Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu V.
1949 yılında Fenerbahçe’de genç bir kadro oluşturduk. Silvio Guerson, David Filiba, Mordohay Habib, Erdoğan Yalkın, Reştan Aras, Orhan Zeren, Arşalon Arditti gibi genç isimlerin arasına başka gençleri de katmayı başardık.
Bu arada İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenci olan iki genç basketbolcunun üzerinde ısrarla duruyorduk. Bunlardan Ayduk Koray, İstanbulspor’da oynuyordu. Diğeri ise Enis Günşar’dı. O da İstanbul Erkek Lisesi’nden yetişmişti.
Önce onların transfer işlerini hallettik. Sonra yine Vefa’ya el attık. Yeşil-Beyaz formalı takımda Affan Başak gibi pırıl pırıl bir genç yetenek vardı. Onu da çekip aldık.
Bu arada Vitali Benazus gibi bir başka genç yeteneğin transfer işini de hallettik. İşler yoluna giriyordu yavaş yavaş. Fakat içimizde telafisi imkansız bir ukde vardı:
“Ah bir de Sacit olsaydı…” diyorduk sevgili Muhtar’la.
Bu Gençlere Bir de Antrenör Gerekiyordu
Bu genç kadronun iyi bir de antrenöre ihtiyacı vardı. Onlara basketbolun inceliklerini en iyi şekilde öğretebilecek ve onları en iyi biçimde değerlendirebilecek bir antrenöre.
Rahmetli Muhtar Sencer ile kafamızı bu konuya takmıştık artık. Benim aklıma daha ilk andan itibaren, Türkiye basketbolu en iyi bilen ve bu spora inanılmaz hizmetler vermiş olan Feridun Vasfi Koray’a takılmıştı. Beyni de, yüreği de basketbolla dopdolu bulunan sevgili Feridun Koray, Galatasaray kulübünde basketbolun en büyük mimarlarından biri olmuştu. Ancak Feridun, bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe basketboluna hizmete razı olur muydu?
Feridun Koray’ın adı Muhtar’a da cazip geliyordu. Ancak bu teklifimizi kabul edebileceğine pek ihtimal vermiyordu. Benim ısrarımla bir kez ağzını aramamızı kabul ettiydi rahmetli arkadaşım. Feridun Koray ile bir sohbetimiz sırasında, aramızda kararlaştırdığımız üzere önce ağzını aradık. Sevgili dostumuz tepeden iner gibi konuştu
Muhtar, işin en zor ve sıkıntılı yönüne, lafı ağzında geveleyerek girdi: “Yanız Feridun şunu bilmeni isteriz ki…”
Rahmetli Feridun Koray, cin gibi zeki bir insandı. Sözü nereye getirmek istediğimizi o anda anlamıştı: “Kes sesini, bayramlık ağzımı açtırma” diye tersledi Muhtar’ı, sonra her zamanki o tatlı ve neşeli haliyle bana döndü “Ne zaman çalışmaya başlıyoruz” diye sordu.
Türk basketboluna unutulmaz hizmetleri olan ve bu sporun Türkiye’deki en büyük mimarlarından biri bulunan Feridun Koray, eski ve köklü bir Galatasaraylı olduğu halde, sanki doğuştan Fenerbahçeliymiş gibi aramıza katıldı. Dört elle işine ve takıma sarıldı, Fenerbahçe basketboluna şevkle hizmet etti. Hem de tamamen fahri olarak bu işi yaptı.
Rahmetli Feridun Koray’ın Türk basketboluna ve Galatasaray’a olduğu kadar Fenerbahçe basketboluna da hizmetleri asla unutulamayacak kadar büyüktür. Uzun yılların bu sevgili dostunu da burada sevgiyle ve rahmetle anmak isterim. Nur içinde yatsın.
Ve artık Fenerbahçe basketbol takımı, o yetenekli gençleri ve değerli hocasıyla iyi bir gelecek vaat etmekteydi.
Artık Seyircimiz de Var
Basketbol lig maçları İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu’ndaki salonunda oynanıyordu. Ve ilk seyircilerimiz de bu salonda boy gösterdiler. Onlar sadece iki kişide olsalar, bizim ilk vefakar seyircilerimizdiler. Biri İETT idaresinde tramvay vatmanlığı yapan Vatman Hasan, diğeri de aynı zamanda kulüp üyemiz bulunan Mevlüt. Biri Fenerbahçe uğruna tramvay idaresindeki işini, diğeri ise sağlığını kaybetmiş iki büyük Fenerbahçe aşığı.
Sonra onlara bir üçüncüsü eklenmişti Mustafa Kevkep… Galatasaraylı bir babanın Fenerbahçe hastası oğlu.
Vatman Hasan, 1958 yılında idaresindeki tramvaya Beyazıt’tan geçerken, kendisi gibi hasta Fenerbahçeli olan bir taksi şoförü arabasıyla tramvaya yaklaşıyor. Bizimki nispet verircesine sesleniyor: “Bizim takım İngiltere’den dönüyor, onları karşılamaya Yeşilköy’e gidiyorum”
Fenerbahçe futbol takımı turneye çıktığı İngiltere’den dönüyor. Vatman Hasan hiç durur mu? Ani bir frenle tramvayı durduruyor ve bağlıyor: “Bekle ben de geliyorum” diye sesleniyor. Ve tramvaydan atlayıp arkadaşının taksisine biniyor hemen. Ver elini Yeşilköy.
Koca tramvay Beyazıt meydanında bağlı kalıyor, yol tıkanıyor, ortalık birbirine giriyor tabii. Ve neticede Vatman Hasan da işinden oluyor tabii.
Mevlüt, Fenerbahçe basketbol takımının hiçbir maçını kaçırmamıştı. Bunların da arasında elbette Galatasaray ile oynanan maçlar da vardı. Fakat sevimli insan hiçbir Fenerbahçe-Galatasaray maçını seyretmemiş, seyredememişti. Ya koridorlarda sigara üzerine sigara içerek volta atmış, ya da soyunma odasına kendini hapsetmişti. Ancak Fenerbahçe’nin galibiyeti garantilediği maçların son bir iki dakikasında salona girebilmişti Mevlüt. Fenerbahçe aşkıyla dopdolu yüreği, ezeli rekabetin potalar altındaki mücadelesinin heyecanını kaldıramamıştı bir türlü. Sonunda kalbinden hastalanmasında ve önemli bir açık kalp ameliyatı geçirmesinde bu heyecanın etkisinin olduğu da muhakkaktı herhalde. Ameliyattan sonra da basketbol maçlarındaydı Mevlüt. Bir maçta onu rengi kireç gibi bembeyaz halde ve her yanı titrer halde görünce hem üzülmüş hem de telaşlanmıştım. “Gelme artık şu maçlara ve Mevlüt” diyecek olmuştum. Acı acı gülümsemişti.
“Fenerbahçesiz yaşamaya, yaşama der misin hoca?” diye söylenmişti.
Fenerbahçe basketbolunun ilk seyircileri, Vatman Hasan, Mevlüt ve Mustafa Kevkep bugün aramızda yoklar. İlk sevinçlerimizi, üzüntülerimizi ve heyecanlarımızı paylaştığımız bu üç insanı da Fenerbahçe basketbolunun 50nci yılında sevgiyle, saygıyla ve rahmetle anıyorum.
Kadim bir metinle karşınızdayız… Cem Atabeyoğlu ve Muhtar Sencer’in, Fenerbahçe’de basketbol takımını meydana getirmesinin hikayesi… Cem Atabeyoğlu anlatıyor: Fenerbahçe Basketbolunun Kuruluşu I.
İdeal ve mücadele arkadaşım, can dostum, büyük Fenerbahçeli, rahmetli Muhtar Sencer, tamamen kişisel çabalarıyla kurup, büyük emeklerle ortaya çıkardığı Fenerbahçe hentbol takımının (o zamanlar salon hentbolu yoktu, futbol sahalarında oynanan Açıkhava hentbolu vardı) namağlup şampiyonluklar kazanmasından sonra bir başka spor dalına daha el atmıştı. Bu spor, o sıralarda (1944), ülkemizde yeni bir aşamanın eşiğinde bulunan basketboldu.
Aslında Fenerbahçe Kulübü’nde basketbolun çok eski bir geçmişi vardı. Fenerbahçe, basketbola faaliyeti arasında yer veren ilk Türk kulübü olmuştu.
Daha 1913 yılında Fenerbahçe Kulübü’nün çatısı altında bir basketbol takımı kurulmuş; ancak bu oyunun kuralları hakkında yeterince bilgi toplanamaması nedeniyle, kurulan takım maç bile yapamadan dağılmıştı.
1919 yılında, bu kez bir Amerikalı öğretmenin nezaretinde Fenerbahçe Kulübü’nde yeniden bir basketbol takımı ortaya çıkarılmıştı. Ancak ne çare ki yurdumuzdaki bu ilk ciddi basketbol girişimi de, maç yapacak başkaca takım bulunamadığından kendiliğinden sönüp gitmişti.
Ve aradan tam çeyrek yüzyıl geçtikten sonra Muhtar Sencer, Fenerbahçe Kulübü’nün çatısı altında bir basketbol takımı kurmak üzere paçaları sıvamış bulunuyordu. Ve bu yolda el attığı ilk isim de Mehmet Jeba Berkok olmuştu.
Jeba, sporun her dalında kendini göstermiş; Allah vergisi büyük bir spor yeteneğine sahip gerçek bir sporcuydu. Dekatlon şampiyonu ve rekortmeni bir atlet, zamanın en sert smaçlarıyla tanınmış bir voleybolcusu, hatta öğrenimini yaptığı İstanbul Teknik Üniversitesi futbol takımının da kalecisiydi.
Ancak bir tek Jeba ile her şey halledilemezdi. Jeba, Teknik Üniversite’den sınıf arkadaşı olan Hüsameddin gibi son derece yetenekli bir basketbolcuyu da alıp getirmişti. Onlara bir de Öjen Read eklenmişti. Onları, idare görevlisi olarak çalıştığı Haydarpaşa Lisesi’nden birkaç delikanlıyla da takviye etmişti.
Ancak bu girişim daha ilk günlerde Hüsameddin’in ihtisas için Amerika’ya gitmesiyle büyük bir darbe yemişti. Takım daha kurulmadan dağılıyordu. Ancak bu hal Muhtar Sencer’i asla yıldırmamıştı. Fenerbahçe’nin adına ve şanına layık bir takım ortaya çıkarabilmek amacıyla var gücüyle çalışıyordu.
Eski ve çok sevdiğim bir arkadaşım olan Muhtar Sencer’in bu çalışmalarını yakından takip etmekteydim. Hemen her gün beraberdik onunla. Akşamları mutat buluşmalarımızda o telaşlı haliyle, sanki komutanına tekmil veriyormuşçasına yaptıklarını bir bir anlatmaktan nasıl da zevk duyardı.
Muhtar Sencer ile El Ele Veriyoruz
Sevgili dostum, bu telaşlı günlerinde, büyük bir yalnızlık içinde bulunmaktan şikâyetçiydi sadece. Koşuşmaktan, mücadeleden, yorulmaktan en ufak bir yakınması yoktu. Onun tüm aradığı, yanında kendisine destek olacak ve omuz omuza verip mücadeleye girişecekleri bir arkadaştı, bir dosttu sadece…
Bir akşam, yine o upuzun ve tatlı sohbetimiz sırasında kendisine moral verecek sözlerimi derin bir dikkat ve hazla dinleyen dostum birden bakışlarını gözlerimin derinliklerine dikerek: “Ne olur Cem, beni yalnız bırakma…” demişti birden.
Öylesine iyi niyetlerle dopdolu bir insanın, gecesini gündüzüne katarak yaptığı bu çalışmalar sırasında yapayalnız olması gerçekten çok zordu. Gözlerimin içine öyle bir bakmış, bu sözleri öylesine söylemişti ki “Üzülme sen… Elele verir, yürütürüz bu işi…” deyiverdim bir anda ve hiç düşünmeden.
O tertemiz insan, çocuklar gibi sevinmişti bu cevabım karşısında. Heyecan içinde yerinden fırlarken: “Allah… Allah…” diye o meşhur haykırışı bir daha ta içinden fırlayıp çıkmıştı, sonra heyecanla konuşmuştu: “Sahi mi diyorsun?”
“Fenerbahçe’ye hizmet ve sana yardım olduktan sonra elbette varım…” diye cevaplamıştım eski dostumu. Ve heyecan içinde kucaklaşmıştık onunla. Tarih, 1944 yılının Kasım ayı idi. Ben de artık bu davanın içindeydim ve rahmetli Muhtar Sencer ile el ele, omuz omuza vermiştik.
Takım Ortaya Çıkıyor
Aramıza ilk katılan, Şükrü Mete olmuştu. Robert College’de yetişmiş ve uzunca bir süreden beri Galatasaray’da oynamakta olan Şükrü Mete, yürekten bir Fenerbahçeli idi ve Sarı-Lacivert renkler altında oynamak için, şampiyon Galatasaray takımında yer alma hazzını dahi bir yana itmekte tereddüt göstermemişti. Onunla Fenerbahçe, ilk gerçek basketbolcusuna kavuşmuş oluyordu.
Kısa bir süre önce kapanan, İstanbul Musevilerinin kulübü Karkhoba’nın tüm basketbolcularının Galata Kulübü’nde türlü imkânsızlıklar içinde top koşturmakta olduklarını öğrenmiştik. Bunun başlıca nedeni de takım kaptanı Jak Habib ile kardeşlerinin, Azapkapı’dan Şişhane’ye çıkan yokuşun üzerinde, Galata Kulübü binasına pek yakın bir yerde oturmalarıydı.
Jak Habib’in Azapkapı Tersanesi üzerinden Haliç’e bakan evine ikinci gidişimizde bu konu halledildi. Bütün takımın oyuncuları Fenerbahçe gibi isim ve Sarı-Lacivert forma altında basketbol oynamayı seve seve kabul etmişlerdi. Jak Habib, ilk Milli Basketbol Takımımızda yer almış ve Ay-Yıldızlı forma altında 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’na katılmış çok iyi bir basketbolcuydu. Onunla birlikte gelenler de gerçekten iyi basketbolculardı:
Mişel Gabay, Hanri Düvenyas, Moris Meşulam, Izak Ventura, David Filiba, Silvio Guerson ve Jak Habib’in kardeşleri Aron Habib ile Mordohay Habib.
Önce Amerikan Dershanesi (eski Y.M.C.A.)’nin Sultanahmet’teki salonunda çalışmalar başladı. Takımın antrenörlüğünü, Jak Habib üstlenmişti. Takım kaptanlığına da Şükrü Mete’yi getirmiştik. Oyuncular canla başla çalışıyorlardı. Onların böylesine yürekten bir inanç içinde çalışmaları bize en büyük moral kaynağı oluyordu.
Fenerbahçe Kulübü, sadece adını vermişti bu takıma. Bu ad, paha biçilmez manevi bir değeri bulunan en büyük hazinemizdi. Ancak gelgelelim parasal yönden halimiz, tam anlamıyla “perişan”dı. Meteliğe kurşun atıyorduk.
Salı ve Perşembe akşamları Fenerbahçe Stadı’nda (o güzelim ahşap tribünlü stat) bulunan kulüp binasının Müze Salonu’nda yapılan Yönetim kurulu toplantıları sırasında kapının önünde nöbete giren Muhtar Sencer, ancak üçüncü ayın sonunda, antrenman yaptığımız salonun kirasını karşılayabilecek parayı koparabilmeyi başarmıştı. Aslında bu dahi kulübün o günlerde içinde bulunduğu parasal durum bakımından büyük bir başarıydı bizler için. Kulüp için de hiç kuşkusuz fedakârlık.
En büyük şansımız, çalıştığımız salonla Fenerbahçeli İlhami Polater’in ilgilenmesiydi. Y.M.C.A.’de uzun süre basketbol oynayan ve bu arada Türk basketbolunun ilk büyük hakemlerinden biri olarak tanınan Polater’in yerinde bir başkası olsaydı, kira ödeyemediğimiz o üç ayın içinde çoktan kapının dışına konurduk.
Tarih 2 Mart 1958… Fenerbahçe ve Galatasaray kadın voleybol takımları karşı karşıya geliyor. O zamanların sürekli “Şampiyonluk Namzedi” ve sürekli şampiyonu Fenerbahçe’nin kazandığı maç haberini buraya almak istedik. Fenerbahçe’nin şampiyon kızlarının büyük başarılarını bilmekle beraber, bunlar maç maç listelenmediği için, bulduğumuz her bilgi kıymetli…
Fenerbahçe dün, son zamanlarda hasret kaldığı bir galibiyet elde etti. Ezeli rakibi Galatasaray’ı bir branşta yendi… Evet, dün saat 16’da Teknik Üniversite salonunda her iki takımın kız voleybolcuları birinci devre lig maçları liderliği için karşılaştılar. Fenerbahçeli kızlar hakim bir oyundan sonra Galatasaray2ı üç sette 15-12, 15-9 ve 15-4 mağlup ederek Sarı-Lacivertli kulübe futbol ve basketbol takımlarının kazandıramadığı bir galibiyet hediye ettiler.
Galatasaray: Ünman (Kaptan), Oya Çapa, Seda, Taner, Ayda, Şeniz.
Bu müsabakadan önce yapılan erkeklerarası birinci küme voleybol lig maçlarında Beyoğluspor Kurtuluş’u, Fenerbahçe Ayvansaray’ı, Bakırköy de İstanbul Teknik Üniversitesi’ni üçer sette (3-0) mağlup etmişlerdir.
Türk’ün varoluş savaşının, Millî Mücadelesinin zaferle sonlanmasının yüzüncü yılını kutladığımız bu günlerde; o mücadelenin sporcu kahramanlarından birinin hikayesi ile karşınızdayız. Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunda başkanlık makamında olan, Türk Milli futbol takımının oyuncusu, İstanbul Teknik Üniversiteli Mühendis Emirzade Arif Bey’in memleketi hüzne boğan bir sonla biten hikayesini arşiv belgelerine dayanarak yazdık…
1911 – 1918 yılları arasında Fenerbahçe forması ile 128 kez sahaya çıkan Arif Bey[i], dönemin birçok ünlü futbolcusu gibi Türk futboluna “altyapı” kurumunu armağan eden, memleketimizin ilk scout’ı[ii] Elkatipzade Mustafa Bey tarafından keşfedilmiş, 1911 yılı itibariyle Fenerbahçe için ter dökmeye başlamıştı.
Elkatipzade Mustafa Bey’in, Fatih’in Şehremini semti Hastane Çayırı’nda futbol oynarken keşfettiği Arif Bey, takım arkadaşlarından Bedri Gürsoy’un anlatımına göre, “Zayıf, uzun boylu, küçük yüzlü idi. Kendisine mahsus ciddi, hatta biraz da içli ve mahzun bakışları vardı. Aile ve spor terbiyesi fevkalade idi. Mert bir arkadaş, samimi bir dosttu. Maçlarda fırtına gibi sert oyununa rağmen kasten bir kimseyi incitmezdi. O yılmadan, kesilmeden, büyük bir fedakarlıkla, canla başla, çırpına didişe, kan ter içinde oyun oynar. Koşar, ileri gider, geri gider, sıçrar, şut çeker, demarke olur. Degajman yapar. Çalım yapar. Dripling yapar. Kafa vurur. Omuz vurur. Lakin oyun oynardı.”[iii]
Arif Bey, Mühendis Mekteb-i Alisi, günümüz Türkçesi ile Yüksek Mühendis Mektebi öğrencisi iken Fenerbahçe’ye katılmıştı. Dağlaroğlu’nun aktardığına göre aynı yıl okuduğu okulda kurulan voleybol takımının da oyuncuları arasında yer alıyordu. Arif Bey, futbol oynadığı 8 yılın ardından ülkenin en iyi defans oyuncularından biri olarak kabul edilmektedir. Bu özelliği ile hem Fenerbahçe’nin hem de bugün Türk Futbol Milli Takımı olarak kabul ettiğimiz İstanbul Karmasının oyuncularından biridir.
Arif Bey, Fenerbahçe tarihinin en ikonik maçlarında sahada yer almıştır. Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunu yaşadığı 1911-1912 sezonunda hem takımın bir oyuncusu hem de kulübün Reis-i Evvel’i, yani başkanı olarak görev yapmıştır. Sporcu Arif Bey’in kısa süren futbol hayatının önemli olaylarını kronolojik olarak sıralamak gerekirse aşağıdaki liste yapılabilir:
Balkan savaşı dolayısıyla uzun süre İstanbul limanında demirli kalan İngiliz savaş gemisinin mürettebatı ile Fenerbahçe, Galatasaray ve İttihatspor oyuncularından oluşan İstanbul karmasının yani Türk Milli Futbol Takımı arasında 30 Mart 1913’te oynanan ve Türkiye’nin 2-0 galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
4 Ocak 1914 Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı 4-2’lik skorla ilk kez galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
Fenerbahçe Spor Kulübü hatıra defterinde “11 Mayıs Pazar: Maliye Nazırı Cavid Bey himayelerinde “Çiçek Bayramı” Fenerbahçe, İstanbul İngiliz Muhtelitini 3-1 yenmiştir.” notuyla yer alan, Fenerbahçe’nin İngiliz Karmasına karşı oynadığı kadroda yer adı.
Fenerbahçe’nin 1914 yılında Rusya’ya yaptığı ilk yurtdışı seyahatinde kafilenin bir üyesiydi.
Adeta bir milli takım oyuncusu olduğunu kanıtlarcasına 2 Nisan 1915’te Altınordu takımı sahaya eksik çıkmasın diye sözü geçen takımın formasını giydi.
5 Mart 1915’te Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı 4-0’lık skorla ikinci kez galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
Mühendis Arif Bey
Arif Bey, okul hayatı ile sporu bir arada yürüten, Osmanlı’nın ilk okullarından olan ve kökleri 1795’te açılan Mühendishane-i Berr-i Humayun’a dayanan Mühendislik okulunda bir öğrenciydi. O dönem için gayet saygın bir konumda olan Arif Bey’in sadece kişiliği ve futboluyla değil bu konumu itibariyle de öne çıktığını söyleyebiliriz. Keza 1911’de katıldığı Fenerbahçe’de kısa sürede “Başkan” sıfatını kazanması bu önermemizi desteklemektedir.
Arif Bey’in okulu, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin öncülü olan Yüksek Mühendislik Mektebi, bugün halen üniversite ambleminde kullanılan “arı” figürünü armasında taşıyordu. Arif Bey’in 1913’te mezun olduğu bu okulun öğrencileri, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde gönüllü olarak orduya katılacak ve okul 1915 ile 1921 yılları arasında mezun vermeyecektir.
Arif Bey, mezun olduktan hemen sonra “Askeri Mühendis” sıfatıyla göreve başladı. Dönemin imar faaliyetlerinin demiryolu inşaatı üzerine yoğunlaşmasından dolayı hayatının son 6 yılı demiryolu şantiyelerinde geçti. Devlet arşivlerinde yer alan belgeden edindiğimiz bilgiye göre askerlik görevini Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak yaptı. Bu görevi de Uzunköprü–Keşan demiryolu inşaatında yerine getirdi.
Arif Bey’in “Mühendis” sıfatıyla yaptığı görevler, şehit edilmesinden sonra hakkında yazılan yazılarda yer bulmuş, 6 Kasım 1919 tarihli Spor Alemi dergisi kendisinden “Balkan Harbinin ve Cihan Harbinin bütün senelerinde mühendis olmakla beraber pek uzak yerlere koştu, çalıştı. Hatta harpten sonra bile gazetelerin sütunlarını dolduran eşkıya taarruzlarına kulak asmadı hizmet etmeye gitti.” diye bahsetmiştir. Dağlaroğlu’nun anlatımında da Arif Bey’in görevi boyunca bazı Fenerbahçe maçları için İstanbul’a gelip, akabinde görev yerine geri döndüğü yazılıdır.
Arif Bey’in son görevi Bağdat Demiryolu projesi dahilinde yer alan Ulukışla-Niğde-Kayseri hattının inşaatının keşfidir. Arif Bey’in Türk demiryolları tarihinin en önemli iki projesi olan Rumeli Demiryolları ve Bağdat Demiryolu projelerinin ikisinde birden çalıştığını kaydetmeliyiz. Bu noktada Bağdat Demiryolu projesinin son dönem Osmanlı tarihi açısından önemine vurgu yapmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Yapımı 1903’ten 1940’a kadar süren ve iki dünya savaşına da tanıklık eden Bağdat Demiryolu, Sultan Abdülhamid döneminin imar faaliyetleri çerçevesinde değerlendirilmekten öte, batılı devletlerin Ortadoğu planlarını uygulamaya sokmak için kullandıkları bir araç olarak da düşünülmelidir. Sultan Abdülhamid diplomasisi, bu demiryolunun yapım imtiyazını Osmanlı topraklarında “gözü olmayan” Almanya’ya vermiştir.
Alman İmparatoru II.Wilhelm’in 1898’de gerçekleştirdiği İstanbul ziyareti bu projenin temelinin atıldığı olaydır.[iv] Almanya, yeni başlayacak yüzyılda, muhtemelen bir mücadele alanına dönüşecek olan Ortadoğu’ya ulaşmak için böyle bir demiryolu hattının varlığına ihtiyaç duyarken, Osmanlı Devleti ise Anadolu ile İstanbul bağlantısını gerçekleştirmek istiyordu. Bu isteğin nedenlerinden en önemlisi Anadolu ile askeri bağlantının kurulması, diğeri ise Anadolu’nun tarım ürünlerinin İstanbul’a daha hızlı ve düzenli şekilde taşınabilmesiydi. Bağdat Demiryolu’nun güzergâhının, Anadolu demiryolunun devamı olarak Konya’dan Adana’ya, oradan da Halep ve Musul üzerinden Bağdat’a kadar uzanması planlanmaktaydı. Bu hat daha sonra Bağdat’tan Basra körfezindeki kadar uzatılacaktı.
İşte Mühendis Arif Bey; bu demiryolu hattının Niğde–Kayseri bağlantısını tamamlamak üzere görevlendirilen heyet ile birlikte 1919 yılının Haziran ayında bölgeye geldi. Hicri takvimler ramazan ayını gösteriyordu.
Şehit Arif Bey
Sporcu ve Mühendis Arif Bey’i bugün Şehit Arif Bey olarak anmamızı neden olan olay 15 Haziran 1919 Pazar günü gerçekleşti. Ulukışla – Niğde – Kayseri demiryolu hattının güzergahında keşif yapmak için Ereğli’den Bor’a hareket eden teknik heyet Ereğli’nin Tahtaköprü mevkiinde saldırıya uğradı. Mühendis Arif Bey, göğsüne isabet eden mermi ile hayata gözlerini yumarken, iki jandarma da yaralandı. Olay derhal şifreli bir telgrafla dahiliye nezaretine haber verildi.
Telgrafın ardından 18 Haziran 1919’da Konya Valiliği, dahiliye nezaretine olayın detaylarını anlatan bir dilekçe göndererek saldırganların 5 kişi olduğunu ve kimliklerinin tespit edildiğini bildirdi. Buna göre zanlılar; Çayhan Köyü’nden Karaahmed oğlu Hüseyin, Haydar oğlu Süleyman, Süleyman oğlu Haydar, Jandarma firarisi Talat ve bu dört kişiye yataklık yapan Adil adlı kişilerdi.
Konya Valiliği, bu kişilerin cezalandırılmalarının hızlandırılması için savcılığa tebliğ ettiğini de dilekçesine ekliyordu. 7 Temmuz 1919’da bu defa Niğde Mutasarrıflığı ismi tespit edilen 5 kişiden 4’ünün tutuklandığını ve Ereğli’ye sevk edildiğini Dahiliye Nezareti’ne haber verdi. Olayın yarattığı infial ile bölgede artan huzursuzluğun kontrol altına alındığı ve asayişin berkemal olduğu da dilekçeye ekleniyordu.
Konya Vilayeti ve Niğde Mutasarrıflığının bu tarihten sonra Dahiliye Nezareti ile yazışmalarından anlaşıldığı üzere, ilk başta tespit edilen zanlılardan bazıları serbest kalmış; 20 Temmuz 1919 ve 6 Ocak 1920 arasında süren haber trafiğinden Arif Bey’i şehit eden katillerin Ulukışlalı İsmail ve iki arkadaşı, Hacı Yahya ve Çayhan Köyü’nden[v] Kara Mustafa olduğu anlaşılmıştır. Soruşturmanın derinleşmesi zanlıların bazılarının suçsuz bulunması ve yeni isimlerin katil olarak tutuklanması, bölgedeki eşkıyalık faaliyetlerinin varlığına işaret etmektedir. Nitekim katillerden Ulukışlalı İsmail için arşiv belgelerinde “önceden beri haydutluğu ile bilinen” notunun düşülmesi önemlidir.
Arif Bey’in şehit olduğu haberi İstanbul’da duyulduğunda spor camiası büyük bir matem havasına girmiştir. Yaptığımız basın taramalarında Arif Bey’in cenaze törenine ilişkin bir bilgiye şimdilik rastlayamadık. Ancak Fenerbahçe’nin Kuşdili’ndeki kulüp binasında yapılan anma ve dini tören onun sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk futbolunun da kıymetli bir değeri olduğunu ve ne kadar sevildiğini kanıtlamıştır. Spor Alemi Dergisi’nin 6 Kasım 1919 tarihli sayısında bu anma töreninin detaylarına yer verilmiş, sadece arkadaşlarının değil İstanbul’un tüm sporcularının onun için bir araya geldiğini kayda geçirilmiştir.
Arif Bey’in şehadetinin spor camiasındaki yankıları sürerken, bağlı olarak çalıştığı Nafia Nezareti, yani Bayındırlık Bakanlığı’nın Maliye Bakanlığı ile yaptığı yazışmalar hem ailesinin acısını hem de Osmanlı’nın son döneminde devletin içinde bulunduğu durumu ortaya koymuştur. Arif Bey, arkasında anne ve babası ile birlikte küçük kız kardeşini bırakmış, acılı ailenin mevcut durumu ve gelecekleri devletin iki bakanlığı arasında yazışmalara konu olmuştur.
Yazışmalar Arif Bey’in 15 Haziran’da şehit olmasından kısa bir süre sonra, 8 Temmuz 1919’da başlamıştır. Nafia Nazırı Ahmet Ferit Bey, Maliye Nazırı Mehmet Tevfik Bey’e yazdığı dilekçede: “kendisine verilen her vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş, Cihan harbinde yedek subay olarak görev yapmış mühendis Arif Bey’in ailesine taziye niteliğinde bir maaş bağlanmasını ya da bir kereye mahsus olmak üzere tüm ihtiyaçlarının giderecek bir meblağ ödenmesini” istemiştir.
Ahmet Ferit Bey’e cevap 20 Eylül 1919’da verilmiş; Mehmet Tevfik Bey, “Arif Bey’in ailesine maaş bağlanmasına ilişkin Duyun-ı Umumiye idaresi ile görüştüğünü ve kendilerinin bu maaşın bağlanması için alınacak bakanlar kurulu kararının Meclis-i Mebusan tarafından onaylanmasını şart koştuğunu, aksi takdirde bu maaş için hazinenin mevcut durumunun uygun olmadığını” yazmıştır.
İlkinde istediğini alamayan Ahmet Ferit Bey, ikinci dilekçesini 16 Kasım 1919’da göndermiş, bu dilekçede “Arif Bey’in ailesinin tek dayanağı olduğunu, görev esnasında şehit olduğunu yineledikten sonra; bu aileye yardımda bulunulmaması halinde şu anda görev yapan memurların fedakârlık hislerinin yok olacağını, kendilerinin de şehit olması durumunda ailelerinin mağdur olacağına dair bir hisse kapılacaklarını” dile getirmiştir.
Ahmet Ferit Bey’in bu tespiti ve Arif Bey’in ailesi için gösterdiği çaba şüphesiz tarihi değer taşımaktadır. Ahmet Ferit Bey, ilerleyen yıllarda TBMM’de I. ve II.dönem milletvekilliği yapacak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk içişleri bakanı görevini yürütecektir. “Tek” soyadını alacak Ahmet Ferit Bey aynı zamanda Türk Ocağı’nın kurucularından biri olacaktır. Ahmet Ferit Bey’in ikinci dilekçesinde yer alan önemli bir nokta da “Arif Bey’in ailesine hazinenin ‘öngörülemeyen masraflar’ için ayırdığı bütçeden (Mesarif-i Gayr-i Melhuz) maaş bağlanabileceği” yönündeki önerisini Maliye Bakanına iletmesidir.
Dönemin Damat Ferit Hükümeti’nin iki bakanı arasında gerçekleşen Şehit Arif Bey ailesinin maaş mücadelesi Mehmet Tevfik Bey’in 19 Kasım 1919 tarihli cevabı ile sonlanmıştır. Mehmet Tevfik Bey, mevkidaşının ısrarlı tutumu karşısında aileye bir meblağ ödenmesini kabul etmiş, ancak bunun için ailenin İstanbul’a gelmesini şart koşmuştur.
Mehmet Tevfik Bey, Osmanlı bürokrasisinin her kademesinde görev yapmış bir devlet adamıdır. 18 yaşında Yıldız Sarayı’nda ilk devlet görevine başlamış, Kudüs Mutasarrıfılığının ardından Selanik Valiliğine ve ardından Yemen Valiliğe atanmıştır. Mehmet Tevfik Bey, daha sonraki yıllarda Sevr Antlaşması’nın müzakerelerine katılacak, son devlet görevi ise Saltanatın kaldırılmasına kadar sürecek olan Şura-ı Devlet reisliği olacaktır. Mehmet Tevfik Bey’in son cevabında “aileye hazinenin ‘öngörülemeyen masraflar’ için ayırdığı bütçeden maaş bağlanmasının mümkün olmadığı” belirtmesi ancak buna rağmen bir ödeme yapılacağına dair şartlı kabulünü kayıt altına alması önemlidir.
“TUNÇTAN BİR ABİDE”
Türk Sporu, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında yüzlerce şehit vermiştir. Bugün ülkemizin her tarafındaki sahalarda, salonlarda spor yapılabiliyorsa; her kulüpten, her okuldan, her semtten sporcular, canından vazgeçen o kahramanlar sayesindedir.
Fenerbahçe özelinde ise sancılı kuruluş yıllarının hemen ardından takıma ilk şampiyonluğu sahada formasıyla, başkanlık koltuğunda ise elinde kalemiyle kazandıran Şehit Arif Bey’in çok ayrı bir yeri vardır. Devlet arşivlerinde yer alan belgelerde, bu yazı aracılığı ile gün yüzüne çıkan detaylar, Millî Mücadele ateşinin yakıldığı günlerde Osmanlı Devleti’nin durumunu gözler önüne sermiş, bir şehidin arkasında bıraktığı acılı ailenin “perişan olmaması” için Türk milliyetçiliğinin önemli ismi, büyük devlet adamı Ahmet Ferit Tek’in çabasını Fenerbahçe Tarihi’ne kazımıştır.
Fenerbahçe’nin Şehit Başkanı Arif Bey’in ailesinin “Emirzade” olarak anıldığı malumdur. En büyük arzumuz, yayın hayatına başladığından beri yayınladığı araştırma yazıları sonrasında Fenerbahçe Tarihi’ne mal olmuş sayısız ismin ailesinin iletişime geçtiği sitemize, Şehit Arif Bey’in yakınlarının da ulaşmasıdır.
Bedri Gürsoy’un da dediği gibi “Şurası muhakkaktır ki Türk futbol tarihinde Arif’in kudretli hatırası pırıl pırıl parlayan tunçtan yapılmış bir abide halinde ebediyen yaşayacaktır.”
Arif Bey’in İçinde Bulunduğu Fotoğraflar
Kaynaklar ve Notlar
[i] Dr.Rüştü Dağlaroğlu, Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi (1907-1957), İstanbul, 1957
[iv] Dr. Altan ALPEREN, Bağdat Demiryolu: Siyasal Sonuçları Olan Bir Türk-Alman Demiryolu Projesi, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum / Education And Society In The 21st Century Cilt / Volume 7, Sayı / Issue 19, Bahar / Spring 2018
[v] Çayhan günümüzde Konya’nın Ereğli İlçesine bağlı bir kasabadır ve Niğde – Mersin sınırında yer almaktadır.
18 Nisan 1949 tarihli Öz Fenerbahçe dergisinde Cem Atabeyoğlu müthiş bir tarihî belge bırakmış ve Fenerbahçe’de Ping Pong’un kuruluşu hakkında şahane detaylar vermiş. Meğer içinde bulunduğumuz 2022, Fenerbahçe Masa Tenisi şubesinin 75. yılıymış ve 1 Temmuz da doğum günü… İnşallah Muhtar Sencer‘in de adı anılarak, bihakkın kutlanır. Keyifli okumalar…
Bütün dünyada günden güne rağbet kazanmakta olan bir spor var. Adına: Masa Tenisi veya Ping-Pong deniliyor.
Bu cazip sporun memleketimize gelişi bir hayli eski olmasına rağmen; kulüplerimize yayılışı pek kısa bir maziye inhisar etmektedir. Burada, Ping-Pongun tarihçesini yapacak değilim. Yalnız, bu sene hiç yenilmeden İstanbul şampiyonluğunu kazanan Fenerbahçe Ping-Pong şubesinden biraz bahsetmek isteri. Çok kısa bir maziye sahip olan Fenerbahçe Ping-Pong şubesinin bu müddet zarfında elde ettiği parlak başarılar, cidden övünülmeye değer neticelerdir.
Çok kısa bir mazi dedi. Evet… Fenerbahçemizde Ping-Pong şubesinin kuruluşu, 1 Temmuz 1947 gününe rastlar. Yani henüz iki sene bile dolmamıştır. Bu şubenin tesisinde, Sarı-Lacivertlilerin kıymetli ve çalışkan sportif oyunlar kaptanı Muhtar Sencer’in hissesi çok büyüktür. Kendisini burada peşinen tebrik ederim.
Fenerbahçe’nin genç Ping-Pongcuları, üç dört aylık bir çalışmadan sonra, ilk maçlarını 11 Aralık 1947 günü Teknik Üniversite ile yaptılar. Takımın en kuvvetli elemanı Güneri Artunkal, bu maçta kendi mektep takımında yer aldı. Bu ilk müsabakada, Güneri’nin mektebine kazandırdığı bir galebe ile Fenerbahçeliler maçı 3-2 kaybettiler.
Sarı-Lacivertliler, bu ilk müsabaka ve mağlubiyetten sonra, çalışmalarına hız verdiler. 1947-1948 Ping-Pong sezonunu şu şekilde hülasa edebiliriz:
11.12.1947 | Fenerbahçe 2 – 3 Teknik Üniversite (Dostane Maç) (1. Kategori) 13.12.1947 | Fenerbahçe 5 – 0 Ortaköy (Vefa Turnuvası) (1. Kategori) 14.12.1947 | Fenerbahçe 4 – 1 Vefa (Vefa Turnuvası) (1. Kategori) 14.12.1947 | Fenerbahçe 4 – 1 Kurtuluş (Vefa Turnuvası) (1. Kategori) 20.12.1947 | Fenerbahçe 1 – 4 Beyoğlu (Vefa Turnuvası) (1. Kategori) 15.01.1948 | Fenerbahçe 4 – 1 Galatasaray (Dostane Maç) (1. Kategori) 17.01.1948 | Fenerbahçe 3 – 2 Zoğrafyon Lisesi (Zoğrafyon Turnuvası) (2. Kategori) 07.02.1948 | Fenerbahçe 3 – 2 İtalyan T. Lisesi (Zoğrafyon Turnuvası) (2. Kategori) 08.04.1948 | Fenerbahçe 3 – 2 Robert Kolej (Dostane Maç) (1. Kategori) 25.05.1948 | Fenerbahçe 5 – 0 Beyoğluspor (Vefa Turnuvası Finali) (1. Kategori)
Ping-Pong sezonu böylelikle kapanmış oluyordu Fakat bu arada; Şişli Halkevi, güzel bir teşebbüsle 17 Temmuz 1948 günü bir açıkhava turnuvası tertip etti. Beş takım arasında yapılan bu cazip turnuva sonunda; Ortaköy, Şişli Halkevi, Fatih Halkevi ve Tarabya’yı aynı neticelerle (3-2) yenen Fenerbahçe Ping-Pong takımı, bu turnuvanın şampiyonu oldu.
Fenerbahçeliler, bu arada iki hususi müsabaka daha yaptılar: 25/9/948 günü Kurtuluş’a 2-1 galip; 1/10/948 günü İzmit muhtelitine 4-1 galip.
Sarı-Lâcivertli Ping-Pongcular, 1948-1949 sezonuna daha hazırlıklı ve ümitli girdiler. Nitekim, İstanbul Tenis Ajanlığı tarafından tertiplenen İstanbul Ping-Pong Şampiyonası’nda; Beyoğluspor’u 7-2, Şişli’yi 6-3, Ortaköy’ü Hükmen, Tarabya’yı 9-0, Kurtuluş’u 6-3, Galatasaray’ı 6-3 mağlup ederek 18 puanla İstanbul Şampiyonu oldular.
Ayrıca; mecmuamız tarafından tertiplenen ferdî birinciliklerde de Fenerbahçeli Ping-Pongcular 2 ikincilik ve 2 üçüncülük kazandılar. Bu faaliyet programını 10/9/949 günü B.T.G.M. tarafından tertiplenen ferdî birinciliklerle (bu haftalık) kapayabiliriz. Bu müsabakalarda da Fenerbahçe, çift erkeklerde 1 ikincilik; çift muhtelit (kadın-erkek) müsabakalarında da 1 üçüncülük aldı…
Bu arada, Fenerbahçe’den Güneri Altunkal 1946 yılından beri İstanbul Ferdî Ping-Pong Birinciliği’ni muhafaza etmektedir. Bu güzide oyuncu, 1946 yılından beri (Öz Fenerbahçe Ferdî Turnuvası hariç) iştirak ettiği bütün ferdî ve takım müsabakalarında hiç yenilmemiştir. Güneri’den sonra takımlar arası yaptığı müsabakalarında yaptığı 18 maçta 18 galibiyet alan Hamit Pişkin’i sayabiliriz. Hamit, Apostol, Ancus ve K.Vasiliadis gibi kıymetli rakiplerini müteaddit defalar mağlup etmeye muvaffak olmuştur. Fenerbahçe’nin Ping-Pong’cuları arasında Aleko Morisis, Niko Magulas, Foduloğlu, Stefo Halaris, İsak Hananel, Nejat Tulgar ve kıymetli takım kaptanı Marulidis isimlerini sayabiliriz.
Böylelikle Fenerbahçe Ping-Pong takımı iki sene içinde tertip edilen resmî ve hususî bütün karşılaşmalarında 20 maç kazanmış ve ancak 2 maç kaybetmiş oluyor. Övünülecek bir netice değil mi? Sarı-Lâcivertlilerin genç Ping-Pongcularını tebrik ederiz. Kendilerinden bu parlak derecelerinin devamını bekliyoruz.
Cem Atabeyoğlu | 18 Nisan 1949 – Öz Fenerbahçe Dergisi (Fenerbahçe’de Ping Pong’un Kuruluşu)
Fenerbahçe, basketbolda ilk Türkiye Kupası şampiyonluğunu 1967 yılında yaşadı. Tapfereritter yarım asırı aşkın bir şampiyonluk hikayesi ile karşınızda…
1966-1967 sezonu yeni bir soluk Türk basketbolunda. O zamana kadar sadece yerel ligler ve sonrasında Türkiye Şampiyonası düzenlenirken, o sezon hem “Deplasmanlı Türkiye Ligi” hem de “Türkiye Kupası” ihdas edilmiş..
Lige katılım koşulları futboldaki Milli Küme ve (1959’dan sonraki) Milli Lig’in ilk sezonlarından farklı değil: Sporda en ileri vaziyetteki üç şehrin (İstanbul, Ankara ve İzmir) en başarılı takımları Lige dahil olmuş. Üç büyük şehir ile diğer şehirler arasındaki klas farkı kapanana kadar bu böyle olacak.
Türkiye Kupası’nda ise diğer vilayetlerden takımlar var, ancak “Deplasmanlı Lig”den daha az” deplasmanlı”.. İstanbul, Ankara ve İzmir, Anadolu kendi arasında elemeli oynuyor maçlarını. Fenerbahçe yenmesi gereken kim varsa onları yenip İstanbul birincisi oluyor: 3 Nisan’da İstanbul Grubu çeyrek finalinde İTÜ’yü 100-72, 4 Nisan’da yarı finalde Beşiktaş’ı 74-59 ve 5 Nisan’da finalde Galatasaray’ı 76-73’le safdışı bırakıyor Sarı Kanaryalar.
Yarı final eşleşmeleri şöyle: (İstanbul grubu birincisi) Fenerbahçe-(İzmir grubu birincisi) Altınordu ve (Ankara grubu birincisi) Muhafızgücü-(Anadolu grubu birincisi) Adana Karataş…
O sezonun Lig şampiyonu Altınordu, 12 Nisan’da İzmir’deki ilk maçta 86-75 yeniyor Fenerbahçe’yi. Fenerbahçe’nin finale çıkabilmesi için rövanşta 12 fark atması lazım. İlk maçta 31 sayı atan Hüseyin Kozluca mağlubiyeti engelleyemese de, 19 Nisan’daki rövanşta 32 sayı attığı gibi takım arkadaşları da ona eşlik ediyor ve 88-71’lik galibiyet Fenerbahçe’yi finale taşıyor.
Final Maçı
Final de yarı final gibi iki ayaklı. Rakip Muhafızgücü (askerliğini yapan basketbolcuları bünyesinde bulunduran dönemin kudretli kulübü).. 26 Nisan’da İstanbul’da oynanan ilk karşılaşmayı Fenerbahçe avantajlı bir skorla kazanıyor: 84-67.
Kadro ve attıkları sayılar şu şekilde: Erdal Poyrazoğlu 24, Barış Küce 19, Ferhan Baras 19, Hüseyin Kozluca 18, Mehmet Baturalp 4, Güner Yalçıner.
21 Mayıs’ta Ankara’da oynanan rövanşta Muhafızgücü’nün 76-65’lik galibiyeti yetmiyor. Fenerbahçe’nin bu maçtaki kadrosu ve attıkları sayılar şu şekilde: Ferhan Baras 23, Barış Küce 19, Hüseyin Kozluca 10, Güner Yalçıner 10, Mehmet Baturalp 3.
Fenerbahçe ilk kez düzenlenen Türkiye Kupası’nda şampiyon oluyor ve bir sonraki sezon da Türkiye’yi Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda temsil etmeye hak kazanıyor.
7 Mayıs 1955’te İstanbul Teknik Üniversitesi’nin (İTÜ) spor salonunda Türk sporunun alışkın olduğu bir final var: Fenerbahçe ve Galatasaray.
Türk sporunun iki büyüğü bu sefer kozlarını kadın basketbolunda paylaşıyorlar. Ortada ise bir final var, zira bir “lig”in kurulabilmesi mümkün olmamış. Okul müsabakalarındaki takım zenginliğine karşın, kulüpler düzeyinde dört takım bir araya gelememiş. Çünkü başlangıçta katılacaklarını bildiren Modaspor (erkeklerde son iki yılın Türkiye şampiyonu) ve İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü (1960’larda iddialı hale gelecek) takım çıkaramamışlar.
Bu nedenle, şampiyonun iki ayaklı bir finalle belirlenmesine karar veriliyor. Maç tarihleri de 30 Nisan ve 7 Mayıs olarak belirlenmiş.
Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinde neredeyse bütün branşlarda gözlemlenen ilginç bir seyir vardır. İlk galibiyetleri genelde Galatasaray alır, ardından ise Fenerbahçe üstünlüğü devralıp sürdürür.
Kadın basketbolunda da farklı olmadı ve 30 Nisan’da İTÜ spor salonunda oynanan ilk karşılaşmayı sarı-kırmızılılar (uzatmada) 20-19 kazandı.
Aynı salondaki rövanşa da hızlı girip 5-1 öne geçen rakibelerine karşı Fenerbahçe’nin “altın kızları” toparlandı ve önce 7-7’lik beraberliği yakalayıp devreyi de 12-9 önde kapadılar. İkinci devrede ise hakim oyunlarını sürdürerek 22-17’lik galibiyete ulaştılar ve ilk şampiyonluklarını kazandılar.
Fenerbahçeli efsane basketbolcu Altan Dinçer’in çalıştırdığı Fenerbahçe takımına şampiyonluğu kazandıran oyuncular ve attıkları sayılar şu şekildeydi: Deniz Aydıncı (8), Ayten Salih (7), Süeda Özçiçekçi (4), Seta Yağcıoğlu (2), İnci Önen (1) ve Güneş Çapa.
12 Mart 1955’te voleybolda da ilk şampiyonluklarını kazanan bu altın ekip, aynı sezonda şampiyonluklarını ikilemişti (her iki sporda da kadınlar arası Türkiye Şampiyonaları bir sonraki yıl başlayacaktı). Bundan sonra da duracakları yoktu. 1961’e kadar düzenlenen 21 İstanbul ve Türkiye Şampiyonası’nın 19’unu kazanacaklardı.
Fenerbahçe’nin “potalardaki ilk kraliçelerinin” bu şampiyonluğuyla, 1954-55 sezonunda Fenerbahçe basketbolu hem erkekler, hem kadınlar, hem de genç erkeklerde şampiyonlukları sarı-lacivertli formanın tekeline almıştı.
1961 yılına kadar, basketbolda ve voleybolda şampiyonluklara damga vuracak Fenerbahçeli kadın sporcular bu seriye 1955 yılında başladılar. Huzurlarınızda Tapfereritter‘in kaleminden, kraliçelerin ilk şampiyonluğu…
7 Mayıs 1955’te İstanbul Teknik Üniversitesi’nin (İTÜ) spor salonunda Türk sporunun alışkın olduğu bir final var: Fenerbahçe ve Galatasaray.
Türk sporunun iki büyüğü bu sefer kozlarını kadın basketbolunda paylaşıyorlar. Ortada ise bir final var, zira bir “lig”in kurulabilmesi mümkün olmamış. Okul müsabakalarındaki takım zenginliğine karşın, kulüpler düzeyinde dört takım bir araya gelememiş. Çünkü başlangıçta katılacaklarını bildiren Modaspor (erkeklerde son iki yılın Türkiye şampiyonu) ve İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü (1960’larda iddialı hale gelecek) takım çıkaramamışlar.
Bu nedenle, şampiyonun iki ayaklı bir finalle belirlenmesine karar veriliyor. Maç tarihleri de 30 Nisan ve 7 Mayıs olarak belirlenmiş.
Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinde neredeyse bütün branşlarda gözlemlenen ilginç bir seyir vardır. İlk galibiyetleri genelde Galatasaray alır, ardından ise Fenerbahçe üstünlüğü devralıp sürdürür.
Kadın basketbolunda da farklı olmadı ve 30 Nisan’da İTÜ spor salonunda oynanan ilk karşılaşmayı sarı-kırmızılılar (uzatmada) 20-19 kazandı.
Aynı salondaki rövanşa da hızlı girip 5-1 öne geçen rakibelerine karşı Fenerbahçe’nin “altın kızları” toparlandı ve önce 7-7’lik beraberliği yakalayıp devreyi de 12-9 önde kapadılar. İkinci devrede ise hakim oyunlarını sürdürerek 22-17’lik galibiyete ulaştılar ve ilk şampiyonluklarını kazandılar.
Fenerbahçeli efsane basketbolcu Altan Dinçer’in çalıştırdığı Fenerbahçe takımına şampiyonluğu kazandıran oyuncular ve attıkları sayılar şu şekildeydi: Deniz Aydıncı (8), Ayten Salih (7), Süeda Özçiçekçi (4), Seta Yağcıoğlu (2), İnci Önen (1) ve Güneş Çapa.
Kraliçelerin İlk Şampiyonluğu
12 Mart 1955’te voleybolda da ilk şampiyonluklarını kazanan bu altın ekip, aynı sezonda şampiyonluklarını ikilemişti (her iki sporda da kadınlar arası Türkiye Şampiyonaları bir sonraki yıl başlayacaktı). Bundan sonra da duracakları yoktu. 1961’e kadar düzenlenen 21 İstanbul ve Türkiye Şampiyonası’nın 19’unu kazanacaklardı.
Fenerbahçe’nin “potalardaki ilk kraliçelerinin” bu şampiyonluğuyla, 1954-55 sezonunda Fenerbahçe basketbolu hem erkekler, hem kadınlar, hem de genç erkeklerde şampiyonlukları sarı-lacivertli formanın tekeline almıştı.
Fenerbahçe erkek basketbol takımı, 10 maçlık Türkiye Şampiyonası’nın ikinci ayağının oynandığı İzmir’de 2 Mayıs 1965 tarihinde Deniz Harp Okulu’nu 84-77 yenerek tarihinde üçüncü kez Türkiye şampiyonu oldu. Şampiyon Fenerbahçe’nin ardından İTÜ, Kolejliler, Galatasaray, Altınordu ve Deniz Harp Okulu sıralandılar.
Fenerbahçe bu şampiyonluğu da daha öncekiler (1957 ve 1959) gibi namağlup kazanmıştı. Sarı-lacivertliler, basketbolda Türkiye şampiyonu olabilmek için ilginç bir şekilde hiç yenilmemek zorundaydı, zira ikili ya da üçlü averaj hesapları hiç Fenerbahçe’ye yaramamıştı. 1954, 1958, 1964 ve 1966’da küçük averaj farklarıyla, 1955 ve 1956’da ise tek yenilgiyle şampiyonluğa veda etmişti Sarı Kanaryalar..
Bu Şampiyonada ise, ilk defa son maça gelmeden şampiyonluğunu ilan etmişti Fenerbahçe. Nitekim, 14-18 Nisan’da İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’ndaki ilk yarı maçlarında sırasıyla İTÜ’yü 86-69, Altınordu’yu 93-75, Galatasaray’ı 82-62, (Ankara TED) Kolejliler’i 86-62 ve Deniz Harp Okulu’nu 106-62 yenerek adeta rakipsiz olduğunu göstermiş, 28 Nisan-2 Mayıs’ta İzmir’de düzenlenen ikinci yarıda da hız kesmemişti. İTÜ’yü 63-58 ve Altınordu’yu 70-63 yendikten sonra Galatasaray’ı antrenman havasında 86-67 yenerek İzmirli taraftarların büyük tezahüratları altında şampiyonluğunu garantilemişti.
Formaliteye dönüşen son iki maçta da ritmini kaybetmeyen Sarı-lacivertliler; önce Kolejliler’i 67-50, ardından (askerlik görevini ifa eden basketbolculardan kurulu) Deniz Harp Okulu’nu 84-77 mağlup ederek Türkiye Basketbol Şampiyonaları tarihinde 10’da 10 yapan tek takım olmuşlardı. Sarı-lacivertli basketbolcular ayrıca ilk kez İzmir’de kupa kaldırıyorlardı.
Fenerbahçe’nin şampiyonluk kupasını kaldırdığı bu maçta Erdal Poyrazoğlu 39, İlker Esel 11, Mehmet Baturalp 10, Hüseyin Kozluca 7, Tuncer Kobaner 5, Oktay Okan 4, Güner Yalçıner 4, Engin Muratoğlu 2 ve Ferhan Baras 2 sayı kaydetmişlerdi. Kupa töreninde Samim Göreç “en iyi antrenör”, Tuncer Kobaner ise “en centilmen oyuncu” ödüllerine layık görülmüşlerdi. Fenerbahçe ise tarihinde ikinci kez Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda oynamaya hak kazanmıştı.
Nihayetinde Fenerbahçe müzesinin kupalarla dolup taştığı bir başka sezon olmuştu 1964-65… Futbol, atletizm (erkek), kürek (kürek) ve yelken takımlarının Türkiye, boks, kros ve atletizm (kız) takımlarının İstanbul şampiyonluklarının yanına bir büyük şampiyonluk daha eklenmişti..
Fenerbahçe erkek basketbol takımı, 10 maçlık Türkiye Şampiyonası’nın ikinci ayağının oynandığı İzmir’de 2 Mayıs 1965 tarihinde Deniz Harp Okulu’nu 84-77 yenerek basketbolda üçüncü kez Türkiye şampiyonu oldu. Şampiyon Fenerbahçe’nin ardından İTÜ, Kolejliler, Galatasaray, Altınordu ve Deniz Harp Okulu sıralandılar.
Yine Namağlup
Fenerbahçe bu şampiyonluğu da daha öncekiler (1957 ve 1959) gibi namağlup kazanmıştı. Sarı-lacivertliler, basketbolda Türkiye şampiyonu olabilmek için ilginç bir şekilde hiç yenilmemek zorundaydı. Zira ikili ya da üçlü averaj hesapları hiç Fenerbahçe’ye yaramamıştı. 1954, 1958, 1964 ve 1966’da küçük averaj farklarıyla, 1955 ve 1956’da ise tek yenilgiyle şampiyonluğa veda etmişti Sarı Kanaryalar..
Bu Şampiyonada ise, ilk defa son maça gelmeden şampiyonluğunu ilan etmişti Fenerbahçe. Nitekim, 14-18 Nisan’da İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’ndaki ilk yarı maçlarında sırasıyla İTÜ’yü 86-69, Altınordu’yu 93-75, Galatasaray’ı 82-62, (Ankara TED) Kolejliler’i 86-62 ve Deniz Harp Okulu’nu 106-62 yenerek adeta rakipsiz olduğunu göstermişti. 28 Nisan-2 Mayıs’ta İzmir’de düzenlenen ikinci yarıda da hız kesmemişti. İTÜ’yü 63-58 ve Altınordu’yu 70-63 yendikten sonra Galatasaray’ı antrenman havasında 86-67 yenerek İzmirli taraftarların büyük tezahüratları altında şampiyonluğunu garantilemişti.
Formaliteye dönüşen son iki maçta da ritmini kaybetmeyen Sarı-lacivertliler; önce Kolejliler’i 67-50, ardından (askerlik görevini ifa eden basketbolculardan kurulu) Deniz Harp Okulu’nu 84-77 mağlup ederek Türkiye Basketbol Şampiyonaları tarihinde 10’da 10 yapan tek takım olmuşlardı. Sarı-lacivertli basketbolcular ayrıca ilk kez İzmir’de kupa kaldırıyorlardı.
Fenerbahçe’nin şampiyonluk kupasını kaldırdığı bu maçta Erdal Poyrazoğlu 39, İlker Esel 11, Mehmet Baturalp 10, Hüseyin Kozluca 7, Tuncer Kobaner 5, Oktay Okan 4, Güner Yalçıner 4, Engin Muratoğlu 2 ve Ferhan Baras 2 sayı kaydetmişlerdi. Kupa töreninde Samim Göreç “en iyi antrenör”, Tuncer Kobaner ise “en centilmen oyuncu” ödüllerine layık görülmüşlerdi. Fenerbahçe ise tarihinde ikinci kez Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda oynamaya hak kazanmıştı.
Nihayetinde Fenerbahçe müzesinin kupalarla dolup taştığı bir başka sezon olmuştu 1964-65… Futbol, atletizm (erkek), kürek ve yelken takımlarının Türkiye, boks, kros ve atletizm (kız) takımlarının İstanbul şampiyonluklarının yanına bir büyük şampiyonluk daha eklenmişti..