları üstünde raks ettirenler senden bir şey taşıyorlar. İnananların, bel bağlayanların, sana tapanların türküsüdür; bu… Onlar için Venedik Milva’nın mikrofonundan çıkmış, Maria Allariso’nun kalçalarından fırlamış senin ayakların olmuştur.

    Tanrı o ayakları başarıya koşturmaktan yormasın! Bilirim zaten; başarmak bu kadar güzelken, kaybetmeye yanaşmazsın.

    Kalbimin kadehini o kimseye vermeyeceğin “senin” topunun, şerefine kaldırıyorum.

    İslam Çupi – 1962 – Akşam Gazetesi

  • Yeni İlahi Komedya

    Yeni İlahi Komedya

    1962 yılı arşivlerinde gezerken İslam Çupi yazılarına denk geldik ve sitemizde yayınlayalım istedik. İşte “Yeni İlahi Komedya” başlıklı dördüncüsü… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yeni İlahi Komedya

    Gitti beyler…

    Koşa koşa, güle oynaya, o Kadıköy’den Akaretler’e kadar uzattığımız “otorite asfaltı”nın üzerine basa basa gitti, Kafalarımızın tepesinde birer telaş meşalesi yakarak kayboldu.

    Özcan Arkoç’un kendisine yeni bir kazak, yeni bir kale bulması önemli değil… Esas önemli olan, bir gidişin arkasından filizlenen his ve düşünce zavallılığıdır. “Bir odanın içindekileri” unutulmaz magazin tipleri yaratan günümüz İnsan fabrikası Pitigrilli bile, bütün dişlerini göstererek seyretmektedir.

    “Önce otorite ve disiplin…” diyorlardı. Satış listesini düzenleyen ilham bu idi. Fenerbahçe her hafta ayağına 6 dolarlık yün çorap giyen aslarından bıkmıştı. “Hususi otomobille- aristokrasisi”ne tesirli bir yumruk aranmıştı,

    Alkışlamıştık, sevmiştik bu inadı… Demek ki Fenerbahçe stadı kursağında viski sızıntısı olan, dudaklarına Pall-Mall sıkıştıran kişilerden çok çeneleri arasında çiklet çiğneyen delikanlıların bahçesi olacaktı.

    Aldanmışız. Meğer yeni idare heyetindeki kişiler, her dükkân duvarına asılmış “Satılan mal geri alınmaz” ibaresinin olgunluğuna bile tırmanamamışlar. Bir futbolcunun satış fiyatını tespit et, piyasaya sür, 21 gün basına “Karardan asla dönülmeyecektir” kelimeli 250 şer gramlık beyanatlar ver, sonra 22. gün oyuncu önüne uzatılan yeni bir mukavele bulunca bas feryadı.

    Birisi: “İnşallah yalandır” niyeti ile rakı kadehlerinin başına otururken, öteki telefona sarılıp bir rakip başkanına dert yanacak:

    “Olur mu beyefendi, olur mu? Niye alıyorsunuz bu şantajcıyı? Dostluğumuz, arkadaşlığımız… İki kulüp arasındaki sarsılmaz bağlar… Bir futbolcu bir kulüpten üstün tutulur mu? Almayacaksınız değil mi? Mahsus oyalıyorsunuz muhakkak?”

    Ama apareyin öbür ucundaki ses bizimki kadar telaşlı ve darmadağınık değildir. Sakin ve hükümlüdür:

    “Satışa çıkarmışsınız aldık. Bu meseleyi fazla konuşmayalım beyefendi.”

    21 gün sürüp 22, gün bir “Rüzgâr bezi” gibi, caart diye yırtılan bu otorite ve disiplin masalını Fenerbahçe camiası uzun yıllar unutmayacaktır, unutamayacaktır.

    Bir an gözlerinizi borç senetlerinden ayırıp Rousseau’ya kadar gidiniz. Ünlü düşünür satırlarında: “Önce öldürdüğüne, sonra oturup ağlayan…” kişileri çok güçlü tarif etmiştir.

    Zaten herkes biliyor.

    Disiplin ve otorite aşığı insanların uzaklaştırışı değildi bu… Özcan’ı, Özcan’a vermek istemedikleri şey para ile vurmaya çalışacaklardı. Fiyat piyasası feci idi. Türkiye’de bir takımın bu parayı vererek bir kaleci transfer edebilmesi için “milli piyango milyoneri” olması gerekirdi.

    Sarsıntısız bir inançları vardı. Tıpış tıpış geri dönecekti. Çünkü kafalarında İtalya başkenti için düzenlenen broşürlerdeki klasik cümle vardı:

    “Her yol Roma’ya gider.”

    Oysa yaşadığımız şehir İstanbul’du ve burada maalesef her yol Fenerbahçe idare heyetinin odasına gitmiyordu.

    Şimdi büyük prensipler unutulmuş, bir futbolcunun yası tutuluyor.

    Biliyor musunuz? «Comedie Français» trubu ellerine Dante’nin «İlâhi Komedya»sını alıp odaya gelse idi ancak bu kadar gülebilirdik.

    İslam Çupi – Temmuz 1962 – Akşam Gazetesi