Yahya Kemal Beyatlı birbirinden ilginç portrelerle dolu “Siyâsî ve Edebî Portreler” kitabında biri Fenerbahçeli, diğeri Galatasaraylı iki tarihî figür arasında geçen bir soğuk savaşı ve bunun Yahya Kemal Bey’e dokunan ucunu hikaye etmiş. Süleyman Nazif‘in eli, bir Fenerbahçe-Galatasaray temasında değil ama bir fikir mücadelesinde ciddi bir mesele yaratmış. Keyifli okumalar :)
Tevfik Fikret’le çabuk dost olduk. Gariptir ki dostluğumuz şiir aşinalığıyla olmadı. Benim kendime göre bir şiirim olduğunu Tevfik Fikret, muarefemizden iki sene sonra öğrendi. Sırf şahsi bir his sıcaklığıyla anlaştık. Arada sırada Aşiyan’a giderdim. Edebiyata ve politikaya dair saatlerce konuşurduk. İttihat ve Terakki’nin zehirnak bir muhalifiydi. İttihat ve Terakki’ye uzaktan ve yakından temas edenlere karşı hırsını yenemezdi.
O zaman en ateşin bahisler bu zemin üzerinde yürürdü. Babıali vak’asından birkaç gün evvel (Cenyo)da o, Satı Bey ve ben kahve içiyorduk. Bir aralık önümüzden Süleyman Nazif geçti; beni selamladı, ben de onu selamladım. Fikret’in beti benzi birdenbire değişti, bana karşı bir anda bigane oluverdi, konuştuğumuz bahsi kesti, yutkundu, şaşırmış bir haldeydi; sinirinin galeyanına dayanamadı, acı ve yabancı bir bakışla bana döndü:
“Bu adamı tanır mısınız?” dedi.
Tevfik Fikret’in bu halinden muzdarip ve bu cüretinden biraz da münfaildim. Soğuk bir cevap verdim:
“Evet tanırım” dedim.
Taarruzkar lisanını arttırarak:
“Bu adamın elini sıkar mısınız?” dedi.
Artık izzet-i nefsim yaralanmıştı:
“Evet, elini sıkarım; geçen gün elini sıkarken dikkat ettim, temizdi; zannederim elleri pis değil, sabunla yıkanıyor” dedim.
Durup dururken bir kavga sahasına girmiştik, Satı Bey muzdarip ve şaşkın bir halde bu mübahaseyi dinliyor ve müdahale edemiyordu.
Tevfik Fikret dedi ki:
“Demek zat-ı alinizce böyle bir adamın elleri maddeten temiz olunca sıkılır!”
“Evet bence öyledir… Bence el sıkmak sırf surî bir nezâket meselesidir. Nâgehanî olarak takdim olunduğumuz insanların elini, nezâket mecburiyeti ile derhâl sıkarız çünkü ahlâkları hakkında tetkikatta bulunmaya vaktimiz yoktur. Mâmâfih ben ahlâkını beğenmediğim adamların da elini sıkarım çünkü ahlâksızlığın elden sirâyet edeceğine itikât etmem, sâniyen ahlâk ceası verecek kadar sert değilim” dedim.
Bu son sözden Tevfik Fikret fevkalade alındı. Kahvelerimizi ödedik. Soğuk bir ayrılışla ayrıldık. Tevfik Fikret’le son görüşüşümüz olduğuna kanaat hâsıl etmiştim. O ve Satı Bey, bu hadiseden sonra yolda Yakup Kadri’ye tesadüf etmişler. Tevfik Fikret hadisenin elim tesiri ile ona da SÜleyman Nazif’e dair sert şeyler söylemiş ve gitmiş.
Cenyo’daki selamlaşmadan sonra Tevfik Fikret’le benim aramda geçen bu mübâhesenin Süleyman Nazif farkına varmış. Ondan sonra bana ne geçtiğini kerrat ile mussırâne sordu. Söylemedim. Senelerden sonra Süleyman Nazif’le bir akşam Yani Birahanesi’nde bira içiyorduk, tekrar ısrar etti, söylemeye mecbur oldum; merakı geçti lâkin Tevfik Fikret’e karşı kini de geçmişti.
Cenyo hadisesiuyle Tevfik Fikret’i bir daha görmeyeceğimi zannediyordum. Bir iki arkadaş söylediler ki hadiseye rağmen, lehimde teveccühkârmış. Kendisini tekrar görmeye gittim. Aramızda daha sıkı bir dostluk başladı.
Yahya Kemal Beyatlı | Siyâsî ve Edebî Portreler (Süleyman Nazif’in Eli)
Aşağıdaki uzunca metinde, “Şükrü Saracoğlu ve Dönemi” başlıklı bir kitap serisi derleyen (Şükrü Bey’in oğlu) Yılmaz Saracoğlu’nun kitabından bir aktarımı göreceksiniz.
16 Mart 1950 tarihinden, 15 Ekim 1950’ye kadar, tam 6.057 gün Fenerbahçe Başkanlığı yapan Şükrü Saracoğlu ve onun dönemindeki belli başlı Fenerbahçeliler, Yalçın Doğan’ın meşhur Fenerbahçe Cumhuriyeti kitabında (her ne kadar bazı maddi hatalar bulunsa da) aşağıdaki şekilde anlatılmıştı. İşte o bölüm… Keyifli okumalar…
Top korner noktasına dikildi Taksim Stadı’nda, İstanbul’da.
Maliye Vekili Şükrü Saracoğlu önündeki kağıtlara son bir kez daha göz attı Ankara’da ve kendi kendine “Tamam bu iş” diye düşündü.
İstanbul Taksim Stadı’nda kornere dikilen topa üç-dört Fenerbahçeli birden koştu vuruşu yapmak için.
Ankara’da Maliye Vekili Şükrü Saracoğlu koltuğunda şöyle bir geriye doğru yaslandı. Stadı önce “İttihat Spor”dan almak ve Milli Emlak İdaresi’ne vermek gerekiyordu ki, stad önce devletin eline geçsin. Ama Milli Emlak İdaresi’ne devretmek için de herhalde bir önkoşul bulmak zorunluydu.
Fenerbahçe-İstanbulspor maçının sok dakikaları oynanıyordu Fenerbahçe korneri kazandığında. Topa koşan üç-dört Fenerbahçeli futbolcu arasından Büyük Fikret atıldı, arkadaşlarına “Bana bırakın” diye bağırdı. Taksim Stadı’nda korner noktasına gitti. Topu düzeltti. Vurmak için gerildi.
“Tek maddelik bir yasa çıkartırım, olur biter” diyerek kendi kafasından geçen düşünceyi yeniden kağıda döktü Maliye Vekili Saracoğlu. Kabinede kısa bir sunuşla sorunu çözeceğine yüzde yüz inanıyordu. Sonra da Meclis’ten rahatlıkla geçirebilirdi tek maddelik yasayı. Zaten, o tarihte ne muhalefet vardı, ne de alınan kararlara karşı çıkabilecek bir başka güç.
Fenerbahçe eğer bu son fırsattan yararlanamazsa, artık son dakikaları oynanmakta olan maç 1-1 berabere bitecek, şampiyonluk da elden kaçacaktı. Büyük Fikret geldi ve vurdu. Taksim Stadı’nda bir gürültü koptu. Kornerden gelen top doğrudan doğruya İstanbulspor ağlarına takılmış, Fenerbahçe Büyük Fikret’in vuruşuyla 2-1 öne geçmişti. Hakem maçın bitiş düdüğünü çaldığında, Fenerbahçe’nin de şampiyonluğunu ilan ediyordu İstanbul’da.
Ankara’da Maliye Vekili Saracoğlu için tek maddelik yasayı meclisten geçirmek hiç de güç olmadı. İlk bakışta çok masum görünen bir yasaydı zaten :
“Aynı semtte kurulmuş olan ve faaliyet gösteren spor kulüplerinin sayısı birden fazlaysa o semtte üye sayısı daha fazla olan kulüp faaliyetine devam eder.”
Rövanş
Tek bir madde ile Fenerbahçe yaklaşık on beş yıl sonra Altınordu’dan rövanşı acımasız bir biçimde alıyordu. Fenerbahçe yıllar önce en güç günlerinde Altınordu’ya kaptırdığı futbolcularının ve kaçan iki şampiyonluğunun acısını hiçbir zaman unutmamıştı. Biriktirmişti. İşte, şimdi tam sırasıydı. Bu karar Fenerbahçeliliği ile ünlü Maliye Vekili Şükrü Saracoğlu’nun, daha sonra aralıksız on altı yıl başkanlığını sürdüreceği Fenerbahçe’ye önemli bir armağandı. Tek maddelik karar, sadece Fenerbahçe için yürürlüğe girmişti. Cumhuriyet kurulup ülkede yeni bir devletin temelleri atıldığında, İttihat ve Terakki Fırkası çoktan tarihe karışmıştı. Ama, İttihat ve Terakki’nin kulübü Altınordu’nun izlerine hala rastlamak mümkündü. Raşit Aydınoğlu Bey Altınordu’yu 1921 yılında “İttihat Spor” adı altında yeniden kurmuş ve kulüp faaliyete geçmişti. Gerçi, İttihat Spor’un artık pek gücü kalmamıştı. Ne var ki önemli bir varlığa sahipti : Union Club Sahası… Yani, bugünkü Fenerbahçe Stadı…
Fenerbahçeliler ikide bir Raşit Bey’e gidip “Şu stadı Fenerbahçe’ye sat” önerisinde bulunuyor, Raşit Bey de eski yılların unutturamadığı rekabet içinde “Olmaz” diye direniyordu. Fenerbahçeliler ısrar ediyor, İttihat Spor geri çeviriyordu. Bir, iki, üç… Eeee, artık bu İttihat Spor da fazla olmaya başlamıştı.
Vekiller Heyeti’nde o tarihte Maliye Vekili olarak görev yapan Şükrü Saracoğlu Fenerbahçeliliği ile ünlüydü. Belki o bu işe bir çare bulabilir, İttihat Spor’dan İttihat Spor Sahası’nı satın alabilirdi. Ancak, satın almak için karşı tarafın onayı gerekiyordu. Gelin görün ki, karşı taraf böyle bir onaya hiç de yatkın değildi. Sorunu kestirmek ve çözmekten başka çare kalmıyordu.
Maliye Vekili Saracoğlu formülü bulmuştu. “Aynı semtte faaliyet gösteren” iki kulüp vardı Kadıköy’de. Biri İttihat Spor, diğeri Fenerbahçe. Açıktı ki, Fenerbahçe’nin üye sayısı İttihat Spor’a göre çok fazlaydı. Demek ki, faaliyetini sürdürecek olan Fenerbahçe idi. Demek ki, diğeri, yani, İttihat Spor bu yasadan sonra artık faaliyetini sürdüremezdi.
Nitekim sürdüremedi. İttihat Spor Sahası önce Milli Emlak İdaresi’nin yönetimine bağlandı. 1923 yılında Fenerbahçe Milli Emlak İdaresi’nden sahayı önce kiraladı. Hemen birden olmaz, adım adım ilerlemek gerekiyordu. Kiraladıktan sonra da adını değiştirerek, İttihat Spor Sahası, Fenerbahçe Stadı oldu.
Bu arada Saracoğlu Maliye Vekilliği’nden ayrılıp ekonomik konularda araştırma ve temaslarda bulunmak üzere Amerika’ya gönderilmişti. Türkiye’ye döndükten sonra, önce Osmanlı borçlarının tasfiyesiyle ilgili taksit sorunlarını çözmek üzere kurulan bir komisyonun başkanlığına getirilmiş, kısa süre sonra da, bu kez Adliye Vekili olarak yeniden kabineye girmişti. Kendisi Adliye Vekili iken, Maliye Vekaleti’nden gelen 6 Temmuz 1932 tarih ve 1213 sayılı öneriyle Fenerbahçe Stadı’nın Milli Emlak İdaresi’nden alınıp Fenerbahçe Kulübü’ne satılması bakanlar kurulu tarafından karara bağlandı. Satış işlemleri yaklaşık on ay sürdü.
1933 Mayıs’ında çok eskiden “Silahtar Ağa Sahası”, sonraları bir ara “Papazın Çayırı”, derken “Union Club Sahası” Cumhuriyetten önce “İttihat Spor Sahası”, 1929’da “Fenerbahçe Stadı” artık Fenerbahçe Kulübü’nün malı oldu.
Tam bir Türk Lirası’na… Evet, Fenerbahçe bugünkü stadın mülkiyetini elde ederken Saracoğlu’un araya girmesiyle, Milli Emlak İdaresi’ne, yani devlete sadece bir lira ödedi.
Yan Hakemin Lisansını İptal Etti
Adliye Vekili olarak Fenerbahçe’nin bir maçını izlemek üzere Fenerbahçe Stadı’na geldiğinde Saracoğlu sade bir cümle söylemekle yetinecek ve Fenerbahçeliliğini vurgulayacaktı :
Sol açık Halit orta sahadan kaptığı topla hızla Harbiye ceza sahasına indi. Önüne gelen birkaç kişiyi çalımladı ve sert bir şutla Fenerbahçe’nin ilk golünü attı. Hayır, hayır, yan hakem bayrak kaldırıyor, golü ofsayt gerekçesiyle iptal ediyordu.
Ankara’da oynanan maçı izleyen Başbakan Şükrü Saracoğlu ertesi gün golü iptal eden yan hakemin lisansını iptal etti.
Galatasaray’a karşı oynanan maçın son dakikalarında Taka Naci kornerden gelen topa kafayı vurunca Fenerbahçe 2-1 öne geçti ve maç da biraz sonra bu skorla sona erdi. Saracoğlu ile birlikte maçı izleyen Hacı Bekir Ali Muhiddin doğru soyunma odasına yöneldi. Cebinden çıkardığı cüzdanı olduğu gibi, Fenerbahçe kaptanı Cihat’a verdi. Tüm futbolcuların cüzdandaki parayı paylaşmalarını isteyerek. Cüzdandan çıkan para on bir futbolcu arasında pay edildi. Memur aylığının on sekiz liraya ancak ulaştığı bir dönemde, futbolcu başına o gün 25 lira “prim” düşmüştü.
Aslında gerek Saracoğlu’nun bu davranışı, gerekse ünlü tatlıcı Hacı Bekir’in futbolculara prim dağıtması, yaklaşık on altı-on yedi yıl Fenerbahçe’nin yaşadığı sıradan olaylardandı. Devlette sırtını Başbakan’a dayayan Fenerbahçe, maddi sorunlarını da Hacı Bekir ile çözüyordu.
Büyük Kavga
Taksim Stadı’nda oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçının ikinci yarısında Galatasaray beki Ayı Tevfik bir omuz darbesiyle Fenerbahçeli Leblebi Mehmet’i yere indirince kıyamet koptu. Saha bir anda arenaya döndü. Yumruklar, tekmeler birbirine giriyor, tribünler ayaklanıyor, polis güçlükle daha büyük bir olayı önlemeye çabalıyordu. Fenerbahçe’den dokuz, Galatasaray’dan sekiz futbolcu ceza kuruluna verildi. Fenerbahçe ceza yağdıran kurul kararına itiraz etti. Hatta, bir açıklama yaparak “mahkemeye giderek, tashih-i karara gideceğini” bildirdi. Türk Spor Kurumu Başkanı Beyazıt Milletvekili Halit Bayrak bu açıklamaya şiddetle tepki göstererek “Fenerbahçe Stadı’nı elinden alır, kulübü belli bir süre kapatarak, onlara hadlerini bildiririz” deyince, Fenerbahçeliler önce bir durdu.
Sonra da soluğu Adliye Vekili Şükrü Saracoğlu’nda aldı. Kamuoyunu yakından ilgilendiren, gazetelerin her gün olayla ilgili haberleri birinci sayfaya çıkardığı bir sırada, Adliye Vekili Saracoğlu’nu ziyaret eden Con Kemal başkanlığındaki Fenerbahçe heyeti Şükrü Bey’e “Fenerbahçe üyeliğini” önerdi. Fenerbahçeliliğini zaten stad sorununu çözerken kanıtlamış olan Saracoğlu’na “mutlaka aralarında görmek istediklerini” bildirdi Fenerbahçe yöneticileri.
İstanbul’da Fenerbahçe Kurucular Kurulu toplandı, üç kişiden oluşan yönetim kurulu üye sayısı yediye çıkartılarak bir de “Reislik” makamı kuruldu. Tüzük değişikliği kurucular kurulundan benimsendiği anda, Fenerbahçe Başkanlığına da Adliye Vekili Şükrü Saracoğlu seçildi.
Saracoğlu hemen ilk demecini verdi : “Fenerbahçe gibi memleketin medarı iftiharı, övündüğümüz bir kulübü korumayı en büyük şeref sayarım.”
Saracoğlu ve Hacı Bekir
1934 yılında başlayan Saracoğlu’nun başkanlığı dönemi aralıksız on altı yıl sürdü. 1950 Ekim’inde Saracoğlu kısa bir süre için Ali Muhiddin Hacı Bekir’e bırakarak, sonra da “yeni dönemin yeni kralları” başkanlığa soyunacaktı. Türkiye siyasal yaşamında “Tek Parti” dönemini Fenerbahçe, o dönemin en güçlü adamlarından Şükrü Saracoğlu’nun başkanlık dönemi ile geçirecekti.
Adliye Vekilliği’nden sonra bir ara Dışişleri Vekilliği’ne atanan Saracoğlu 1942’de Başbakan oldu. 1946’ya kadar süren Başbakanlığını 1948’de Meclis Başkanlığı izledi. 1950’den sonra da politikayı bıraktı.
Yıllar yılı büyük bir dayanışma ile Fenerbahçe’yi birlikte yürüten Saracoğlu ile Ali Muhiddin Hacı Bekir arasında nezaket sınırları hiçbir zaman aşılmadı. Hacı Bekir bugün de hala ününü koruyan en önemli şekercilik firmalarının başında geliyordu. İstanbul’un çeşitli semtlerinde, Ankara’da, İzmir’de ve hatta yurt dışında Kahire ve Londra’da şekerci dükkanları açan Hacı Bekir hem iş dünyasında titizliği ile tanınıyor, hem halk arasında “Hacı Bekir” denildiğinde akla nefis lokumlar, tatlılar, çifte kavrulmuşlar geliyordu. Dolayısıyla bir yandan “halkın içinden biri”, öte yandan zengin bir Fenerbahçe tutkunu ve dönemin ince siyasetinden anlayan bir “partili” idi. Hacı Bekir aslında Fenerbahçe için kolay bulunmaz bir kişiliğe sahipti. Fenerbahçe ne zaman maddi sıkıntıya düşse, elini ilk uzatan Hacı Bekir’di. Futbolcular ne zaman para sıkıntısı çekse, Hacı Bekir onları hiç üzmez, hemen yardımı esirgemezdi.
Fenerbahçe maçlarından sonra, eğer galibiyet gelmişse, Fenerbahçeli futbolcular bilirdi ki, biraz sonra kapı açılacak ve Hacı Bekir soyunma odasında görünecekti. Sadece galibiyetler değil, Fenerbahçe’nin antrenmanları da Hacı Bekir’le renklenirdi futbolcular için. Futbolcular antrenmana çıkınca, Hacı Bekir soyunma odasına girer, hepsinin cebine teker teker zarf içinde on beşer lira bırakırdı. Aydın Bakanoğlu ile Lebip Elmas’ın zarflarından bir gün 17.5 lira çıktığında, her ikisi de anlamıştı ki, eskiyen bornozlarını bu ek iki buçuk lira ile yenileyecekler. Zamanla zarf içindeki on beş liralar, yirmi, otuz liraya yükseldi. Ama, zarflar hiçbir zaman eksilmedi.
Rekor
Hacı Bekir futbolculara ödediği para rekorunu 1941 yılında kırdı. Fenerbahçe 1941’de Başbakanlık Kupası’nı kazanınca, futbolcular şampiyon takımın fotoğrafını çektirerek, büyüttüler fotoğrafı. Fotoğrafın üst köşesine de Hacı Bekir’in resmini monte ettiler. Kaptan Cihat’ın öncülüğünde ellerinde fotoğraf doğru Hacı Bekir’in evine gittiler. On sekiz futbolcu adına kaptan Cihat söz alarak “Efendim, şampiyon biz değiliz, sizsiniz. Siz olmasaydınız, biz şampiyon olamazdık” deyince, Hacı Bekir’in cebinden on sekiz tane yüz liralık çıktı. Futbolcu başına yüz lira!.. Yıl 1941… Yani, o tarihte bir evin yaklaşık bir yıllık kirası…
Hacı Bekir sanki “Noel Baba” idi Fenerbahçeli futbolcular için. Evlerine odun, kömür gönderir, elini öpeni para vermeden yanından ayırmazdı. Fenerbahçe maç için ne zaman Ankara’ya gitse, futbolcuların başına geçer, mutlaka Başbakan Saracoğlu’nu ziyaret ederdi.
Başbakan Saracoğlu, Bakanlar Kurulu’nu bir saat erteledi. Çünkü, maç için Ankara’ya gelmiş olan Fenerbahçe takımını kabul edecekti. Kabul yerinin Meclis binası olduğu duyuruldu Fenerbahçelilere. Otelden yürüyerek meclise doğru giden Fenerbahçeli futbolculardan birisi gömleğinin yakasını ceketinin üstüne çıkarmıştı. Yani, kravatı yoktu. Durumu gören Hacı Bekir hiçbir şey söylemedi. Bir gömlekçi, kravatçı dükkanının önünden geçerken futbolculara dönerek “Haydi size birer kravat alalım” deyip hepsini dükkana soktu. Hepsine birer kravat armağan etti.
Dükkandan çıkarken kravatını takmayan futbolcu yoktu.
Hacı Bekir’in bu bonkörlüğü kendisi aleyhinde Fenerbahçe camiasında söz çıkıncaya dek sürdü. “Kendisini parayla sevdiriyor” dediklerini duyduğunda, bir daha Fenerbahçe’ye adımını atmadı.
Hür Fenerbahçeliler
Rüştü Dağlaroğlu cebinden Yenice sigarasını çıkardı ve sigara paketinin arkasına eski yazıyla o gün sahaya çıkacak on bir Fenerbahçeli futbolcunun adını yazdı. “Yağcı Ali” bir, iki futbolcuya itiraz etti, ama takımın iskeleti yine de bozulmadı. “Kuşçu Ali” de katıldı bu on bire ve takım sahaya öyle çıktı.
1940’larda yine her zaman yaşanan olağan olaylardan biriydi bu. Yağ satan Ali’nin dükkanı Bahçekapı’daydı. Kuşçulukla uğraşan Ali’nin dükkanı da onun biraz ilerisinde. Zaten Hacı Bekir’in de Bahçekapı’da dükkanı vardı. Hacı Bekir Ali Muhiddin’in yanı sıra “Kuşçu Ali” ile “Yağcı Ali” de dışarıdan kulübe uzun süre destek verdi. Dönem bir anlamda “Üç Ali” dönemiydi. Başta üstlendiği göreve göre, ya Adliye Vekili, ya Başvekil ya da Meclis Başkanı olarak Şükrü Saracoğlu, İstanbul’da da “Üç Ali”.
Özellikle Yağcı Ali’nin dükkanı tüm Fenerbahçelilerin uğrak yeriydi. Maçlar bu dükkanda tartışılır, takım bu dükkanda sıralanır, asıl önemlisi Fenerbahçe Kongreleri hazırlığı bu dükkanda yürütülürdü. Hem “Kuşçu Ali”, hem de “Yağcı Ali” kulübü destekler, maddi yardımda bulunur, ama kongrelerde de kendi sözlerinin geçmesini beklerdi.
İşte, bugüne dek sürüp gelen ve hala ister kongre zamanı, ister kongre sonrası Fenerbahçe’yi her zaman çalkalayan “grupçuluk” ilk tohumlarını “Yağcı Ali”nin dükkanında attı. Fenerbahçe’de grupların doğuşu, birbirleriyle kıyasıya mücadele, kavgalar, küfürler, mahkemeler, Bahçekapı’da bu gösterişsiz dükkana kadar iner.
Vatan Gazetesi Yazı İşleri Müdürü eski futbolcu Con Kemal, gümrük komisyoncusu Müslim Bağcılar, Yavuz İzmir Nakliyat’ın sahibi David Nevon, Şark Nakliyat sahibi Ethem Şahinoğlu, “Yağcı Ali”nin dükkanının sürekli müşterileriydi. Onlar da Fenerbahçe yöneticileri arasında yer alır ve Fenerbahçe’yi yönetmek, takım kurmak ateşiyle yanardı. Ama, onların üstünde, yıllar yılı Fenerbahçe kongrelerine egemen üç kişi vardı : Rüştü Dağlaroğlu, Yağcı Ali ve Hayrullah Güvenir. Anılan üçlü 1942’lerden 1950’lerin sonlarına dek, Süreyya Sineması’ndaki kavgalı kongreye dek, Fenerbahçe’ye perde gerisinden dediğini hep yaptırmayı bildi.
Kendilerine bir isim de buldu bu üçlü : “Hür Fenerbahçeliler”
Devir Değişiyor
Rüştü Dağlaroğlu Fenerbahçe’de su sporlarıyla ilgilenen bir sporcuydu. Kürek çekti, su topu takımında yer aldı, yüzme dalıyla ilgilendi. 1944-1974 arasında zaman zaman Fenerbahçe yönetiminde yer aldı. Sonra da Fenerbahçe tarihi ile ilgili derli, toplu ilk kitabı yazdı.
Hayrullah Güvenir, Sümerbank’ta müfettişlik yaptı. Sümerbank 1940’lı yıllarda hep Fenerbahçelilerle doluydu. Örneğin, Büyük Fikret bir ara Sümerbank’ın Eyüp’teki fabrikasında ambar müdürlüğünde bulundu.
Laleli’de makasdarlık yaparken Sümerbank’tan iplik satın alıp piyasaya iplik satan Raif Dinçkök de koyu bir Fenerbahçeliydi. Daha sonra oğlu Ali Dinçkök de birkaç kez Fenerbahçe yönetiminde görev alacaktı. Eyüp’teki fabrika müdürü Ömer Sugan ile o fabrikadan iplik satın alan Raif Dinçkök daha sonraları bugün de kumaş üretimiyle tanınan “Aksu” fabrikasını kuracak, Ömer Sugan, Raif Dinçkök’e ortak olacaktı. Hayrullah Güvenir işte bu sıralarda fabrikayı teftiş etti. Yazdığı temiz rapora rağmen bir süre sonra Ömer Sugan müdürlükten ayrıldı ve Dinçköklerin ortağı oldu.
1940’lara gelindiğinde Fenerbahçe’de gerçi “Noel Baba”lar vardı. Ama, artık yavaş yavaş iş dünyasına da kapılarını açmaya aday görünüyordu. Yavaş yavaş iş dünyasıyla bağlantılarını arttıran Fenerbahçe, kendi içinde de yeni yeni gruplaşmalara yöneliyordu.
Cihat mı, yoksa Esat mı kaptan olacaktı?.. İşte, bu tartışma takımı ikiye böldü. Kongre gruplarının da fiilen doğuşu bu olayla başladı. Zaten var olan gruplaşma takım kaptanlığı tartışmasıyla iyice su yüzüne çıktı.
Sıradan Bir Vatandaş
Elindeki bastonuyla ayağını neredeyse sürüyerek Fenerbahçe Stadı’nın giriş turnikelerine yaklaşan ihtiyar, eli titreyerek biletini uzattı. Başındaki fötr şapkasını hafifçe düzeltti, turnikeyi itmeye gücü ancak yetti, yetmedi. Hem yaşlı, hem de belli ki hastaydı. Arkada biriken birkaç kişi, “Haydi baba, yürüsene ya… Biz de geçelim” diye ihtiyarı şöyle bir omuzladı.
Fenerbahçe Başkanı Faruk Ilgaz önce gözlerine inanamadı. Turnikeyi zorla evirmeye çalışan, ama arkadan birkaç gencin itmesine maruz kalan ihtiyarı tanıyacak gibiydi… Evet, evet, o idi, ta kendisi… Yerinden fırladığı gibi doğru ihtiyarın yanına koşarken, bir yandan da ceketini iliklemeye çabalıyordu.
Elinde biletiyle Fenerbahçe maçını izlemeye gelen ihtiyar, Fenerbahçe’ye stadı kazandıran, ülkenin bakanlık ve başbakanlık koltuklarında oturmuş, Fenerbahçe’ye tam on yedi yıl başkanlık yapmış Şükrü Saracoğlu’ydu. Şimdi “sıradan bir vatandaş” olarak maça geliyordu.
Faruk Ilgaz kolundan tutup, ona merdivenleri çıkması için yardım etti. On yedi yıllık başkanını Şeref Tribünü’ne oturttuğunda, ihtiyarın gözlerinden akan iki damla yaşı görmemek için, başını çevirdi.
Demirkırat Dönemi
Artık, dönem değişmiş, CHP iktidarı kaybetmiş, 14 Mayıs 1950 seçimleriyle birlikte iktidara Demokrat Parti gelmişti. Saracoğlu’nu artık kim tanıyabilir ki, birkaç vefa duygusuna sahip Fenerbahçelinin dışında?..
Gerçi, aradan yıllar geçtikten sonra, Saracoğlu’nun Fenerbahçe’ye hizmetleri hep “şükranla” yad edilecek, Fenerbahçeliler kendisinden söz ederken, asla saygıda kusur etmeyeceklerdi. Ancak, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği bir sırada, ülkedeki moda spora da yansıyacaktı. Bu moda Fenerbahçe’ye iki türlü yansıyordu.
Cihat’ın uzun degajını yakalayan Küçük Fikret aradan Lefter’e bir pas çıkardı. Önündeki iki Göztepeliyi çalımlayan Lefter kaleciyi de geçerek topu Göztepe ağlarına bıraktı. Yirmi altıncı dakikada atılan bu gole Göztepe ikinci yarının ortalarında karşılık verince, maç uzatıldı. Uzatmanın ikinci devresinde bu kez Halit (Deringör) ortasını iyi izleyen Erol kafayla Fenerbahçe’yi 2-1 öne geçirdi.
Ankara’da oynanan Başbakanlık Kupası final maçından sonra Başbakan Adnan Menderes sahaya inerek, büyük tezahürat altında Başbakanlık Kupası’nı Fenerbahçe’ye verdi.
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin bir ayı daha yeni dolmuştu. Göztepe ile oynayacağı final maçı için Ankara’ya gelen Fenerbahçe, doğrı Anıtkabir’e giderek çelenk koydu. Ardından da Çankaya’nın yolunu tuttu. Çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı makamında kutlamak için Fenerbahçeli yöneticiler ve futbolcular Çankaya Köşkü’nde sıraya girdiler. Cumhurbaşkanını kutlayan Fenerbahçe, Göztepe maçına çıkmadan önce Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı ve Fenerbahçeliliği ile tanınan Korgenerel Fevzi Uçaner’e de bir nezaket ziyaretinde bulundu.
Fiilen Başkan
Bu arada Fenerbahçeli yöneticilerden Rüştü Dağlaroğlu’nun aklına, o sırada fiilen Fenerbahçe Kulübü Başkanlığı’nı yürüten Şükrü Saracoğlu geldi. İktidarın adresi artık değişmişti, ama ortada da bir kulüp başkanı vardı. Dağlaroğlu telefonda “Sizi ziyarete gelmek istiyoruz” deyince, Saracoğlu “Artık ben sizleri ziyaret etmeliyim” demekle yetindi. Göztepe maçına gelmeyen Saracoğlu, aynı akşam Fenerbahçe’nin kaldığı Belvü Palas’a gelerek Başbakanlık Kupası’nı yeni Başbakan Adnan Menderes’in elinden alan Fenerbahçelileri kutladı.
14 Mayıs 1950 seçimlerine Fenerbahçe Yönetim Kurulu üç üye ile katılmıştı. Yedi kişilik yönetim kurulundan Zeki Rıza Sporel ile Osman Kavrakoğlu Rize, Firüzan Tekil de İstanbul Milletvekili olarak Meclis’e girmişti. Tabii ki, üçü de Demokrat Parti listesinden!..
Kavrakoğlu seçimlere giderken Fenerbahçe’deki arkadaşlarını uyarmaya çalışıyor, “Haydi siz de gelin Demokrat Parti’ye girin. Nasıl olsa mebus olacağız, kulübü de böylece daha iyi yönetiriz” diyordu. Yeni siyasal dönem, yeni iktidarını yaratıyor, spor kulüplerinde de buna ayak uyduran olaylar yaşanıyordu.
Demokrat Partili olduğu bilinen Kavrakoğlu 1943 yılından sonra Fenerbahçe’nin yönetimine seçilmiş, yönetimde çeşitli görevler üstlenmişti. Çeşitli il ve ilçelerde yargıçlık ve savcılık, savcı yardımcılıklarında bulunan Kavrakoğlu Rizeliydi. Fenerbahçe’nin popüler adı, bir zamanların gol kıralı Zeki Rıza’yı da Demokrat Parti’den milletvekili seçtirmek istiyordu. Adnan Menderes bu isteği yerinde görmüş ve Zeki Rıza için “Madem o Rizeli, sizin ikinizi Rize’den aday yapalım” demişti. Menderes seçim için Rize’ye geldiğinde, Kavrakoğlu halka dönmüş, “İşte, size ahir zaman peygamberini tanıtıyorum” demişti. Kendi deyimiyle “hayatta Demokrat Parti ile Fenerbahçe’yi sevmiş” olan Kavrakoğlu yeni, dönemde en güçlü başkan adaylarından biriydi Fenerbahçe’ye.
Beni Hatırlamanız Yeter
1950 seçimlerinden sonra “bir Fenerbahçeli olarak” Saracoğlu’nu ziyaret ettiğinde ve kulüp başkanlığı için onun düşüncesini almak istediğinde, Saracoğlu nezaketi elden bırakmamış, “Beni hatırlamanız yeter, artık siz başkan olun Osman Bey” diyerek, yeni iktidar dönemini Fenerbahçe dına da tescil etmişti.
Fenerbahçe – Atatürk ilişkisine dair sözlü aktarımlar hepimizin malumu. Tüm bu aktarımları saygıyla kabul edip; tarihin yasası gereği somut kanıtlara, belgelere ulaşma amacıyla yaptığımız çalışmaların verdiği meyveleri sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşunun 98. yılında, Fenerbahçemiz’in Mustafa Kemal Paşa’nın gazetesi “Minber”de yer alan haberi ile karşınızdayız.
Adını dini bir terim olan ve “Yüksek, özel yer” anlamına gelen minberden alan gazete, I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılan Osmanlı Devleti’nin galip devletler ile Mondros ateşkes antlaşmasını imzalamasından 1 gün sonra yayın hayatına başladı.
Gazetenin sahibi olarak Mustafa Kemal Paşa’nın yakın dostu Ali Fethi (Okyar) Bey, sorumlu müdürü ise yine Mustafa Kemal Paşa’nın uzun yıllar yakınında olacak olan Doktor Rasim Ferit (Talay) Bey gözüküyordu.
Mustafa Kemal Paşa ile Ali Fethi Bey’in dostluklarının ve birbirine yakın siyasi düşüncelerinin, Minber’in yayın hayatına başlamasındaki en önemli etken olduğunu söyleyebiliriz. Peki iki arkadaşın buluştuğu ortak payda neydi?
Mustafa Kemal Paşa ve Ali Fethi Bey, İttihatçı iki subaydılar. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde Talât, Enver ve Cemal Beylerin yönlendirdiği genel merkezin otoriter tutumuna karşı çıkan bu iki arkadaş İttihat ve Terakki’nin liberal kanadını temsil ediyorlardı. Bu karşıtlığın en çok kendini gösterdiği konu ise, cemiyetin asker üyelerinin politikaya ve devletin idari işlerinde söz sahibi olup olmamasıydı. Genel Merkez, asker olan üyelerin politikaya ve devletin idari işlerine karışmalarına karşı çıkmazken, Mustafa Kemal ile Fethi Beyler, cemiyetin kongrelerinde bu tutumu eleştirmişler, askerlerin politikadan uzaklaştırılmasını istemişlerdi.
Gazetenin genel yayın yönetmeni olan Dr. Rasim Ferit ise o yıllarda İstanbul İl Sıhhiye müdürü olarak görev yapıyordu. Dr. Rasim Bey, hem Mustafa Kemal Paşa’nın hem de Ali Fethi Bey’in ortak arkadaşıydı.
Dr. Rasim’in Mustafa Kemal Paşa ile olan yakınlığını mektuplaşmalarından anlıyoruz. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul dışında bulunurken, önemli konularda Başkent’teki yüksek makamlar ve kişilerle haberleşmesi gerektiğinde, mesajlarını, güvendiği arkadaşı Dr. Râsim Ferit Bey aracılığı ile yolluyordu. Bu mektuplardan birinde ortaya çıkan detay ise, Minber Gazetesi’nin doğmasına yol açacaktı.
İktidar Boşluğu ve Teklif
Savaşın kaybedilmesinin ardından devleti savaş döneminde yöneten İttihat ve Terakki Hükümetinin istifa etmesi ile iktidar koltuğu boşalmıştı. Bu iktidar boşluğunun doldurulması, devletin ateşkes ve barış antlaşması sürecinde iyi temsil edilmesi için çare arayanlardan birisi de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığında ikinci adam olan Mustafa Kemal Paşa’ydı.
Hükümetin istifasından sonra kurulacak İzzet Paşa hükümetinde “Harbiye Nazırı” ve “Başkomutanlık Genelkurmay Başkanlığı” görevlerini yürütmek isteyen Paşa, bu teklifini Adana’dan çektiği telgrafla İstanbul’a iletti. Telgrafın gönderildiği kişi ise arkadaşı Dr. Rasim Bey’di.
Mustafa Kemal Paşa, Dr.Rasim Bey’den teklifini hem sadrazama hem de Padişah Vahdettin’e iletmesini istiyordu. Dr. Rasim Bey’in aracılığı ile saraya giden teklifin reddedilmesinin ardından kurulmuş olan İzzet Paşa hükümetinin ömrü de uzun olmayacaktı. Bu aşamada Mustafa Kemal Paşa, Dr.Rasim Bey’e gönderdiği ikinci mektupta, teklifinin reddedilmesinin sebeplerinin araştırılmasını ve konunun Ali Fethi Bey ile de değerlendirilmesini arkadaşı Dr. Rasim Bey’den rica ediyordu.
“Minber”
İşte Minber Gazetesi Osmanlı Başkentinde bir iktidar boşluğu varken, devlet yenik ayrıldığı savaşın ardından Mondros Ateşkesi’ni imzalamışken yayın hayatına başladı. İlk sayının kapağında Mondros Ateşkes Antlaşmasının maddeleri yer alıyordu.
Gazetenin, ülkenin içinde bulunduğu durumdan çıkarmak için çareler arayan ve o dönemde “Milliyetçi” olarak nitelenen Mustafa Kemal Paşa ve Ali Fethi Bey gibi kişilerin fikirlerinin kamuoyunda destek bulması için bir araçtı.
Kuruluş için gereken sermayeyi 3 arkadaş sağladılar ve “Siyasi, İlmi, Edebi, İktisadi Günlük Gazete” olan Minber, Mondros Ateşkesinin imzalanmasının ertesi günü İstanbul’da yayınlanmaya başlandı.
İzzet Paşa hükümetine girmek için yaptığı teklifin reddedilmesine rağmen, daha önceden yaverliğini yaptığı Padişah Vahdettin’e birkaç ziyarette bulunan Mustafa Kemal Paşa, bir yandan da Minber aracılığı ile kendisini kamuoyuna tanıtmaya çalışıyordu. Gazetenin 17.sayısında kendisi ile yapılmış ve askeri kariyerini anlatan bir haber, gazetenin ilk sayfasını süslüyordu.
İzzet Paşa hükümetinin kısa sürede istifa etmesinin ardından, Padişah Vahdettin hükümeti kurma görevini Tevfik Paşa’ya verdi. Bu esnada Minber grubu, Meclis-i Mebusan’da Tevfik Paşa’nın güvenoyu olmaması için çalışmalar yaptı. Ancak başarılı olamadı.
Mustafa Kemal Paşa’nın, kabinede yer alma ümidi; bir anlamda da Minber’in misyonu, 21 Aralık 1918’de sona erdi. Bu tarihte Tevfik Paşa hükümeti Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak feshetti. Gazetenin 51 sayılık yayın hayatı bu olay ile birlikte noktalanmış oldu. Minber döneminin sona ermesinin, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Osmanlı’nın milliyetçi kanadının mücadelelerini meşruti zeminde yapma umutlarını tükettiğini de değerlendirmelerimize ekleyebiliriz.
Fenerbahçe, Minber’de
Ülkenin genel siyasi durumuna paralel olarak, dönemin tabiri ile “spor aleminde” de durum farklı değildi. Balkan Savaşlarının ardından liglerin yönetimini yabancılardan devralan Türkler, kendi aralarında yaptıkları mücadeleleri sadece sahada değil, masada da sürdürüyorlardı. Fenerbahçe – Galatasaray ekseninde geçen bu mücadeleyi fırsat bilip aradan sıyrılan ve İttihat ve Terakki’nin takımı hüviyetini taşıyan Altınordu, İstanbul’un mütareke dönemi futbolunda öne çıkıyordu. Maçların yarım kaldığı, savaşların liglerin tamamlanmasına engel oluşturduğu bu dönem, aynı zamanda Kadıköy’ün Sarı-Lacivert takımının “Esir Şehrin Moral Kaynağı” olmasına şahitlik edecekti.
Fenerbahçe’nin mütareke ve işgal yıllarında İngiliz takımları ile yaptığı maçların ilki “Atatürk ve Fenerbahçe” ilişkisinin yeni ve önemli bir satır başı olarak tarihteki yerini bu yazı ile birlikte alıyor. Mustafa Kemal Paşa için o dönem taşıdığı önemi yukarıda ortaya koyduğumuz Minber Gazetesi’nin 29. sayısında yer alan Fenerbahçe haberinin, detayları dikkate alındığında, kulübümüzün gurur vesilelerinden biri olacağından şüphe duymuyoruz.
Fenerbahçe’nin mütareke döneminde İngiliz takımlarıyla yaptığı maçların ikincisi, Minber’in 30 Kasım 1918 tarihli sayısında şu ifadelerle yer buldu:
“Dün Union Kulüp’te Fenerbahçe ile İngiliz Takımı arasında bir futbol maçı yapıldı. Fenerbahçe kulübü bu müsabakaya ümit edildiği kadar kuvvetli bir takım ile çıkamadığı gibi oyuncular arasında da kendilerinden beklendiği ölçüde bir yardımlaşma yoktu.Birinci yarıda her iki tarafın hücumları sonuçsuz kaldı. İkinci yarıda İngilizler ard arda iki gol yaptılar. Maçın sonlarına doğru Fenerbahçe de buna bir sayı ile karşılık verdiği için oyun bire karşı iki gol yapan ingilizlerin galibiyeti ile sonuçlandı. İngilizlerin dün çıkarmış oldukları takım kuvvetli kabul edilemez. Bunun bizim kulüplerin kuvvetini ölçmek için yapılmış bir tecrübe olduğuna, şehrimizde bir çok ingiliz askeri bulunduğu için pek kuvvetli takımlar çıkaracaklarına şüphe yoktur. Dört senedir birkaç müsabaka haricinde spor aleminde geniş bir durgunluk hüküm sürerken, Balkan muharebesi esnasında olduğu gibi bu sene de iyiden iyiye faaliyetler başlayacağı tabidir. Önümüzdeki cumadan itibaren lig maçlarına başlanacaktır.”
29 Kasım 1918’deki maç ile ilgili diğer bilgilere dönem basınının diğer temsilcilerinden ulaşmak mümkün. 30 Kasım 1918 tarihli İkdam Gazetesi’nde bu önemli maçın haberi şu satırlarla okuyucuya aktarılmış:
“İngiliz ikinci alayı üyeleriyle Fenerbahçe Kulübü arasında dün saat ikide Kadıköy İttihat Kulübü’nde bir müsabaka yapılmıştır. İngiliz takımı egzersizleri bulunduğundan dolayı (muhtemelen maçtan sonra kışlada egzersiz olduğuna atıf var) kırk beşer dakika olan oyun devrelerinin yarımşar saate indirilmesini istemişler ve bu talep kabul edilerek oyun müddeti bir saat olmak üzere ayarlanmıştır. İlk yarıda her iki taraf da şiddetli hücumlarda bulunduğu halde bir netice çıkmamıştır. Bu müddet zarfında İngiliz kaleci Mister Morris kaleyi gayet iyi müdafaa etmiştir. İkinci yarıda Fener’in müdafi (bek) tarafından yapılan hata üzerine İngilizler tarafından bir penaltı vuruşu yapılmış ve bu suretle Fener ilk golü yemiştir. Bunun üzerine oyun devam etmiş ve İngilizler bir, Fenerbahçe de daha bir gol yemişler. Bu suretle oyun bir karşı iki olarak Fenerbahçe aleyhine neticelenmiştir. Oyun esnasında Fener’in bazı azası Kadıköyü’ndeki yangın sebebiyle oyunda hazır bulunmamışlar ve bu sebepten gelecek Pazartesine bir maç daha yapılmasına karar verilmiştir. Oyun esnasında Galip ve Zeki Bey’ler özellikle takdir edilmişlerdir.“
Dönemin iki gazetesinin haberlerini, Fenerbahçe ve Türk Spor tarihçiliğinin önemli ismi Rüştü Dağlaroğlu’nun notlarında yer alan bilgilerle desteklediğimizde; İkdam Gazetesi’nde sözü edilen ve Fenerbahçe’nin sahada eksik takımla yer almasına neden olan yangının kaleci Karnik Arslanyan’ın evinde çıktığını öğreniyoruz.
Fenerbahçe : Ümit Edilen
Haberi bulduğumuzda “Mustafa Kemal Paşa, kendi gazetesini okuyordur herhalde” diye düşünmüştük.
Haberin detaylarını ortaya çıkarmaya başladığımızda, gözlerimiz buğulandı önce.
Fenerbahçe tarihine bir Cumhuriyet Bayramı hediyesi bırakacak olmanın gururunu “Fenerbahçe kulübü bu müsabakaya ümit edildiği kadar kuvvetli bir takım ile çıkamadığı gibi” cümlesine sığdırdık.
Mustafa Kemal Paşa bir gazete çıkaracak, gazete sadece 51 gün yayınlanacak, bu 51 günün içinde Fenerbahçe maçının haberi olacak, haberde de Fenerbahçe’den “ümit edilen” diye bahsedilecek.
Fenerbahçe’nin, Mustafa Kemal’in ümit ettiği kadar kuvvetli bir takımla sahaya çıkamamasının sebebi de takımın yarısının Kaleci Karnik Arslanyan’ın evinde çıkan yangını söndürmek için yardıma koşması olacak. Sahaya çıkan takıma “Fenerbahçe” emanet edilecek.
Kendi vatanında, ülkeyi işgale gelen İngiliz takımına yenilgi hazmedilemeyecek. “Gelecek hafta bir daha oynayalım” denilecek… Fenerbahçe… Ümit edilen…
Taha Toros arşivinde bulunan “Mahalleden Futbola” başlıklı bu yazıda, Şeyh’ül Muharririn Burhan Felek, futbolla nasıl tanıştığını yazmış. Döneme ışık tutması bakımından önemli bir yazı. Keyifli okumalar..
Bugün bu mahalle o zamanki manasıyla mevcut değil. Evvelâ mahallemiz oldukça büyüktü. Sonra mahallenin her sınıftan adamı vardı. Kibarı, zengini, fakiri, kabadayısı, sarhoşu, bakkalı, esnafı, kömürcüsü hatta kireç satanı vardı.
Ben İstanbul tarafını bilmem, Üsküdarlıyım. Hukuk Mektebi’ne girinceye kadar da İstanbul’a geçmezdim. Üsküdar’da İstanbul’un adı “Karşı” idi. Birini sordukları zaman:
—-Karşı’ya gitti! dediler mi İstanbul’a gittiği anlaşılırdı.
Doğrusunu isterseniz nasıl Aksaray bir mahalle değil, fakat bir mahalle gibi geniş bir sahayı ifade ederse, Üsküdar da öyleydi. Ben Soyadı Kanunu çıkıncaya kadar imzamın üstüne “Üsküdarlı” ibaresini yazardım. O benim için bir övünme vesilesi olurdu. Mahallemizde ve genişleterek Üsküdar’da, İstanbul’un meselâ Aksaray gibi meşhur, geniş ve renkli semtlerinin bütün vasıfları vardı.
Meselâ Aksaray’ın 12’leri meşhurdu. Ben ancak Mahmut Şevket Paşa’nın katli üzerine İttihatçılar, muhalifleri toplayıp Sinop’a sürdükleri zaman bunların üç tanesini vapurda tanımıştım.
Arap Abdullah o zaman 90’ın üstündeydi. Belinde koca bir kama ile gezerdi, ittihatçılar Arap Abdullah’ı sürgüne gönderecekleri zaman kendisi:
— Başüstüne, ama kamayı bırakmam! demiş, onlar da müsaade etmişler, koskoca bir kama koltuğunun altında asılı dururdu.
İkinci tanıdığım. Yorgancı Faik Efendi ismindeki kabadayı idi. Halinden hiç de öyle kırıp-dökücü olduğu anlaşılmazdı. Tıknaz bir adamdı.
Üçüncüsü 12’lerden midir, değil midir, pek kestiremiyorum. Çerkes Mehmet Pehlivan’dı. Bu Çerkes Mehmet Pehlivan, Arap Abdullah’ın âdeta kölesi gibi ona hizmet ederdi. Arap Abdullah 90’lık, Çerkeş Mehmet Pehlivan ise 70’lik birer genç idiler.
Bu Çerkeş Mehmet Pehlivan, II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine çıkan aff-ı umumî ile meydana çıkmış bir kanun kaçağı idi. Şöyle ki, saltanat devrinde bir gün cinayet mahkemesinde bir duruşmaya çıkmış, muhakemeden sonra şimdi yanmış olan eski adliyenin büyük merdiveninden eli kelepçeli inerken iki yanındaki jandarmaları kollarıyla itip kurşun gibi aşağı inmiş ve hapishane arabasına atlayarak çala kamçı kaçmış. Nereye gitmiş, nerede saklanmış? Belli olmamış.
II. Meşrutiyet’in ilânında Çerkeş Mehmet Pehlivan da dağdan inmiş. İşte tanıdığım kabadayılar bunlardır. Fakat bunların da artık kabadayılık halleri kalmamış. Ama eski zırhlılar gibi kelle kulak yerinde, ağır ağır hareket eden birtakım kimselerdi.
Neyse, lafı saptırdık.Bizim mahallenin de kabadayıları vardı. Ama bunlar kibar kabadayılardı. Bunlar Esvapçıbaşı Ahmet Bey’in oğulları Saadettin ve Alaaddin beylerdi.
Ben Saadettin Bey’le idadide (lisede) bir sene kadar beraber okudum. O yukarı sınıfta iken ben ikinci sınıfta idim. Mektepte bir cinayet olmuştu. Sezai adında bir çocuk, kendisine yüz vermeyen Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın torunu Muhittin isminde zeki, edip, pek kıymetli bir genci lisenin bahçesinde tabanca ile vurdu. Kurşun bel kemiğine isabet etti. Murdarilik dediğimiz bel kemiği içindeki sinirini kopardı ve Muhittin Bey bütün hayatı boyunca kötürüm kaldı. Zaten genç yaşında da öldü. İşte bu Muhittin Bey’i vurduktan sonra Sezai, Salacak İskelesi’ne doğru kaçmaya başladı. Peşine Esvapçıbaşı’nın oğlu Saadettin Bey düştü ve iskeleye varmadan yakalayıp getirmişti. Biz bunu gözlerimizle görmüştük.
Alaaddin Bey ise aslan gibi, iri yan bir adamdı. Mahallede edepsizlik edenleri döverek terbiye eder ve başka mahallelerin bizim mahalleye sarkıntılık etmesine mani olurdu. Görüyorsunuz ki, bu mahalle hayatı biraz Ortaçağvarî bir yaşayıştı. Ama biz buna alışmıştık.
O devirde insanlar ya kendilerinin, ya başkalarının taktığı lâkapla anılırdı. Ben kendime “Üsküdarlı” demiştim. Saadettin ve Alaaddin beyler babalarının adlarıyla meşhur idiler. Esvapçıbaşı’nın Alaaddin Bey denirdi. Bu arada meselâ —bana futbolu tanıtanların anası olan— Sesi Kısık Şadiye Hanım diye bir kadın vardı. Kadının sesi kısıktı ve öyle anılırdı.
İşte bu Şadiye Hanım kanalıyla asıl konuya giriyorum.
Mahallemizdeki mâruf aile reislerinin de kendilerine göre lâkapları ve şöhretleri vardı. Meselâ Mühürdar Agâh Bey, Adliye Nazın Abdurrahman Paşa’nın mühürdarıydı.
Kekeme Tevfik Bey, Serasker Kapısı hûlefasından (kâtiplerinden) idi. Konuşurken kekeler, şarkı söylerken kekelemezdi. Bu Sesi Kısık Şadiye Hanım’ın iki oğlu vardı, ikisi de Serasker Kapısı kâtiplerindendi. Bir gün Çiçekçi Kahvesi’nde otururken Sesi Kısık Şadiye Hanım’ın büyük oğlu Ziya Bey:
— Yahu! Kuşdili’nde Ingilizler bir top oyunu oynuyorlar. Herkes gidip seyrediyor. Çok heyecanlı bir oyun! dedi.
Babam merhum da bir gün aldı beni, Kuşdili’ne mi, Papazçayırı’na mı, iyi hatırlamıyorum, bunlardan birine götürdü. Ben şaşırdım. Herkes arabalar tutmuş ve arabaların üstüne çıkmış olarak futbol seyrediyordu. O anda bu oyun beni büyüledi. Bunun hakkında kitaplar aradım, buldum.
1907 tarihinde Üsküdarlı on-on beş arkadaşla “Anadolu idman Yurdu” adındaki kulübü kurduk. Bu kulübü kuranların içinde şayan-ı dikkat çocuklar vardı. Meselâ meşhur Huzur Uleması’ndan Kaptanpaşalı Hoca Nazif Efendi merhumun iki hafız oğlu vardı. Hafız Nasuhî, Hafız Macid.
Kulübü kuranların başında Nafia Nezareti (Bayındırlık Bakanlığı) ketebesinden Şecaettin Bey merhum bulunurdu. 30 yaşlarında olan bu zat kulübün reisiydi. Hafız Nasuhî sonradan avukatlık etti ve genç yaşında öldü. Macid ise, maalesef belki de ırsî bir sebeple genç bunama hastalığına tutuldu. Günün birinde kayboldu. Aylardan sonra Mısır’da olduğunu öğrendik. Geri geldi ve bu hastalığın daima sebep olduğu veremden genç yaşında vefat etti.
İşte ben futbolu bu Sesi Kısık Şadiye Hanım’ın büyük oğlu Ziya Bey’in teşvikiyle gördüm, sevdim ve, onun büyüsüne tutuldum. İtiraf ederim ki, iyi bir futbol kaderini ilgilendirecek pek az spor vardır. Yalnız kendim oynamamış olmama rağmen Amerikalıların icadı olan basketbol, eğitmek bakımından en mükemmel spordur diye bir iddia vardır.
Fenerbahçe tarih yazımında, 1932 yılında yananKuşdili Lokali‘nden söz edilirken, Sabri Toprak tarafından lokale getirilen “İttihat ve Terakki Kütüphanesi”ne de yangında zayi olanlar arasında yer veriliyor.
“İşgal yıllarında Fenerbahçe” konulu araştırmalarımız esnasında, Sabah gazetesinde (*) denk geldiğimiz bir haber, bize bu konu hakkında ince bir ipucu veriyor. Meğerse cemiyetin genel merkezinde bulunup sandıklara konan kitapların bir yerden diğerine teslimine, dönemin meşhur siması ve aynı zamanda Fenerbahçe’nin de başkanı olan Sabri Toprak memur edilmiş.
Belki (veya belli ki) o da kitapların bir kısmını, en güvenilir yer olarak gördüğü, Fenerbahçe Spor Kulübü lokaline getirip bırakmış. Eğer vaziyet böyleyse, kim bilir yangında nasıl da içi yandı rahmetlinin…
Aşağıda ilgili haberin transkripsiyon metnini okuyabilirsiniz :
“İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi’nde zuhur eden kitaplar sandıklara mevzî olduğu halde Maliye Nezareti Emlak-ı Amire Müdüriyeti’ne getirilmiştir. Bu kitaplar meyanında haiz-i ehemmiyet ve kıymet asar-ı nadire mevcuttur. Saruhan mebusu sabıkı Sabri Bey bunları maliyeye teslime memurdur. Kitaplar Kitaphane-i Umumi’de istifade-i umumiyeye vaz’ edileceğinden bunları teslim için memuru mahsus gönderilmesi Maliye Nezareti’nden Maarif Nezareti’ne yazılmıştır.”
(*) İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı arşivinde yer alan yayınlar içinde Sabah gazetesinin özel bir yeri var. 4 Mart 1919 tarihine kadar Ali Kemal’in başyazarlığını yaptığı gazetede, 5 Mart 1919’dan itibaren Refik Halit (Karay) sermuharrirliğe geçiyor. Kitaplık arşivinde ise bu durum, gazetenin genel bilgi metninde şöyle değerlendirilmiş :
“İmtiyaz Sahibi: Papadapulos, Mihran; Müdür: Mihran, M. Emin, Aleksan, Ahmet Hilali, Mehmed Ziyâ; Ser Muharrir: Şemseddin Sami, Ali Kemal, Refik Halid, Lütfi Fikri; Baş Kepaze: Artin Kemal, Kepazelik Müdürü: Mihran Ağa”
Demokrat Partili Fenerbahçe Başkanlarının Sonuncusu
Medeni Berk; Başbakan Yardımcısı ve İmar Bakanı, Fenerbahçe’nin Demokrat Partili son başkanı. Kısa sürecek başkanlığına stadın inşası görevini yerine getirmek için atanan, 27 Mayıs ile bunu yerine getiremeden sahneden çekilmek zorunda kalan bir “teknokrat”. Agah Erozan ile başlayan “Fenerbahçe’nin Demokrat Partili Başkanları” serimize Medeni Berk ile devam ediyoruz. Okul yıllarında başlayan cemiyetçilik serüveni, ilerleyen yaşında bile vazgeçmediği mesleği, tenise olan tutkusu, günümüzde halen varlığını sürdüren bir holdingin gelişmesinde oynadığı rol, siyasi tarihimizde silinmez izler bırakmış kişilerle tesadüfen kesişen yolu… Medeni Berk’in, Fenerbahçe’nin 24. Başkanının hayatı.
Mehmet Medeni Berk, asker bir babanın dört çocuğundan biri olarak 1913 yılında Medine’de dünyaya geldi. O yıllarda Arabistan topraklarında görev yapan bir Osmanlı Subayı olan Hamza Bey, oğlunun doğduğu şehrin Müslümanlarca kutsal olarak addedilmesinden etkilenerek ona “Medeni” ismini verdi.s
Aslen Niğde’nin Çimeli köyü kökenli olan Hamza Bey ailesinin Medine’den sonraki durağı İzmir oldu. Medeni Berk; ilk, orta ve lise öğrenimini bu şehirde tamamladıktan sonra İstanbul’da İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde (İİTİA) üniversite hayatına başladı. Berk’in faal ve başarılı bir öğrenci olduğu, son sınıftayken, okulun “Talebe Cemiyeti Başkanı” seçilmesinden anlaşılmaktadır.
Medeni Berk, mezun olduktan sonra da cemiyet faaliyetlerine devam edecek; bu defa da merkezi Ankara’da bulunan “İktisat ve Ticaret Mektebi Mezunlar Cemiyeti”nin yeni açılacak İstanbul şubesinde, “Daimi Temas ve Bağlılık Kolu” yöneticisi olarak görevlendirilecekti. Üyeler arası iletişimi ve koordinasyonu sağlamanın esas olduğu bu iki görev, Berk’in hayatının sonuna kadar çeşitli cemiyetlerde alacağı görevlerin nüvesidir.
“Benim Asıl Mesleğim Bankacılıktır”
Medeni Berk’in 1936 yılında mezun olduktan sonraki ilk işi, Tekel İdaresi’nde muhasebe memurluğu oldu. Bir süre bu görevi yürüttükten sonra, “asıl mesleğim” diyeceği ve her ne kadar siyasi hayatı dolayısıyla ara verecek olsa da zirvede tamamlayacağı bankacılık kariyerine Ziraat Bankası’nda müfettiş olarak adım attı. Bankanın Mersin ve İzmir şubelerinde müdür olarak görev yaptı. İzmir’de görevliyken, DP’nin 1950 yılında iktidara gelişi ise kaderini değiştirdi. Başarılı bir bankacı ve faal bir idareci olarak, iktidara gelen yeni partinin dikkatini çekti ve Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne (TARİŞ) genel müdür vekili olarak atandı.
DP iktidarının ilk beş yılında tarımsal üretim kayda değer şekilde artış göstermişti. Hükümetin, dış kaynaklı kredilerden ayırdığı pay ile birlikte, sektöre yapılan yapısal yatırımlar ve iklim şartlarının olağanüstü etkisiyle açıklanabilecek bu üretim fazlalığı göz önüne alındığında, TARİŞ’in bu dönemde önemli bir işlevinin olduğu söylenebilir.
Medeni Berk, kurumun üst yönetiminde bir yıl görev yaptı. Bu onun büyük çaplı bir devlet kurumunda genel müdürlük seviyesindeki ilk deneyimiydi. 10 Haziran 1951 yılında ise asıl mesleği olan bankacılığa yükseldiği pozisyonda geri döndü. Türkiye Emlak ve Kredi Bankası’nın (TEKB) genel müdürü oldu. 1957 Yılına kadar sürdürdüğü bu görev, kariyer yaptığı bankacılık ile birlikte, ülke ekonomisinin sonraki dönemlerde etkin bir faktörü olacak, inşaat sektörü üzerinde de uzmanlaşmasını sağlayacak; ona İmar ve İskan Bakanlığı ve sonrasında Fenerbahçe Başkanlığının yolunu açacaktır. Bankanın temel görevi ülkede planlı imar çalışmaları yapmak, gerektiğinde bunlara kredi sağlamak ve finansmanını planlamaktı. Bu bağlamda Berk ilk etapta İstanbul Kalamış ve Levent’te konut inşaatlarına başlanacağını duyurdu.
Sözü edildiği gibi inşaat sektörü ülke için yeni bir sektördü. İktidara yeni gelen DP, elde ettiği kamuoyu desteğini kaybetmemek için kalıcı propagandatif unsurlar yaratmak istiyor, bunu da imar çalışmalarına başlayarak sağlamayı planlıyordu. Bu bağlamda Berk’in pozisyonu hayati bir önem kazandı.
Medeni Berk’in yönettiği TEKB’nin en büyük projesi 1954 yılında eski adı “Baruthane” olan bölgeyi satın almasıyla başladı. Sonradan bölge halkı arasında yapılan oylama ile “Ataköy” adını alacak bölgedeki konutların temeli seçimlerden hemen önce 1957 yılında atılacaktı. Berk, sektördeki gelişmeleri izlemek ve gerekli bağlantıları kurmak için 1954 yılında Almanya seyahatine çıktı. Burada yaptığı temaslar onu, devletler nezdinde Bonn ve Berlin’de yürütülen Türk-Alman ticari görüşmelerinde Türk heyetinin teknokrat bir üyesi haline getirdi. Berk’in Almanya ile inşaat sektörü üzerinden kurduğu bağlantı DP’nin iktidarının ikinci yarısında 1956 yılında büyük miktarda bir kredi anlaşması ile sonuçlandı. Almanya’dan 75 milyon liralık yapı malzemesi ithalatı için gerekli kredi, Almanya’ya giden Berk tarafından sağlandı. Berk’in yedi yıllık iş hayatındaki bu hızlı yükselişi ve başarısı ona yeni görevler verilmesine neden oldu. Cemiyetçilikteki tecrübesi de göz önüne alınarak Kızılay Yönetim Kurulu üyeliği için önerildi ve seçildi. Aynı zamanda Berk, ilginç bir halef-selef hikayesini de içerisinde barındıran, Türkiye Tenis Federasyonu (TTF) Başkanlığı görevini de yürütüyordu.
Oyun – Set – Maç
Medeni Berk’in hayatında tenis sporunun özel bir yerinin olduğu açıktır. Berk, 1955-1975 yılları arasında tenis camiasının içerisinde sevilen bir kişilik olarak yer almakla kalmamış, çeşitli tenis kulüplerinin başkanlığını da yapmıştır. Bu dalda kariyerinin zirvesine TTF Başkanı olarak ulaşmıştır.
Şüphesiz İmar Bakanı olması ve kulübün Menderes’e stadın inşası için yaptığı talep, Berk’in Fenerbahçe Başkanı olmasındaki en önemli etkendir. Bununla beraber, Berk’in cemiyetçiliğini spor yönetimi ile bir potada erittiği tenis yöneticiliğinin, Fenerbahçe Başkanlığına zemin hazırladığı söylenebilir.
TEKB’in Genel Müdürü Berk’in Tenis Federasyonu başkanlığına getirileceğine ilişkin haberler 1955 Haziran ayında basında yer almaya başladı. “Tenis camiasındaki olumlu çalışmalarıyla tanınan” Berk, o zamanki yönetmelikler gereği Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından kendisine teklif edilen görevi kabul ederek görevine başladı. Berk’in bu göreve gelmesi federasyonun işleyişi için önemli bir değişikliği de beraberinde getirmiş, uzun yıllardır İstanbul’da olan TTF’nin merkezi Ankara’ya taşınmıştır. Bu taşınmanın ardından Berk, bir görev daha aldı ve Ankara Tenis Kulübü’nün yönetim kurulu üyeliğine seçildi. 1957 yılında Federasyon’da önemli yapısal bir değişik oldu ve Masa Tenisi Federasyonu, TTF’den ayrılarak özerk bir yapıya kavuştu. Berk, bu yeni federasyonun da başkanı olmuştu.
Medeni Berk’in federasyon başkanlığı parlamentoya girmesiyle sona erse de, tenis sporundaki yöneticilikleri sona ermedi. Aynı zamanda Fenerbahçe Başkanı olarak görev yaptığı 25 Nisan 1960 yılında Tenis Eskrim ve Dağcılık (TED) Kulübü’nün fahri başkanı oldu. Berk’in 27 Mayıs’tan sonra cezaevinden çıkışıyla yeniden başlayan yoğun iş hayatı, tenis yöneticiliğine on yıla yakın bir süre ara vermesine neden olacak, fahri başkanı olduğu TED’e 1974 yılında başkan seçilecekti. TED’in 1946’dan beri aralıksız düzenlediği İstanbul Tenis Turnuvası 1975 yılında uluslararası bir kimliğe kavuşacak ve onun döneminde ilk defa uluslararası puanlı bir turnuva haline gelecekti.
Halef – Selef
Fenerbahçe ve Galatasaray’ın kuruldukları yıllarda başlayan rekabeti bugün yüz on yaşına ulaşmış durumda. Bu rekabet tarihinin içerisinde birçok ilginç hikaye ile olduğu da bir gerçektir. Bunlardan bir tanesi de iki arkadaş olan Medeni Berk ile Ulvi Yenal’ın 1957 yılındaki görev devir teslim hikayesidir.
1908 yılında doğan Ulvi Yenal, Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra İİTİA’da öğrenim hayatına devam etmiştir. Medeni Berk ile tanışıklığı aynı okulda okumaları dolayısıyla üniversite yıllarına dayanmaktadır. Yenal, Galatasaray ve Milli Futbol Takımı’nın başarılı bir sporcusu olarak spor hayatının içerisinde yer almış; 1953 yılında Galatasaray Spor Kulübü’nde başkanlık yapmıştı.
İkilinin halef-selef olarak yollarının kesişmesine Medeni Berk’in 1957 seçimleri ile parlamentoya girişi neden olmuştur. TEKB Genel Müdürü olan Berk, yasa gereği devlet memurluğundan istifa edince yerine atanan isim okul arkadaşı Ulvi Yenal’dır. Bu atamayı konumuz kapsamına alacak kadar ilginç yapan ise peşi sıra gerçekleşen ikinci atama olmuştur. Berk’in milletvekili olmasıyla boşalan TTF’ye başkan olarak atanan isim yine Ulvi Yenal olacaktır. Gerçekleşen bu iki atamada Medeni Berk’in etkisi olduğuna dair bir bilgiye rastlanmasa da, ikilinin okul yıllarına dayanan geçmişlerinin bu olasılığı kuvvetlendirdiğini söyleyebiliriz.
Emrivaki
DP, 1957 seçimlerine üzerindeki iktidar yorgunluğunu hissederek ve 1954 seçimlerinde Türk siyasi tarihinde alınan en yüksek oy oranına bir daha yaklaşamayacağını bilerek girdi. Parti puan kaybediyor, muhalif unsurlar ve ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) toplum üzerindeki etkisini arttırıyordu. Şüphesiz bu durumun farkında olan Adnan Menderes’in, yaklaşan seçimlere yeni bir planla girmesi normaldi. Bu plan seçimlerden sonra oluşturmayı planladığı İmar ve İskan Bakanlığına, politikadan gelen bir bakan yerine teknokrat bir ismi getirmekti.
Bu doğrultuda, hem finans hem de inşaat sektöründe faaliyet gösteren devlet bankası TEKB’nin Genel Müdürü Berk, kendi deyimi ile bir “emrivaki” sonucu milletvekili adayı yapıldı:
“Siyasi hayata atılışım da çok ani olmuştur. Siyasi hayata atılmadan önce de hiçbir partiye mensup olarak çalışmamışımdır. Kaldı ki benim formasyonum da politikacı değildir. Mesleğim hep ağır basmıştır. 1957 senesinin bir gece yarısı Adnan Menderes’in emrivakisi ile siyasete girdim. O güne kadar partiye kayıtlı bile değildim. İtiraz edecek oldum, ‘listeler seçim kuruluna verildi’ dediler. İdarecilik mesleğim nedeniyle halk beni Halk Partili zannediyordu”
Her ne kadar Berk tarafsız bir devlet memuru olarak gözükse de, görevi ve konumu gereği doğrudan Hükümetin emrinde çalışıyor ve verilen direktiflerle hareket ediyordu. Nitekim 1989 yılında kendisi ile yapılan bir röportajda şöyle diyecektir :
“Dönemin Başbakanı rahmetli Menderes, Türkiye Emlak Kredi Bankası’nın halkı konut sahibi yapması için devletin ve devlet kuruluşlarının büyük arsaları satın almasını emretmişti. Benim genel müdürlüğüm sırasında Ataköy’deki 4 milyon metrekarelik araziyi 60 milyon liraya satın almıştık.”
Hiçbir partiye üye olmama/olamama durumunu, 1988 yılında yaptığı açıklamada tarafsızlığını kanıtlamak için ortaya koymuş olsa da; bu durumun isteğe bağlı olmayıp, yasa gereği bir zorunluluk olduğu ortadadır. Nitekim Berk, 27 Ekim’de yapılacak seçimlerden kısa bir süre önce görevinden istifa etmiş ve Niğde’den milletvekili adayı olarak girdiği seçimi kazanarak XI. dönem milletvekilleri arasında yerini almıştır. Seçimler sonucunda, önceden tahmin edildiği gibi, 1954 seçimleri sonrasında iki başat parti arasında açılan makas daralmış, DP’nin %47,87’lik oy oranını, CHP’nin aldığı %41,09’luk oy oranı izlemiştir.
Menderes’in Yakın Çalışma Ekibinde
Hükümet kurma çalışmalarına başlayan Menderes’in bu dönemde yanından ayırmadığı isim Medeni Berk’tir. Berk artık Menderes’in yakın çalışma ekibi içerisindeydi. Seçimden sonra başlayan hükümeti kurma çalışmalarının tamamlanmasının ardından, 23. Cumhuriyet Hükümeti, Başbakan Menderes tarafından 25 Kasım 1957’de kuruldu. Planlandığı gibi Medeni Berk İmar ve İskan Bakanı olmuştu. TBMM’de hükümet programını okuyan Menderes’in, “Memleketimiz yollar, köprüler, limanlar, sulama tesisleri, enerji santralleri, havalimanları gibi sanayinin, tarımın, kısacası vatan savunmasının yüzde yüz ihtiyaç duyduğu temel yatırımlarla donatılmıştır. (….) Daha birçok tesis ve eserler ya bitmek üzeredir ya da bitmeye çok yaklaşmıştır. Bunların da hizmete girmesi halinde hissedilecek ferahlığın derecesini tahmin etmek zor olmasa gerektir.” ifadesi, onun imar çalışmalarını ülke savunması ile eşdeğer görecek kadar önemsediğini ortaya koymuştur.
Berk’in başında olduğu bakanlık bu dönemde henüz resmen kurulmamıştı. Bu tezat, bir ayı aşkın bir süre daha devam edecek, 27 Aralık 1957’de bakanlığın teşkilat kanunu hazırlanacak ve 1958 yılının ilk günlerinde ise resmi kuruluş gerçekleşecekti.
Berk’in başında olduğu bakanlık; Bursa, İzmir, Erzurum, İstanbul başta olmak üzere büyükşehirlerin imar planları üzerinde yeni düzenlemeler yapmak için çalışmaya başladı. Bu arada Berk, Başbakan’ın yakın çalışma ekibindeki yerini koruyor ve Ege Bölgesi’ne yapılan gezide Menderes’in yanında yer alıyordu. Subaylar için yapılan 432 hanelik lojmanın teslim töreninde bizzat yer alan Berk, “Ucuz konut davasının yakın zamanda gerçekleşeceğini” de söylüyordu.
Menderes’in imar faaliyetleri içerisinde en önemsediği şüphesiz İstanbul Boğazına yapılacak köprüydü. Bu inşaatın planlanması için Berk’ten brifingler alıyor, aynı zamanda otel inşaatlarının hızlandırılması için direktif veriyordu. Boğaz Köprüsü’ne Menderes’in verdiği önemi hatırlatan Berk, 1980 yılında şu açıklamayı yapacaktır:
“Yazık oldu Menderes’e! Her zaman ağzından Boğaz Köprüsü’nün yapıldığını görmeden Allah canımı almasın dileğini eksik etmezdi.”
İmar
DP’nin son üç yılında ülkede inşaat üzerinden bir propaganda yürütüldüğü ortadadır. O kadar ki, Başbakan Menderes ve İmar Bakanı Berk Adana’yı ziyaretlerinde Mimar Sinan’ın kastedildiği “Koca Sinan’ın Halefi Menderes” pankartıyla karşılanacaktır. Gerileyen ekonomik değerler, partideki iktidar yorgunluğu ile birleşince muhalif unsurlara baskıların artmasına neden olmuş; parti, kamuoyundan destek bulmak için imar faaliyetlerini propaganda öğesi olarak kullanmaya başlamıştır. Bu görüş muhalefet tarafından da birkaç platformda dile getirilmiştir. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde düzenlenen ‘İmar ve İskan Haftası Konferansı’nda İnşaat Mühendisleri Odası Başkanı Feyyaz Köksal, “İmarın günlük siyasete alet edildiğini” söyledikten sonra Medeni Berk ile aralarında kısa süreli bir tartışma bile yaşanmıştır.
TBMM’de de hükümetin yürüttüğü bu faaliyetler zaman zaman eleştirilmiş, bu eleştirilere karşılık Berk’in cevabı “İmara moda olsun diye girişilmemiştir. İmar gelişen şartların doğal bir neticesidir” olmuştur. Muhalefetin eleştirilerinin temelinde imar çalışmalarının köyler yerine şehirlerde başlamasıydı. Nitekim uzun vadede muhalefet eleştirilerinde haklı çıkacak; plansız imar, büyükşehirlere göçe neden olacak, tarımsal üretim zayıflayacak ve ekonomik gelişim yalnızca inşaat sektörüne endekslenecekti.
Politik Zirve
Medeni Berk, genel müdürlük yaptığı yıllarda olduğu gibi bakanlığı döneminde de yurtdışı ile olan temaslarını sürdürdü. Berk, bakan olarak ilk yurtdışı seyahatini Londra’ya yaptı. Londra’da inşa edilen yeni mahallelerin planlarını inceleyen Berk, kısa süre sonra Batı Almanya’nın başkenti Bonn’a gitti ve Ekonomi Bakanı Ludwig Erhard ile bir dizi görüşme yaptı. Alman Bakanın iade-i ziyareti ise İzmir Enternasyonel Fuarı’nın açılışında gerçekleşti. Berk, bu dönemde Menderes tarafından kurulan Ekonomik Koordinasyon Kurulu’nun da üyesiydi. Başbakan, onun ekonomi bilgisinden de yararlanmak istiyor; hükümet, tüm gücüyle, bozulan ekonomiyi düze çıkarmak için çareler arıyordu. Berk, Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın toplantılarına, Merkez Bankası ve Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin (KİT) genel müdürleri ile birlikte katılıyordu.
Berk’in politik yaşamının zirvesine 11 Aralık 1959 yılında yapılan kabine değişikliği ile ulaştı. Menderes, yakın çalışma grubundaki İmar Bakanını ikinci adamı yapmaya karar verdi. 27 Mayıs’a kadar taşıyacağı bu unvan ile Berk’in verdiği siyasi hayatının ilk ve tek politik demeci ülke gündemine bomba gibi düşecek, bu demeç aylar sonra Yassıada’da yargılanırken avukatları tarafından savunmasına bile eklenecektir.
Medeni Berk, 27 Mayıs’tan tam iki ay önce, ülke artık darbe zemininde ilerlerken İzmir’e bir seyahat gerçekleştirdi. Çeşitli kurum ve kuruluşlarının müdürleri görüşmeler yaparak, iş adamlarından partisi için destek istedi. Bu ziyaret sonrasında Berk’in “Seçim İlkbaharda, seçimin yaklaştığı açıkça görülmektedir. Artık elle tutulur hale gelmiştir” açıklaması gündemi sarstı.
Her ne kadar sonraki gün açıklamasının yanlış anlaşıldığını ileri sürse de, bu durum, siyasiden çok bir teknokrat olan Berk’in üzerinde toplumsal bir baskı olduğunun açık bir göstergesiydi. Bir anlamda Berk’in siyasi hayatı Yassıada öncesinde bu demeçle fiilen bitmiştir. Sırada ajandasında yer alan bir diğer konuyla, Fenerbahçe ve onun inşa edilmesi gereken stadıyla ilgilenmek vardı.
Fenerbahçe Stadı
Medeni Berk’in Fenerbahçe başkanlığına atanması ile sonuçlanan olaylar 1959-1960 futbol sezonunun ikinci yarısı ile başladı. Kulübün neredeyse tüm branşlarda elde ettiği 9 şampiyonluğa, futbol takımının Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda tur atlamasına rağmen; aynı turnuvada üçüncü maçta kaçan ikinci tur şansı ve sonrasında ligde sergilediği inişli-çıkışlı grafik, kulüp içerisinde muhalefetin sesini yükseltmesine neden oldu. Fenerbahçe, tarihinin en başarılı sportif dönemlerinden birini yaşamış olsa da, muhalif gruplar daha 1959 kongresinde, mevcut başkan aynı zamanda TBMM Başkanvekili Agah Erozan’a eleştirilerinin merkezine “çok para harcanıyor” önermesini koymuşlardı.
Muhalifler, sahada işlerin kötüye gitmesiyle de Agah Erozan’ın yerine yeni bir DP’li başkan adayı aramaya başladılar. Yıllardır yılan hikayesine dönen stadın inşası konusu çözülmesi gereken en büyük sorundu. O güne kadar birçok başkan adayının bir numaralı seçim vaadi artık gerçek kılınmalıydı. Rüştü Dağlaroğlu’na göre stat sorunu öyle bir hale gelmişti ki, artan inşaat maliyetleri dolayısıyla stadın yapımı artık kulübü yönetmeye talip olanların vaatleri arasında bile değildi.
Politik görüşleri farklılık gösteriyor olsa da kulübün sağlayacağı faydayı göz önünde bulunduran muhalif gruplar, Başbakan Menderes’in kapısını çalmadan önce birkaç DP’li milletvekilini başkan adayı olarak ortaya atıp adeta nabız yokladılar. Basında haber olan bu milletvekillerinin Fenerbahçe’nin stat sorununu çözemeyeceği ortadaydı.
Bu aşamada kulüp içindeki muhalefet dinamiklerini hızlandıran bir gelişme daha oldu. Önceleri söylenti olarak başlayan ve toplantılarda dile getirildiğinde kimsenin inanmadığı , Galatasaray’ın Fenerbahçe Burnu’nda bir arazi alarak buraya bir tesis yapacağı haberinin gerçek olduğunun anlaşılması ile muhalefet grubu Ankara’yı ziyaret kararı aldı. Galatasaray Başkanı DP’li Sadık Giz’in yalnızca bir milletvekili olmasına rağmen kulübüne Fenerbahçe semtinde bir tesis kazandırması, Fenerbahçe Stadı’nın inşa edilmesini kulüp için bir zorunluluk haline getirmişti.
Fenerbahçe heyeti 23 Ocak 1960’da Başbakan Menderes’i makamında ziyaret etti. Toplantıda yer alanlardan biri de Başbakan Yardımcısı Medeni Berk’ti. Fenerbahçe heyeti stat sorununun çözmek için Menderes’in yardımına ihtiyaç duyduğu kadar, projenin teknik bir kişi tarafından yönlendirilmesi gerektiğinin de farkındaydı. Bu bağlamda TEKB Genel Müdürlüğü ve İmar Bakanlığı geçmişi dolayısıyla Berk’in başkan olması için Başbakandan “izin istendi” Medeni Berk böylece Fenerbahçe’nin başkanlığına atanmış oldu.
Fenerbahçe heyetinin ziyareti, ertesi günün gazetelerinde Menderes’in ağzından “Stad işinizi olmuş sayın, Fenerbahçeliler müsterih olsunlar” demeciyle duyuruldu. Başkan adayı olarak Medeni Berk ismi ise ziyaretten beş gün sonra gazetelerde yer aldı. Şubat ayında; belediye başkanı, banka müdürleri tarafından kurulan komite stadın inşa maliyetini 6 milyon lira olarak belirlerken , Medeni Berk Fenerbahçe kulübüne üyelik için resmi başvurusunu yapıyordu.
Ve Kongre
Kongre tarihi olarak seçilen 6 Mart yaklaşırken muhalefet grubu, aday olmamaya ikna etmek için Başkan Erozan’ı ziyaret etti. O ziyarette yer alan ve kongrede Medeni Berk’in listesinden seçime girse de seçilemeyecek olan Avukat Sadun Erdemir; Agah Erozan’a stadın bir an evvel yapılması için Medeni Berk’in başkan olması gerektiğini uygun bir dille anlatıp, aday olmamasını istediklerini anlatır. Stat konusunda yapılan açıklamaya ve Menderes’in Medeni Berk ismine yaptığı açık yönlendirmeye rağmen Erozan’ın cevabı olumsuz olur.
Başarısız bu girişim muhalefetin seçimi kazanacaklarına olan inancından bir şey götürmemişti. Muhalif Kadıköy Grubu’nun sözcüsü Semih Bayülken gazetelere şu açıklamayı yaptı: “Kongreyi kazanacağımıza eminiz. Çünkü üç yüz elli azamız var. Esasen bu topluluk bugünkü idare heyetinin tutumunu beğenmediğini fevkalade kongre talebiyle zaten ifade etmiştir.”
Böylece kongrede iki DP’li adayın yarışacağı kesinleşmiş oldu. Kongreye üç gün kala kulisler hareketlendi. Muhalif grubun Menderes’le yaptığı görüşmede sözcülük yapan Rüştü Dağlaroğlu, Erozan tarafına geçerek iktidar listesine girdi. Kongre Kadıköy Süreyya Sineması’nda yapıldı. Erozan’ın, İsmet Uluğ, Raif Dinçkök, Rüştü Dağlaroğlu, Müslim Bağcılar’dan oluşan listesine karşı; kongreye katılan 388 üyenin 379’unun oyunu alan Medeni Berk ve listesi seçildi.
Kongre konuşmasının sonunda partili rakibini onore eden Erozan, “Oylarınızı seve seve Medeni Berk’e verin” demiş , kongre sonrasında da “Fenerbahçe’ye hizmet etmek için idareci veya başkan olmak şart değildir. Her zaman ve her yerde hizmete hazırız. Yeni idare heyetine başarılar diliyorum. Fenerbahçe’ye hizmet etmenin zevki büyüktür.” diyerek rakibini kutlamıştır.
7 Mart’ta toplanan Yönetim Kurulu aralarındaki görev paylaşımını şu şekilde gerçekleştirdi: Medeni Berk – Başkan Hasan Kamil Sporel – İkinci Başkan Fikret Kırcan – Genel Kaptan Faruk Ilgaz – Genel Sekreter Talat Ataman – Muhasebeci Kemal Atakul – Veznedar Fahri Atabey, Bülent Büyükyüksel, Müzdat Yetkiner – Üyeler.
İki Farklı Görüş
Medeni Berk’in seçilir seçilmez ilk işi tahmin edileceği gibi stat inşaatını ele almak oldu. Seçimden sonraki gün yapılan yönetim kurulu toplantısının sonunda Berk, TEKB Genel Müdürüne stat projesi üzerinde çalışması için direktif verdi. Berk, toplantı sonunda Başbakan Menderes’ten de randevu alarak, zaman geçirmeden projeye başlamak için önemli bir hamle yapmıştı.
Fenerbahçe Yönetim Kurulu, Berk başkanlığında 8 Mart’ta Park Otel’de Menderes’i ziyaret etti. Menderes görüşmede 50.000 kişi kapasiteli bir stadın ve kulüp lokalinin inşasına hemen başlanması için talimat verdi. Görüşme, Menderes’in 10 Mart stadı ziyaret etmeye karar vermesiyle sona erdi.
Fenerbahçe yönetim kurulu 9 Mart gününü kulüp merkezinde geçirdi. Menderes’in sonraki gün stadı ziyareti öncesi proje üzerinde çalışmalar yapıldı. Bu arada TEKB’in uzmanlara yaptırdığı incelemenin sonuçları hızla kulübe ulaşmış, stadın mevcut yerinde inşa edilmesi görüşü, arsasının satılarak buradan elde edilecek finansmanla Fikirtepe’de alınacak bir arsaya stat ve spor tesisi yapılması görüşünün gölgesinde kalmıştı. Uzmanlar, Fikirtepe’de yeni bir stat yapılmasını daha uygun görüyor , sonraki yıllarda kulüp başkanı olacak o günün yönetim kurulu üyesi Faruk Ilgaz da bu görüşü destekliyor, hatta projenin sunumunu Medeni Berk’e bizzat yapıyordu.
Stadyum Yerinde Kalıyor
Fenerbahçe’nin heyecanla beklediği Menderes’in stadı ziyareti, Başbakan’ın “çıkan bir işi” dolayısıyla gerçekleşmedi. Kamuoyunun konuya olan ilgisi, Başbakanın gerçekleşmeyen ziyareti sonucunda azalmış olsa da, Fenerbahçe camiası kendi içerisinde ortaya atılan iki görüşü tartışmaya başladı.
27 Mayıs’ın ayak seslerinin duyulmaya başlandığı Nisan ayının 15’inde toplanan Yönetim Kurulu, Kulüp Danışma Kurulu’na konu ile ilgili fikirlerini belirtmelerini isteyen birer mektup göndermeye karar verdi. Bu arada iki görüşün detayları da netleşmişti.
İlk görüş şuydu: “Mevcut Stadın genişletilmesi ve ahşap kapalı tribünün yerine daha fazla seyirciyi alabilecek betonarme bir tribün inşa ettirilmesi.”
Buna karşı öneri sürülen ikinci görüş ise “Fikirtepe’de bütün tesisleri ihtiva eden bir spor sitesi inşa edilerek, mevcut stadın yeni stat inşa edilinceye kadar kullanılması ve müteakiben satılması.”
İki görüşün çarpışmasından ilk görüş galip çıktı. Faruk Ilgaz, yönetim kurulu içerisinde bile ikinci görüşü savunurken yalnız kalmıştı. Ilgaz yıllar sonra konu ile ilgili şu açıklamayı yaptı: “Bu teklif kulüp üyelerince iyi karşılanmadı. Özellikle eski üyeler birçok hatıralarının bulunduğu bu stadın satılması fikrine karşı çıktılar.”
Uzmanların ortaya koyduğu projeye karşın, futbolun İstanbul’a geldiği andan itibaren kesintisiz olarak oynandığı statlarındaki geçmişlerinden vazgeçmek istemeyen üyelerin görüşlerinin öne çıkması, yaklaşan 27 Mayıs öncesi ülkenin içinde bulunduğu kriz günleri stat meselesinin rafa kalkmasına neden olacak; Fenerbahçe, Papazın Çayırı’nda kalacaktı.
İki Başkanlı Sezonun Sonu
1959 – 1960 sezonu fiilen iki başkanlı bir sezondur. Agah Erozan’ın yönetiminde başlayan sezon Medeni Berk’in yönetiminde sona ermiştir.
Stadı inşa etmesi için getirildiği başkanlık görevi sırasında Medeni Berk’in kulübün sportif faaliyetlerine herhangi bir katkısı ya da müdahalesi olmadı. Futbol şubesi karışıklıklar içerisinde girdiği sezonu, 27 Mayıs’ın gerçekleşmesinden iki hafta sonra oynanan ligin son maçında 1-0 yenildiği Beşiktaş’ın ardından 5 puan farkla ikinci sırada tamamladı. Medeni Berk’in başkanlığı altında sezonun kalanında toplamda 12 maç yapan futbol takımı, bu maçlarda; 6 galibiyet, 3 mağlubiyet ve 3 beraberlik aldı. Attığı 22 gole karşılık kalesinde 16 gol gördü. Berk, başkanlığı döneminde derbi galibiyeti göremedi.
Medeni Berk, 9 Mart 1960’da stat projesi için kulüpte yapılan toplantıdan sonra futbol takımıyla tanışmış ve daha önceden Ankara’dan tanıdığı “Mikro” Mustafa Güven ile bir süre sohbet edip, başarılar dilemişti. Bu Berk’in futbol takımı ile olan ilk ve tek teması olarak kayıtlara geçti.
Medeni Berk’in yönetimindeki Fenerbahçe’nin şampiyon olan takımları, Kadınlar Voleybol ve Atletizm takımları oldu. Fenerbahçe’nin kadın voleybolcuları hem İstanbul hem Türkiye şampiyonu olarak sezonu tamamladılar. Basketbol Erkek takımı İstanbul ikincisi olduktan sonra, Federasyon kupasını kazanarak katılmayı hak kazandığı Türkiye şampiyonasını beşinci sırada tamamladı. Basketbol Kadın ve Boks takımları İstanbul şampiyonalarında ikinci oldular.
Kaynaklarda geçen, Medeni Berk’in Fenerbahçe’yi tribünden izlediği tek maç 16 Mart 1960 Dolmabahçe Stadı’nda oynanan İstanbulspor maçıdır. Bir önceki hafta İzmir deplasmanında puan kaybedilmesinin ardından 2-1 galip gelinmesine rağmen, oynanan kötü futbol tribünlerde homurdanmalara sebep olmuştu. Maç çıkışı protokol girişinde Fenerbahçeli taraftarlar ile karşılaşan Medeni Berk, bir taraftarın “Fenerbahçe’yi Vatan Cephesi’ne (VC) benzettiler” sataşması üzerine sözün sahibini bir süre bakışlarıyla aramış, daha sonra stadyumdan ayrılmıştı.
Cephe ve Son Dokunuş
Ülke bu dönemde DP’nin VC’yi hamlesiyle giderek daha da kutuplaşıyordu. Partinin “vatanseverler” kişileri üye olmaya çağırdığı bu sivil toplum örgütlenmesinin gerçekte hiçbir faaliyeti yoktu. Devlet Radyosu’nun haber bültenlerinde cepheye katılan yeni üyelerin isimleri okunuyor, bu eylem çoğu zaman da tutarsızlıklarla dolu oluyordu. DP’nin sokak örgütlenmesi VC, işte bu maçtan sonra sıradan bir Fenerbahçe taraftarı tarafından ironik bir biçimde eleştiriliyordu. VC, Medeni Berk’in Yassıada’da yargılandığı davalardan birinin konusu olacaktı.
DP iktidarının sona yaklaştığı günlerde Medeni Berk’in kulüple zaten az olan ilgisi iyice kesildi. Maçtan beş gün sonra Medeni Berk, 1928–1938 yılları arasında Fenerbahçe kalesini koruyan Necdet Erdem’e futbol takımının menejerliğini teklif etti. Erdem tarafından kabul edilen bu teklif Berk’in Fenerbahçe’ye son dokunuşu oldu.
Darbe ve Kongre
27 Mayıs ile beraber Fenerbahçe bir yönetimsel boşluğun içine düştü. Mevcut başkanının da içinde olduğu 3 başkanı tutuklanmıştı. 1 Haziran’da toplanan Yönetim Kurulu, Medeni Berk’i başkanlıktan azletmedi. Bu şekilde müdahaleye açık bir destek vermek istemiyorlar, yaşanacak gelişmeleri bekliyorlardı. Toplantının sonunda basına yapılan açıklamada “Esasen kendisi idare heyeti toplantılarımıza gelmemekte ve müzakereler İkinci Reis Hasan Kamil Sporel riyasetinde cereyan etmektedir” açıklaması yapıldı. Buna göre Medeni Berk’in başkanlığının akıbetine yönetim kurulu değil kongre karar verecekti.
Yönetim Kurulu 26 Haziran’da kongre yapılmasını kararlaştırdı. Kongreye katılım düşük oldu. Kulübün 1960 yılında kongreye katılmaya hak kazanmış 600 üyesi olmasına rağmen, sadece 290 üye yeni başkanı ve yönetim kurulunu seçmek için oy kullandı. Medeni Berk’in yokluğunda ikinci başkan olarak yönetim kuruluna başkanlık yapan Hasan Kamil Sporel, Fenerbahçe’nin yeni başkanı seçilerek görevi devraldı. Böylece Fenerbahçe’nin siyasetle en sıkı ilişkilerini kurduğu DP’li başkanlar dönemi sona ermiş oldu.
Yassıada’da Bir Teknokrat
Askerler 27 Mayıs gününe başladıklarında Medeni Berk bir arkadaşının evinde ailesiyle birlikte yemek davetindeydi. Sokaktaki hareketlilikten, günlerdir yaklaşmakta olan askerin ayak seslerinin artık kapısının önüne geldiğini anlayınca teslim oldu ve hemen tutuklandı. Diğer partililerle beraber yargılanmalarına kadar geçen süreyi doldurmak için Yassıada’ya gönderildi.
Memuriyetten gelen bir teknokrat olması ve siyasete henüz 2,5 yıl önce atılmış olması Yassıada’da bazı DP’lilerin karşılaştığı kötü muamelelere maruz kalmasını bir anlamda engelledi. Bölümün devamında da görüleceği üzere Medeni Berk bu iki argümanı mahkemedeki savunmasının merkezine oturtacaktır.
Yassıada’daki tutukluluk günlerini eşi Mukadder Hanım ile olan mektuplaşmalarından anlaşıldığı üzere, çalışma hayatının bir prensibi olarak belirlediği, erken kalkarak ve kitap okuyarak geçiriyordu. Medeni Berk’in hapis hayatında eşine yazdığı mektuplardan bazı bölümlerin, hem adadaki yaşamını hem de içinde bulunduğu ruh halini yansıttığı için buraya eklenmesinin uygun olduğu düşüncesindeyiz.
“Hep arkadaşlarımın hanımları yazdı, evlerini aramışlar ve bazı şeyler almışlar. Benim teyp bantlarımın ehemmiyeti yok. Gül (kızı) üzülmüştür, ehemmiyet vermesin, yine iyisi olur… Burada nisbi bir sükûna girdik. Her gün okuyor ve okuyoruz”
“Dostlar, hakiki dostlar ve iyi gün dostları kim bilir nasıl belli olmuştur? Hiçbirine aldırma, sen yine çalışma zevkiyle bana güven. Artık sade senin ve kızım için çalışacağım. Enayi gibi tatillerimi, dinlenme günlerimizi harcamışız. Şimdi seni ve kendimi çam ağaçlarının altında veya kızgın bir denizin ortasında görüyorum. Bir hayal bile olsa ümit ediyorum. İyi dostlarımızı iyi tanı da, biz de hakiki insanları unutmayalım
“Çok erken kalkıyorum, yatağımdan, kalkmadan biraz vakit geçiriyorum. Sen daima erken kalkıp çalışmaya başlamamdan şikayetçisin. Hakikaten durabilir miyim, çalışmayabilir miyim, zannetmiyorum.”
“İşler inşallah düzelecek, ben her geçen gün daha ümitliyim. Gazeteler bile bana bir çamur sıçratmamaya gayret ve itina ediyor. Olsa idi çoktan ipliğimiz pazara çıkardı”
İddialar
Medeni Berk mektuplarında her ne kadar gazetelerde kendisi hakkında suçlayıcı haber ya da yorumlar çıkmadığından bahsetmiş olsa da Yüksek Adalet Divanı (YAD) önüne çıkacağı tarih yaklaştıkça ismi sütunlarda yer almaya başladı.
27 Mayıs taraftarı gençlerin yaptığı gösterilerde “Medeni Berk, dolarları etti terk” pankartının yer alması gazetelere haber oldu. Sonraki günlerde “yüz binlerce lira” maliyetle döşenmiş makam odasının ihtişamından bahsedildi.
Ege Bölgesi’nde faaliyet sürdüren bazı işadamlarını zorla VC’ye kaydettirdiği, buna karşı çıkanları da ekonomik olarak baskı aldığına ilişkin iddialar sözü edilen işadamlarıyla röportajlar gazetelerde yer aldı. Altan Öymen 2013 yılında piyasaya çıkan anılar serisinin 4.kitabı “Ve İhtilal”de, İş insanı Vehbi Koç’a Medeni Berk tarafından yapılan “CHP’den istifa et ve DP’ye katıl” baskısını dile getirdi.
Medeni Berk aynı zamanda devlet bankalarından VC’ye zorla bağış istemekle suçlanıyordu. Nitekim Berk, yargılaması sırasında bağış istediğini kabul edecek ancak bunu “kurumlarının iç tüzüğü izin veriyorsa” yapmalarını istediğini söyleyecektir.
Bazılarının gerçekliği tartışılabilir olan bu haber ve yorumların en dikkat çekici olanı ise CHP lideri İsmet İnönü’nün öldürülmesi ve gösteri yapan öğrencilere daha fazla şiddet uygulanması için verdiği talimatın kaydedildiği ses bantlarının ele geçirildiğine ilişkin olanıydı. Medeni Berk, duruşmalar başladıktan sonra mahkemede dinlenen bu ses kayıtlarının kendisine ait olmadığı iddia etti. Mahkeme kararlarında bantlarda yer alan konuşmalarla ilgili bir hükme rastlanılmaması Berk’in iddiasının doğruluğunu kanıtlayacaktır.
Mahkeme
Medeni Berk, YAD’da, “İpar”, “Gemi” , “Vatan Cephesi” “Arsa-İstimlak” ve son olarak da “Anayasayı İhlal” davalarında yargılandı. İpar, Arsa-İstimlak ve Vatan Cephesi davalarında suçlu bulundu ve toplamda 15 yıl hapse çarptırıldı.
Berk bu davalarda yaptığı savunmalarda kendisine verilen görevleri Adnan Menderes’in emirleri doğrultusunda yaptığını ısrarla vurguladı. Anayasa’yı İhlal Davası’nda ise kendisine itham edilen suç “Adnan Menderes’in dikta politikalarına hükümet üyesi derecesinde iştirak etmiş olmak”tı. Üç numaraları sanık olarak yargılandığı bu son davada hakkında verilen hüküm ise müebbet hapis oldu. Karar açıklandığında derin bir nefes alıp vermesi ise mahkemeyi izleyenlerin dikkatinden kaçmadı.
Medeni Berk’in Yassıada’da avukatlığını yapan iki isimden biri sonraki yıllarda Türk siyasetinde önemli rol oynayacak, parti başkanlığı, TBMM Başkanlığı gibi görevler yürütecek olan Hüsamettin Cindoruk’tu. Cindoruk’un yaptığı savunmanın giriş kısmı; Berk hakkında yaptığımız değerlendirmelerin bir özeti niteliğindedir.
“Medeni Berk, Başvekil Yardımcılığı’na uzun yıllar süren politik hayatının sonunda varmamıştır. Bu mevki devlet hizmetinin çeşitli kademelerinde başarılı bir idarecilik hayatından sonra 2,5 yıl içerisinde geldiği bir mevkidir. Üç numaralı sanık olması davanın protokol sırasına göre açıldığının göstergesidir. Diğer sanıklara meclisteki konuşmaları ve faaliyetleri üzerinden suçlama yapılırken aynı durum müvekkilim için geçerli değildir. 1957 Yılında seçime girdiğinde Demokrat Parti üyesi bile değildir. Seçildikten sonra da meslek hayatının devamı niteliğinde teknik bir bakanlığa atanmıştır. (…..) Medeni Berk, siyasi tansiyonun gergin hale geldiği bir tarihte Mart 1960’da İzmir’de seçimlerin ilkbaharda yapılacağı müjdesini gazetelere vermiştir. Bu onun 2,5 yıllık siyasi hayatının tek siyasi demecidir. Bu demeç içerik itibariyle haber verme amacı taşısa da aynı zamanda bir seçim temennisi niteliğindedir. Seçim isteyen ve müjdeleyen bir politikacının diktaya gidişin faili olacağını kabul etmek imkansızdır.”
Medeni Berk kendisine verilen ömür boyu hapis cezasını tamamlamak için arkadaşlarıyla beraber Kayseri Cezaevi’ne gönderildi. Berk’in hayatının, sağlık sebepleri tahliye edilmesine kadar sürecek, Yassıada davalarına dahil edilmeyen çeşitli davalarla yargılandığı bir dönem başladı.
Kayseri’de Beraat Yılları
Medeni Berk, Kayseri Cezaevi’ndeyken Yassıada’da sonuca bağlanmayan “Görevi Kötüye Kullanma” ve “Sebepsiz Zenginleşme” davalarına İstanbul’da devam edildi.
Berk, TEKB Genel Müdürü iken bankaya bağlı şirketlerden DP’ye usulsüz para toplama yoluyla partiye çıkar sağlamakla da suçlandı. Başbakan Yardımcısı iken devlet kurumlarından bağış topladığı iddiaları bu duruşmalarda karşısına çıktı. Bu suçlamaya karşı Berk; Başbakan Menderes’ten seçimler için gerekli paranın temini için emir aldıktan sonra bazı banka ve işletme genel müdürlerini davet edip kimlerden ne nispette para isteyeceklerine dair liste verdiğini itiraf etmiş, fakat paranın alınması için baskıda bulunmadığını, ayrıca bu müesseselerin CHP’ye de yardım ettiğini söylemiştir. Berk, 28 Aralık 1962’de “Sebepsiz Zenginleşme” ve 18 Mart 1963’te “Görevi Kötüye Kullanma” davalarından beraat etti.
Başlarında Celal Bayar olmak üzere hüküm giyen tüm DP’lilerin yaşadığı Kayseri Cezaevi’nde; devrik iktidar partisi üyelerinin belli bir hiyerarşi içerisinde günlerini geçirdikleri kaynaklara yansımıştır. Devlet Arşivleri’nde karşımıza çıkan ve Kayseri Cezaevine getirilen bir miktar paranın konu edinildiği belge bu hiyerarşinin bir kanıtıdır.
Cezaevi’nden İçişleri Bakanlığı’na yazılan bir raporda şu ifadeler yer almaktadır:
“Yassıada eski hükümlülerinden olup tahliye edilen İzmir eski Milletvekili Enver Dündar Başer’in iki ay önce Kayseri Cezaevi’ne gelerek hükümlü düşük bakanlardan Medeni Berk’e 20.000 lira verdiği Cezaevi Muhafız Jandarma Komutanı Yüzbaşı Yılmaz Erkekoğlu tarafından haber alınmıştır. Medeni Berk ve Necmettin Önder ve Samet Ağaoğlu’nun cezaevindeki hükümlülerin güya temsilci idarecileri olarak bu tür yardımları ister ve alır oldukları derlenen bilgiler arasındadır”
Celal Bayar’ın liderlik ettiği bu hiyerarşide Medeni Berk’e düşen görev bu rapora göre temsilci idarecilikti. Bu görev gereği de partili mahkumların masraflarını karşılamak için dışarıdan para toplanıyordu. Berk’in asıl mesleği olan bankacılığa yeniden ısınmaya başladığı, tahliye edilmeden sekiz ay öncesine ait bu raporda da yer aldığı üzere, cezaevindeki para işlerini kontrol etmesinden anlaşılmaktadır. Nitekim Berk, 27 Ekim 1964’te tahliye edilmesinden sonra, asıl mesleğine geri dönecek ve tekrardan zirveye çıkacaktır.
Sabancı – TOBB – Tütünbank
Medeni Berk, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından sağlık sebepleri dolayısıyla affedildikten sonra zaman kaybetmeden meslek hayatına geri döndü. Kendi anlatımıyla gelen bir telefon ile Akbank’ın genel müdürlük görevini devraldı. Telefonun karşısında Sakıp Sabancı vardı.
Medeni Berk, 1964 yılında başladığı bu görevi 1980 Temmuz ayına kadar yürüttü. Bu süre zarfında holdingin üst düzey bir yöneticisi olmaktan daha öteye geçti. Aile ile kurduğu yakın ilişkiler üçüncü nesil Sabancıların hatıralarına bile girdi. 2004 yılında verdiği röportajda Akbank yöneticisi Suzan Sabancı Dinçer, Berk’ten şöyle bahsetmektedir:
“Çocukluk yıllarımda bankaya gider dönemin Genel Müdürü Medeni Berk’in evraklarını taşırdım. Berk, her zaman ‘iyi bir bankacı olmak için iyi matematik bilmek gerekir’ deyip, bana matematik çalıştırırdı.”
Medeni Berk, genel müdürlüğünün üçüncü yılının sonunda bankanın yeni girişimi olarak kurulan Akçimento’nun ortaklarından biri oldu. Artık sadece bir yönetici değil aynı zamanda büyük bir şirketin de hissedarıydı. Yaptığı bu atılım ile 1967 yılının kişiler bazındaki İstanbul Vergi Rekortmenleri Listesi’ne giren Berk, artık Tarabya’da Sümer Palas Korusu’nda yaşamaya başlamıştı.
Berk’in Sabancı Holding ile beraber yükselişi Lassa Lastik Sanayi’nin yönetim kurulunda yer almasıyla sürdü. Kendisi ile beraber bu kurulda yer alan Turgut Özal, sonraki yıllarda Türk siyasetinde zirveye çıkacak, ülkenin Cumhurbaşkanı olacaktı.
Medeni Berk’in cezaevinden çıktıktan çok kısa bir süre Sabancı Holding bünyesindeki Akbank’ın genel müdürü olması, onun aile ile ilişkilerinin geçmişe dayandığını gösterir. Nitekim bu ilişkiler, Yassıada duruşmaları başlamadan önce kurulan Yüksek Soruşturma Kurulu’nun Berk hakkında sunduğu “Gayrı Meşru Servet” raporuna da konu olacaktı. Sözü geçen rapor yer alan iddiaların basına yansıma şöyleydi:
“Medeni Berk, Adanalı milyoner Hacı Ömer’e 1953 yılında 5 milyon liralık usulsüz kredi sağlamıştır. Bu 1,7 milyon dolar tutan ve sabık Demokrat Parti iktidarı zamanında bir şahsa verilen en yüksek döviz kredisidir. Berk, Hacı Ömer’e 30 Nisan 1955’de 1 milyon dolarlık bir kredi tahsisi de yapmıştır. Bu miktar o zaman piyasa ihtiyacına ayrılan dolar kotasının tamamıdır”
Medeni Berk, görevlerine devam ederken Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Necmettin Erbakan’ın Başbakan Süleyman Demirel ile anlaşmazlığa düşmesi sonucunda yeniden bürokrasiye döndü. 1969 Yılında, Banka Kredileri Tanzim Komitesi’nde görev alan Berk’in yeni görevi, 30 Mayıs 1971’e kadar sürdüreceği TOBB başkanlığıydı. Erbakan’ın delege listelerinin usulsüz şekilde yapıldığını öne sürerek noter yoluyla protesto ettiği seçim sonucunda Berk, başkan seçilmişti. Erbakan döneminde yatırım kotalarını dağıtma yetkisini TOBB’un elinden alan Başbakan Demirel’in, Berk’in seçilmesinden sonraki ilk işi bu yetkiyi tekrar birliğe vermek oldu. Hükümetin kendisine açık desteğine rağmen TOBB başkanı olduğu dönemde ekonomik eleştirilerini açıklamaktan çekinmedi. Dış kaynaklı kredilerin gelişmeye yetmeyeceği , piyasadaki para darlığı , yeni vergilerin enflasyona sebep olacağına ilişkin görüşlerini hükümete yönelik eleştirilerin merkezine oturttu.
Medeni Berk, 1974 yılında siyasi yasağının kaldırılmasına rağmen tıpkı kendisinden önceki Fenerbahçe Başkanı Agah Erozan gibi politika ile ilgilenmedi. “Büyük meclislerin (meclis ve senato) bu kararını şükranla karşılamaktan başka bir şey düşünmedim. Kendimi mesleğime vermiş durumdayım.” açıklamasıyla yasamaya teşekkür etmekle yetindi.
Berk, 1980 yılında Akbank’taki görevinden ayrıldı. Meslek hayatının son durağı olan Tütünbank’taki üstlendiği görev yönetim kurulu başkanlığıydı. 1924 Yılında Ege Bölgesi’nde yerel bir banka olarak kurulan Tütünbank, 1980 yılında Yaşar Holding tarafından satın alındı ve yönetimin başına Medeni Berk getirildi. Berk’in bankanın gelişimine yaptığı iki büyük katkı, İstanbul şubesini açmak ve banka hisselerini halka açmak oldu.
Emeklilik yıllarını İstanbul’da geçiren Medeni Berk, 16 Mart 1994’te vefat etti. 81 yaşında hayatını kaybeden Berk, Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verildi.
1992 yılında TBMM KİT komisyonunda TEKB’nin hesapları incelenirken kendisinin bankanın herhangi bir projesinden bir ev sahibi bile olmadığının ortaya çıkması üzerine kendisini ziyaret eden gazetecilere verdiği, “Biz hesabımızı Yassıada’da verdik, eğer açığımız olsaydı orada ortaya çıkardı” son demeci oldu.
Bir Devir için Son Söz
Futbol, Türkiye’de oynanmaya başladığı günden itibaren siyasi iktidarların dikkatini üzerine çeken bir olgu oldu.
Fenerbahçe, 114 yıllık tarihiyle hala bu olgunun en büyük aktörüdür ve olmaya da devam edeceği su götürmez bir gerçektir. İttihat ve Terakki döneminde, Meşrutiyet Devrimi’nden hemen sonra 1909 yılında çıkan dernekler kanunu ile 1913 yılında tescil edilen Fenerbahçe’nin; 1957-1960 yılları arasındaki üç yılı, çok partili demokrasimizde futbol – siyaset ilişkilerinin bir laboratuvarı niteliğindedir.
27 Mayıs ile zorunlu olarak biten bu ilişki, bir siyasi iktidarın bir spor kulübüne verdiği önem açısından benzersizdir. Agah Erozan’ın başkanlığı ile sportif olarak çok başarılarla başlayan bu süreç; stadyum inşaatı için göreve gelen Medeni Berk’in daha Kadıköy’ün havasına alışamadan gerçekleşen askeri müdahale ile sona ermiştir.
Medeni Berk, görevi devraldığı Agah Erozan’ın aksine, başkanlığı sona erdikten sonra Fenerbahçe ile yakın ilişkilere girmemeyi tercih etmiştir.
Bankacılık mesleği, geç yaşlarda adım attığı emekliliğine kadar hayatının merkezinde olmuştur. “Stadyumun taşınması” tartışmaları onun döneminden günümüze uzanan, daha birkaç sene öncesinde bile gündeme gelmiş bir konu olarak Fenerbahçe tarihindeki yerini almıştır.
Tenis camiasında üstlendiği görevler de göz önünde bulundurursa Medeni Berk, bir spor yöneticisi vasfıyla da Fenerbahçe’ye başkan olmuştur. Nitekim Menderes tarafından önerildiğinde başkanlık görevine itiraz ettiğine dair bir bilgiye kaynaklarda rastlanmamıştır.
Berk, kısa süreli başkanlığına rağmen “Fenerbahçe Başkanı” sıfatını ölene kadar taşımış; 1966, 1988 ve ölümünden sadece iki ay önce 1994’te gerçekleşen Fenerbahçe Başkanları toplantısına katılmıştır.
Fenerbahçe’nin kuruluşunun Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar geçen dönem içerisinde özel bir anlamı vardır. Bu anlam, bir avuç gencin, yaşadıkları topraklarda yabancıların hakimiyetinde oynanan futbol oyununa, adeta isyan ederek, dahil olmalarında gizlidir.
Çoğunlukla yabancıların yaşadığı Kadıköy’de, yine yabancı çocukların çoğunlukta olduğu bir okulda görev yapan bir Türk öğretmenin sözleriyle filizlenen “bağımsızlık” ve “eşitlik” gibi duygular; Fenerbahçe burnundaki çayırlarda yaptığı antrenmanlarla kendini göstermiş ve Fener’e ışık olmuştur.
1907 yılının bahar aylarında Fenerbahçe Spor Kulübü’nü meydana getiren gençlerin taşıdığı duygular, kuruluş yıllarında çekilen zorluklara rağmen zayıflamamış; ülkemizin (Mustafa Kemal Paşa tarafından yakılan) bağımsızlık ateşinin etrafında pervane olmuştur.
Fenerbahçe Spor Kulübü, “kendisine ebedi muvaffakiyetler” dileyen Mustafa Kemal Paşa’nın kulübü ziyaret günü olan 3 Mayıs’ı, “Kuruluş Günü” olarak kutlamaktadır. İşte bugün 114 yaşına gelen Fenerbahçemizin içinde tarih yatan mazisinden satır başları….
23 Temmuz 1908’de tekrar ilan edilen Meşrutiyet sonrasında Türkiye toprakları adeta cemiyetler ve kulüplerle dolup taşmıştı.
Fenerbahçe’nin ismi 1908 yılı başlarından itibaren günlük gazetelerde maç haberleri görülmeye başlanmış, bugüne kadar tespit edilen ilk fotoğrafı ise, 1908’in Aralık ayında Musavver Muhit adlı dergide yayınlanmıştı.
Bu sırada Padişaha ait olan Papazın Çayırı’nın bir bölümü Fenerbahçe’nin Kurucu Başkanı Nurizade Ziya Songülen’in de aralarında bulunduğu girişimciler tarafından kiralanarak “Union Club” kurulmuş, günümüzün Fenerbahçe Stadyumu’nun bir anlamda temeli atılmıştı.
Bu tarihten kısa bir süre sonra Ayetullah Bey dışında kalan kurucular türlü nedenlerle kulüpten ayrıldılar. O zaman yüzbaşı olan Mustafa Kemal Bey Fransa’da, Picardie manevralarında iken, Fenerbahçe tarihinin ilk buhranını geçiriyordu.
Sahaya çıkaracak sporcu bulamadığı için Üsküdar Pazaryolu Kulübü ile birleşen Fenerbahçe’nin, yapılan ilk toplantıda bağımsızlığının tehlikeye düşmesi üzerine ayağa kalkan Ayetullah Bey’in kulübü bu badireden nasıl kurtardığını, o gün o toplantıda bulunan Nasuhi Baydar’dan dinleyelim:
“Fenerbahçe’nin o zamanki reisi Ayetullah Bey’di. …. Hukukçuların tumturaklı nazariyeleri karşısında bunalıp…. ayağa kalktı. Ve Fenerbahçe’nin idare heyeti eskisi gibi kalacak, siz de bizlere tabi olacaksınız hükmünü tebliğ etti (bildirdi). “Bizimle birleştiniz, isim değişikliği bahis mevzuu (söz konusu) olamaz!” Pazaryolluların Reisi, bir hukukçu cevap verdi : – “Hayır sizinle birleşemedik, iki kulüp birleşti. İsim bahse konulmalıdır” Sonra bir teklif ile geldi: – “Nizamnamenin diğer maddelerine kat’i şekli (son şekli) verelim, yeni idare heyetini de seçtikten sonra isme avdet ederiz (geliriz)” Ayetullah, birdenbire, köpürdü: – “Nizamnameyi bitirelim, idare heyetini de ekseriyetinizle kuralım, sonra bu idare heyeti, bu ekseriyet Fenerbahçe’nin kuyusunu kazsın, arkadaşlarımızdan dilediğini alıkoyup üst tarafını kapı dışarı etsin. Nerede bu bolluk! Biz Fenerbahçe’yi yalnız futbol oynamak için değil, bundan çok daha yüksek maksatlarla kurmuş ve bugüne kadar yaşatmış olanlardanız. Yolumuzda yürümek isterseniz elbirliğine hazır olduğumuzu söyler, aksi takdirde sizlere (gazinonun kapısını göstererek) buyurun, deriz” Pazaryolluların Reisi, bu sert muamele karşısında, sordu : – “Siz kim oluyorsunuz da pişmiş aşa su katıyorsunuz?” “Fransız kralı XIV. Louis, La loi, c’est moi! dermiş. Ben de Fenerbahçe benimdir diyorum.”
Fenerbahçe, bu tehlikeli dönemeçten iki sene sonra, 1912’de ilk şampiyonluğunu yaşadı.
Mekteb-i Sultani’den ve Galatasaray takımından ayrılan Hasan Kamil Sporel ile birlikte daha da güçlenen Fenerbahçe’de; Elkatipzade Mustafa Bey, İstanbul çayırlarından topladığı futbolcularla Türkiye’nin ilk altyapı takımlarını oluşturarak, futbol tarihine ve Fenerbahçe’nin sonraki 20 yılına adeta tek başına damgasını vurdu.
Nasuhi Baydar, bu büyük Fenerbahçeliyi şöyle anlatacaktı:
“Gündüz mağazaya, gece eve gitmeyip Fenerbahçe’nin istikbal ve hali ile meşgul olduğu günler birbirini takip etti. Mustafa artık kulüpte yatıyor, kulüpte yiyor, yalnız kulübün işleriyle alakalanıyordu. Fenerbahçe’ye maddi veya manevi yardımda bulunabilecek kim varsa, Mustafa bunların hepsiyle dost oluyordu Filan yerde bir sandal, falan yerde iki kale filesi, şu gümrük ambarında birkaç çift spor kundurası, burada bir az tahsisat, hepsini Mustafa öğreniyor, Fenerbahçe’ye temin etmenin yolunu buluyordu. Ve böylece, Fenerbahçe varlıklı bir müessese olurken Mustafa da kendi varlığını kaybetti, babasının mirasını bile… Fenerbahçe Mustafa’ya neler borçlu değildir? Bunun muhasebesini değme mütehassıs tutamaz. Fakat, Mustafa bütün alacaklarını bir iki gole, bir şampiyonluğa çoktan helal etmiştir.”
Ertesi sene 1913 tarihli tüzüğünü yazan Fenerbahçe, Cemiyetler Kanunu’na göre tescil edilen kulüpler arasına katıldı.
Nafia Nazırı Mehmet Hulusi Bey’in ve Galatasaray’dan Fenerbahçe’ye geçen Doktor Hamit Hüsnü Kayacan’ın, sırayla Başkan oldukları 1913-1915 yılları arasında Fenerbahçe başarıdan başarıya koşarken, kulüp tarihini asıl damga vuran isim ise Galip Kulaksızoğlu oldu.
Seneler boyunca kulübe yeni gelen bütün genç sporcuları Atatürk’ün Fenerbahçe hatıra defterine yazdığı yazının karşısına götürüp onlara bu yazıyı okuyan, bütün çağdaşlarının deyimiyle “en büyük Türk sporcusu” Galip, Fenerbahçe’nin kuruluşundan itibaren bütün branşlarda spor yaptı. Genel kaptanlık, başkanlık, hatta stadyum müdürlüğü bile yaptı. Ölene kadar kulübüne hizmet etti, kulübü için yaşadı.
1914 yılı, artık bir spor kulübü olan Fenerbahçe için alabildiğine hareketli geçti.
O sene ilk Galatasaray galibiyeti alındı.
1932’deki yangın felaketine kadar evimiz olacak ve birbirinden meşhur konukları ağırlayan Kuşdili Lokali açıldı.
İkinci İstanbul Ligi şampiyonluğu kazanıldı ve Fenerbahçe ilk yurt dışı seyahatine, Rusya’ya gitti.
Fakat 1914 yılı bitmeden dünya kelimenin tam anlamıyla birbirine girdi.
Fenerbahçe’nin ilk Galatasaray galibiyeti
Kuşdili Lokali’nin açılışı
1913-1914 şampiyonu Fenerbahçe
Rusya seyahatine çıkan Fenerbahçe futbol takımı ve yöneticileri
Cumhuriyet döneminde bakanlık görevi de yapacak olan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kadıköy sorumlusu Sabri Toprak, savaş yıllarında kulübün başkanlığını yürüttü ve kulüp üyelerinin cepheden cepheye koştuğu seferberlik zamanlarında kulübe muazzam hizmetlerde bulundu. Sabri Toprak, aynı zamanda Fenerbahçe tarihinin en kıymetli misafirini kulübe getiren isim olacaktı.
Savaş sona ermeden kısa bir süre önce, 3 Mayıs 1918 tarihinde, o dönem adı İttihat Spor Sahası olarak bilinen Kadıköy Fenerbahçe Stadı’nda bir İdman Bayramı yapılacaktı.
Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa, bir önceki geceyi, Fenerbahçe Başkanı olan, arkadaşı Sabri Bey’in evinde misafir olarak geçirdi.
Öğlen saatlerinde de Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Kuşdili’ndeki lokalini ziyarete geldi ve burada saatlerce kaldı.
Son dönemde yapılan araştırmalarda ortaya çıkan gazete haberleri, Mustafa Kemal Paşa’nın sadece Fenerbahçe kulübü’ne değil, aynı zamanda Fenerbahçe Stadyumu’na da geldiğini böylece kanıtlamış oldu.
Yalnızca 1 sene sonra millî mücadeleyi başlatmak için Anadolu’ya geçecek olan Atatürk, önce kulüp hatıra defterini imzaladı.
Günün sonunda Elkatipzade Mustafa Bey’in idaresindeki futaya binip Sabri Bey’in Moda’daki evine geri dönmeden önce iskeleden kendisini uğurlayanlara dönerek “Fenerbahçe’ye ebedi muvaffakiyetler dilerim” dedi.
O gün orada olanlardan biri de Münir Nurettin Selçuk’tu. Seneler sonra bir röportajında o günü anlattı :
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşlarına İstanbul’da destek verenler içinde Fenerbahçe Spor Kulübü de bulunuyordu.
Mütareke ve işgal yıllarında esir şehrin moral kaynağı olan takım, Türk halkını Fenerbahçe’ye aşık etmişti.
Sabri Toprak uzun bir süre, diğer vatanseverlerle birlikte Malta’da sürgündü. Geri döner dönmez, Anadolu’ya geçti.
1921 senesinde Londra’ya giden Türkiye Büyük Millet Meclisi heyetinde, Fenerbahçe’nin Kurucu Başkanı Nurizade Ziya Bey bulunuyor, kulübün 1 numaralı üyesi Enver Yetiker, İstanbul gümrüğünde Milli Mücadele için çalışıyor, bir diğer kurucumuz Necip Okaner ise deniz subayı olarak çarpışıyordu.
Fenerbahçeliler sadece sahada değil, Milli Mücadele’nin her cephesinde savaşıyorlardı.
1922 Türkiye için zaferin yılı oldu.
Anadolu’da Milli Mücadele’yi kazanan Türk ordusu, aynı yılın Ekim ayında, başlarında Refet Paşa olduğu halde İstanbul’a giriyor, onları karşılayanlar arasında Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı heyeti de bulunuyordu.
Refet Paşa birkaç gün sonra, önce Fenerbahçe Stadyumu’na, sonra da kulübün Kuşdili’ndeki lokaline ziyarete gelecek, orada 4 sene önce Mustafa Kemal Paşa’nın imzaladığı deftere “En büyük günü beraber geçirdiğim Fenerbahçelilere” yazacaktı.
1923’de Fenerbahçe, artık onlarca şubesi olan çok büyük bir spor kulübü olarak, üçüncü tüzüğünü kaleme aldı.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, Fenerbahçe Atatürk’ün “Yeni Devlet, Yeni Toplum” idealine sıkı sıkı sarılacak, Atatürk’ün gösterdiği yolda, bütün inkılapları canı gönülden destekleyecekti.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1925 yılında Bursa’da bir Fenerbahçe maçını izledi. Dönemin resmi gazetesi sayılan Hakimiyet-i Milliye’de yer alan habere göre Mustafa Kemal Paşa; Fenerbahçe ile Bursa ve Ankara karmasının karşı karşıya geldiği ve 1-1 sonuçlanan maçı, kendisi için özel olarak hazırlanan tribünde izlemişti.
1926 Şubat ayında, Fenerbahçe Stadı’nda ilk Türkiye Kadınlar Atletizm müsabakaları yapılacak. Fenerbahçeli Mübeccel Argun da şampiyonlar arasında yerini alacaktı.
1929 yılında, Türkiye’nin ilk kadın inşaat mühendislerinden Sabiha Rıfat Ecebilge Gürayman, Fenerbahçe’nin şampiyon erkek voleybol takımında forma giydi.
“Daha selametle, daha dürüst olarak yürüyebileceğimiz bir yol vardır: “Büyük Türk kadınını meclisimizde müşterek kılmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmi, ahlaki, içtimai, iktisadi hayatta erkeğin arkadaşı, muavin ve destekleyicisi yapmak yoludur” diyen Atatürk’ün aydınlık toplum ideali, Fenerbahçe’nin ışık saçan feneri oldu.
1927 senesi, hem Fenerbahçe hem de İstanbul’un tarihi için önemli bir senedir.
Cumhuriyetin ilanından sonra ilk kez İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayanlar arasında Fenerbahçe Spor Kulübü de vardır.
Fenerbahçeli denizcilerin Moda açıklarına gelen Mustafa Kemal Paşa’ya kayıklarıyla yaptıkları karşılama dönem basınınca “emsalsiz” olarak nitelenmiştir. Bu karşılamadan sonra teknesi kıyıya yanaşan Mustafa Kemal Paşa, yanındakilerden bir dürbün istemiş ve bir süre Fenerbahçe kıyılarını seyrettikten sonra “Şurası ne güzel bir yerdir” demiştir.
1927’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından günler boyunca okunan “Nutuk” adlı eserin, seneler sonra Fenerbahçe Başkanlığı da yapacak olan, Fenerbahçeli futbolcu Bedii Yazıcı tarafından günümüz Türkçesine uyarlanması, Fenerbahçe ile Atatürk’ü tekrar bir araya getiren önemli bir olaydır.
1931 ve 1932 yıllarında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal imzalı iki kararname ile Fenerbahçe Stadyumu önce 10 yıllığına Fenerbahçe’ye kiralandı, sonrasında ise Fenerbahçe’nin mülkü oldu.
1932’nin 5 Haziran gecesini 6 Haziran sabahına bağlayan saatlerde, Fenerbahçe tarihinin en büyük felaketlerinden biri yaşandı.
18 sene boyunca Fenerbahçe’nin bütün hatıralarına ev sahipliği yapan Kuşdili Lokali feci bir yangın neticesinde yok oldu. Türkiye’nin dört bir yanından taraftarların, gazetelerin bağış kampanyaları aracılığıyla yardıma koştuğu Fenerbahçe’ye en büyük bağış Mustafa Kemal Atatürk’ten geldi.
1933 yılında Fenerbahçe, yurtta büyük yankı uyandıran, ilk Türkiye Şampiyonluğu’nu kazandı.
Fenerbahçe Atatürk’ün sağlığında biri 1935, diğeri 1937 yıllarında olmak üzere iki ulusal şampiyonluk daha kazanacak, 28 şampiyonlukla bugüne kadar en çok Türkiye şampiyonu olan takım unvanını koruyacaktı.
1934 senesinde, büyük bir törenle Fenerbahçe Stadyumu’na Atatürk’ün bir büstü konuldu.
Fenerbahçeli sporcular, Atatürk’ün Fenerbahçeli çocukları, yüzleri Gazi büstüne dönük olarak şu şekilde ant içtiler:
“Büyük Atatürk, Senin açtığın yolda, senin göstereceğin hedefe yürüyeceğimize, bizlere emanet ettiğin Cumhuriyeti koruyacağımıza, Türk ruhu, Türk asaleti, Türk sporculuğu ve mertliği ile senin peşinden geleceğimize, gözlerimizi senden ayırmayacağımıza ant içeriz.…“
Bundan sonra, uzun seneler boyunca ve 1938’de sonra gitgide artan bir özlemle, bütün kuruluş yıl dönümleri o büstün önünde kutlanacaktı.
1935’de kurucuları arasında Celal Bayar’ın ve Fenerbahçe tarihinin en büyük golcüsü Zeki Rıza Sporel’in de bulunduğu Moda Deniz Kulübü kuruldu.
Atatürk, çok sevdiği Kadıköy’e ve Fenerbahçe’ye her sene bir kez geliyordu. Fakat 17 Mayıs 1936’da Mustafa Kemal Atatürk Kadıköy ve Fenerbahçe semtlerine adeta bir güneş gibi doğdu.
Bu ziyaretin bir fotoğrafı bugün Fenerbahçe Stadı’nı süslüyor. O mutlu günün diğer resimleri ise Suna ve İnan Kıraç Vakfı – İstanbul Araştırmaları Enstitüsü arşivinde ortaya çıktı.
Saint-Joseph Lisesi’nde Türkçe öğretmeni iken Fenerbahçe Spor Kulübü’nün temellerini atan Enver Yetiker, 1937 yılında İstiklal Madalyası aldı. Fenerbahçe’yi beraber kurduğu Nurizade Ziya Songülen, bir sene önce, 1936’da hayata veda etmişti… 1938’in Şubat ayında ise Sabri Toprak vefat etti…
Birkaç ay sonra, Türkiye en büyük kaybını yaşayacaktı…
10 Kasım 1938’de, sabah 09:05’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, hayata gözlerini yumdu. Hatırası sonsuza dek Türk halkının ve “takdirlerine ve tebriklerine mazhar olan” Fenerbahçe camiasının kalbinde yaşayacak.
Bugün, Türkiye’de futbol teşkilatlanması üzerine yaptığım yayınların sonuncusu olarak; Türkiye’ye futbolun gelişi ve gelişmesini, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın (TİCİ) Osmanlı dönemindeki kuruluşu sırasında yaşanan hukuki tartışmaları ve bu teşkilatın yeni Türkiye ile ilk temasını konu edineceğim. Huzurlarınızda “Osmanlı Futbolunun Kurumsallaşması”
Türkiye’de futbol İzmir ve İstanbul’da 1870’lerden sonra oynanmaya başladı. Önemli bir liman kenti olan İzmir ve devletin başkenti İstanbul’da futbola yabancılar öncülük ettiler. Abdülhamit döneminde Türkler için sakıncalı olan bu spor, yabancılar içinse serbestti. Osmanlı arşivinde futbol ile ilgili en eski belge 1890 ile tarihlenmekte; içeriğinde ise “Kadıköy’ünde Moda’da oturan Mösyö Whittal ve oğullarının himayesinde Kuşdili Çayırı’nda futbol oynandığı” Zaptiye Nazırı tarafından Yıldız Sarayı’na bildirilmekteydi.
Dönem üzerinde yaptığımız araştırmalarda, 4 Mart 1908 Tarihli Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde yer alan bir yazının altında imzasına rastladığımız Ethem Nejat’ı “İlk Türk Spor Tarihçisi” olarak kaydediyor ve futbolun kısa sürede gösterdiği gelişmeyi anlattığı detaylı yazısının bir kısmını sizlerle buluşturuyoruz.
“Memalik’i Şahanede (Osmanlı Ülkesinde) futbol oyununa ilk evvela Dersaadet (İstanbul) ve bahusus (özellikle) Moda’da sakin İngilizler başlamışlar ve Kadıköy, Beykoz çayırları futbol mevkileri olarak ortaya çıkmıştır. Birkaç sene sonra merak diğerlerine de sirayet etmiş, birinci teşkil eden kulüp Moda kulübü olup bilahare sırasıyla Kadıköy, Elpis, Pera, Robert Kolej, Strugglers, asoşiyeysın futbol kulüpleri vücud buldu (kuruldu) ve bir lig tarafından cümlesi idare edildi. Dersaadet Futbol Ligi her sene muntazam program dahilinde oyunlar tertib eder, bütün kulüpler eyyam-ı muayyenesinde (belirli günlerde) maçlar yaparlar, bundan başka Dersaadet kulüplerinin İzmir oyuncuları ile her sene müsabakaları olup bunlar ya Dersaadet’te veya İzmir’de yapılır ki bu münavebeye (dönüşümlü olarak) tabidir.”
Ethem Nejat’ın sözünü ettiği kulüplerden Pera’nın Galatasaray olduğunu, Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinden önce basında bu kulübün başka isimlerle yer aldığını belirtelim. Fenerbahçe ise yeni kurulmuş bir takım olarak o yıl lige katılacak güçte değildi. 1907’in yaz başından, 1908’in ilkbaharına kadar geçen süre bir anlamda Fenerbahçe’nin futbola hazırlık günlerini temsil etmektedir. Daha önce yayınladığımız “Fenerbahçe’nin Belgelenen İlk Maçları” yazısında bu süre zarfında yapılan maçların detayına ulaşabilirsiniz.
4 Mart 1908 tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesi
Sürgündeki Kurucu James La Fontaine
Ethem Nejat’ın bahsettiği İstanbul Futbol Ligi, Türkiye’de futbolun ilk organize yapısı olma özelliğini taşır. Union Club’ın başındaki James La Fontaine’in idaresinde oynanan bu ligi; İstanbul Futbol Kulüpleri Ligi, Cuma Ligi, Pazar Ligi gibi ligler izlemiştir. Bu noktada James La Fontaine’e bir parantez açmak istiyoruz. Türkiye’de Futbolun kurucusu olan J.L.Fontaine, İngiliz bir tüccar aileye mensuptu. Aile dedesi zamanında İzmir’e yerleşmiş ve kendisi de İzmir’de doğmuştu. İzmir’de spor kulüplerinin kuruluşuna ön ayak olduktan sonra 1899’da İstanbul’a gelmiş ve yerleştiği Moda’da Türk futbolunun temelini atmıştı. Ancak J.L.Fontaine’in kaderi de Osmanlı’nın peşi sıra savaşlara girmesi ve İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi ile değişti. Futbolu yönetenlerin başında gelen J.L.Fontaine, 1900-1913 yılları arasında İttihat ve Terakki’nin futbolu, genel olarak sporu, paramiliter bir yapılanma aracı olarak görmeye başlaması ile sahneden çekildi. Şurası kesindir ki, La Fontaine, 1910 yılına kadar İstanbul futbolunu idare eden kişiydi.
J.L.Fontaine, bazı kaynaklara göre (Asr-ı Fener) Dünya Savaşı başlayınca vatandaşı olduğu İngiltere tarafında savaşa katılmış ve tıpkı ailesinin başka üyeleri gibi casuslukla suçlanmıştı. J.L.Fontaine, yukarıdaki kaynağın verdiği bilgiyi doğrularcasına ilk kez 1915’te tutuklandı. Malta’da sürgünde olan İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden Eyüp Sabri Bey’in serbest bırakılması karşılığında serbest bırakıldı. İkinci tutuklanması ise 1917 yılında gerçekleşti. Bugün Kırşehir sınırlarında olan Mucur’a sürgün edilerek yaklaşık bir yıl burada kaldı. O tarihten sonra ise aşağıda yer alan Osmanlı Arşivi belgesinden anladığımız üzere İzmir’e nakledildi. 1932 Yılındaki ölümüne kadar da orada yaşadı.
“Mucur’a gönderilen İngiltere Vatandaşı Mösyö La Fontaine daha sonra İzmir’e nakil edilmiştir.”
Futbol Kurumsallaşıyor
Futbol 1800’lü yılların sonunda İngiltere’nin Türkiye’ye en büyük ihraç ürünü olarak değerlendirilebilir. İngiltere bir anlamda, İzmir ve İstanbul’da yaşayan yabancıların futbola başlattığı ilgiyi, İstanbul’a gönderdiği kraliyet gemilerinin mürettebatının kurduğu takımların İstanbul Ligi’nde boy göstermesinin ardından sürekli hale getirmek istemiştir. Bu süreklilik; Tanzimat-Meşrutiyet yıllarında Osmanlı toplumunda başlayan Batıcı fikirlerin de etkisiyle, Türk takımlarının yeşil sahalarda boy göstermesine neden olmuştur. Türkler, o dönem “Association/Asosişeysın” diye isimlendirilen modern futbol oyununu (Yazının başında yer verdiğimiz İlk Spor Tarihçimiz Ethem Nejat’ın modern futbol kurallarını anlattığı yazısını önümüzdeki günlerde yayınlayacağız) gemilerin İngiliz mürettebatından öğrendikleri gibi; Türk futbol adamları, “Futbol Yönetimi” üzerine ilk deneyimlerini de İngilizlerin idaresindeki lig yönetimlerine katılarak kazanmışlardır.
Türk futbolunun kurumsallaşmasının ilk adımı Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinin ardından çıkan 1909 yılında çıkan Cemiyetler Kanunu’dur. Cemiyetler kanunu uyarınca spor kulüpleri 1910-1913 yılları arasında kendilerini devlete tescil ettirmişler, dolayısıyla tüzük sahibi birer dernek olarak belirli kurallar çerçevesince yönetilmeye başlamışlardı. Kulüplerin bu yapıya kavuşması spor müsabakalarının da belirli kurallar altında yapılması gerekliliğini doğurmuştur. Her ne kadar 1904’ten itibaren İstanbul’daki futbol ligleri nizamnamelere sahip olsalar da; bu nizamnamelerde kulüplerin katılımı ve yönetimde söz sahibi olmaları gibi konularda yetersizlikler mevcuttu ve dolayısıyla zaman zaman eşitsiz uygulamalar ortaya çıkmaktaydı. Aslında bu durum futbolun kurumsallaşmasına giden süreci hızlandırdı. Keza yukarıda sözünü ettiğimiz İstanbul, İstanbul Futbol Kulüpleri, Cuma, Pazar Ligleri, kulüplerin aralarındaki anlaşmazlıklardan dolayı oluşturulmuş liglerdi. İstanbul’un futbol kulüpleri, kendi aralarında ve lig yönetimleriyle dönem dönem yaşadıkları anlaşmazlıklar sonucunda, yeni organizasyonlar kurmuşlar; bu da futbolda yönetsel bölünmeye ve göreceli bir karışıklığa neden olmuştu.
Osmanlı’nın politik olarak İngiltere ile karşı saflarda yer alması, dolayısıyla futbol yönetiminde söz sahibi olan başta James La Fontaine gibi kişilerin çeşitli yollarla İstanbul’dan uzaklaşması da Türk futbolunun kurumsallaşmasını hızlandırmıştır. Bu dönemde ülkeyi yöneten İttihat ve Terakki’nin savaş yıllarında başta Altınordu ve Fenerbahçe olmak üzere spor kulüplerine yakın ilgisi de futbolda kurumsallaşmayı hızlandıran bir diğer etkendir.
Türk kulüplerinin yöneticileri, sözü edilen şartlar altında, futbolun giderek artan öneminin, kurumsallaşmayı gerektirdiğinin farkına varmışlardır. İstanbul’un işgal altındayken işgal kuvvetlerinin takımları ile yapılan maçlar da halkın uzun zamandır bu spora artan ilgisini iyiden iyiye ortaya koymuştu. Artık bir olgu haline gelen futbol, diğer spor dalları ile beraber, teşkilatlanmalıydı.
Fenerbahçe’nin İlk Galatasaray Galibiyeti… Maçın Hakemi James La Fontaine!
Geçici Heyet
Türk kulüplerinin yöneticileri işgal yıllarında futbolu kurumsallaştırmak için en büyük adımı “İdman İttihadı Heyet-i Muvakkatesi”ni kurarak attılar. Bu oluşum, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın (TİCİ) öncülü durumundaydı. Ali Sami Bey, Nasuhi Baydar, Burhaneddin Bey gibi isimlerin yer aldığı heyet, adı üzerinde geçici bir yapıya sahipti. Heyet, Yusuf Ziya Bey’in (Öniş) İsviçre’den getirdiği spor yönetmeliğini temel alarak bir tüzük hazırlamıştı. Futbolun Batılı düşünce tarzı ile olan kuvvetli bağı bir kez daha kendini göstermişti. 1920 ve 1921 Yıllarında görev yapan geçici heyet, 1922’nin ilk günlerinde Dahiliye Nezareti’ne başvurarak resmen bir cemiyet olmak isteğini bildirdi. Kaynaklarda Mayıs 1922’de TİCİ’nin resmen kurulduğu yazıyor olsa da, arada geçen 5 aylık süreçte neler olduğuna dair bugüne kadar bilgimiz yoktu. Devlet Arşivlerinde karşımıza çıkan belgeden, TİCİ için bu sürecin zorlu geçtiği, cemiyetin kuruluş tartışmalarının devletin üst yargı kurumu olan, dönemin Danıştay’ı, Şura-yı Devlet’te tartışıldığı ortaya çıktı.
T.İ.C.İ. Osmanlı Danıştay’ının Gündeminde
Belgede, “Altınordu İdman Yurdu, Anadolu İdman Kulübü, İdman Yurdu, Beylerbeyi Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Türk Gücü, Darülşafaka Mezunin Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Süleymaniye Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Galatasaray Terbiye-i Bedeniyye Kulübü, Fenerbahçe Spor Kulübü, Kumkapı Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Nişantaşı Terbiye-i Bedeniyye Yurdu, Vefa İdman Yurdu, Hilal Spor Kulübü, namlarındaki cemiyetlerin ittihat ve iştirakiyle (birleşerek katılımı ile) “Türkiye İdman Cemiyetleri ittifakı” ünvanıyla bir cemiyet teşkil olduğuna bahisle, müsaade-i resmiyenin itası (resmi iznin verilmesi) cemiyet-i mezkure tarafından istida olunmuş (sözü edilen cemiyet tarafından talep edilmiş)” deniliyor ve bunun Mülkiye ve Maarif Komisyonları’nda tartışıldığı söyleniyordu. Komisyonlar, 1909 tarihli yürürlükte olan Cemiyetler Kanunu’na göre; cemiyetlerin yalnızca özel kişiler tarafından kurulabileceğini öngördüğünden, tüzel kişilik olan derneklerin birleşip bir dernek kurmasına izin verilemeyeceği yönünde görüş bildirmişlerdi. Konu, Şura-yı Devlet Genel Kurulu’na geldi. Genel kurul, Cemiyetler Kanunu’nun özel kişilere atıf yaptığını ısrarla tekrarladı. “Cemiyetler azasının yirmi yaşından gün alması ve bir cinayetle mahkum veya hukuk-ı medeniyeden mahrum bulunmaması şarttır” hükmünü dernek kurmak isteyen bir derneğe uyarlamanın imkansızlığını söylerken, yabancı ülkelerin ve özellikle Fransa’nın Cemiyetler Kanunu’nda derneklerin birleşip dernek kurabildiğine dair bir hükmün olduğunu da şerh koydu. Bu kararlar ile Dahiliye Nezareti’ne geri gönderilen TİCİ’nin kuruluş talebi, tam 5 ay sonra kabul edildi. Cumhuriyet’in ilanından önce kurulan bu teşkilat, yeni rejimin gereklerini yerine getirerek sporun birçok dalında örgütlenmesini sağlamakla birlikte, ilerleyen yıllarda Türkiye’nin uluslararası spor teşkilatlarına kabul edilmesine de önemli ölçüde etki etti.
TİCİ’nin sancılı geçen kuruluş süreci, Anadolu’da devam eden Kurtuluş Savaşı’nın son günlerine rastlamaktadır. Savaşın 30 Ağustos’ta zaferle sonuçlanması ile imzalanan Mudanya Mütarekesi’nden sonra 19 Ekim 1922’de İstanbul’a gelen Refet Paşa (Bele); TİCİ Heyeti’nin, yakın gelecekte kurulacak yeni devleti temsilen, ilk temas ettiği kişi oldu. Refet Paşa, 1 Kasım’da Saltanatın kaldırılacağının öngörülmesi üzerine İstanbul’a gönderilmiş ve bir anlamda İstanbul’u teslim alma görevini yerine getirmişti. Detaylarını “Refet Paşa’nın Fenerbahçe Kulübü’nü Ziyareti” adlı yazımızda okuyabileceğiniz bu ziyaret, TİCİ heyeti için bir fırsata dönüştü. Spor kulübü yöneticileri hem işgalin yakında sona erecek olmasından dolayı sevinçli, hem de yeni oluşturdukları kurumsal yapının yeni düzende olması gerektiği gibi yer almasını sağlama konusunda umutluydular. TİCİ Heyeti bu motivasyonla Refet Paşa’yı karşılayanlar arasında yer aldı. Bu karşılamadan iki gün sonra da 21 Ekim 1922’de kendisine “hoş geldiniz” ziyaretinde bulundular. Başkanı Galatasaray’dan Ali Sami Bey olan, üyeleri arasında Fenerbahçe’den Hasan Kamil Bey (Sporel)’in de bulunduğu TİCİ heyetinin, Refet Paşa ile bu ilk görüşmesinin detaylarını Spor Alemi Dergisi’nden öğreniyoruz. Refet Paşa’nın heyete hitaben “İstanbul idmancılarının yabancı devlet kuvvetlerine karşı kazandıkları başarılardan dolayı çok memnun olduğunu” belirtmesi, işgal yıllarında işgal kuvvetlerine karşı birçok spor dalında verilen mücadelenin önemini ortaya koymuştur. Refet Paşa’nın“İşgal yıllarında yabancılarla yapılan spor müsabakaları, milli mücadelenin esaslarını ortaya koymuş ve büyük zorluklarla yapılan bu mücadeleler sonrasında alınan galibiyetler, işgal altındaki İstanbul’da milli coşkunun özlemini çeken insanlara bir sevinç kaynağı olmuştur” ifadesi ile pekiştirdiği bu önem, TİCİ’nin yeni devlet düzeninde kabul göreceğine dair ilk ipucu olarak değerlendirilebilir. Bunun üzerine Heyet Başkanı Ali Sami Bey’in verdiği karşılık ise, sporun gelişmesi için destek istemek olmuştur:
“Fakat bu teşkilatı takdir etmek kafi değildir (yeterli değildir) tatbikinde de (uygulamada da) istical (acele) etmeliyiz. Onun için mücadele-i milliyenin idmancılar saflarında açtığı şerefli boşluklara rağmen en büyük harbimiz esnasında bu işin esasatını vaz ettik (esaslarını ortaya koyduk) ve bütün mahrumiyetlere (eksikliklere) rağmen teşkil ettiğimiz (oluşturduğumuz) takımlarla İstanbul’da ecanibin (yabancıların) en kuvvetli idmancılarını mağlup ederek milli coşkunluğun mütehassiri olan (özlemini çeken) ahalimize (halkımıza) bazı sürur (sevinç) dakikaları geçirebildik”
Osmanlı’da Futbol konusu, tarihin sürekliliği için verilebilecek en iyi örneklerden biridir. Futbol, bu topraklarda siyasal ve sosyal gelişimlere dayalı bir olgu olarak, yukarıda yaptığımız değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet öncesinde ortaya çıkmıştır. İngiltere’nin emperyal hedefleri için bir araç olarak kullandığı futbol oyunu, Osmanlı Türkleri tarafından hemen benimsenmiştir. Batı kültürünün bir ürünü olan bu oyunu geliştirmek, geliştirdikten sonra kurumsallaştırmak için yine Batı’nın uygulamaları örnek alınmıştır. Bu anlamda futbol oyunu, Osmanlı Modernleşmesi’nin bir ürünüdür. 1908 Jön Türk Devrimi’nin bu ürünü sahiplenmesi, bu yargıya dayanak olarak gösterilebilir. Anadolu’da verilen Kurtuluş Savaşı esnasında İstanbul’da işgal kuvvetleri askerlerinin oluşturduğu takımlarla maçlar yapan kulüpler, yeni devlet tarafından da kabul edilmiştir. Savaşın muzaffer komutanlarına göre işgal altında verilen sportif mücadeleler, Milli Mücadele’nin bir parçası olarak görülmüştür. Spor kulüplerinin kurumsallaşarak, üst bir teşkilat olan TİCİ’yi kurmaları ise, Cumhuriyet Devrimi’nin amaçları ile bire bir örtüşmektedir. Tanzimat’tan sonra modernleşmeye başlayan meşruti monarşik kurumların sonuncusu TİCİ’dir. Bu özelliği, TİCİ’nin, Cumhuriyet yönetimi tarafından sahiplenilmesini/himaye edilmesini sağlamıştır.
Fenerbahçe tüzüğünün yazılışı ile kulübün tescil edilmesi, kuruluş yıllarına ait birbiriyle bağlantılı iki meseledir. Bu meseleler kuruluş yılları içerisinde önce 1908’de sonra da 1913’te ortaya çıkmışlardır. Fenerbahçe tarih yazımında tescil olayı “1908’de ilk tescil edilen spor kulübü” nitelemesi ile yer almıştır. Bu yazımda, sözü edilen niteleme hakkındaki değerlendirmelerime yer vereceğim.
Meşrutiyet’in Yeniden İlanına Dair Kartpostallardan Biri (İ.B.B. Atatürk Kitaplığı arşivinden)
Endişe – Özgürlük
1908 yılı bilindiği üzere Meşrutiyetin yeniden ilan edildiği yıldır. Ülke genelinde belirsizlik ve karmaşa havasının hakim olduğu bu dönemde, yeni kurulmuş Fenerbahçe özelinde durum bundan farklı değildi. Bu yıl, Fenerbahçe Kulübü’nde neler yaşandığını Nasuhi Esat Baydar’ın 1931 yılında Olimpiyat Dergisi’nde yayınlanan “Fenerbahçe Nasıl Kuruldu?” adlı yazı dizisindeki ifadelerinden öğreniyoruz.
“Necip Bey gayet gizli bazı beyanatta bulunacağını ifade eden bir tavırla cümlemizi bir köşeye çekerek siyasi vaziyette bazı gerginlikler olduğundan bahsedip, cemiyet teşkil ettiğimizi ortaya çıkaracak her türlü belgeyi ve makbuzları yok etmemiz için uyarıda bulundu. Bundan iki gün sonra da Meşrutiyet ilan olundu. Meşrutiyet idaresinin ilk işi cemiyetler nizamnamesini (yönetmeliğini) tanzim (düzenlemek) ve bir gecede mantar gibi biten cemiyetleri tescil etmek olmuştu. Fenerbahçe Kulübü bu zamanda resmen kurulmuş oldu.”
Nasuhi Esat’ın satırlarından Fenerbahçe’nin, kurucular nezdinde, Meşrutiyetin ayak seslerinin duyulduğu günlerde endişeli olduğu ve bu endişenin de genç bir deniz subayı olan Necip Bey’in edindiği izlenimlerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu endişenin sonucunda ise kulübün kuruluş evrakı imha edilmiştir. Kurucu kadronun endişelerinin yersiz olduğunun anlaşılması ise uzun sürmemiş, Meşrutiyet idaresinin yeniden kurulması Osmanlı Başkentinde özgürlük rüzgarlarının esmesine neden olmuştur. Nasuhi Esat, bu özgürlük ortamından yararlanan birçok cemiyet gibi Fenerbahçe’nin de resmen tescil olduğunu söyler. Öyle görülüyor ki Fenerbahçe tarih yazımı tescil olunma tarihi olan 1908’i Nasuhi Esat’ın aktardıklarından almıştır.
Kanun-i Esasi’nin İlk Sayfaları (İ.B.B. Atatürk Kitaplığı arşivinden)
“Tescil” Ne Demek?
Öncelikle “tescil” kelimesinin anlamı üzerinde duralım. Tescil kelimesi Arapça “resmi evrakların kaydedildiği kütük, dosya anlamına gelen, sicill” isminden (tef’il masdarıyla) türemiş bir fiildir. Sicile geçirme, kütüğe geçirme anlamını taşımakta, günümüz Türkçesinde ise “kayıt altına almak” olarak kullanılmaktadır.
Nasuhi Esat’a göre Meşrutiyet ilan edilir edilmez Fenerbahçe tescil edilmiştir. Şimdi Fenerbahçe’nin bir cemiyet olarak varlığını kayda geçirttiği dönemde resmi statünün nasıl olduğuna bakalım.
1876’da Yürürlüğe giren ilk anayasa, Kanun-ı Esasi’de, cemiyetler için bir düzenleme yer almıyordu. Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesine kadar bir cemiyetin kurulması ve devlet tarafından tanınması örfi hukuk kurallarına tabiydi. Kısacası devlet idaresi zararlı gördüğü cemiyetlerin faaliyetlerine hemen son verebiliyordu. Abdülhamid döneminin özelliklerini de düşünecek olursak Türklerin kurduğu cemiyetler fazla uzun ömürlü olamıyordu. Bu durum onların gizli cemiyet olarak faaliyetlerini sürdürmesine neden oldu. Devlet bir anlamda cemiyet kültürünü yok etmek isterken, istemeden yayılmasına sebep oldu. Meşrutiyetin yeniden ilanından sonra ise özgürlük havası ile cemiyetlerin kuruluşunda ya da gizlenen cemiyetlerin ortaya çıkışında önemli ölçüde bir çoğalma oldu.
Buraya kadar verdiğimiz bilgiler Nasuhi Esat’ın aktardıklarıyla örtüşüyor. Bir nokta dışında. O da cemiyetler hakkındaki yönetmelikler üzerinde yapılan düzenlemelerden sonra tescil olayının gerçekleştiği… Bu dönemde cemiyetler hakkında bir yönetmeliğe kaynaklarda rastlamadık. Yukarıda da devletin, cemiyetleri, örfi hukuk kurallarına göre yani keyfi idare ile yönettiğini söylemiştik. Bu yargılara örnek olarak; Meşrutiyetten hemen sonra kurulan cemiyetlerden olan Askeri Veterinerleri Terakki Cemiyeti’nin tüzüğünün son maddesini gösterebiliriz. Bu maddede Nasuhi Esat’ın bahsettiği düzenlemelerin var olmadığı ortaya konulmaktadır. Madde şöyledir: “Cemiyetimiz, mercimiz olan Harbiye Nezaret-i celilesince de (Savaş Bakanlığınca da) tasdik edilecektir” Görüldüğü üzere cemiyet tasdik, tescil gibi işlemlerin daha sonra yapılacağını tüzüğüne ekleyerek, bir anlamda kendini devlet idaresine karşı garantiye almak istemektedir. Gerçekte de 24 Temmuz’da ülkeyi yönetmeye başlayan Meşrutiyet iradesinin, hükümet kurmak ve devlet idaresine hakim olmak için uğraştığı 1908 yılının son 5 ayında cemiyetlere ilişkin bir düzenlemeye zaman ayıramamasından doğal bir şey yoktur.
Talat Paşa Uzunçayır At Yarışlarında. Sağdan Beşinci Fenerbahçe Başkanı Doktor Hamit Hüsnü Kayacan (Salt Araştırma Arşivinden)
Cemiyetler Kanunu
Peki cemiyetlere ilişkin düzenlemeler ne zaman yapılmıştır?
Sorunun cevabını şu cümleyle verebiliriz: “Haziran 1909’da Meclis-i Mebusan’da görüşülmeye başlanan ve 16 Ağustos 1909’da çıkan Cemiyetler Kanununun çıkmasıyla düzenlemeler yürürlüğe girmiştir.”
Cemiyetler Kanunu’nun çıkması yüzeysel olarak toplumun özgürleşmesi olarak değerlendirilebilirse de, gerçek bundan farklıdır. İttihat ve Terakki yönetimi, sayıları artan ve ileride kendisine karşı hareketlerde bulunabilme ihtimaline karşı cemiyetlerin kurulmalarını belirli şartlara bağlayarak, kısıtlamak istemiştir. Nitekim aynı dönemde çıkan, Kamu Toplantıları, Basın ve Yayın kanunu gibi kanunlar bu amaca yönelik diğer kanunlardır.
1876 Anayasasına eklenen 120. maddeye göre cemiyet kurmak için izin almaya gerek görülmüyor, fakat kurulduktan sonra hükümete bildirilmesi emrediliyordu. Edirne Mebusu Talat Bey (ileride Talat Paşa) tarafından hazırlanan cemiyetler kanununa göre:
– Devletin bütünlüğü, genel ahlakın korunması, millet ve ırk ayrımı yapan cemiyetlerin kurulması yasaklanıyor,
– 20 yaşını doldurmayanların cemiyetlere üye olması yasaklanıyor,
– Cemiyete üye olacak kişilerin cinayetle mahkum ve medeni haklarından mahrum olmaması kanunlaşıyor,
– Bir cemiyetin umumi menfaate hizmet etmiş sayılması, devlet tarafından tasdik edilmesine bağlanıyordu.
Cemiyetler kanununda yer alan bu maddelerin Fenerbahçe ile olan ilgisine ilerleyen sayfalarda değineceğiz. Cemiyetler kanununun bazı ayrıntılarından yukarıda bahsettikten sonra tescil meselesinin 1908-1909 dönemine ait ara değerlendirmemizi şu şekilde yapabiliriz: “Fenerbahçe 1908 yılında tescil edilmemiştir. Fenerbahçe kurucu kadrosu Ağustos 1908 tarihinden sonra en yakın mülki idare birimine giderek bildirimde bulunmuşlardır. Resmi makamlara yapılan bildirim, resmen kayıt altına alınma anlamına gelmemektedir. Çünkü cemiyetlerin tabi olduğu kanun Ağustos 1909 tarihinde çıkartılmıştır.”
Fenerbahçe’nin Kurucusu, Kaptanı, Başkanı, Kısaca Her Şeyi… Galip Kulaksızoğlu.
Fenerbahçe’nin İlk Tüzükleri
Fenerbahçe’nin en eski tüzüğü olarak 1913’te yazılanı kabul etmiş durumdayız. Günümüzde Fenerbahçe Müzesi’nde sergilenen bu tüzük, yazılış hikayesi ile döneme ayna tutan bir belge durumundadır. Bugüne kadar üzerinde konuşulmamış yönleriyle Fenerbahçe’nin ilk tüzüğünü incelemeye başlıyoruz. Bu inceleme öncelikle 1913 tüzüğünün “ilk” olup olmadığı sorusuna cevaplamış; sonrasında da tüzüğün kim tarafından yazıldığını, meşhur ikinci maddenin tüzüğe nasıl konulduğunu ortaya çıkarmış olacak. Bölümün başında aktardığı bilgilere yer verdiğimiz Nasuhi Esat Baydar’ın, 1913 tüzüğü ile ilgili yazdıkları şunlar:
“Hamit Hüsnü Bey bir anlaşmazlık sonucunda Galatasaray’dan istifa etmişti. Bir gün bizim kulübü ziyaret etti. Yaşlı bir sporcu olarak kendisine layık olduğu saygıyı gösterdik. Hamit Bey ziyaretlerini sıklaştırdı. Kulübün işleri ile ilgilenmeye başladı. Kendisine Başkanlık teklif ettik. Kabul etmedi ve Erenköy’den komşusu Nafia Nazırı (Bayındırlık Bakanı) Hulusi Bey’in bu göreve layık olduğunu söyledi. Hulusi Bey ilk önce tüzüğümüzü inceleme ve gerekirse düzeltmek istediği için kendisine bir kopyası verildi. Bu tüzük Meşrutiyet’ten sonra kulübün resmen kuruluşunu belgelendirmek için alelacele kaleme alınmış olan birkaç maddeden oluşan ilk tüzük idi.
Haftalarca süren inceleme ve araştırmadan sonra Hulusi Bey’in meydana getirdiği değiştirilmiş tüzüğün müsveddeleri idare heyetine verildi. Bilmem ki bu tüzüğün yazılış tarzını nasıl tarif etmeli? (Tacü’t Tevarih veya Mecelle-i Ahkam-ı Adliye’deki) Ağdalı lisan; futbol, su top, kriket gibi spor tekniğine ait kelimelerle birleşerek, neden yapıldığı meçhul bir marmelat gibi yenilmez yutulmaz imkansız bir halde tüzüğe girmişti. Sonra bir spor kulübüne mahsus olan tüzük müsveddesine, idarecilikle ilgili ne düşünülebilirse hepsi vardı. Fakat asıl spora dair “Fenerbahçe Spor Kulübü” cümlesinden başka hiçbir şey bulmak mümkün değildi.
Müsvedde basılmak üzere bize verilince şaşkın şaşkın birbirimize baktık. Hamit Hüsnü bey ile henüz samimiyetimiz olmadığı için nizamname ile ilgili görüşlerimizi ona söyleyemedik. Nihayet “Brest-Litovsk” anlaşması yapılırken müdahaleleriyle şöhret kazanan Alman Generali gibi imdadımıza Galip yetişti. Tüzüğü okuyup lazımsa değiştireceğimizi sertçe bir dille Hamit Hüsnü Bey’e bildirdi. Dediği gibi yaptık ve tüzüğü okuyup çok lazım olduğu için de baştan başa değiştirdik. Bu suretle Fenerbahçe’yi örnek gösterilecek kadar kuvvetli ve sağlam bir kuruluş halinde senelerce yaşatan ikinci esas tüzüğümüz meydana gelmiş oldu. Hulusi Bey iyi bir mühendis ve devlet adamı idi. Yalnız bir Nafia Nazırı bir spor kulübüne yardım etmiş olmak için onun genel başkanlığını kabul edebilir, ancak bilmediği sporun idaresine yönelik tüzükler oluşturamaz.”
Müdafaa-i Milliye Cemiyeti Harp Hatırası (İ.B.B. Atatürk Kitaplığı arşivinden)
Değişim
Bu paragrafa dayanarak giriş paragrafında sorduğumuz soruları yanıtlamaya başlayalım.
Nasuhi Esat, Fenerbahçe’nin ilk tüzüğü olarak muhtemelen 1908 yılında “alelacele” yazılan birkaç maddeden oluşan tüzüğü esas almaktadır. Fenerbahçe’nin ilk tüzüğüne ilişkin nitelemeler, tescil konusunda yaptığımız ara değerlendirmeyi haklı çıkarmaktadır. Bu değerlendirmemize göre, Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinden hemen sonra, alelacele yazılan birkaç maddeden oluşan bir tüzük ile resmi makamlara gidilmiş ve beyanda bulunulmuştur.
1909-1912 döneminin Fenerbahçe için kolay geçtiğini söyleyemeyiz. Kurucu kadronun teker teker kulüpten ayrılması, sahada alınan başarısız sonuçlarla başlayan bu dönemde, kulüp dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı. Sonrasında gelen ilk şampiyonluk ile beraber Fenerbahçe için artık kabuk değiştirme zamanı gelmişti.
Aslında ülkede yaşanan değişime göre Fenerbahçe de değişiyordu. Meşrutiyetin yeniden ilanından sonra iktidarı doğrudan ele almayıp bir baskı unsuru olmayı seçen İttihat ve Terakki de 1913 yılına kadar geçen dönemde tıpkı Fenerbahçe gibi yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı. 31 Mart ayaklanması sonucunda güçlenen askeri sınıfı kontrol etmekte zorlanmış, ortaya çıkan muhalefetin saldırıları sonucunda da gittikçe zayıflamıştı. Balkan savaşlarının sonucunda iktidarı ancak bir hükümet darbesi yaparak kazanabilmişti. İktidarı bir baskı unsuru olarak elde tutma politikasının benimsendiği ilk yıllar, İttihat ve Terakki’ye bu stratejisinin hatalı olduğunu göstermişti. Ülkedeki muhalif unsurlar görüldüğü gibi kendisi için yıkıcı olabiliyordu. Bu doğrultuda kazandığı iktidarı kaybetmemek, yerini sağlamlaştırmak için teşkilatlanmaya önem vermeye başladı. Bu önemi o dönemde kurulan cemiyetler üzerinde görmek mümkündür. Bu dönemde yarı askeri, düzensiz, gönüllülüğe dayanan ve devletin doğrudan desteğini alan, “paramiliter” olarak nitelendirilebilecek, gençlik dernekleri kurulmaya ve devlet desteği ile örgütlenmeye başladı. İzci örgütleri de bu faaliyetin bir sonucu olarak kurulup, geliştiler.
İdman Dergisinin Kapağında Fenerbahçe Başkanı Mehmet Hulusi Bey
Mehmet Hulusi Bey
Bu derneklerin kurulup örgütlenmesinde bir isim öne çıkıyordu: Mehmet Hulusi Bey. Dağınık izci derneklerini “Türk Gücü Cemiyeti” çatısı altında 1913 yılında bir araya getirenlerin başındaki bu isim aynı zamanda Fenerbahçe Başkanlığı görevini de yürüten Bayındırlık Bakanıydı. Mehmet Hulusi Bey’in kuruluşunda yer aldığı bir diğer cemiyet de “Müdafaa-i Milliye Cemiyeti” idi. Profesör Zafer Toprak’a göre Hulusi Bey’in cemiyetlerinin ortak özelliği, “Osmanlılar arasında beden eğitiminin, spor faaliyetlerinin ve askeri eğitimin yaygınlaştırılmasını amaçlamasıydı.” Hulusi Bey, cemiyetlerin tüzüklerinin yazılmasında aktif olarak yer almış, birçok maddeyi de kendisi yazmıştır. İdman Dergisi’nin 1 Haziran 1329 (14 Haziran 1914) tarihli 2.sayısında yer alan mektuba göre; neredeyse bütün devlet ricalinin üyesi olduğu Müdafaa-i Milliye Cemiyeti tüzüğünde yapılan değişikliklerin fikir babası, mektubun sahibi olan Hulusi Bey’dir. Hulusi Bey, bir memlekette spor eğitimine neden önem verilmesi gerektiğini bu mektupta uzun uzun anlattıktan sonra cemiyet tüzüğü üzerinde yapılan tartışmaları şöyle ifade etmiştir:
“Müdafaa-i Milliye cemiyetinin ülkenin ihtiyaçlarına ve milletin geleceğine uygun bir şekilde çalışabilmesini sağlayacak yeni bir tüzük hazırlamayı teklif edeceğim zaman bir çok itirazlar, zamansız olduğuna dair türlü eleştiriler baş gösterdi. Esas mesele hakkında haftalarca görüşmeler oldu. Sürekli olarak yapılan açıklamalar, gerektiği durumlarda yapılan şiddetli savunmalar nihayet amacın iyi niyete, ülkenin kurtuluşuna, yaklaştığına dair kanaat oluşturdu. Ve onun neticesi olarak da bahsettiğimiz tüzük meydana geldi”
Görüldüğü üzere Hulusi Bey, İttihat ve Terakki idaresinin sosyal alan yapılanmasında önemli bir işlev üstlenmiş, gençlik derneklerinin teşkilatlanması için çalışmıştır. İdman Dergisi’ne yazdığı mektupta da belirttiği gibi spor eğitimi vatanın savunmasında önemli bir yer tutmaktadır. Fenerbahçe ile yollarının kesişmesi de bu iki nedenin bir araya gelmesiyle gerçekleşmiştir.
Hulusi Bey’in nasıl başkan olduğunu Nasuhi Esat’ın yazdıklarından öğrenmiştik. İttihatçı arkadaşı Hamit Hüsnü Bey’in önerisiyle başkan olduğu kulüpte ilk, belki de tek, icraatı ise kulübün birkaç maddeden oluşan 1908 tüzüğünü genişleterek 1913 tüzüğünü yazmak olmuştur. Nasuhi Esat’ın ağır eleştirileri de bu icraat üzerinedir. Cemiyetlerin teşkilatlanması üzerine çalışmalar yapan Hulusi Bey, Fenerbahçe tüzüğünü yazarken spor yönetimi ile ilgili maddeler koymayarak kulüpte tartışmalara neden olmuştur. Hulusi Bey’in yazdığı tüzüğe yapılan eleştiriler, Galip’in (Kulaksızoğlu) müdahalesi ile sonuçlanmış ve aşağıda günümüz Türkçesi ile sadeleştirilmiş halde okuyacağınız 1913 tüzüğü son halini almıştır.
Nasuhi Esat’ın anlattıklarına dayanarak Hulusi Bey’in yazdığı tüzüğün tamamının değiştirildiği sonucunu çıkaramayız. 6 Bölümden oluşan tüzüğün ilk bölümü dışındakiler, spor yönetimini doğrudan ilgilendiren maddelerden oluşmaktadır. Nasuhi Esat, Galip ve arkadaşlarının müdahalesi de muhtemelen bu bölümler üzerinde olmuştur.
Fenerbahçe’nin kuruluşunu anlatan en detaylı hatıratı yazan Nasuhi Esat Baydar (en sağda), hemen yanında Doktor Hamit Hüsnü Kayacan, en soldan ikinci ise Mehmet Hulusi Bey. (İdman Dergisinden)
Fenerbahçe Spor Kulübü Tüzüğü (1913)
Kuruluş Amaçları
Madde 1 – 1907 yılında kurulmuş olan Fenerbahçe Spor Kulübü, 1913 yılında, Cemiyetler Kanunu hükümlerine göre, hükümetin resmi iznini elde etmiştir.
Madde 2 – Kulübün amaç ve ülküsü, ülkede beden eğitimi düşüncesinin yaygınlaştırılması için çalışmak ve ülke gençlerini hayat mücadelesi ile askeri seferler ve zorluklara alıştırmaktır.
Madde 3 – Kulüp, özellikle askeri antrenmanların gerçekleştirilmesi ve milli oyunların yaygınlaştırılması ve iyileştirilmesi işine girişecek ve atış deneyimlerinin gerçekleştirilmesine uygun tesisler kurup geliştirmeye çalışacaktır.
Madde – 4 Kulüp, beden eğitiminin maddi ve manevi faydalarının kamuoyuna benimsetmeye ve spor merakının Osmanlı Memleketlerinde yaygınlaştırılması için çalışmaya ve bunu gerçekleştirmek için gerektiğinde şehirlere ve Osmanlı gençleri ile Avrupa gençleri arasında ilişkiler kurmak amacıyla fırsat bulduğunda yabancı ülkelere seyahatler yapmaya ve gereğince karşılaşmalar, oyunlar düzenlemeye çalışacaktır.
Madde 5 – Kulüp hiçbir şekilde ve nedenle politika ile ilgilenmeyecek ve uygulamalarıyla hiçbir siyasi partinin amaç ve uygulamalarını benimsemeyecektir.
Kulübün Yapısı
Madde 6- Kulüp çeşitli spor şubelerine ayrılmıştır. Bir de “Fanfar” takımı (yalnız üflemeli bakır çalgılardan meydana gelen orkestra) kuracaktır.
Madde 7- Kulüp asil ve öğrenmeye hevesli üyeler adıyla iki tip üyeden oluşmaktadır. Asil Üyeler: Spor şubelerinden birinde beceri ve hüner kazanan ya da kulübe madden veya fikren yardımda bulunmak isteyen ve yaşları yirmiden büyük olanlardır. Öğrenmeye Hevesli Üyeler: Spor şubelerinden birine katılan ve spor öğrenmek arzusu gösteren kişilerdir.
Madde 8- Kulübün bütün işleri bir genel başkan ile yönetim kurulu tarafından yürütülür. Yönetim kurulu bir başkan ile genel sekreter ve muhasebeciden oluşur. Yönetim kurulu hükümete karşı sorumludur. Genel kurul tarafından atanan genel Kaptan ve müfettiş, yönetim kurulu ile beraber çalışır. Oyunların idaresi için çeşitli spor şubeleri kaptanlarından oluşan bir Kaptanlar Heyeti vardır. Bu heyete Genel Kaptan başkanlık eder.
Madde 9- Bu heyetlerde tüm üye sayısının yarısından bir fazlasının alacakları kararlar uygulamaya konulur. Eşitlik durumunda başkanın oy verdiği karar tercih edilir. Genel kurul kaptanlar heyetinin yönlendirdiği kararları kabul veya reddetmekte serbesttir.
Madde 10- Her yılın Mart ayı içerisinde yönetim kurulu, genel kurulu toplantıya davet eder. Genel kurulun toplanma yeri İstanbul’daki kulüp merkezidir. Gerektiğinde yönetim kurulu, genel kurulu olağanüstü toplantıya davet edebilir. Genel kurulda sadece asil üyeler bulunabilir ve fikir beyan edebilirler. Gerek olağan, gerekse olağanüstü toplantılar için yönetim kurulu tarafından 15 gün önceden toplantı günü basın yoluyla ilan olunur.
Kulüp Üyeliğinin Şartları
Madde 11- Fenerbahçe Spor Kulübüˈne üye olabilmek için: 1) Öğrenim ve terbiye görmüş olmak. 2) Medeni haklarına sahip olmak. 3) Namuslu ve şerefli olmak 4) Hiçbir suç ve cinayetten hüküm giymemiş olmak 5) Sporu kendisine gelir elde edecek bir iş olarak benimsememiş olmak şarttır. Asil Üyeler 20 kuruş giriş ve 10 kuruş aylık, Öğrenmeye Hevesli Üyeler 10 kuruş giriş ve 5 kuruş aylık aidat vermek zorundadırlar. Orkestraya katılacaklar yukarıdaki aylık aidatlara dahil olacaklar ek olarak orkestrada oldukları sürece aylık 5 kuruş daha vermek ve kulüp doktorunun iznini almak zorundadırlar.
Madde 12- Üyeler aralarında birbirine sevgi ve yakınlık oluşturmaya son derece gayret ve birbirlerinin kişisel haklarına saygı ve kulübün, tüzüğündeki hususlar için oluşturacağı talimatname hükümlerine uymakla ve sosyal hayat ve düşüncelerin gelişmesini bir birlik oluşturmak ve vazgeçilmez medeni şartlar olarak kabul etmekle yükümlüdürler.
Madde 13- Kulübe katılmak isteyenler asil üyelerden iki kişi tarafından tavsiye edilirler. Tavsiye edilen kişinin isim ve kimliği ve hangi üyeler tarafından tavsiye edildiği yönetim kurulu tarafından bir kağıda yazılır ve bu kağıt 15 gün boyunca kulüp salonunda asılı olarak sergilenir. Bu süre boyunca asil üyelerden her biri kendi düşüncelerine göre “kabule uygundur” ya da “kabulü sakıncalıdır” ibaresini içeren kapalı ve imzalı mektubu yönetim kuruluna sunarlar. On beş günün sonunda yönetim kurulu bu mektupları açıp tasnif eder ve çoğunluğun kararı hangi tarafta ise ona göre kabul veya ret kararı verir.Kabul kararı verildiği taktirde başvuru yapan kişiye basılı bir taahhüt kağıdı gönderilir. Ve sözü edilen kağıt usul gereğince o kişiye ve tavsiye eden kişilere imzalatılır.
Madde 14- Öğrenmeye hevesli üyeler, yukarıdaki maddelerin şartlarına tabi olmakla beraber taahhüt kağıdını ebeveynlerine imzalatmak ve kulüp doktoru tarafından muayene olmak zorundadırlar.
Madde 15- Öğrenmeye hevesli üyeler 11.maddede açıklanan şartlarla orkestraya katılabilirler ise de yönetim kurulu üyesi olamazlar ve genel kurulda bulunamazlar.
Görevler
Madde 16- Genel Başkan aşağıdaki görevleri yerine getirmekle sorumludur. 1. Kulübün genel işlerini kontrol ve gerektiğinde yönetim kurulu toplantılarına katılmak ve başkanlık etmek. 2. Her 3 ayda bir kulüpte yapılan işleri inceleme ve bu işlerin olduğu gibi ya da sakıncaları durumları belirterek onaylamak ya da reddetmek. 3. Gerektiğinde yönetim kurulu aracılığı ile genel kurulu olağanüstü toplantıya çağırmak. 4. Yönetim kurulunca ihracına gerek görülen üye hakkında verilen kararı onaylamak ya da reddetmek. Genel başkanın görev süresi 3 yıldır. Bu sürenin sonunda 24.madde gereğince yeniden bir genel başkan seçilir. Mevcut ve daha önceki genel başkanlar yeniden seçilebilirler.
Madde 17- Yönetim kurulunun görevleri aşağıdadır: 1. Yönetim kurulu, genel başkanın bulunmadığı zamanlarda yönetim kurulu başkanının başkanlığında haftada bir toplanır. 2. Kulübün tüm faaliyetleri ile ilgili kararlar alır. 3. İşlerin ve kayıtların ve hesapların düzenli işlemesi ve kulübün ilerlemesi için tedbirler ve meseleler görüşülür ve gereğince uygulanması için çalışılır. 4. Kulübe katılacak üyeler hakkında asil üyelerin oyları tasnif edilir ve kulüp tüzüğüne aykırı harekette bulunan üyeler hakkında alınacak kararları belirler. 5. Kulüp gelirlerinin doğru yerlere harcanması için çalışır. 6. Aldığı kararları tutanak defterine kaydeder ve giriş, aylık aidat makbuzlarını imzalar ve mühürler. 7. Genel kurulda okunacak raporları ve kulübün bilançosunu düzenler ve genel kurulu davet eder. Yönetim kurulunun görev süresi bir yıldır. Bu süre içerisinde seçim yapılabilir ve eski yönetim kurulu üyeleri arasından tekrar yönetim kuruluna seçim gerçekleşebilir.
Madde 18- Genel Kaptan, kaptanlar kuruluna başkanlık eder. Çeşitli spor şubelerine katılacak üyelerinin durumunu kesinleştirmek için kaptanlar heyetine gönderir.
Madde 19- Kaptanlar kurulu, çeşitli spor şubelerinin ilerlemesine ilişkin maddelerle ilgilenir ve bu doğrultuda kararlar alır. Bu kararlar arasında yönetim kurulunu ilgilendiren maddeler sözlü olarak adı geçen kurula iletilir. Her kaptan takımını kendi uygun gördüğü şekilde oluşturmaya yetkilidir. Ancak şubelerinin yapısı hakkında genel kaptana bilgi vermekle yükümlüdür. Kaptanlardan her biri kendi takımlarına ait aylık aidatı tahsil etmeye ve muhasebeci ve yönetim kurulundan onaylı makbuzları ödeme yapan üyelere vermek zorundadırlar. Kaptanların görev itibariyle üstleri genel kaptandır.
Madde 20- Sekreter, haberleşme ve mektuplaşmaları düzen içerisinde yerine getirmek ve kaydetmek ve yönetim kurulu kararlarını tutanak defterine geçirmek ve evrakları sırasıyla dosyalamakla yükümlüdür.
Madde 21- Muhasebeci, yönetim kurulu kararıyla yapılacak harcamaları gerçekleştirmek ve aylık aidat ve çeşitli ödemeleri tahsil ve talep etmekle, hesap işlemlerini görev gereği yerine getirmekle ve gelirlerin harcanmasına ilişkin günlük belgeleri gerektiğinde beyan etmek üzere saklamakla yükümlüdürler. Muhasebeci yönetim kurulu kararına uymayan hiçbir gelir ve gideri talep ve harcamaya ve kasasında 5 liradan fazla para bulundurmağa yetkili değildir. Beş liradan fazla meblağ yönetim kurulunca belirlenecek bir bankaya yatırılacaktır.
Madde 22- Müfettiş, kulübün günlük işlerini inceleme ve kontrol etmekle ve gördüğü kusurları sözlü olarak yönetim kuruluna iletmekle yükümlüdür. Müfettiş kulübün bir yıllık faaliyetleri hakkındaki incelemelerini içeren kapsamlı bir raporu, özet ile beraber genel kurulda okunmak üzere yönetim kuruluna iletir.
Madde 23- Genel Kurul kulübün bir senelik faaliyet ve hesapları hakkında gerek yönetim kurulu gerekse müfettiş tarafından düzenlenen ve okunacak raporları, asli üyeler tarafından verilecek önergeleri dinler. Bunları anlam ve içerik olarak olduğu gibi kabul ve onay veya yeniden düzenlenmek üzere onaylar. Kulübün ilerlemesine ait günlük maddeleri görüşerek karara bağlar. Genel başkan ve yönetim kurulu üyelerini seçer ve atamasını gerçekleştirir. Genel kurul toplantısında çoğunluğun oyu ile bir divan başkanı seçilir ve toplantıyı yönetir. Genel kurul tutanakları, kurul içerisinden seçilecek iki kişi tarafından tutulur ve toplantının sona ermesinden sonra divan başkanı tarafından imzalanır. Alınan kararlar üye tam sayısının yarısından bir fazlasının oyu ile geçerlilik kazanırlar. Kulüp üyeleri bu kararlara uymak zorundadırlar .
Seçilme
Madde 24- Genel Başkan asil üyeler arasından seçilir. Bu görevi yerine getirmeye yetkin üyeler arasından kendi izinleri de olmak şartıyla 3 aday seçilerek genel kurula sunulur. Genel kurulun gizli oylaması sonucunda adaylardan en çok oyu alan kişi Genel Başkan olarak atanır.
Madde 25- Yönetim kurulu seçimi için genel kurul toplantısından önce yönetim kurulu üyeliğinden ayrılanlar yeni kurula aday olabilecek kişiler için nabız yoklandıktan sonra aday gösterilebileceği gibi asli üyeler de kendi adaylıklarını açıklayabilirler. Bu şekilde ortaya çıkan adaylar gizli oy ile ayrı ayrı seçilirler.
Madde 26- Her takıma yönetim kurulu tarafından bir kaptan ve bir de kaptan yardımcısı atanır.
Çeşitli Maddeler
Madde 27- Üyelerin tüzük hükümlerine uyması zorunludur. Aksi takdirde durumun gereği ve hükümlere uymamanın derecesine göre o üye hakkında yönetim kurulu tarafından alınan ve genel başkan tarafından onaylanan karar çerçevesinde gerekli işlem yapılır.
Madde 28- Yönetim kurulu üyelerinden biri bir süre toplantılarda bulunmadığı takdirde, görevi ve kurul üyeliği yönetim kurulunun oyuyla başka bir üyeye geçer. Kaptanların görevlerinin başında bulunmadığı durumlarda kaptan yardımcıları şubenin yönetimini yürütürler.
Madde 29- Yönetim kurulu üyeliğinden istifa eden ve genel başkan tarafından istifası kabul edilenlerin yerine kendilerinden sonra o görev için en çok oyu alan kişiler atanırlar. Genel başkanın istifası durumunda yönetim kurulu genel kurulu hemen toplantıya çağırır. Yirmi dördüncü maddeye göre genel başkan seçimi yapılır.
Madde 30- Hırsızlık, namusa zarar verme ve şeref meseleleri dolayısıyla yönetim kurulu kararı ve genel başkanın onayı ile kulüpten ihraç olunan üye, sonrasında hiçbir sebep ve şekilde kulübe tekrar kabul olunamaz. Bu gibilerin durumları ve hareketleri hakkındaki incelemeler ve bu doğrultuda alınan kararlar bir yazışma ile tüm kulüp üyelerine gönderilir. Ve o üye ile hiçbir şekilde ilişkide olunmaması üyelerden rica edilir ve tavsiye olunur.
Madde 31- Her nasılsa yalan söylemek, sözlü hakaret etmek, şaka yollu da olsa arkadaşlarından biriyle alay etmek, bir başkasının kişiliğine saldırmak, verdiği sözü geçerli bir sebep olmadığı halde tutmamak, dinini ve milliyetini küçük düşürecek hareketlerde bulunmak gibi adetleri tekrar edenlere uyarılar ve uygun uyarılarla dikkatleri çekilir ve gerektiğinde azarlanırlar. Bu uyarılar ve azarlamalarla iyi bir hale dönmeyeceği anlaşılanlar kulüpten ihraç işlemi ile karşılaşırlar. Madde 32- Yukarıdaki maddeler gereğince kulüpten ihraç olunanlar hakkında gerek İstanbul’da gerekse taşrada bulunan diğer spor kulüplerine de bilgilendirme yapılacak ve onların da bu kişilere karşı dikkatleri çekilecektir.
Madde 33- Her üye spora uygun elbise ve malzemeyi kulüp tarafından verilen numuneye göre kendi adına edinmeye mecburdur.
Madde 34- Kulübün kırtasiye, kahve, su gibi çeşitli harcamaları aylık aidatın yüzde onunu geçmeyecektir.
Madde 35- İşbu tüzük hükümlerinin bazılarının iptali ve değiştirilmesi veya bazı maddelerin eklenmesi hakkında verilecek teklif genel kurul tarafından uygun görüldüğü takdirde değerlendirilecektir.
Fenerbahçe’nin Kuşdili Lokali’nin Açılışı. Fenerbahçe Tarihinin Birbirinden Ünlü Simaları Bir Arada (İdman Dergisinden)
Tüzüğün Detayları
Meşhur 2.maddenin de yer aldığı tüzüğün giriş bölümünün Hulusi Bey tarafından yazıldığını; aynı dönemde kurduğu ve teşkilatlandırdığı derneklerin kuruluş amaçlarına, yayınlanan mektubundaki ifadelere bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. İttihat ve Terakki ile Fenerbahçe’nin ilişkisinin fikri olarak Jön Türklere dayandığını “Kurucular”ı anlatırken defalarca ortaya koymuştuk.Tüzüğün yazılış öyküsü bize, Hulusi Bey’in bu ilişkiyi bir adım ileriye taşıma amacında olduğunu göstermektedir. Bu amaç doğrultusunda yazılan maddelerden bazıları kurucu kadronun müdahalesi ile engellenmiştir.
Fenerbahçe’nin 1913 tüzüğünde, giriş bölümdekilerin haricinde dikkat çekici bazı maddeler de yer almaktadır. Bunlardan bazılarında Cemiyetler Kanunu’nda yer alan bazı hükümler aynen yer bulmuşlardır. Tüzüğün 7.maddesine göre 20 yaşını doldurmayanlar kulübe üye olamazken, gençleri de kulüp bünyesinde tutmak için bir çeşit “öğrenci üyeliği” sistemi geliştirilmiştir. 11.Maddede yer alan üye olacakların “cinayetle mahkum ve medeni haklarından mahrum olmaması” gibi nitelikleri Cemiyetler Kanunu’ndan alınarak sıralanmıştır.
Fanfar
Tüzüğün 6.maddesinde yer alan “Fanfar” ise en ilginç konulardan biri olarak Fenerbahçe Tarihi’nde yer almaya adaydır. Fransızca “Fanfare” kelimesinden gelen “Fanfar” sadece üflemeli çalgılardan oluşan küçük çaplı bir orkestra anlamını karşılamaktadır. Tüzükte yer alan bu bilgi bize, kulübün o dönemde bir orkestrasının varlığını söylemektedir. Nitekim Refet Paşa’nın 3 Kasım 1922 tarihinde kulübe yaptığı ziyaretin yer aldığı gazete haberlerinde kulübün orkestrasının varlığına ilişkin maddi kanıtlara da rastlanmıştır. Bu da bize, en azından, 1913 – 1922 yılları arasında kulübün bir orkestrası olduğunu göstermektedir.
Fenerbahçe’nin 1913 Tarihli Tescil Evrakı
Tescil Yılı : 1913
Fenerbahçe’nin devlet tarafından tescil tarihinin 1908 ya da 1909 yılı olmadığını yazımızın ara değerlendirmesinde belirtmiştik. Bununla ilgili ilk dayanak noktamız Cemiyetler Kanununun çıkış tarihi ve bu tarihe kadar cemiyetler için herhangi bir düzenleme olmadığıydı.
Peki Fenerbahçe Spor Kulübü hangi yıl tescil edildi? Sorunun cevabı 1913’tür.
Bu cevabı 3 belgeye dayanarak veriyoruz.
İlki Profesör Erhan Afyoncu ve Profesör Vahdettin Engin’in Devlet Arşivlerinde buldukları “Spor Kulüplerinin Kuruluş Tarihleri ve Amaçları” başlıklı bu defterin sayfalarından birinde yer alan Fenerbahçe’ye ait satırlar. Transkripsiyonunu aşağıda görebileceğiniz bu belgede dikkat edilirse 1913 Tüzüğünün 2.maddesi aynen yer almıştır. Belgede tescil tarihi doğrudan yer almasa da Hulusi Bey’den sonra başkan olan Hamit Hüsnü Bey’in idare heyetinde başkan sıfatıyla yazılması, tarihleme yapmamız için yeterlidir.
Spor Kulüplerinin Kuruluş Tarihleri ve Amaçları
Cemiyetin Ünvanı : Fenerbahçe Spor Kulübü
Maksad-ı Tesisi : Memlekette terbiye-i bedeniye ve fikriyenin teminine çalışmak ve şebban-ı vatanı mübareze-i hayata ve meşak ve esfar-ı askeriyeye alıştırmak üzere. (Ülkede beden eğitimi düşüncesinin yaygınlaştırılması için çalışmak ve ülke gençlerini hayat mücadelesi ile askeri seferler ve zorluklara alıştırmak üzere)
Merkez İdaresi : Kadıköy’ünde Kuşdili Çayırında
Tarih-i Tesis : 1323 (1907)
Heyet-i İdaresi Reis-i Umumi : Hamid Hüsnü Bey Reis: Fuad Kaptan-ı Umumi: Galip Kasadar: Hakkı Katib-i Umumi: Hüseyin Hüsnü beylerden mürekkeptir.
Fenerbahçe’nin 1913 Tarihli Tüzüğü
1913 Tüzüğünün ilk maddesinde “1907 yılında kurulmuş olan Fenerbahçe Spor Kulübü, 1913 yılında, Cemiyetler Kanunu hükümlerine göre, hükümetin resmi iznini elde etmiştir” demektedir. Kulübün tescil tarihi ile ilgili dayandığımız ikinci belge de tüzüktür. Nitekim hem defterde hem de tüzükte yer alan tarihler birbirleriyle eşleşmektedir.
12 Mart 1941 Tarihli Resmi Gazete
Öne sürdüğümüz tescil tarihini kanıtlayan son belge ise 1941 tarihlidir. Bu belgede kulüplerin yapısına ilişkin düzenlemeler yapılırken tescil tarihlerine de yer verilmiş, Fenerbahçe’nin tescil tarihi 14 Mart 1913 olarak yazılmıştır. Aynı belgede Galatasaray’ın tescil tarihi ise 15 Ağustos 1913 olarak yazılmıştır. Bu belge, devlet kayıtlarında Nasuhi Esat’ın sözünü ettiği ve Fenerbahçe Tarihini yazanların istisnasız kabul ettiği 1908 tarihli tescil bildiriminin yer almadığını göstermekte; sözü edilen tarihte sadece bir bildirim yapıldığı ihtimalini ise kuvvetlendirmektedir.
“İlk”
Fenerbahçe’nin kuruluş yıllarındaki “tüzük ve tescil” öyküsünü iki açıdan değerlendirmek gerekir.
İlki, 1908-1913 dönemi siyasi olaylarının bu öykünün yazılmasına olan etkisidir.
Meşrutiyetten sonra kulübün birkaç maddeden oluşan tüzüğü ile devlete yaptığı beyan, İttihat ve Terakki’nin cemiyetler üzerine çalışan üyesi aynı zamanda kulüp başkanı Hulusi Bey’in Fenerbahçe’yi “spor kulübü” kimliğinden ayrı tutarak yazdığı tüzüğe yapılan müdahale ve o meşhur ikinci madde… Bu etkiyi bize gösteren unsurlardır.
İkinci açı ise spor tarihi yazımında “ilk” olma tutkusunun tescil hikayesinde kendini göstermesidir.
Fenerbahçe’nin tartışmasız kuruluş yılı “1907” olarak tarihe geçmişken, bu tarihin kağıda geçirildiği iddia edilen “1908” yılı, “ilk tescil edilen spor kulübü” nitelemesi ile birlikte tarih yazımımızda yer almaktadır. Kanımızca Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün 1909 yılında kurulduktan yıllar sonra, kuruluş tarihini 1903 olarak değiştirerek “ilk” olma iddiasında bulunması Fenerbahçe tarih yazımına etki etmiştir. Tıpkı 1901 yılında kurulup, kapatılan “Black Stocking” kulübünün kuruluş tarihinin bugün hala Fenerbahçe resmi sitesinde “gerçek kuruluş yılı” başlığı altında 1899 tarihi ile yer alması gibi.
Buna benzer bir örneğe Galatasaray tarih yazımında da rastlanmaktadır. Fenerbahçe ile beraber 1913 yılında tescil olan Galatasaray, bugün resmi internet sitesinde tescil öyküsünü şöyle anlatmaktadır: “1905’te Osmanlı İmparatorluğu’nda bir dernekler yasası bulunmadığından, Galatasaray Spor Kulübü yasal olarak tescil edilme olanağını bulamamıştır. 1912 yılında Cemiyetler Kanunu çıkarıldıktan sonra, kulüp yasal bir kimlik kazandı. Yetkili makamlara kulüplerin tüzükleriyle birlikte, kurucu üyelerin ad ve adreslerinin de bildirilmesi zorunlu tutulduğundan, istifa eden ya da eğitimlerini tamamlayarak ülkelerine dönen üyeler ilk listeden çıkarılmış ve 1 Eylül 1913’te kurucu liste yeniden düzenlenmiştir.”
Bildiğimiz kadarıyla 1912 yılında çıkarılan bir cemiyetler kanunu olmadığına göre, Galatasaray tarihçileri geç tescil edilmelerinin nedenini 1909 çıkan kanunu 1912 yılında çıkmış şekilde yazarak kamufle etmek istemişlerdir.
Belirttiğimiz ve Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün 1910 yılındaki tescil evrağı incelendiğinde de görüleceği gibi, kulüplerin tescil evrakları beyanları üzerine verilen birer “ilmühaber”den ibarettir. Köklü kurumların tarihini yazarken birçok konuda ısrarla yer verilmek istenen “ilk” olma nitelemesinin tarihin devinimi içerisinde atfedildiği kadar önemi yoktur.
Okuyacağınız bu yazının konusu, eski bir Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey… Selanik’te başlayıp Paris-İstanbul-Berlin-Moskova-İzmir’de devam eden ve Ankara’da sonlanan hikayenin kahramanı; hakkında üç kez idam cezası verilmiş, Meşrutiyet döneminin baş aktörlerinden olan bir İttihatçı… Doktor Nazım Bey’in hikayesi ile karşınızdayız.
Kaleme aldığımız yazıların, yaptığımız araştırmaların hepsinin şüphesiz bir hazırlanış öyküsü var. İtiraf etmeliyiz ki hiçbirisi bu yazınınki kadar etkileyici değil.
Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Tarihi’nin aydınlatılmaya en çok ihtiyaç duyulan meselelerinden biri olduğunu hepimiz biliyorduk. Bununla beraber “Atatürk’e suikast düzenleyen Fenerbahçe Başkanı” yalanının popülist spor tarihçiliği (daha doğrusu tarih denemeciliği) için tükenmez bir kaynak olması, konuyu aydınlatmamızın zorunluluğuna olan inancımızı da hep canlı tutuyordu. Fenerbahçe Tarihinde Doktor Nazım’ın varlığına ilişkin maddi bir kanıt bulmak için yaptığımız arşiv taramalarından sonuç alamamıştık.
Doktor Nazım Bey’in adı Fenerbahçe resmi kayıtlarına Rüştü Dağlaroğlu’nun yazımı ile girmişti. Dağlaroğlu yayınladığı kurucular listesinde Doktor Nazım Bey’e yer vermiş, ancak meslek kısmını boş bırakmıştı. Fenerbahçe resmi kayıtlarında adının sadece başkanlar listesinde bir fotoğrafı ile yer alması dışında kulüpteki günleri hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik. Bu durumda ikincil kaynaklara başvurduk.
Doktor Nazım Bey hakkında 1988 yılında bir doktora tezi yazan Profesör Ahmet Eyicil’in satırlarında, 19 Nisan 1971 tarihinde Fenerbahçe Kulübü’ne Doktor Nazım Bey’in başkanlığına dair bilgi isteyen bir mektup yazdığına ve karşılığında Doktor Nazım Bey’in 1916 yılında Fenerbahçe’de başkanlık yaptığını doğrulayan bir mektup aldığına ilişkin bir dipnota rastladık.
Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe başkanlığına ilişkin Soner Yalçın’ın 2004 yılında yayınlanan “Efendi” isimli kitabındaki detaylar ise konu hakkındaki kısıtlı bilgilerimizi giderecek nitelikte değildi. Soner Yalçın’ın kaynak göstermeden verdiği bilgiye göre; “Doktor Nazım, 1917 yılının Aralık 17’sinde oynanan ve Fenerbahçe’nin 2-3’lük yenilgisi ile sonuçlanan maçı İttihatspor Sahası’nda ‘Başkan’ olarak izlemişti” ve Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda oynanan bu maç öncesinde Doktor Nazım Bey, “cephede olan Fenerbahçe takımı oyuncularının maça yetiştirilmesi için çaba göstermişti.”
Doğrulanmaya muhtaç olan bu bilgiler için maç kayıtlarına baktığımızda maçın yazılanın aksine 21 Aralık’ta oynandığı görülmekteydi. Başkan olduğuna dair verilen tarih ise, kulübün kayıtlarındaki 1916 yılı ile çelişmekteydi. Ayrıca maçın haberini yapan Tasvir-i Efkar gazetesinde maç ile ilgili bir çok detaya yer verilmesine rağmen Doktor Nazım Bey’in ismine rastlanmıyordu.
22 Aralık 1917 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde Fenerbahçe-Galatasaray maçının haberi
Sürpriz Haber
Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe’deki günlerine ulaşma çabalarımız belge ve kaynak yetersizliğine rağmen devam ederken, eş zamanlı olarak Fenerbahçe Anı Defteri üzerinde yaptığımız incelemelerde bir imza dikkatimizi çekti. İmzadaki ismin “Nazım” olduğuna emindik. İmza sahibinin Doktor Nazım Bey olma ihtimali karşısında çalışmaya başladık. İmzanın üzerindeki metnin çevirisini yaptıktan sonra, metni tarihlendirdik. İmzanın yanında tarih olmadığı için, önceki ve sonraki sayfalarda, metne en yakın tarihlerden bir aralık belirledik. “Nazım”, Fenerbahçe’yi 9 Nisan 1915 ile 23 Nisan 1915 tarihleri arasında ziyaret etmişti.
Topladığımız bu verileri Doktor Nazım Bey’in evrakını elinde bulunduran çok kıymetli bir “büyüğümüze” ilettik ve imzanın Doktor Nazım Bey’e ait olup olmadığını sorduk. Kendisinden gelen cevap “Evet”ti. Gönderdiğimiz imza, Doktor Nazım Bey’in mektuplarının altındaki imza ile karşılaştırılmış ve eşleşmişti.
Eşleşme haberinden sonra arşivlerde Doktor Nazım Bey’in el yazısının olduğu belgeleri aramaya devam ettik ve aradığımızı Taha Toros Arşivi’nde bulduk. Doktor Nazım Bey’in, 10 Mayıs 1907’de yazdığı mektuptaki el yazısı ve imza detaylarını Anı Defteri’ndeki yazısıyla karşılaştırıp, sözlü teyitten sonra maddi teyidi de yapmış olduk.
Fenerbahçe’nin eski bir başkanının kulübün anı defterinde izini bulmamız, üstelik hakkında bu kadar az bilgi ve belgeye sahipken, Fenerbahçe Tarihi açısından çok önemli bir gelişme. Bu gelişmenin önemine dair yapacağımız vurguları yazımızın sonuna bırakarak, Doktor Nazım Bey’in hayatından satır başlarını aktarmaya başlıyoruz.
Doktor Nazım Bey’in Ahmet Rıza Bey’e yazdığı mektup ve imzası
Paris
Nazım Bey, 1872 yılında Selânik’te doğdu. ilk eğitimini burada aldı. Önce Askeri Tıbbiye Lisesi’ne, ardından Mekteb-i Tıbbiye’ye girdi. Daha henüz öğrenciyken, İttihat Terakki’nin temelini oluşturan İttihad-ı Osmani Cemiyeti’ne üye oldu. Cemiyet içinde aktif görevler aldı ve 1893’te cemiyet tarafından Paris’e gönderildi. Öğrenimini tamamlamak için Sorbonne Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydoldu. Paris’teki İttihatçı gençleri bir araya toplamak amacıyla 1895’teMeşveret Gazetesi’ni yayınlayan kadronun içinde yer aldı. Abdülhamid yönetimini eleştirdi. Yazılarında muhalefetin örgütlenmesini savunan Doktor Nazım Bey, 1894’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Cemiyetin kadrolaşma ve teşkilatlanma görevini 1907’den itibaren üstlendi. Yurt içinde ve dışında yeni şubeler açılmasını sağladı. Bu çalışmalarından dolayı Doktor Nâzım Bey “vatan haini” ilan edilerek sonraki yıllarda 2 kez daha yüzleşeceği idam cezalarının ilki ile yüzleşti. İttihat Terakki’nin 27 Eylül 1907’de Selanik’te yaptığı ikinci kongresinden sonra kılık ve kimlik değiştirerek, gizlice İzmir’e geldi.
İzmir’de Bir Teşkilatçı
Doktor Nazım Bey ile İttihat Terakki Cemiyeti yöneticileri, Selanik’teki kongrede bir ihtilalin yapılmasına karar vermişlerdi. Abdülhamid’e karşı Meşrutiyeti yeniden ilan etmek için gerçekleştirilecek ihtilali o dönemde sadece İzmir Kolordusu önleyebilirdi. Doktor Nazım Bey İzmir Kolordusu subaylarını cemiyete üye yapmaya ve onların yardımı almaya çalıştı. İzmir’de çeşitli yerlerde toplantılar düzenleyip kadrolaşmayı sağladı. Sadece İzmir’de değil Ege Bölgesinin tamamında özellikle Aydın ve Denizli’de tanınmış kişileri cemiyete üye olarak kazandırdı.
Meşveret gazetesi… En altta “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin vasıta-i neşriyatıdır” yazılı.
Meşrutiyet’in Yeniden İlanı
Meşrutiyet yeniden ilan edildiğinde Doktor Nazım Bey İzmir’deydi. Onun faaliyetleri sayesinde, İzmir Kolordusu askerleri Meşrutiyet’e karşı harekette bulunmamışlardı. Hatta Selanik’e gönderilen İzmir Kolordusu’nun ilk taburları rıhtıma çıkınca silahlarını bırakıp göğüslerine hürriyet işaretlerini takarak Hürriyet hareketine katılmışlardı. Doktor Nazım Bey, Meşrutiyet’in yeniden ilanını haber alır almaz Selânik’e gitti ve bir süre orada kaldıktan sonra 27 Temmuz 1908’de İzmir’e döndü. İzmir’e dönüşünde halkın söylediği “yaşasın hürriyet” tezahüratlarıyla karşılandı.
Katib-i Umumilik ve Esaret
İttihat Terakki yapılanmasının en önemli görevi olan ve günümüzde “genel sekreterlik” olarak tanımlanan Katib-i Umumilik görevini 3 Temmuz 1909 – 23 Temmuz 1910 tarihleri arasında sürdürdü. 1908-1918 yılları arasında da cemiyette Merkez-i Umumi üyesi olarak yer aldı. Bu görevlerde bulunduğu sırada Avrupa’ya öğrenciler gönderdi. Balkan Savaşı esnasında Kızılay Hastahanesi Başhekimliği yaptı. Selanik işgal edilince Yunanlılar’a esir düştü ve Atina’da 11 ay hapsedildi. I. Dünya Savaşı’ndan birkaç ay önce esaretten kurtularak İstanbul’a geldi.
Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesi, üzerinde “Kanun-i Esasi (Anayasa)” yazan bayraklarla kutlanıyor
Sonun Başlangıcı
Doktor Nazım Bey, I. Dünya Savaşı sırasında askere gitmek istediyse de arkadaşları tarafından İttihat Terakki’nin Merkez-i Umumi üyeliği görevinde kalması daha uygun bulundu. Savaş esnasında Talat Paşa’nın ısrarı ile 21 Temmuz 1918’de Eğitim Bakanlığı görevini üstlendi. Üç ay süren bu görevi sırasında devlet malını titizlikle koruduğu, hatta şahsına ayrılan makam arabasına bile binmediği dönemin tanıklarının anılarında yer almaktadır. Savaşın kaybedilmesi ile birlikte önde gelen diğer İttihatçılarla beraber İstanbul’dan ayrıldı ve 1 Kasım 1918 gecesibir Alman torpidosuyla Sivastopol’a, oradan da Berlin’egitti. İttihat Terakki’nin ilk yargılanması olan 5 Temmuz 1919 tarihli duruşma sonucunda Divan-ı Harb-i Örfi tarafından idam cezasına çarptırıldı. Bu onun için verilen 2.idam kararıydı.
Berlin-Moskova
Doktor Nazım Bey, Berlin’de iken İngiliz ve Fransızlar karşısında ezilen müslüman milletlerin haklarını korumak için “İslam İhtilalleri Cemiyeti”nin kurulması çalışmalarına katıldı. Halklarının çoğunluğu müslüman olan devletlere mektuplar, bildiriler gönderdi. Enver Paşa’nın esir düştüğünü öğrenince onu kurtarmak amacıyla Moskova’ya gitti. Hapisten çıkarılmasını sağladıktan sonra tekrar Berlin’e döndü.
Berlin’de müslüman milletlerin lehinde propaganda yapmak amacıyla bir büro açtı. Burada yaptığı çalışmalarda Anadolu’da devam eden Milli Mücadele tarafında yer aldı. İttihatçıların Milli Mücadele’ye katkı sağlayacaklarını belirterek, ülkeye dönüşlerine izin verilmesini yazdığı bir mektup ile Mustafa Kemal Paşa’dan istedi, ancak cevap alamadı.
1921’de tekrar Moskova’ya gitti. Enver Paşa’nın yanında kalarak onun Anadolu’ya geçerek Mustafa Kemal Paşa’ya muhalif bir pozisyon almasını engellediği bazı kaynaklarda yer aldı. Berlin’deyken Ermeni katliamıyla suçlanan İttihatçı arkadaşı Bahaeddin Şakir’in 1922’de bir suikast sonucu öldürülmesi ile hayatı hakkında endişelenmeye başladı. Milli Mücadele’nin başarıyla sonlanmasının ardından siyasete karışmaması şartıyla İzmir’e geldi. İzmir’de yaşamını sürdüren Doktor Nazım Bey’in hayatı Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından verilen idam cezasının uygulanması ile 1926’da Ankara’da son buldu.
İstanbul’un işgalinden sonra Malta’ya sürgüne gönderilenler arasında elbette İttihatçılar çoğunluktaydı.
Mustafa Kemal Paşa – Doktor Nazım İlişkisi
Suikast Girişimi Davası yargılamaları ile ilgili değerlendirmelerimize başlamadan önce, Doktor Nazım Bey’in Mustafa Kemal Paşa ile ilişkisine yer vermenin doğru olacağını düşünüyoruz. Öncelikle Doktor Nazım Bey’in Fransız devlet yönetim sistemini benimsediğini, “laik ve demokratik” bir anlayışa sahip olduğunu söylemeliyiz. Bu yönüyle Mustafa Kemal Paşa ile paralel bir düşünce yapısındaydı. Doktor Nazım Bey ile Mustafa Kemal Paşa’nın hayatı Çanakkale Savaşları’ndan sonra Mustafa Kemal Bey’in terfi meselesinde kesişti. Profesör Ahmet Eyicil, savaştan hemen sonra İttihat Terakki Merkez-i Umumi toplantısında gerçekleşen terfi tartışmasında yaşananları şöyle özetlemiştir:
“Doktor Nazım, Talat Paşa’ya Mustafa Kemal’in terfi meselesinin neden uzadığını sordu. Talat Paşa, terfi işinin Enver Paşa’ya ait olduğunu söyledi. Bu defa Doktor Nazım öfkeyle aynı soruyu Enver Paşa’ya sordu. Enver Paşa onun daha fazla konuşmasına fırsat vermeden “işin bana ait olan kısmı bitmiştir. Padişaha arz olundu. Bugün yarın Mustafa Kemal Bey generalliğe terfi etmiş olacaktır” dedi. Bu cevap üzerine Doktor Nazım Bey ayağa kalkarak Enver Paşa’yı kucakladı ve yanaklarından öptü.”
Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey, İttihat Terakki’ye 1908 yılından sonra Trablusgarp delegesi olarak katılmıştı. Cemiyetin bir üyesi olsa da yöntem olarak ordunun siyasetten ayrılmasını savunan Mustafa Kemal, askeri gücün ve uygulamaların hayli etkin olduğu bu oluşumun içinde aktif olarak yer almamıştı. İsmet İnönü“Hatıralar” adlı kitabında Mustafa Kemal – İttihat Terakki ilişkisi için şunları yazmıştır: “Mustafa Kemal İttihatçıları her dönem tehlikeli bulmuştu. Onlarla ilişkilerinde ihtiyatlı davranmaya dikkat etmişti. Kısacası Mustafa Kemal Paşa, İttihat Terakki’yi çok iyi biliyor ve tanıyordu”
Mustafa Kemal Atatürk, Yüzbaşı rütbesiyle…
Suikast Girişimine Giden Yol
Osmanlı’nın son yıllarında gerçekleşen olaylar ve İttihat Terakki’nin idaresi altında olan devletin I.Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla Türkiye bir yönetim boşluğuna düştü. Ülke fiilen işgal altındaydı. Mustafa Kemal Paşa, işgal dönemindeki yönetim boşluğunu Milli Mücadele’yi örgütleyerek doldurdu. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra, Cumhuriyet 1923 yılında ilan edildi. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı oldu.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, yukarıda da belirttiğimiz gibi demokratik ve laik bir devlet sistemine inanıyordu. Gerek imparatorluk mirasından gerekse yerleşmiş geleneklerden kaynaklanan zorluklara rağmen “Türk Devrimi” uygulamaya konuldu. Türk milletinin, sosyal ve siyasal alanlarda çağın gereklerine uygun bir sistem içerisinde yaşaması ideali Cumhuriyet ile birlikte hedef olarak belirlenmişt. Şüphesiz bu dönem muhalif düşünceler de ortaya çıktı. Özellikle laiklik ilkesinin devlet sistemine hakim olması gelenekçi askerler ve siyasetçilerin rahatsızlığına neden oluyordu. Devrim faaliyetlerinin başlaması sonucunda birkaç sene önce yitip giden bir milletin, üstelik dünyanın en önemli coğrafyalarından birinde, tekrar ayağa kalkması, yabancı devletlerin müdahalesini de geciktirmedi. Şeyh Sait İsyanı bu müdahaleye örnek bir olay olarak tarihe geçti.
Mustafa Kemal Paşa, devrim kanunlarını çıkartırken Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kozmopolit yapısı dolayısıyla sıkıntı yaşıyor, muhalif cephe Kurtuluş Savaşı’nın diğer paşaları etrafında birleşiyordu. Profesör Tarık Zafer Tunaya, bu dönemi en iyi ifade eden değerlendirmeyi “Gerginliğini kaybetmeyen siyasal hava” şeklinde yapmıştır. Özellikle İstanbul Basınının Ankara’ya olan eleştirilerinin sürekli hale gelmesi havayı daha da gerginleştiriyordu. Bu siyasi hava içerisinde genç cumhuriyetin ilk muhalefet partisi kuruldu. 1924 Yılı Kasım ayında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile muhalefet tek çatı altında örgütlenmeye başladı. Ancak partinin ömrü kısa oldu ve Şeyh Sait isyanı sonrasında Haziran 1925’te kapatıldı.
İzmir İstiklal Mahkemesi
Bu siyasi gerginlik içerisinde, aralarında bazı milletvekillerinin ve eski İttihatçıların da olduğu kişiler Mustafa Kemal Paşa’ya suikast planladılar. İzmir’de yapılacak suikast öncesinde yapılan bir ihbar sonucu suikast olayı bir girişim olarak kaldı. Olağanüstü bir yargı organı olan ve aldığı kararların temyize götürülemeyeceği İstiklal Mahkemesi İzmir’de kurularak 15 kişinin idamına karar verdi. Aralarında Kazım Karabekir, Ali Fuat, ve Refet Paşaların da olduğu 24 kişi ise beraat etti.
Ankara İstiklal Mahkemesi ve Tasfiye
Suikasti planlayanları ve eylemi gerçekleştirecek olanları İzmir’de cezalandıran mahkeme, Ankara’da siyasi yargılama yapmaya karar verdi. Bu defa suikast ile ilişkisi olmayan ancak yeni rejim için tehlikeli olduğu düşünülen eski ve önemli İttihatçılar yargılanacaktı. Bu bağlamda İzmir’de tutuklanan Doktor Nazım Bey de Ankara’ya götürüldü. Muhalefetin varlığından güç alanların, suikastı gerçekleştirmeye fırsat bulamadan yakalanıp cezalandırılmaları, siyasal ortamın yeniden şekillendirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarmıştı.
Profesör Vahdettin Engin ve Profesör Tarık Zafer Tunaya’nın “Hesaplaşma”, Erol Şadi Erdinç’in “Tasfiye” olarak tanımladığı davada; Doktor Nazım Bey, Cavit Bey gibi önemli İttihatçılar yargılandı.
Bugün TBMM arşivinde yer alan duruşma tutanaklarında da görüleceği üzere, sanıklara suikast ile ilgili bir tek soru bile sorulmadı. İttihat Terakki’nin faaliyetleri yargılanıyor, sanıklara siyasi hayatları üzerinden sorular soruluyordu. Dönem Basını bu yargılamalar sürerken “İttihat Terakki Belasından Kurtuluş” manşetleri atıyordu.
Profesör Tarık Zafer Tunaya, tutanaklara dayanarak yaptığı değerlendirmede, “mahkeme heyetinin tarihsel bilgi ve belgeye sahip olmadığını” belirtir. Ona göre; “yargılayanlar, yargılananlara kişisel anılarına ve rivayetlere dayalı sorular sormuşlardı”
Erol Şadi Erdinç, Cavit Bey’in çok parlak bir savunma yapması üzerine, Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya’nın “Ben seni şimdi asmayayım da ne yapayım?” demesini aktarır. Bu anektod mahkemenin yapısını ortaya koyan önemli bir örnektir.
Profesör Vahdettin Engin; “Kimin suçlu kimin suçsuz olduğu konusunda çok hassas davranılmadı” değerlendirmesiyle yukarıdaki yargıları desteklemektedir.
Sanıkların avukat tutmasına izin verilmeyen yargılamalar idam ile sonuçlandı ve aralarında Doktor Nazım Bey, Cavit Bey gibi İttihatçıların olduğu 4 kişi idam cezasına çarptırılırken 8 kişi de hapis cezası aldı. Doktor Nazım Bey “Fesh olmuş bir partiyi (İttihat Terakki) yeniden canlandırmak için propaganda yapmak” suçundan 26 Ağustos 1926 gecesi idam edildi. Son sözleri: “Efendiler, bu mesele ile katiyen alakam yoktur. Kusurum yoktur” oldu.
Ankara İstiklal Mahkemesi’nin Doktor Nazım Bey’i yargıladığı zabıtların başlangıç sayfası
“Günahsız Arkadaşlar”
Ankara İstiklal Mahkemesi’nin yargılamaları sonucunda ülkede muhalefetin etkinliği kalmamış oldu. Cumhuriyet rejimi devrimi yerleştirmek için gerekli siyasi ortamı böylece yakaladı. Falih Rıfkı Atay bu durumu şöyle açıklamıştır: “Yeni rejimin otoritesi İzmir ve Ankara sehpalarının üzerine tutundu. Mustafa Kemal Paşa’ya başladığı devrimi tamamlama fırsatını verdi.”
Bunlarla beraber Profesör Vahdettin Engin’in aşağıdaki satırlarının, bu meselenin olası sonuçları hakkında en isabetli değerlendirme olduğunu söyleyebiliriz: “Suikast girişiminin başarılı bir istihbarat faaliyeti ile sonuçsuz kalması ülke için şans olmuştur. Eğer başarılı olsaydı, kaos ortamına girilir, iktidarı ele geçiren kadrolar ülkeyi felakete sürüklerdi”
Ankara İstiklal Mahkemesinin verdiği idam kararları özellikle Doktor Nazım ve Cavit Beyler özelinde dönem üzerinde araştırma yapan tarihçilerin tamamı tarafından haksız olarak nitelendirilmektedir.
Uğur Mumcu, “Gazi Paşa’ya Suikast” kitabında “Doktor Nazım ve Cavit Bey gibi İttihatçılar suikast ile uzaktan yakından bir ilgileri olmamalarına karşın ölüm cezasına çarptırılmışlardır.” değerlendirmesinde bulunur.
Falih Rıfkı Atay, 1968 yılında yayınladığı “Çankaya” adlı kitabında “Cavit ve arkadaşlarının suikastçı olamayacaklarını biliyorduk. Günahsız arkadaşların ölümden kurtulamamış olmalarına hala vicdanım yanar” demektedir.
İzmir İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp beraat eden Kazım Karabekir Paşa’ya göre ise: “Her inkılapta olduğu gibi, ilk zamanda birlikte çalışanlar, maksat hasıl olduktan sonra ortaya çıkan parazitler yüzünden bu birliği kaybederler.”
Doktor Nazım Bey Ankara İstiklal Mahkemesi’nde
Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey
Doktor Nazım Bey’in idam ile sonuçlanan yaşam öyküsü iniş çıkışlarla doludur. Cinayete kurban giden babasının yokluğunda öğrenimini tamamlamış ve Jön Türk fikirlerini benimseyerek iyi bir teşkilatçı olarak Osmanlı’nın son dönemine hükmeden İttihat Terakki’nin en etkili isimlerinden biri olmuştu. Doktor Nazım Bey, siyasi hayatı boyunca 1918’de getirildiği Eğitim Bakanlığı dışında hiçbir memuriyeti kabul etmemişti. Bu görevi de Talat Paşa’nın yoğun ısrarları sonucu kabul ettiği dönemi inceleyen tüm kaynaklarda ve mahkemedeki ifadesinde yer almaktadır.
Siyasi hayatının satırbaşları ve yargılanmasının detaylarından sonra Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey için değerlendirmelerimize başlayabiliriz.
Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Başkanı olmasını, ülkenin savaşta olduğu yıllarda yürütülen bir siyasi faaliyetin, teşkilatçılığın bir sonucu olarak açıklamak mümkündür. Kendisinden önceki Başkan Hamit Hüsnü Kayacan’ın İttihatçı arkadaşı Doktor Nazım Bey’i kulübe kazandırdığı açıktır. Gençlerle iyi anlaşan, öğretici bir karakterinin olması bu siyasi faaliyeti yürütmesine şüphesiz etki etmiştir.
15 Mayıs 1330 (1914) tarihli İdman dergisinde Hamit Hüsnü Kayacan (soldan ikinci) : Kadıköyü’nde Union Club’de Donanma menfaatine icra olunan idman müsabakalarında Bahriye Nazırı Cemal Paşa hazretleri ve sair zevât-ı kiram mükâfat tevzi ederler iken…
Doktor Nazım Bey’i Fenerbahçe Tarihi’ne yazarak “mazinde bir tarih yatar” sözünü adeta ispat eden Rüştü Dağlaroğlu’nun verdiği bilgiye göre bir yıldan az bir süre başkanlık yapmıştır. Başkanlık dönemi ile ilgili herhangi bir faaliyette, maçta ya da olayda ismine rastlamadığımız Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Spor Kulübü’ndeki tek izini bulmanın gururu ile, yazımızın başında bahsettiğimiz Anı Defteri’ndeki yazısını ve imzasını yayınlıyoruz. Çalışmalarımız ve umudumuz bu dönem için daha fazla bilgi ve belge bulmak üzerinedir. Doktor Nazım Bey, henüz başkan değilken Fenerbahçe’yi 9 Nisan 1915 ile 23 Nisan 1915 tarihleri arasında bir tarihte ziyaret etmiş ve Anı Defterine şu satırları kaydetmişti:
Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Spor Kulübü Hatıra Defteri’ndeki yazısı.
“Memleketimizde spor oyunlarının …… edildiği (azaldığı) bir zamana tesadüf ettiğine müteessifim”
Nazım
Bu satırlarında Doktor Nazım Bey, kulübü ziyaret ettiği sırada savaş dolayısıyla ülkede spor oyunlarının sık yapılamadığı için üzüntüsünü belirtmiştir. Ziyaretin gerçekleştiği dönemde, 2 Temmuz 1915 – 24 Aralık 1915 tarihleri arasında, Fenerbahçe futbol takımının sadece 6 maç yaptığı kayıtlıdır. Böylece Doktor Nazım Bey’in sık maç yapılamadığı için duyduğu üzüntüyü anı defterine kaydettiği ziyaret, maç kayıtları tarafından da doğrulanmıştır.
Zenginlik…
Yazdıkları gayrimeşru satırlarda; gerçekleri, cehaletin karanlığını beslemek için kurban eden tarih bezirganlarının kafalarını, yaptığımız her yayın ile birlikte, gömdükleri çukurlardan bir daha çıkarmamaları için son söz olarak şunu söylüyoruz: Tarih yazmaya çalışırken yaptığınız kasıtlı “Anakronik” hatalardan kaynaklanan “Doktor Nazım, Atatürk’e suikast düzenlediği için idam edildi” yalanınız bu yazıyla beraber yok olmuştur.
Bugün, ona atfedilen suç ile ilgisi olmadığı ortaya çıkmış olsa da, kısa bir süre başkanlığını yaptığı Fenerbahçe’ye olan nefretlerini onun üzerinden kusacaklara karşı, Doktor Nazım Bey’in hikayesinin gerçekleri yukarıda yazılıdır. Doktor Nazım Bey; siyasi faaliyetleri, hayatının dönemeçlerinde aldığı kararlar bir yana Fenerbahçe Tarihi’nin bir zenginliğidir. 110 Yaşındaki küçücük bir defterde onun imzası ile Mustafa Kemal Paşa’nın imzası arasında sadece bir yaprak vardır. Fenerbahçe’yi seven ziyaretçileri; Meclis-i Mebusan üyelerinden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin milletvekillerine, Saltanatı İstanbul’dan çıkarmaya gelen Refet Paşa’dan, o saltanatın üyelerinden olan Şehzade Ömer Faruk ve Şehzade Osman Fuat Efendilere uzanan büyük bir topluluktur. Çağı aşan bu zenginlik; farklı düşünen, hayata farklı bakan kişilerin ortak paydası olarak Fenerbahçe’nin gururudur.
*Doktor Nazım Bey ve İzmir Suikast Girişimi ile ilgili çalışmalarıyla ufkumuzu açan; başta artık aramızda olmayan Erol Şadi Erdinç, Uğur Mumcu, Tarık Zafer Tunaya, Falih Rıfkı Atay ve Kazım Karabekir olmak üzere; sayın Murat Bardakçı, Prof. Dr. Erhan Afyoncu, Prof. Dr. Vahdettin Engin ve Prof. Dr. Ahmet Eyicil’e saygı ve minnetle…