Etiket: Mithatpaşa Stadı

  • Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Büyük Futbolcu Fikret Kırcan

    Fenerbahçe forması altında tam 22 sene. Büyük Fikret – Fikret Arıcan’dan devraldığı bayrağı pek fazla onunla birlikte oynamamasına rağmen Küçük Fikret olarak taşıyan bir Fenerbahçe efsanesi. Fikret Kırcan 1955/56 sezonunun sonunda 35 yaşında artık futbolu bırakmaya karar vermiştir. Dönemin acar muhabiri Halit Kıvanç kendisiyle uzun bir röportaj yapar, kendi anıları ve notlarıyla birleştirip 1956 yılının Ağustos ayında Milliyet Gazetesi için 18 günlük bir yazı dizisi hazırlar. 7 Ekim 1956’da oynanan Dinamo Moskova maçıyla futbolu bırakan Fenerbahçe’nin Küçük Fikret’inin futbol hayatını bize tüm detaylarıyla anlatan bu müthiş mirası gazete kupürlerinden çıkarıp Fenerbahçe Tarihi’ne sunuyoruz. Büyük futbolcu Fikret Kırcan ve başarılarla dolu bir futbol hayatının hikayesi…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Küçük Fikret Futbolu Bırakıyor

    Onu meşin topa kudretle hükmeder, o yuvarlak deri parçasını çizgi üzerinden adeta santimle ölçüp biçer gibi sürerken seyredenler, bu haber karşısında hemen eski günleri hatırladılar. Demek başlı başına bir stil yaratmış bu “Sağaçıklar Kralı” artık sahalarda görünmeyecekti.

    Fikret Kırcan geçen yıl da futbolu tamamen bırakmaya niyetlenmişti. Fakat hadiseler onu zorladı ve o futbolu bırakmak istediği halde futbol onu bırakmadı. Bir Rusya zaferinin zafer golünü atmak şerefi de, bu işte futbolun haklı olduğunu ispat ediyordu.

    “Faal sporculuktan tatlı hatıralar silinmeden ayrılmak…”

    Fikret bu düstura uydu ve her şeye rağmen artık meşin topa veda zamanının geldiğine hükmetti.

    O aynı zamanda güç erişilir iki rekor da kırmıştı: Birincisi 22 yıl fasılasız futbol oynamak. İkincisi de yine 22 yıl fasılasız aynı renkleri taşımak.

    Küçük Fikret futbola Fenerbahçe’de başladı. Ve işte bir veda maçı ile yine aynı formayı giyecek. Bu arada büyük futbolcunun sırtı milli takım, muhtelit takım veya mektep forması dışında başka hiçbir kulübün renklerini taşımadı. Bu, bilhassa profesyonelliğin ilerlediği devrimizde artık zor, ama pek zor yenilenebilecek bir rekordur.

    Mamafih 22 sene devamlı meşin top kovalama rekoru da aynı derecede mühimsenmeye değer ya.

    Yüksek teknik kudreti yanında efendilik ve sportmenlikle de bir kıymet kazanan Küçük Fikret, bugünün ve yarının nesilleri için “örnek bir sporcu” hüviyetinde görülecek simaların ilk sırasında gelir. Onun için yanında oynayanla karşısında oynayan birbirine yakın sözler sarf eder, takım arkadaşı da rakibi de Küçük Fikret’i “her bakımdan unutulmayacak şöhret” olarak gösterir.

    Fikret’e futbol sahası dışındaki hayatında da mesut günler dileyelim ve Türk futbolunun onun yerini aynı çapta Fikretlerle doldurması temennisinde bulunalım.

    İsmini Niçin Fikret Koymuşlardı?

    Hatıralarını kaleme almaya başlarken: “Fikret”, dedim, “Futbolu bıraktığın şu anda ne hissediyorsun? Futbola veda eden bir oyuncu ne der?”

    Güldü: “Ne diyecek” cevabını verdi, “On yaş daha genç olsaydım der.”

    On yaş daha genç olsaydı, 25 yaşında bulunacaktı. Evet yıllardır büyüyemeyen Küçük Fikret taşıdığı bu “Küçük” sıfatına rağmen şimdi 35 yaşındadır. Nüfusuna bakınca önce 36 yaşında sanırsınız. Fakat bu dünyaya beş gün acele gelmenin talihsizliğidir. Zira Fikret’in doğum tarihi 25 Aralık 1920’dir.

    Futbola Kadıköy’de başlayan, çocukluğu, gençliği Kadıköy’de geçen, şöhretini Kadıköy’de kazanmaya başlayan Fikret, bu tarihte Kadıköy’de doğmuştu. Ve bugün de gene Kadıköy’de oturur.

    Babası Mardin Mutasarrıfı Yusuf Ziya Bey’di. Yusuf Ziya Bey, Şükrü, Sacide ve Meziyet’ten sonra dördüncü çocuğunu eline aldığı zaman ona isim koymakta tereddüt etmedi: “Ali Fikret” dedi. Zira Yusuf Ziya Bey İttihatçılardandı ve iyi arkadaşı Tevfik Fikret’i de çok severdi. İşte oğluna büyük şairin adını veriyordu. Büyük annesi torununa bu ismin verilmesinden ziyadesiyle memnundu ve “İnşallah” diyordu, “o da Tevfik Fikret gibi memlekete faydalı büyük bir adam olsun.”

    Fikret henüz 4 yaşındaydı ki babasını kaybetti. Esasen bu devre sevimli çocuğun kendini ilk hatırladığı zamana isabet eder. Fikret bunu anlatırken: “Hafızamda kalan ilk vaka, üç yaşında kadarken kalabalık içinde babamdan para istediğim için kendisinden bir hayli dayak yediğimdir. Bundan sonra da Midyat’ta bir akşam üstü babamı sedye içerisinde eve getirdiklerini hatırlıyorum. Meğer sekte-i kalpten vefat etmiş.”

    Babasını kaybeden aile İstanbul’a gelmeye mecbur kalmıştı. Neyse ki Mehmet Paşa’nın torunu olan annesi Suphiye Hanım’ın da Ordu’da fındık bahçeleri ve malı mülkü vardı. Bunların iradı, kendilerini geçindirmeye yetecekti.

    Fikret için İstanbul, mektep hayatının başlaması demekti. Bu aynı zamanda arkadaşlar edinmesi ve en mühimi koşmaca oyununda yıldız olması manasına da geliyordu.

    Fikret’in ilk mektebi Madamın Fransız Mektebi oldu. Acar yavru 1927 yılında yazıldığı bu mektebe kapanıncaya kadar yani dört yıl devam etti. Burada koşmaca ve çocukların “anya-manya” dedikleri oyunca Fikret daima bir “as”tı. Onu yakalamak için bütün çocuklar elele tutuşmak ve beraber koşmak zorunda kalırlardı. Çünkü daima vücut çalımları yapan Fikret’i yakalamak imkansız denecek kadar zordu.

    Yıllarca sonra yeşil sahada, meşin top peşinde görülen ustaca vücut çalımlarının menşei, böylece ilk mektepteki “anya-manya” oyununa kadar dayanacaktı. Fikret daha ilk mektep sıralarında iken ilk sportif başarısını kazandı. 23 Nisan’da ilk mektepler arası 100 metre koşusunda ve çember yarışında birinci olmuştu.

    Fransız mektebi kapanınca bu defa altıncı ilk mektebe devama başladı. Burada da evvelki oyunlar devam etmekle beraber, artık Küçük Fikret de her çocuk gibi bir yenilik arıyor, koşmaca nevinden oyunlardan daha çok büyükleri meşgul eden oyunlara geçmek için sabırsızlanıyordu.

    Fikret Futbola Başlıyor

    Orta mektep, Fikret’in hayatında büyük bir değişiklik demekti. Bu çağ, yeni ve karışık derslerle beraber sevimli talebeyi bütün hayatında kendine esir edecek bir sevgiliyi de getiriyordu. Zira Fikret, Kadıköy Erkek Lisesi’nin orta kısmına girmekle futbolla tanışmış oluyordu.

    İlk topları tenis topu idi. Çok geçmeden evlerinin arkasındaki bahçe, daha sonra da bitişiklerindeki büyük arsa, yarının yıldızının ilk futbol sahaları oldu. Fikret’in Fenerli ilk takımı da bu arsada kuruluyordu. Kendi yaşındaki gençlerle bir araya gelen Fikret, artık “Feneryolu takımı”nın elemanı idi. Daima “amatör sporcu” ruh ve hüviyetini taşımış bu delikanlı, futbola başlarken en ileri derecesinde amatördü. O kadar ki, kurdukları mahalle takımının formalarını dahi kendi harçlıkları ile almışlardı.

    Forma da birer kısa kollu beyaz faniladan ibaretti ya… “Feneryolu” takımının kaptanı halen asabiye mütehassısı olan Kenan Tükel’di. Fenerbahçe’nin bugünkü İdare Heyeti azasından Sedat Bayur, bu takımda oynarken, Adalet’in şimdiki klas futbolcusu Erol Keskin de upuzun sarı saçları ile kale arkasında kaçan topları toplayan sevimli bir minimini idi. Fikret o günleri anlatırken “Feneryolu takımı diğer mahalle takımlarını yene yene kısa zamanda şöhret yaparken, ben de futbola gittikçe bağlandığımı hissediyordum” diyor.

    Küçük Fikret Büyük Fikret’le İlk Defa Nasıl Konuştu?

    Bir gün gene meşhur sahaları arsada bir mahalle maçı yaparken topları bitişik bahçeye kaçmıştı. Çocukların bağırması üzerine o bahçeye bakan evin penceresi açıldı ve pencereden… Evet çocukların hepsini heyecana boğan bir baş uzandı. Bu, Fenerbahçe’nin yıldızı, sol açık Fikret’ti.

    “- Ne istiyorsunuz?”

    Fikret’in sualine çocuklar bir ağızdan cevap veriyorlardı:

    “- Bahçeye topumuz kaçtı.”

    Bu defa Fikret ikinci bir sual soruyordu:

    “- Siz hangi takımdansınız bakayım?”

    Bu defa penceredeki büyük futbolcu Fikret’e arsadaki küçük futbolcu Fikret cevap vermişti:

    “- Fenerbahçeliyiz ağabey.”

    “- Hah şöyle… Hadi bakayım, girin de alın topunuzu!”

    Bir gün gelecek, penceredeki yıldızla yerdeki çocuk aynı kulübün elemanı olacaklar ve ikisini kolay ayırmak için penceredekine “Büyük Fikret”, yerdekine de “Küçük Fikret” denecekti.

    Küçük Fikret heyecanla naklettiği bu hatıra sırasında: “O zaman” diyor, “hepimiz o kadar Fenerbahçeliydik ki, top oynarken her birimiz meşhur Fenerbahçelilerden birine benzemeye çalışır, daima onları taklit ederdik. Ama Fenerbahçe’de oynamayı tahayyül dahi edemezdim.”

    Fikret bir yandan mahalle takımında, öte yandan da mektepte futbol oynuyordu. Hatta son ders sınıfın futbol aşıkları için çok zor geçiyor, ders esnasında elden ele giden kağıtlarda dersten sonra Altınordu sahasında çarpışacak iki takımın kadroları okunuyordu. Takımları daha derste kuruyor, zil çalar çalmaz da soluğu sahada alıyorlardı.

    Bir gün Fikret’e bir teklif geldi. Civardaki bir takım, yenildikleri diğer bir takıma karşı, kendilerini takviye etmesini Fikret’ten rica ediyordu. Küçük futbolcu için bu, büyük bir teklifti. Nitekim maçtan önceki geceyi adeta uyumadan, heyecan içinde geçirdi. Nihayet oyun saati gelip çatmıştı. Fikret’i takviye alan takım evvelki mağlubiyetin acısını çıkarmaya ahdetmişti, çok canlı oynuyordu. Fakat rakip de kuvvetliydi. Çekişmeli geçen maç dördünü Fikret’in attığı gollerle 7-3 onu takviye alan takımın galebesiyle son bulduğu zaman, genç futbolcunun sevinci hudutsuzdu.

    Fenerbahçe’ye Gelir misin?

    Fikret futbol hayatının en büyük heyecanının 1933 yılında duydu. Zira kendisine o ana kadar hayalinden bile geçiremediği bir sual soruluyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    Fikret’le aynı mahallede oturan ve Fenerbahçe’nin namağlup genç takımında oynayan kaleci Necdet Erdem’le, soliç Şeref, Fikretlerin takımı ile bir maç istemişlerdi. Bu, bütün mahalle için bir bayram sevinci yaratan hadise idi. İlk defa büyük sahada oynayacaklar, ilk defa büyük bir takımla karşılaşacaklardı. Daha önce tribünlerinden gıpta ile seyrettikleri sahada koşmak, demek onlara da nasip olacaktı.

    Bütün takım derin bir telaş ve heyecan içindeydi. Var kuvvetleriyle oynadılar, çırpındılar. Amma galip gelmek imkansızdı. Fenerbahçe genç takımı hakikaten kuvvetliydi. Nitekim maç 2-0 Fenerbahçe lehine neticelenmişti. Fakat işte bu maç bittiği anda Fikret için yeni bir ufuk açılıyordu:

    “- Fenerbahçe’ye gelir misin?”

    O gün çıkardığı oyundan sonra Fikret’e bir teklif demek olan bu sual soruluyordu. Küçük futbol aşığı bir an başının döndüğünü hissetti. Rüya görüp görmediği hususunda tereddüte düştü. Demek antrenör Herr Schweng’in çalıştırdığı takıma, hayallerinin takımı Fenerbahçe’ye girip girmeyeceği soruluyordu.

    Sonradan tarif edemediği hisler içindeki küçük futbolcu, kendisine bunu soranlara sarıldı: Cevabını hareketiyle vermiş, o andan itibaren artık resmen de Fenerbahçeli olmuştu. Amma…

    Annesi Kulübe Girmesine Müsaade Etmiyor

    Amma akşam eve dönünce sevimli küçüğün sevinci birden sonra erdi. Zira onun heyecanla anlattıklarını dinleyen annesi, bu işe razı olmadığını bildirmişti. Fikret belki bu oyunda muvaffak oluyordu, fakat çok zayıf, incecik, naif bir çocuk için ağır bir spordu bu. Kulübe girdiği takdirde büyüklerin arasında ezilme tehlikesi de vardı. Ana kalbi bütün bunların tesirinde muvafakat cevabı veremiyordu.

    Fikret bu defa çok üzüntülü bir gece geçiriyordu. Bir yanda hayallerinin hakikat olması imkanı vardı, öte yanda da annesi. Ne birinciden vazgeçebilirdi, ne de ötekine karşı durabilirdi. Annesinin sözünü dinledi. Mahalle takımında ve mektepte top oynayarak arzusunu dindirmeye çalıştı. Lakin içindeki isteği söküp atamıyordu. Bir ay böyle geçti. İkinci ay birinciyi takip etti. Nihayet üç ay dolmuştu. Artık dayanamayacaktı. Ve dayanamadı da.

    Şimdi Fikret fazlasıyla hürmet ettiği annesine bir şey söylemiyor, lakin bazı akşamlar kaçamak yapıp Fenerbahçe Kulübü’ne gidiyor, antrenmana çıkıyordu. Onu Galip’in genç takımına almışlardı. Sedat, Enis, Muhlis, Nihat, Semih, Muammer, Bülent, Minas, Halit, Melih ve Saim bu takımda bulunuyorlar, yeni arkadaşları Fikret’e çok yakınlık gösteriyorlardı. Fikret bu vaziyetle kulübe daha fazla ısınıyordu. Hem artık yavaş yavaş annesine kulübe gittiğini hissettiriyor, annesi de aynı şekilde yavaş yavaş bu işe rıza göstermeye başlıyordu.

    Galip Bey Kulübün Her Şeyi İdi

    Fikret’in hayatında rahmetli Galip büyük bir yer tutmuştu. Nitekim şimdi eski günleri anlatırken, Galip beyden sık sık bahsediyor ve “Galip bey kulübün her şeyi idi” diyor, “Her çeşit sporla meşgul olmuş, her şeyi öğrenmişti. Sadece Fenerbahçe için çalışır, Sarı-lacivert renkler için canını verirdi. Otoriter olduğu kadar baba bir adamdı da. O zamanlar Fenerbahçe de birçok genç takım kurmuş, her birini eski şöhretlerden birine vererek hazırlatmıştı. Bunlar arasında iddialı maçlar yapılır, Fenerbahçeliler bu genç takımlardan yetişirdi. Kulübün yıldönümlerinde, spor bayramlarında, resmi geçitlere 12 takımın katıldığı çok görülen hallerdendi. Futboldan çok iyi anlayan Galip bey benim yetişmemde olduğu kadar benimle beraber birinci takıma yükselen pek çok gençle de meşgul olmuş, hepimize parlak bir istikbal temin etmiştir.”

    O günleri hasretle yad eden Fikret, rahmetli Galip’i hiçbir zaman unutmadığını ve hiç unutmayacağını da ilave ediyor.

    Tekrar o günlere, 1935 yılına dönelim. Artık Küçük Fikret genç takımın mümtaz elemanlarından biridir. Takımı da İstanbul Genç Takımlar şampiyonu olmuştur. Hatta bütün genç takımların teşkil ettiği muhtelit dahi bu şampiyon ekip önünde 2-0 mağlup olmaktan kurtulamamıştır.

    Fikret Birinci Takımda

    Fikret’in yıldızı birden çok parladı. O kadar ki, henüz 1936 yılında yani henüz 15-16 yaşında iken Fenerbahçe birinci takımında büyük şöhretlerin arasında yer alıverdi. Perşembe günkü antrenmandan çıkılırken Zeki Rıza küçük bir futbolcuyu, genç takımın acar sağacığı Fikret’i yanına çağırmıştı:

    “ – Fikret” dedi, “Pazar günü Ankara’nın Çankaya takımına karşı sağaçık sen oynayacaksın!”

    Şimdi Fikret yeni bir heyecan kasırgasına yakalanmıştı. Birinci takımda oynamak, Fenerbahçe birinci takıımının sağaçık mevkisini işgal etmek. Bu, kolay iş değildi. Şerefi kadar ağır ve mesuliyetli bir vazifeydi. Tecrübesiz futbolcu kalbi hızla ata ata soyunma odasına girdi. Pazar gününü hatırladıkça heyecanı tazeleniyordu. Fakat bir yandan da muvaffakiyet ihtimalini düşünüyor ve tatlı hayallere dalmaktan kendini alıkoyamıyordu.

    Nihayet Pazar geldi çattı. Ankara’nın Çankaya takımı da inadına sert oynuyordu. Fikret bütün heyecanını yenip kendine hakim olmuş ve genç takımdakinden çok daha iyi bir oyun tutturmuştu. Bir ara Çankaya beki Fikret’i biçmeye niyetlendi, fakat teşebbüsü boşa gitti. Ardından bir tekme daha. Fikret gene bir vücut çalımıyla sıyrılmıştı. Rakip bek yeni bir sertliğe hazırlandığı sırada küçük sağaçık, geriden sağhaf Cevad’ın sesini duydu.

    Cevat onu yanına çağırıyordu. Gitti. Cevat: “Sana şimdi bir top atacağım, sen onu geriye doğru, gene bana pas ver” dedi. Fikret bunu anlamamıştı, fakat usta futbolcunun dediğini yaptı. Topu geriye verdiği anda rakip bek çok sert bir çıkışla üstüne gelmiş, lakin bu defa karşısında 15-16 yaşında tecrübesiz bir çocuğu değil de, kurt futbolcu Cevat’ı bulmuştu. Neticede sakatlanıp sahayı terk eden, oyunun başından beri Fikret’i tekmelemeye çalışan Çankaya beki oldu.

    Birin Takımdan Tekrar Genç Takıma

    Fikret çıkardığı oyundan memnundu. Artık birinci takımda oynayabileceği ümit ve sevinci içindeydi. Maçı da güzel bir oyunla 5-0 kazanmışlardı. Herkes genç sağaçığı beğenmişti. Lakin o bir müddet daha tekrar birinci takımın formasını giyemeyecekti.

    Niçin? Kim beğenmemişti? Hoşa gitmeyen bir harekette mi bulunmuştu? Birinci takımdan tekrar genç takıma inmesine sebep olacak ne gibi bir hata yapmıştı. Bunların hiçbiri varid değildi. Bilakis kendisini en çok beğenenlerden biri olmasına rağmen Zeki Rıza: “İyi oynuyor ama onu ezdirmeyelim. Biraz daha gelişsin, takıma o zaman girsin” demişti. Haklıydı da.

    Fikret o an için çok müteessir olmuştu, fakat zaman geçince Zeki Rıza’ya hak verdi.

    Genç futbolcu tekrar geldiği takıma, şampiyon genç takım kadrosuna dönüyordu. Şimdi yılmadan çalışmalı, bir defa daha ve artık hiç çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna girmeliydi.

    Şampiyonluk Golünün Kahramanı

    Fikret genç takımda uzun müddet kalmadı. Takım halinde, olduğu gibi “B” takımına terfi etmişlerdi. O yıl “B” takımları arasında da iki devreli lig maçı yapıldığı için, gençler kendini göstermek fırsatını buldular. Tabii birinci takımda bir kere yer almış Fikret, diğerlerinden daha fazla dikkati çekiyor, idareciler onun ileride “A” takıma yerleşeceğine muhakkak nazariyle bakıyorlardı. Lakin genç sağaçık tekrar birinci takımda oynayıp oynayamayacağını bilmiyor ve bunun için de heyecan çekiyor, her geçen gün daha azimle çalışıyordu.

    Bu arada “B” takımları şampiyonası final maçı geldi çattı. Bir hafta önce Fenerbahçe ile Galatasaray birinci takımları arasındaki maçı Fenerbahçeliler 1-0 kazanmış ve şampiyon olmuşlardı. Şimdi gene iki ezeli rakibin “B” takımları şampiyonluk için karşı karşıya geleceklerdi. Ve tahminlere göre de, içinde Gündüz, Eşfak, Haşim, Bülent, bek Osman gibi elemanlar bulunan Galatasaray’ın kazanma şansı daha yüksekti.

    O zamanlar için çok kalabalık sayılacak bir seyirci kitlesi önünde oynanan maç, bütün çekişmeye rağmen golsüz berabere bitmişti. Şimdi herkes meraktaydı. Temdit devreleri başladı. Daha ilk dakikalarda geriden açılan bir top Fikret’i buldu, karşısındaki beki çalımla geçti. Bu anda kaleci biraz ileri çıkmış, rakibine fırsat vermişti. Fikret pozisyonu kaçırmadı ve topun atına hafifçe dokundu. Top süzülerek ileri çıkmış kalecinin üstünden ağlara takılmıştı: “Gol!”. Böylece genç sağaçık takımına 1-0 galibiyet ve binnetice şampiyonluk teşkil eden pek kıymetli bir gol kaydetmiş, kulüpteki itibarını daha fazla arttırmıştı.

    Hararetli Mektep Maçları

    Fikret ortaokulu bitirince Kadıköy Lisesi’ne devam ediyordu. Fakat az zaman sonra bu lise kapandı ve talebeler Haydarpaşa Lisesi’ne geçtiler. Haydarpaşa bir irfan yuvası olduğu kadar esaslı bir spor ocağı idi. Mektebin futbol takımı şimdiki tek seçici Eşfak Aykaç, antrenör Sabri Kiraz, Fenerbahçe idarecilerinden Sedat Bayur, Orhan Menemencioğlu, Semih Arıcan, haf Hayati gibi elemanlarla cidden kuvvetli bir manzara arzediyordu. Fikret de tabii bu ekibin en tehlikeli futbolcusu idi.

    O tarihlerde lise maçları da kulüp karşılaşmaları kadar iddialı olur, hem oyunlar çetin geçer, hem de – o zamana göre – çok seyirci toplardı. Büyük takımlarda oynayan şöhretlerin çoğu aynı zamanda lise takımlarının elemanı idi.

    Fikret mektep maçlarında oynadığı sırada Fenerbahçe Kulübü’nde de ileri bir adım atmış ve bir daha çıkmamak üzere birinci takım kadrosuna geçmişti. Gösterdiği kabiliyet ve üstün futbol karşısında bu terakki normal sayılırdı.

    Lise maçlarının tek eliminasyon usulü ile hazırlanan programında Haydarpaşa’nın karşısına önce Hayriye Lisesi çıkmıştı. Haydarpaşa çok canlı oynadı amma golsüz beraberliği önleyemedi. O halde maç tekrarlanacaktı. Bu defa Haydarpaşalılar Taksim Stadı’ndaki maçta rakiplerini 2-0 mağlup ediyorlardı. Golün birini de Haydarpaşa sağaçığı Fikret atmıştı.

    İkinci maç İstanbul Lisesi’ne karşıydı. İstanbulspor’un iki gözde futbolcusu Mükerrem ve Cihat Ergün, lise takımında yer alıyorlar ve Haydarpaşa müdafaası için hakiki birer tehlike arzediyorlardı. Fikret gene bir gol attı ve Haydarpaşa takımı da çetin rakibini 3-1 yendi.

    Cihat’a Attığı Gol

    Üçüncü rakip Boğaziçi Lisesi’ydi. Boğaziçi turnuvanın en kuvvetli addolunan takımıydı. Kadrosunda kaleci Cihat Arman, Necdet, K. Orhan, Galatasaraylı Mustafa, Fenerbahçeli Bülent ve soliç Niyazi gibi şöhretler vardı. Maçın favorisi olarak da Boğaziçi gösteriliyordu.

    Oyun fevkalade heyecanlı ve çekişmeli geçti. Bütün gayretlere rağmen iki taraf da neticeyi lehine çevirecek tek sayıyı kaydedememiş, maç 0-0 berabere bitmişti. Şimdi iki fikir, iki teklif çarpışıyordu: Haydarpaşalılar maçın ertesi hafta tekrarını istiyorlardı. Boğaziçi takımı ise 15’er dakikalık iki devre temdide taraftardı. Neticede Boğaziçi’nin tezi kabul edildi ve maçın temdidine karar verildi.

    Şimdi heyecan tufanı son haddindeydi. Gene gol yoktu ve artık temditler de dahil maçın bitmesine çok az zaman kalmıştı. Haydarpaşa solbeki uzun bir vuruş yaptı, top Fikret’e kadar geldi. Fikret topu stop etti, bir an bekledikten sonra aniden atıldı ve karşısındaki beki geçip kaleye aktı. Boğaziçi kalesini müdafaa eden ünlü kaleci Cihat, tehlikeyi görünce hemen çıkış yapmış, ileri gelmişti. Fikret topla ilerlediği sırada, Cihat onun ayağına doğru plonjon yaptı. İşte bu anda Fikret topa hafifçe dokunuverdi. İki as futbolcu beraber düştükleri sırada, Fikret tozlar arasından topun yuvarlanarak ağlara değdiğini görüyordu. Bu gol Haydarpaşa’yı 1-0 galip getirerek finali oynamak hakkını veriyordu.

    Utanılacak Bir Maç

    Lise maçlarını anlatırken Fikret hiç finale gelmek istemiyor gibi… Acı bir mağlubiyete mi uğradılar yoksa? Hayır bu maç Türk futbolu, Türk hakemliği için pek hatırlanmaya değer bir maç değil gibi.

    Boğaziçi’ni de yenen Haydarpaşa’nın önünde artık bir tek rakip kalmıştır: Işık Lisesi. Tahminler, kuvvetli Haydarpaşa’nın Işık’ı rahatça yeneceği merkezindedir. Fakat ah bu gurur! Ah bu kendini dev aynasında görmek! Haydarpaşaılar da Boğaziçi’ni yendikten sonra Işık’ı “kolay lokma” saymış ve oyuna gayet gevşek başlamışlardır. Nitekim bunun acısı Işıklıların hemen attıkları golle çıkar. Vaziyet tehlikeli olmaya yüz tutmuştur.

    Az sonra Fikret müsait bir pas yakalayınca kendine has stille kaleye iner ve karşısındaki oyuncuyu çalımlamasıyla beraber şutunu çeker. Top ok gibi kaleyi bulmuştur. Gol! Fakat hakem Feridun Kılıç golü verdikten sonra, yan hakem Fikret Kayral (Cici Necdet’in kardeşi, bir oyuncunun yumruğu ile vefat eden talihsiz genç) bayrak sallar ve hakemle konuşur. Neticede hakem Feridun Kılıç kararını değiştirir, golü saymaz ve Haydarpaşa lehine frikik gibi garip bir karar verir.

    Oyun sinirli bir hava içinde devam ederken, top bekleyen Haydarpaşa sağaçığı Fikret birden yere yıkılır. Işıklı bir oyuncu arkasından gelip kendisini tekmeyle devirmiştir. Bu hadise az evvelki sayılmayan golle sinirlenen seyirciler için “bardağı taşıran damla” olur ve bütün talebe sahaya dolar. İşte bundan sonra cereyan eden ve hakemlerin hayli hırpalanması ile son bulan hadise, futbol tarihimizin pek acı sahifelerinden biridir.

    Hem Birinci Hem de Mahalle Takımında

    Fikret artık tanınmış bir futbolcudur. Fenerbahçe birinci takımının takdir edilen bir elemanıdır. Fakat bütün bunlara rağmen ilk sevgilisinden, mahalle takımından ayağını büsbütün çekmiş değildir. Kendi tabiriyle “hayatının en zevkli oyunları”nı mahalle maçlarında oynar.

    Feneryolu’ndan geçen tramvay hattının iki tarafında oturanlar “Aşağı mahalle” ve “Yukarı mahalle” adı altında her hafta Pazar sabahları karşı karşıya gelir, bazen meyvasına, bazen pastasına, bazen dondurmasına maç yaparlar. Mahalle kızları da bu maçları seyre geldiği için, oyunların kalitesi yüksek, heyecanı fazla olur. Fikret sabahları burada 7 kişilik mahalle takımında oynar, öğleden sonra da Fenerbahçe birinci takımında sağaçık mevkiini doldurur. Genç futbolcu bir yıldız olmak yolundadır.

    Fikret birinci takıma geçtiği ve devamlı oynamaya başladığı zaman, Fenerbahçe’nin esas kadrosunda şu elemanlar bulunuyordu: Kaleci: Cihat, Hüsamettin – Bek: Yaşar, Fazıl – Haf: M. Reşat, Ali Rıza, Cevat, Esat, Angelidis – Forvet: Naci, Melih, Namık, Niyazi, Rebii, Basri, Büyük Fikret.

    Genç sağaçık takımda tutunabilmek için haftada iki gün kulüpte antrenman yapmakta, iki gün mektepte çalışmakta, Pazar sabahları da mahallede oynamaktadır. Bu devre Fikret’in en fazla antrenman yaptığı zamandır.

    İlk Yabancı Maçı : Bir Zafer

    Fikret ilk yabancı maçını oynadıktan sonra sahadan omuzlarda çıktı. Zira Fenerbahçe, içinde meşhur Sebes’in de bulunduğu MTK Hungaria takımını 3-2 mağlup etmişti. Macarları yenmek hakikaten zordu ve nitekim diğer takımlarla yapılan maçlar hep misafirlerin galebesiyle bitmişti.

    İşte bu vaziyette Taksim Stadı’na çıkan Fenerbahçe takımının ve hele genç sağaçığı Fikret’in heyecanı çok büyüktü. Sarı-Lacivertliler şöyle bir tertip kurmuşlardı: Cihat – Faruk, Lebib – Ömer, Esat, Hayati – Küçük Fikret, Tarık, Melih, Rebii, Büyük Fikret.

    Macarlar oyun başladıktan az sonra bir gol atmış ve galip duruma geçmişlerdi. Bu golü diğerlerinin takip edeceği şüphesizdi. Fenerbahçeliler hemen bir değişiklik yaptılar ve Naci’yi forvete alıp Büyük Fikret’i geriye, hafa çektiler. Bu değişiklik, bekleneni vermiş, takıma bir hız gelmişti. Nitekim devre sonlarında sağaçık Fikret’in sürüp ortaladığı topu Naci bomba gibi bir şutla kaleye soktu ve devrenin 1-1 bitmesini sağladı.

    İkinci devrede Sarı-Lacivretliler açılmıştı. Büyük Fikret frikikten, Naci de volelerinden biriyle iki gol yapınca zafer kuşu Fenerbahçelilerin omzuna konmuştu. İşte Küçük Fikret (artık ona bu sıfatla hitap ediliyor, kendisinden bu sıfatla bahsediliyordu) ilk ecnebi maçında takımının zaferine şahit ve ortak olmuştu.

    Futbolun Cilveleri Böyledir

    Fikret’in Hungaria’ya karşı oynadığı ilk yabancı maçından bir müddet önce meşhur Güneş Kulübü kapanmış, elemanlarından çoğu – Cihat, Melih, Rebii, Ömer, Rasih – Fenerbahçe’ye girmişlerdi. Bu suretle Fenerbahçe takımı pek kuvvetli bir manzara arzediyordu.

    Liglerden önce Fenerbahçe ile Galatasaray’ın, iki ezeli rakibin karşı karşıya gelmesi bütün sporseverleri heyecana boğmuştu. Fikret bu maçı şöyle anlatıyor:

    “- Takımların kadrolarına bakıp maçı Fenerbahçe’nin rahatça kazanılacağı öne sürülüyor, bize büyük bir şans veriliyordu. Sahaya bu mağrur haleti ruhiye içinde çıktı. Ben de bu gururun esiri olmuş gibiydim. Lakin takımımız “nasıl olursa olsun kazanırız” düşüncesiyle başladığı maçı 4-0 gibi açık bir farkla kaybettiği zaman, hepimizin aklı başına gelmişti. Galatasaray’a yenilmiştik amma ben şahsen bu mağlubiyetten büyük ve kıymetli bir ders almıştım: Futbolda mağrur olmanın sonu hezimetti!

    Futbol Gururu Hiç Affetmez

    Fikret bu “kendine fazla güven” bahsinde bir de Topkapı ile yaptıkları şilt maçını zikrediyor. 1939-40 sezonunda Fenerbahçe ligin tehlikeli takımı, Topkapı ise bütün gayretine rağmen bu kuvvetli rakibe farkla yenilecek bir ekiptir. Fenerbahçe taraftarları takımlarının yeni bir gol rekoru kıracağını seyre gelmişlerdi. Lakin dakikaların ilerlemesine rağmen vaziyet hep 0-0’dır. Topkapı kalesine henüz bir tek gol dahi girmiş değildir. Artık herkesi merak almıştır. Topkapı futbolcuları ise bu büyük başarı karşısında daha da gayrete gelmiş, kudretli rakiplerine fırsat vermemektedirler. İşte maçın bitimine pek az kala, sağaçık Küçük Fikret düzgünce bir top yakalar, karşısındaki müdafii geçer ve topu çizgi üzerinden biraz sürdükten sonra ortalar. Topu çizgiden sürmek, Fikret’in en büyük meziyetidir zaten. Ortaya gelen top Şaban’ın sıkı vuruşu ile Topkapı kalesine girer, stat yerinden oynar. Fenerbahçe maçı 1-0 kazanmıştır.

    Amma aynı anda saha karışır. Topkapılılar Fikret’in topu dışarıdan çevirdiğini iddia ederler.

    “- Hakikaten dışarıdan mı çevirmiştin?”

    Fikret yıllarca evvelki bir topa vuruşu için yıllarca sonra sorduğum bu suale gülerek cevap verdi:

    “- Vallahi topun büyük kısmı dışardaydı. Eğer hakem gelip bana sorsaydı da böyle söylerdim. Ama tamamı asla çıkmış değildi.”

    Fenerbahçe Topkapı’yı o gün öyle münakaşalı bir golle 1-0 yendikten sonra bu defa ligdeki karşılaşmaya rakibine çok ehemmiyet vererek çıkar. Topkapılılar ise evvelki maçla mağrurdurlar. Netice pek farklı olur: Fenerbahçe: 14 – Topkapı: 0.

    Fikret Birinci Takımın Yıldızı

    1939 – 1940 mevisminden itibaren artık Fikret birinci takımın değişmez elemanlarından biri olmuştur. Daima sağaçık mevkiini işgal etmekte ve her maçta verdiği paslar, yaptığı ortalar, çektiği frikik ve kornerlerle takımın bir çok golünü hazırlamakta veya bizzat yapmaktadır. Birçok seyirci statta otururken “Aman şu tarafa gidelim, Fikret önümüzde oynayacak” demektedir. Fikret’in top sürüşünü seyretmek, hakikaten bir zevktir. Aynı zamanda genç yıldızın “topa en güzel vuran futbolcu”lardan biri olduğu da herkesçe teslim edilmektedir.

    Fenerbahçe 1940’ta Milli Küme şampiyonu olurken kadronun en gözde elemanlarının başında sağaçık Küçük Fikret gelmektedir.

    Fenerbahçe-Galatasaray Muhteliti Mısır’da

    Fikret Kırcan’ın hatıralarının içinde 1940’daki Mısır seyahati geniş yer tutar. Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti şeklinde yapılan bu seyahat tam bir ahenk içinde geçmiş, iştirak edenlerin hafızalarında tatlı günler olarak yerleşmiştir.

    1940 Mayıs’ının ilk haftasında İstanbul’dan İskenderiye’ye müteveccihen hareket eden Romen vapurunda kafile başkanı olarak “eski Fenerbahçe sağaçığı, şimdiki İdare Heyeti azası” Niyazi Sel ve futbolcu olarak da Sarı – Lacivert ve Sarı – Kırmızı renklerin on üç yıldızı bulunuyordu: Fenerbahçe’den Cihat, Esat, Ömer, Naci, Küçük Fikret, Melih, Basri, Galatasaray’dan Osman, Faruk, Adnan, Musa, Gündüz, Boduri.

    Vapur İstanbul’dan ayrılırken hava nefisti. Futbolcular, hele vapurda artist Tahivye Karyoka ve bir diğer Mısırlı dansözün bulunduğunu öğrenince, iyi vakit geçirecekleri ümidine kapılmışlardı. Tabii kafilenin en neşeli siması kaleci Osman’dı. Fakat daha Marmara’ya çıkmasıyla beraber deniz kabarmaya, vapur koca dalgalar arasında oynamaya başlamıştı. Sporcuların çoğunu deniz tutmuş, Hayfa’ya uğranılan saatler müstesna, doğru dürüst yemek bile yiyememişlerdi. Bu arada, denizden müteessir olmayan ve ayakta kalanlardan biri de hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    Kral Faruk’la Karşı Karşıya

    Kral Faruk’un da hazır bulunduğu ilk maç Kahire’de Kahire Muhtelitine karşı oynandı. Kızgın güneş altında ve çölden farksız kum sahada futbol oynamak kolay değildi.

    Hararet gölgede 40 dereceye varıyordu. Bu durumda Fenerbahçe – Galatasaray Muhteliti elemanları top oynamak şöyle dursun, nefes bile almakta güçlük çekiyorlardı. Nitekim ikinci devre ortalarında solbek Adnan topa koşarken birden yere yıkıldı, sıcaktan bayılmıştı. Bu hadise, Mısırlılara galibiyet golü fırsatını da vermişti. İlk devreyi bütün aleyhte şartlara rağmen 1-1 berabere bitirmeye muvaffak olan futbolcularımız, böylece yedikleri ikinci golle sahadan 2-1 mağlup ayrılıyorlardı. İlk devredeki tek golümüz de Küçük Fikret’in verdiği uzun bir pasla Melih vasıtasıyla yapılmıştı.

    Maçtan sonra Kral Faruk sahaya geldi ve Türk futbolcularının teker teker elini sıkarak her birine bir paket hediye etti. Çocuklar üç defa “Sağol” diye bağırdıktan sonra soyunma odasına giderken aldıkları hediyenin ne olacağını münakaşa ediyorlardı. Esat “Herhalde birer saattir” diyordu. Ardından da ilave ediyordu: “Bir kral verdiğine göre de altın olması lazım.”

    Bu düşünce ile paketleri yırtarcasına açtılar: Birer bronz madalya çıkmıştı.

    Fenerbahçe – Galatasaray muhteliti ikinci maçını İskenderiye’de İskenderiye Muhtelitiyle yaptı ve sahadan 4-2 galip ayrıldı. Bu defa da şiddetli bir rüzgar, zevkli bir futbola müsade etmiyordu. Amma çocuklar yenmeye azmetmişler, bu şevkle canla başla oynuyorlardı. Nitekim ilk devresini 2-0 ileride bitirdikleri maçı 4-2’lik bir galibiyete götürdüler.

    Dönüş, gidiş gibi olmamıştı. Vapur aynı Romen vapuruydu, fakat hava ve deniz gayet mükemmeldi. Hele son gece kaptanın verdiği balo çok neşeli geçti. Ancak bir ara İngiliz harb generallerinin vapuru durdurmaları bir heyecan yarattı.

    Ligler, seyahat ve milli küme müsabakaları üstüste gelince dersler ikinci plana düşer gibi olmuştu. Bu arada garip bir hadise, Fikret’in ilk defa ikmale kalmasına sebebiyet verdi.

    Fikretlerin sınıfına tarih dersine gelen bir hoca vardı. Halim selim bir adamdı. Uslu oturmak ve yazılı imtihanlarda doğru cevap vermek, tarihten geçmek için kafiydi. Hoca talebelerini fazla sıkmazdı amma talebelik bu! Onlara yumuşak muamele etmek, hatta bol not vermek dahi kafi gelmemişti. Bir gün tarih hocasının not defterini ele geçiriverdiler ve defterdeki bütün numaraları 9’a, 10’a yükselttiler. Bu arada Fikret’in notu da arttırılmıştı tabii. Hoca kısa zaman sonra bunun farkına vardı ve bütün sınıfı ikmale bıraktı. Fikret hala: “Yazılıda aldığım notla tarihten geçeceğim muhakkaktı amma ah arkadaşların muzipliği!” diyor.

    O yaz genç futbolcuya zehir oldu. Herkes denize gider, futbol oynarken, o yazın tadını çıkaramıyor, evde oturup ders çalışıyordu. Fakat bu gayretinin semeresini imtihanlarını verip liseden mezun olmakla gördü.

    3-0 Galip Durumda Gevşemenin Cezası

    “- Ne zaman kendimize fazla güvenmişsek, ne zaman rakibi küçümsemişsek, ne zaman oyunun başlarındaki bir iki golle gevşemiş ve işi fanteziye dökmüşsek, daima aleyhimize olmuştur. Bunu futbolu bıraktığım şu sırada, genç futbolcu kardeşlerime en mühim öğüt olarak tekrarlamak isterim.”

    Fikret bu sözleri hakikaten içten söylemektedir. Hemen ardından misalleri de sıralamaktadır. 1940-41 lig maçlarında Fenerbahçe ile Vefa karşı karşıya gelmişlerdir. Fenerbahçe takımı oyuna iyi başlamış ve nitekim devreyi 3-0 gibi rahat bir neticeyle bitirmiştir. Lakin ikinci devrede bu 3-0’ın verdiği gevşeklik, Fenerbahçelilerin fanteziye kaçmalarına sebep olmuştur. İşte bu fırsattan faydalanan ve canla başla oynayan Vefalılar, 3-0’lık maçı 3-3 duruma getirmişlerdir. Kü.ük Fikret maçın son dakikasında ani bir dalış yapmış ve falsolu bir şutla takımına dördüncü golü yani galibiyet golünü kazandırmıştır. Fakat santra yapılırken bir Vefalı, Fikret’i okkalı bir tekmeyle sedyelik etmiştir.

    Fikret bu maçı, attığı golün kıymeti veya sahadan sedyeyle çıkması bakımından değil de doğrudan doğruya lüzumsuz gevşeme yüzünden rahat bir maçın nasıl zorla kazanıldığını göstermesi bakımından daima hatırlamaktadır.

    Kalecisiz Takımı Küçümsemenin Cezası

    Diğer misal daha canlıdır. Aynı sene ligde Beykoz şanssız durumdadır. Fenerbahçe gibi kuvvetli bir rakibe karşı onbir kişilik takım dahi çıkaramayacak haldedir. Filhakika Fenerbahçeliler sahaya çıktıkları zaman karşılarında 9 kişilik bir Beykoz takımı görürler. Üstelik kalecisi de yoktur. İleri oyuncularından biri kaleci kazağını giyip kaleye geçmiştir. Sarı-Lacivertliler pek mütebessimdirler. Hepsinin yüzünde “Bugün bir gol rekoru kıracağız” edası okunmaktadır. Oyuna da bu haleti ruhiye içinde başlarlar. O kadar ki, bekler dahi gol atmak sevdasına düşüp ileri çıkmışlardır.

    Lakin futbol bu. Yuvarlak topa hiç inan olmaz. Nitekim Fenerbahçeliler rakip takımı ve hele kalecisini küçümsedikçe, büsbütün bocalamaya başlarlar. Buna mukabil eksik ve kalecisiz takımla oynayan 9 kişilik Beykoz futbolcuları canlarını dişlerine takmışlardır. İşte bu gayret gururu mağlup eder ve maçın ilk golünü Beykoz yapar. Fenerbahçe devre sonunda Basri’nin şutu ile beraberliği sağlasa da artık ok yaydan çıkmıştır. Beykoz ikinci devrede bir gol daha atmaya muvaffak olur. Böylece gol rekoru umarak rakibi hiç ciddiye almayan Fenerbahçe sahadan 2-1 mağlup ayrılır.

    Fikret şimdi diyor ki: “Meşin topu kovaladığım 22 senede takımımın çok parlak maçları oldu. Fakat bu Beykoz mağlubiyetini hepsinden çok hatırlarım. Çünkü bana gayet iyi bir ders olmuştur. Genç futbolculara da bunu ibret alınacak bir hadise olarak zikrediyorum.”

    Küçük Fikret Santrforda

    1940-41 ligi bitmiş, hususi maçlar yapılıyordu. Bu arada Fenerbahçe ile Beşiktaş karşı karşıya geldiler. Zeki Rıza Sporel, Küçük Fikret’in santrforda da denenmesi arzusunu izhar ediyordu. Hususi bir maç olduğuna göre bu fikrin bu Beşiktaş karşılaşmasında tatbiki düşünüldü ve Fikret santrafora konuldu. Fakat oyun gayet anormal cereyan etmiş, bilhassa bek hattı son derece aksayarak sık sık gedik vermişti. Kaleci Cihat en formda zamanında olmasına rağmen, beklerin bozukluğundan mütemadiyen ileri çıkmak, hatta bazen bek gibi ayakla müdahale etmek zorunda kalıyordu. Maç Beşiktaş’ın 7-1 galibiyeti ile sona erdiği zzaman Küçük Fikret’in santraforluğu da tarihe karışıyordu. Maçın cereyanı ve neticesi, muvaffak sağaçığın ortada nasıl oynadığını tahlil ve tetkike fırsat vermemişti.

    Fenerbahçe bu maçtan sonra Milli Küme için İzmir’e gitti. İlk maçta Altay’a karşı durum 1-1 berabere iken bir penaltı kazanılmıştı. Fikret gelip topu dikti. Fakat tam atacağı sırada Rebii önüne geçmiş: “Sen atamazsın, Esat atacak.” Diyordu. Fikret hiç ses çıkarmadı. Esat’ın vuruşa avuta çıkmıştı. Artık maçın berabere biteceği muhakkak gibiydi. Birden Altay kalesine bir frikik oldu. Fikret meşhur frikiklerinden birini çekmiş ve takımını 2-1 galip getiren golü yapmıştı.

    İzmir’de ikinci maç Fenerbahçeliler hesabına pek talihsiz geçmiş, Sarı-Lacivertliler Altınordu’ya 2-1 yenilmişlerdi. Seyahate Fenerbahçe ile Galatasaray beraber gittiklerinden Galatasaraylılar Fenerbahçelilerle mütemadiyen alay ediyor, Altınordu mağlubiyetini latife mevzusu yapıyorlardı. Bu alay faslı otelde de, vapurda da devam etti. Tesadüf, hemen o hafta Fenerbahçe ile Galatasaray’ı karşı karşıya getirdi. Sarı-Kırmızılıların latifeleri, Fenerbahçeliler’e çok dokunmuştu. Maça çıkarken galip gelmek için yemin ettiler. Bu arada Taka Naci “içime doğuyor, bir gol atacağım” deyip duruyordu. Nitekim maçı 1-0 Fenerbahçe kazandı ve golü de Küçük Fikret’in kornerden ortaladığı topla Naci yaptı. Fikret “bu maç her şeyden evvel azmin bir zaferiydi.”diyor.

    İngiliz Muhtelitine Karşı Başarı

    1941-42 mevsimi Fenerbahçe için pek talihli geçmiş değildir. Milli Küme’de de, ligde de üçüncülükten yukarı çıkamayan sarı lacivertli takım, ancak bu mevsim yaptığı ecnebi maçları ile taraftarlarının – aynı zamanda bütün Türk sporseverlerinin – yüzünü güldürmüştür. 1941 Aralık’ında, içinde McGuire, Fenton, Prayr gibi şöhretlerin bulunduğu İngiliz Orta Şark Muhteliti ile iki defa 2-2 berabere kalmak cidden bir başarı idi. Hele ikinci maçta Fenerbahçelilerin devreyi 2-0 mağlup bitirdikten sonra 2-2’lik neticeye ulaşmaları, İngiliz futbolcularının ustaca oyunu karşısında mühimsenecek bir muvaffakiyetti.

    Küçük Fikret’in hafızaasında yer eden bu iki maçtan sonra aynı sene Admira’ya karşı kazanılan zafer de değerli sporcunun tatlı hatıralarındandır. Hitler tarafından işgale uğrayan Avusturya’nın Admira’sı, 1942 Mayıs’ında bir Alman-Avusturya muteliti kuvvetindeydi. Galatasaray ve Beşiktaş’ı yenen Admira’yı Türkiye’de mağlup etmek şerefi Fenerbahçeliler’e ait olacak, sarı-lacivertliler hem de genç oyunculara yer verdikleri bir tertiple bu büyük kudreti 2-1 yeneceklerdi.

    Fikret’in İki Ortası İki Gol

    Kalede Sabri’yi, santraforda Müzdat’ı, solaçıkta da Halit’i gören seyirciler maçtan ümitlerini kesmişlerdi. Zira bu üç futbolcu birinci takımda ilk defa yer alıyorlardı. Fenerbahçe’nin tertibi şöyle idi: “Sabri – Muammer, Murat – Ali Rıza, Esat, Aydın – Küçük Fikret, Naci, Müzdat, Ömer, Halit.”

    Fenerbahçe tahminler hilafına pek mükemmel bir oyun tutturmuştu. Bilhassa Cihat gibi bir şöhreti seyretmeye alışık halk, aynı kalede oynayan Sabri adlı gencin başarılı kurtarışları karşısında önce hayrete düşmüş, fakat sonradan gayrete gelerek takımı teşçi etmeye başlamıştı. Sarı-lacivertliler fırtına gibi oynuyor, çetin rakiplerine göz açtırmıyorlardı. İşte bu arada Fikret topla kaleye daldı ve müsait anda topu hemen içeri verdi. Admira kalecisi, Müzdat, Ömer üçü beraber topa çıktılar. Lakin hiçbiri vuramadı.

    Üstlerinden aşan topu iyi takip eden Naci, yetişip nefis bir kafa darbesiyle ağlara taktı. Fenerbahçe devreyi 1-0 galip bitirecekti.

    İkinci devreye rüzgar altında başlayan Fenerbahçeliler, aynı azimle oynuyorlardı. Nitekim yine Fikret’in bir ortası, Sarı-Lacivertlilere ikinci gol imkanını yarattı. Kaleciyi aşan topu Halit’le Naci kaleye sokmuşlardı. Şöhretli ve kuvvetli Admira, şeref golünü ancak son dakikalarda yapabildi. Oyunun bitmesiyle halk sahaya hücum etmiş, Fenerbahçeliler’i omuzlara kaldırmıştı. Futbolcular sahadan soyunma odasına ancak yarım saatte gidebildiler.

    Fikret Kaleci mi Oynayacaktı?

    Fikret 1941’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuştu. Fakat ticari hayatta çalışacağını düşündü ve ertesi yıl fakülte değiştirdi, Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okuluna girdi. Bu bahiste de yine bir futbol hatırası Fikret’in aklından çıkmıyor.

    Yüksek okullar arasında yapılan maçlarda Ticaret şampiyon çıkmış, şimdi de Türkiye birinciliği için Gazi Terbiye ile karşılaşması gerekmişti. Arkadaşları, en büyük kuvvet olan Fikret’in oynamasını çok istiyorlardı ama, genç futbolcu 39 derece ateşle hastaydı. Arkadaşları ısrar ettikçe ettiler, nihayet Fikret dayanamadı ve maça geldi. Hasta olduğu için sahaya çıkarken formasının üstüne bir kaleci kazağı giyen Fikret, Gazi Terbiyelilerin dikkatini çekti. Dayanamayarak sordular: “Kaleci mi oynayacaksın?”

    Fikret hiç bozmadan “Evet” cevabını verince, rakip oyuncular, kaptan ve antrenörleri Galatasaraylı Mehmet Ali’ye koşmuş, “Fikret kaleci oynuyor” diye müjde vermek istemişlerdi. Tabii Fikret sağaçık oynadı ve 39 ateşe rağmen 2 de gol atarak takımının şampiyonluğunda hissedar oldu.

    1942-43 sezonunda Fenerbahçe ligde ikincilik elde etmiş, bunun arkasından yapılan ilk Maarif Mükafatı Kupası’nda da şampiyonluğu kazanmıştı. Gerek bu şampiyonada, gerekse 1943-44 İstanbul Lig şampiyonluğunun elde edilmesinde Küçük Fikret büyük rol oynuyordu. Bu sıralar değerli sağaçığın yüksek form gösterdiği devrelerdi. Nitekim Fenerbahçe 1943-44 liginde 18 maçtan 16’sını kazanmış ve forvet hattı da 18 maçta 75 gol atarak güç erişilir bir rekor tesis etmişti. Buna karşılık Fenerbahçe kalesine sadece 5 gol girmişti. Fikret 9-1’lik bir Süleymaniye maçı hariç, 18 müsabakanın 17’sinde takımda yer almıştı.

    1944-45 sezonunda ise Fikret takımda muntazam oynamadı. Bunun en mühim sebebi, futbol dışındaki işleriydi. 1944 aynı zamanda Fikret’in sinema alemimizin tanınmış iş adamı Kadri Cemali’nin kızı Füruzan Cemali ile nişanlandığı yıl oldu.

    Fikret Sol Açık Oynuyor

    Fikret 1945-46 sezonunda lig maçlarına pek katılamadı. Bu arada bazı dedikodular çıkmış, Fikret’in futbol oynamasına karısının mani olduğu söyleniyordu. Sonradan, bizzat Fikret’in de ifade ettiği üzere bu dedikoduların tamamen asılsız olduğu anlaşılacaktı. Nitekim Küçük Fikret’in kanaatince “Bir faal futbolcu evlenirse, hayatını daha iyi tanzim edeceği için daha çok muvaffak olur. Ancak başlangıçta dikkatli davranmalıdır. İlk seneden sonra normal spor hayatına geçmek kabil olur ve futbolcu bekar devresinden daha müstakar oyun çıkarmaya, daha verimli futbol oynamaya başlar. Lakin evlenen genç futbolcuya biraz müsamaha göstermek ve bazı tavsiyelerde bulunmak da idarecilere düşen bir vazifedir.”

    Fikret 1946’da Başbakanlık Kupası’nın kazanıldığı, Gençlerbirliği’nin 4-0 mağlup edildiği maçta oynadı. Fenerbahçe’nin 40. Yıldönümü vesilesiyle davet edilen Mısır’ın Ennadilülehli takımına karşı 1-1’lik maçta bir devre takımda yer aldı. Hususi işlerinden başka, bacağındaki bir arıza da sahada görünmesine imkan vermiyordu.

    1947 yılı, Fenerbahçe’ye antrenör Molnar’ın gelişi demekti. Bu aynı zamanda parlak bir devrenin de başlangıcı sayılırdı. Fakat daha Molnar takımı iyice tanıyamamışken bir Beşiktaş maçı geldi çattı. Bu, Fikret’in hayatındaki enteresan maçlardan biriydi. Zira bir Beşiktaş karşılaşmasında santrafor oynayan Fikret, bu defa da solaçıkta yer alıyordu. Ve ne gariptir ki Fenerbahçe bu maçta da Beşiktaş’a (2-1) mağlup olmaktan kurtulamadı. Fenerbahçe’nin bu maçtaki kadrosu şöyle idi: “Hüsnü – Büyük Halil, Murat – Selahattin, Küçük Halil, Samim – Erol, Naci, Suphi, Müzdat, Küçük Fikret.”

    Fikret’in hafızasında yer eden bir diğer Beşiktaş maçı da 1947 Mayıs’ındaki karşılaşmadı. Beşiktaş’ın şampiyonluğu garantilemiş durumda oynadığı bu müsabakayı fevkalade bir oyun çıkaran Fenerbahçe 4-0 kazanmıştı. Bu maçın kahramanı santrafor Suphi, 4 golden 3’ünü kaydederken, iki golün pasını Fikret’in ortalarından almıştı.

    Nihayet Ay Yıldızlı Forma

    “1948’i uğurlu yıl olarak hatırlarım” diyen Küçük Fikret, bu seneki lig şampiyonluğunda takımın hakikaten güzel oyunlar çıkardığı kanaatindedir.

    Fakat 1948’in “uğurlu yıl” olması daha çok ay-yıldızlı formanın tekrar sahalarda görünmesinden ileri gelmektedir. 12 senelik hasretten sonra nihayet bir milli maç yapılıyordu. Arada nice yıldızlar yetişmiş, fakat bunlar milli formayı giyemeden futbola veda etmişlerdi. Bu bakımdan 1948’de kalburüstünde bulunan futbolcuların, milli maç yapılacağını öğrenmeleri hepsini müstesna heyecana boğmuştu. Bu, memleket futbolunda büyük bir merhale, ileri bir adımdı

    Bu tarihi maç 23 Nisan 1948’de Atina’da Yunan milli takımına karşı oynanacaktı. Seçilen namzet kadro elemanları içinde takıma gireceği en emin olanların başında sağaçık Küçük Fikret geliyordu. Pek rahat olmayan bir uçak yolculuğunu takiben Atina’ya inen Türk kafilesi, gümrükte de müşkülatla karşılaşmıştı. Nihayet otele yerleştiler ve istirahate çekildiler.

    Kaleci ve kaptan Cihat hariç, takımın diğer bütün elemanları ay-yıldızlı formayı ilk defa giyecekleri için çok heyecanlıydılar. Gece gündüz hep maçı düşünüyorlar, yemeği bile zor yiyorlardı.

    Nihayet maç saati geldi çattı. Saat 16’da Minerva otelinde bir odada toplanıldı. Ulvi Yenal ve Vahi Oktay’ın konuşmaları, tavsiyeleri dinlendi. Sonra da otobüsle Panathinaikos Stadı’na hareket edildi. Stad hıncahınç doluydu. Türk futbolcuları polislerin açtığı daracık bir aralıktan geçerek soyunma odasına gidebildiler.

    İdareciler takımı ilan ediyordu: Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Küçük Fikret, Erol, Ahmet, Lefter, Şükrü.

    İtalyan hakemi Dattilo’nun idaresinde oyun başladığı zaman Yunan halkı takımını büyük tezahüratla teşçi etmekteydi. Bu uğultu, milli marşların çalınması, esasen heyecanlı futbolcularımızın heyecanını bir kat daha arttırmıştı. Hoş bir tesadüf, maçın ilk akınını Türk sağaçığı Fikret yaptı, fakat Yunan müdafaası gayet yerinde bir müdahale ile topu uzaklaştırmıştı.

    Yıllarca Sonra İlk Gol

    Maç başlayalı henüz 7 dakika olmuştu ki, Selahattin’in uzattığı topla Fikret ileri fırladı. Sonra aniden içeri kayıp sağiç yerinden kaleye sol bir şut yolladı. Daima sağ ayağı ile nefis goller atan Fikret’in topa kafa ile veya sol ayağı ile vurması seyirciler tarafından garipsenirdi. Zira bu büyük futbolcu, en büyük hünerini topu sağ ayağına geçirdiği anda göstermesiyle şöhret kazanmıştı. Ancak ay-yıldızlı formayı ilk defa giydiği gün Fikret’in sol ayağı ile savurduğu bu şut, Yunan kalecisinin üstünden ağlara takılıyordu. Kaleci plonjon yapmak istedi, nafile! Türk Milli takımının bu tarihi golünü yapmak şerefi Küçük Fikret’e nasip olmuştu.

    Fikret’e az sonra bir fırsat daha geldi. Lakin kendi de açıkça ifade ettiği gibi “biraz heyecan, biraz da acele yüzünden bu fırsatı dışarı attı.” Türk takımı şahlanmıştı. Nitekim Lefter’in attığı ikinci gol, galibiyetin garantisi oldu. İkinci devrede gayrete gelen Yunanlılar bir gol çıkarınca ay-yıldızlı onbir tekrar canlandı. Bu canlılığın semeresi Şükrü’nün attığı üçüncü golle görüldü. Böylece galibiyet yine emniyete alınmıştı.

    Maçın bitmesine dört dakika kala bu devre solaçığa giren Halit’in kale içine doldurduğu ortaya Fikret kafayla çıkış yaptı. Sol şut, Fikret’in mutadı değildi. Atmış, gol olmuştu. Kafa vurmak da mutadı değildi. Bu defa da topa sıkı bir kafa yapıştırıyordu. Yunan kalecisi atlamış ve topu ancak içerden çıkarabilmişti. Bu kaidelere göre bir goldü. Lakin hakem muteber addetmedi ve maç da 3-1 Türk Milli takımının zaferiyle sona erdi.

    Ay Yıldızlı Takımın Başarılı Sağ Açığı

    Fikret 1948 senesinde milli formayı üç defa daha giydi. Hem de başarı ile, şerefle. Yunanistan’dan dönen milli takımımız 30 Mayıs’ta İstanbul’da Avusturya ile karşı karşıya geldi. Avusturya o sıralarda büyük bir şöhret ve kudrete sahip ve mesela İtalyanlar’ı 5-1 gibi açık bir farkla mağlup etmiş bulunuyordu. Buna mukabil yıllarca maç yapmamış takımımızın her şeyden evvel enternasyonal karşılaşmalar bakımından tecrübesi zayıftı. Hasılı, bütün tahminler, maçı Avusturya’nın açık farkla kazanacağı merkezinde toplanmaktaydı.

    Fakat “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Galip, Şükrü, Lefter, Halit” tertibiyle sahaya çıkan Türk milli takımı, üstün rakibiyle başa baş bir oyun çıkarmış ve devreyi golsüz berabere bitirmişti. Maçın ikinci yarısında sağhafa Selahattin’in yerine Naci, forvete de Galip’in yerine Reha girdi. Yine denk bir oyun gösterilirken, devrenin ortalarında Avusturya solaçığı Körner II ani bir atakla maçın tek golünü çıkarıverdi. Takımımız 1-0 mağlup ayrılıyordu. Avusturya kafile başkanı olsun, antrenör ve oyuncular olsun en beğendikleri futbolcuların başında “sağaçık Fikret”i sayıyorlardı.

    Bu maçtan sonra hemen Olimpiyat hazırlıklarına başlandı. Nihayet 1948’in Ağustos ayında Türk milli futbol takımı İngiltere’de Çin’le ilk maçını yapıyordu. Devreyi 1-0 önde bitiren ayyıldızlılar, ikinci kısımda da üç sayı çıkardılar ve maçı 4-0 kazanmış oldular. Çin’e karşı bu neticeyi alan takım “Cihat – Murat, Vedii – Selahattin, Bülent, Hüseyin – Fikret, Erol, Gündüz, Lefter, Şükrü” tertibindeydi.

    İkinci rakibimiz Yugoslavya idi. Yugoslavları olimpiyatta seyreden oyuncu ve hatta idarecilerimiz “Bu takımda iş yok” hükmünü vermekte epey acele etmişlerdi. Zira o Yugoslav takımı bize karşı fevkalade bir oyun gösterecek ve nihayet Olimpiyatların finaline kadar yükselecekti. Nitekim takımımızın pek başarısız bir maç çıkardığı Yugoslav karşılaşması 3-1 aleyhimize bitti. Tertip, sağhafta Selahattin’in yerine Naci olmak üzere Çin’e çıkan takımın aynı idi. Baştan aşağı bocalayan takımda Fikret de fazla bir şey yapamamıştı. Nahoş hadiseler ise futbolumuz hesabına menfi bir not olmuştu.

    1948 senesi Fikret’e uğurlu gelmiş gibiydi. Fakat kasım ayındaki bir lig maçı, değerli futbolcunun başarı yoluna dikilecek bir dikenin tohumunu ekti.

    Ufak Bir Hareket = Dört Ay Ceza

    Fenerbahçe Vefa ile karşılaşıyordu. Fikret, Vefa’nın genç solbeki Rahmi ile sık sık mücadeleye mecbur kalıyor, bu mücadelelerin bazısından Fenerbahçe sağaçığı, bazısından da Vefa solbeki galip çıkıyordu. Ancak bu arada topun taca çıkması, iki oyuncuyu da asabileştirdi. Bu asabiyet, hemen yanlarında duran laynsmenin hareketiyle arttı. Laynsmen vazifesinin hududunu aşmış bir tavır takınınca Fikret kendine hakim olamadı ve elindeki topu taç yerine atarken aynı zamanda laynsmeni de nişanladı. Milli futbolcu sonradan bu kadarcık hatasını da affetmeyecek, “Doğru değildi. Topu taç noktasına koyup çekilmeliydim.” diyecekti. Amma o anda kendini kaybetmişti. Laynsmenin hareketi onu ağır surette tahrik etmişti.

    Fikret o güne kadar hakemlerden ihtar dahi almış bir oyuncu değildi. Ama Ceza Heyeti bu makul noktaları gözönünde tutmadı ve Fikret’e 4 ay boykot verdi. Bu ceza Fikret’in Fenerbahçe’nin Yunanistan seyahatine katılamayışına sebep olacaktı.

    Ancak 1948 yılının Aralık’ında Viyana’nın meşhur Austria takımı en kuvvetli kadrosu ile İstanbul’a geldi ve Galatasaray’ı 2-1, Beşiktaş’ı 6-2 yendikten sonra Fenerbahçe’nin karşısına çıktı. Sarı-lacivertli idareciler bu mühim ve Türk futbolunun şerefi bahis konusu olan maç için müsaade almış ve Fikret’i sağaçığa koymuşlardı. Nitekim muvaffak bir oyun çıkaran takım Austria ile 1-1 berabere kaldı.

    Cezalı Sağ Açığın İki Nefis Golü

    Ertesi hafta Austria ile rövanş maçları yapılacaktı. Ve bu maçlarda Galatasaray 4-3, Beşiktaş 4-2 mağlup olmaktan kurtulamayacaklardı. Futbolumuz adına bir zafer kazanmak, bu şöhretli takımı 3-1 yenen sarı-lacivertlilere nasip olacaktı amma.

    Bölge ilk maçta Fikret’in oynatılmasına şiddetle kızmıştı. Daha doğrusu kulüpçülük hislerine hakim olamayan bir iki kişinin hareket tarzıydı bu. Maçın hakemlerine ve hatta zabıtaya, Fikret’in oynatılmaması emri verilmiş, icap ederse, yani oynarsa sahadan polis kuvvetiyle çıkarılması bildirilmişti.

    Fenerbahçe oyuna Fikretsiz başladı. Fakat üçüncü dakikada sağiç Aydemir sakatlanınca Fikret’in iki yana sallanarak kendine has koşusuyla sahaya girdiği görüldü. Polisler değil fakat hakem Selami Akal müdahale etti. Oyuna giremeyeceğini söyledi. Fenerbahçeli idareciler bütün mesuliyeti üzerlerine aldıklarnı temin ettiler. Uzun müzakereden sonra idareciler bu hususu belirten bir kağıt imzaladılar ve Fikret takımına iltihak etti.

    Kıymetli futbolcunun azmi büyüktü. Bu maça madem bu şekilde girmişti. O halde kendisine düşen vazifeyi, hatta fazlasıyla yapmalıydı. Nitekim yaptı da. 44. Dakikada topla kaleye aktı. Herkes “Goool!” diye yerinden kalktığı sırada Austria beki Fenerbahçe sağaçığını tekmeyle yere devirdi: Gol değil fakat penaltı idi.

    Fikret’in şahane penaltısı maçı 1-1 duruma sokuyordu. Zira Austria oyunun başlamasıyla beraber maçın ilk golünü atmıştı. Devre bu şekilde bitti.

    İkinci devrenin hemen dördüncü dakikasında bu defa nefis bir frikik golü seyredildi. Bunun da kahramanı Küçük Fikret’ti. Nihayet Erol’un golü galibiyeti perçinliyor, Fenerbahçe sahadan 3-1 gibi net bir zaferle ayrılıyordu. Fikret bu maçta bir müddet sakatlanıp saha dışında da kalmıştı.

    1949 başında Umum Müdürlük makul ve nizami düşündü. Fikret’in cezasını tabikten kaldırdı. Yıldız futbolcu da böylece takımında devamlı olarak yer almak ve keza milli formayı tekrar giymek bahtiyarlığına erişti.

    Rakip yine Avusturya idi. Fakat bu defa maç Viyana’da oynanıyordu. Saha ve seyirci avantajına sahip Avusturyalıların bu sefer maçı farklı kazanacağı tahmini ileri sürülüyordu. 20 Mart 1949 günü Viyana’nın Prater stadına “Cihat – Erdoğan, Ahmet – Selahattin, Galip, Hüseyin – Fikret, Erol, Bülent, Muzaffer, Şükrü” kadrosuyla çıkan Türk milli takımı yine mükemmel bir futbol gösterdi. Fakat talih yine Viyanalılara güldü ve yine sahadan bir tek golle galip ayrıldılar. Birinci devrenin son dakikasında frikikten yapılan bir gol, maçın neticesini tayin etmişti.

    Ertesi günü Viyana gazeteleri kendi takımlarını şiddetle tenkit ederken, bizimkileri övüyor ve bilhassa Fikret hakkında pek takdirkar ifadeler kullanıyorlardı.

    Fikret Yedek Subayda

    Fikret 1949 Eylül’ünde yedek subaya gitti. Tank sınıfına ayrılmıştı. Önce Gelibolu’da, sonra Ankara’da bulundu. Nihayet Kartal Maltepe’sinde askerliğini bitirdi. Askerliğin Fikret için en enteresan tarafı, o güne kadar pek itina ettiği bıyığı ile saçlarını kestirmesiydi.

    Askerliğini yaptığı sırada takımının maçlarına geliyor ve sağaçıktaki yerini alıyordu. Hatta bu aradaki İsrail seyahatine de hususi izinle katıldı.

    Fikret Fenerbahçe Birinci Takım Kaptanı

    Artık Fikret Fenerbahçe saflarında en yüksek payeye erişmişti. Bu da, Fenerbahçe birinci takım kaptanlığı idi. Fakat as futbolcu bir merhale daha yükselecek ve milli takıma da kaptan olacaktı.

    1948-49 ligi Sarı-lacivertli takım için başarısız geçmiş ve Fenerbahçe ancak üçüncülük elde etmişti. 1949 Haziran’ındaki Austria maçları da, bu muvaffakiyetsiz sezonun acı sahifelerinden biri oldu. Sahaya eksik takımla çıkan Fenerbahçe, kendi stadındaki maçta Austria’nin fırtınalaşmış kadrosuna 7-0 yeniliyordu. Fikret bütün çırpınmasına rağmen, bu hazin neticeye mani olamayanlardandı. Ertesi haftaki revanşta da Sarı-lacivertli takım 3-2’lik mağlubiyetten kurtulamadı.

    Fikret bu arada askeri forma altında yine bir Viyana takımına karşı oynadı. First Vienna Ankara’da Askeri Güçler Karması’na 3-2 galip gelirken, takımın sağaçık mevkiini Küçük Fikret işgal ediyordu. 1950 yılının 14 Ocak’ındaki bu maç karla kaplı bir sahada oynanmıştı.

    Fikret 1950 Mart’ında Fenerbahçe ile İsrail’e gitti ve takımının oradaki maçlarında yer aldı. Bunlardan Sarı-lacivertlilerin 3-0 kazandığı ilk müsabakada 2 gol, yıldız futbolcunun iki nefis ortası ile yapılmıştı.

    Fikret aynı sene Avrupa’da hususi bir seyahate çıktı. Hatta bu arada kendisinin milli takım kadrosuna seçildiği de hayretle gazetelerde okunmuştu.

    Fikret’in Bütün Futbolculara Tavsiyesi

    1950-51 sezonunda Fikret sahalarda seyrek görüldü. Fakat 1952’de takımda devamlı olarak oynadı ve yüksek form tuttu. 1950-51’de Fikret’in muntazam oynamayışı ve maç kabiliyeti yokken formsuz çıktığı müsabakalarda da esas oyununu gösteremeyişi karşısında gerek Fenerbahçe Kulübü’nün bazı çevreleri, gerekse kulüp dışındaki bazı kimseler bu yıldız sağaçığın artık futbola veda ettiği kanaatini izhara başlamışlardır. Lakin Fikret bu şekilde düşünen ve konuşanları sonradan çok mahcup etti.

    Bugünün büyük futbol şahsiyeti Küçük Fikret diyor ki: “Çok sevdiğim meşin toptan ayrılırken bütün futbolcu arkadaşlarıma kendimi misal göstererek diyeceğim ki azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. Benim için ‘artık topa vuramaz’ hükmü verildikten sonra gecemi gündüze katıp çalıştım ve tekrar Fenerbahçe’deki şerefli yerimi aldım. Benim için ‘yaşlandı, oynayamaz’ diyenler, sonradan milli takımda sağaçık mevkiinde seyrettikleri zaman, oyundan sonra gelip elimi sıktılar.”

    “1950’de futbolu bıraktığımı, hatta futbolun beni bıraktığını iddia edenler, 1952’de, 1953’te futbol hayatımın en yüksek formuna ulaştığıma şahit oldular. Futbolcu kardeşlerim, ne söylenirse söylensin, siz kendi çalışmanıza bakın! Futbolu çalışan her yaşta oynar.”

    Fenerbahçe 1951 yılını 23 Aralık’taki Rapid zaferiyle kapamıştı. Fikret’in ortasını çok güzel kullanan sağiç Fahir, ünlü kaleci Zeman’ı, bu suretle takımı da şöhretli Rapid’i mağlup etmiş oluyordu.

    Sarı-lacivertliler 1952’de her geçen gün biraz daha form tuttular ve nihayet “namağlup lig şampiyonu” olan “Küçük Şeytanlar” takımı doğdu. Bu, antrenör Szekely’nin eseriydi. Muvaffak takımın kaptanı da hatıralarımızın kahramanı Küçük Fikret’ti.

    1952 yılı uğurlu başlamıştı zaten. Daha Ocak ayında Arjantin’in Lanus’u 3-2 mağlup edilmiş, Eva Peron Kupası Fenerbahçe müzesine konmuştu. Bunu Haziran’daki (Fransız) Lille’e karşı kazanılan 2-0’lık net galibiyet ve Eylül’deki 3-1’lik Yugoslav Beogradski galibiyetleri takip etti.

    1952-1953’ün Namağlup Fenerbahçesi

    Takım lige çok hızlı başlamıştı. Evvelki yıllarda daha ziyade pasör tanınan Fikret, şimdi aynı zamanda golcü bir eleman vasfını taşıyordu. Mesela 1952 Ekim’indeki 4-0’lık Kasımpaşa galibiyetinde “Küçüğün iki şaheser golü” günlerce dillerde dolaşmıştı. Bu arada 14 Aralık’ta Viyana’nın ünlü Rapid’ine karşı bir başarı daha elde edildi. Rapidliler 1-0’lık mağlubiyetin rövanşını almak için çok hızlı başlamışlar ve devreyi 4-2 önde bitirmişlerdi. Lakin sağaçık Fikret’in nefis ortalarıyla beslenen Fenerbahçe forveti maçı 4-4 bitirmeye muvaffak oldu.

    Ligde mağlubiyet yüzü görmeyen Fenerbahçe, son maçında da Galatasaray’ı 1-0 mağlup edip şampiyonluğa ulaştı. Taraftarların pek çok kupa ve hediye verdiği takım maçtan sonra, önde kaptanı Fikret olduğu halde sahada tur yaparken çok alkışlanmıştı. Bu son maçın en enteresan tarafı, galibiyet golünün Fenerbahçe birinci takımında o gün ilk defa oynayan solaçık Niyazi tarafından yapılmış olmasıydı. Fikret bu ligde forvetin nazım ve yürütücüsü olmuş, o sırada bir gazetede çıkan ifadeyle “Bir ana kırlangıcın yavrularını beslemesi gibi, diğer genç forvetleri öyle beslemişti”.

    Fikret bu mevsim için “Kendimi en iyi hissettiğim devre” diyor ve hemen ardından ilave ediyor: “Bize maddi ve manevi kuvvet veren de antrenörümüz Szekely idi.”

    Türk Milli Takımı Kaptanı Fikret

    Fikret 1952 Mart’ında milli kadroya alınmış, fakat İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde takıma konmamıştı. Bunun ne büyük bir hata olduğu, bir sene sonraki milli maçlarda anlaşıldı. Zira Fikret İtalya ve Yunanistan seyahatlerinde de formda bulunuyordu.

    Artık kurt bir futbolcu olan Fikret, 1953 Nisan’ında takımıyla Yunanistan’a gitti ve orada çıkardığı mükemmel oyunlarla büyük takdir topladı. Dönüşte Çanakkale Abidesi Kupası şampiyonluğunun kazanıldığı 3-0’lık Beşiktaş galibiyetinde de en büyük hisse, gollük ortaları veren kaptan – sağaçığındı.

    Nihayet 1953 Mayıs ayı geldi çattı. Bizi, kendi toprağımızda 5-1 yenen İsviçre milli takımı ile İsviçre’de oynayacaktık. Takım yola çıkmak üzere uçağa binerken, Yeşilköy’de bir “gümrük hadisesi” yaratıldı. Fikret kaptanları olduğu için kadrodaki Fenerbahçeliler paralarını bir edip ona vermişler, o da bavuluna koymuştu. Fakat bulunduğu resmi mevkii, kulüpçülük hislerine alet eden bir zat, bunu yanlış tefsir ettirdi ve ortaya garip bir suç çıkardı.

    Sonradan adalet makamları meselenin aslını anlayacak ve Fikret’i temize çıkaracaklardı. Lakin hadise, bir milli hizmete giden sporcuların moralini iyice sarstı. Soyadına bakıp küçük dağları yarattığını sanan bu biçare kulüp hastası, yaptığı hareketten ve kırdığı dağdan büyük pottan dolayı mensup olduğu kulüp camiası tarafından da hoş görülmeyecekti. Herkes ona notunu vermişti zaten.

    Bu asap bozucu hadiseye rağmen Türk milli takımı Bern’de şahane bir maç çıkardı ve İsviçre milli takımını 2-1 yenerek rövanşı aldı. Kaptan Fikret galibiyete müessir güzel bir oyun çıkarmıştı.

    Yugoslav Ağlarını Sarsan Müthiş Gol

    İsviçre dönüşü ay-yıldızlı takımı daha çetin bir rakip bekliyordu: Yugoslavya. Yugoslavların beynelmilel futbol piyasasındaki kıymet, bu karşılaşmanın ehemmiyetini arttırıyordu. Yapılan tahminlerin çoğu da rakiplerimizin maçı rahat ve belki de farklı kazanacakları merkezindeydi.

    Fakat bir kere daha evdeki pazar çarşıya uymamış, tahminler boşa çıkmıştı. Daima hücum eden, üstün oynayan Türk takımı idi. 5 Haziran 1953 günü Mithatpaşa Stadı’nda karşı karşıya gelen iki takımdan ay-yıldızlı onbir yediği gole Burhan vasıtasıyla mukabele etmiş, oyun 1-1 duruma girmişti. Bu cereyan ve hatta bu netice dahi Türk futbolu için bir muvaffakiyet sayılırdı. İşte bu sırada Yugoslav kalesine bir frikik oldu. Fikret topu dikti, hafif gerildi ve kendine has frikiklerinden birini çekti.

    Stad alkıştan, “Gooooool!” nidasından inliyordu. Gol, sonradan Yugoslavların da “şahane” diye vasıflandıracakları güzellikteydi. Kaleci topu, ağlardan çıkarırken görebilmişti ancak.

    Türk takımı 2-1 galip durumdaydı. Yugoslavlara karşı kazanılacak bu galibiyet, dünya çapında bir netice olacaktı. Ama ne çare, maçın son dakikasındaki bir hata galibiyeti beraberliğe indirdi. Maç 2-2 bitmişti. Fakat oyundan sonra seyirciler olsun, oyuncular olsun Fikret’in şaheser frikik golünü anlata anlata bitiremiyorlardı. Yugoslavlar gelip kendisini tebrik ettiler. Bu, futbol tarihimizin “altın gol”lerinden biriydi.

    Fenerbahçe İle İngiltere’ye Gidiş

    Fikret İngiltere’ye 1948’de Olimpiyatlar vesilesiyle gitmişti. 1953’te yine futbolcu olarak bu “futbolun beşiği” diyara yollandı. Bu defa seyahati Fenerbahçe le yapıyordu. Ekim ayında İngiltere’de muhtelif maçlar yapan sarı-lacivertli takım ilk müsabakasında Hull City’ye karşı 2-1’lik bir galibiyet kazanmıştı. İngiltere’de maç kazanmanın güçlüğü düşünülürse, Fenerbahçe’nin bu galibiyetinin futbolumuz için bir zafer kıymetini taşıdığı hemen anlaşılırdı.

    Bu tarihi maçın ilk devresi 1-0 kapanmışken, müsabakanın 77. Dakikasında takım kaptanı Fikret 25 metreden fevkalade bir şutla ikinci golü yapmış ve Fenerbahçe’yi 2-0 ileri duruma geçirmişti. İngilizler gayrete geldilerse de, bu çalışma Fenerbahçe’nin azmini yenemedi ve bir şeref sayısı yapmaktan başka netice vermedi. Maç da bu suretle 2-1 sarı-lacivertlilerin galibiyetiyle bitti.

    Fikret için bu seyahatin en hoş tarafı, meşhur sağaçık Stanley Matthews’ü seyretmesiydi. Zira Fikret’in futbol hayatında en hayran olduğu ve kendisini kimseyle mukayeseye kalkışmadığı futbolcu “Stanley Matthews” idi.

    Kaptansız Gemi Karaya Oturuyor

    İngiltere dönüşü 27 Aralık 1953’te, Fenerbahçe kuvvetli bir Brezilya takımı olan Cruzeiro ile karşılaştı. Sarı-lacivertliler baştan sona kadar hakim oynadıkları maçı 5-2 gibi açık farkla galip bitirirlerken, 5 golden 2’si Fikret’in ortalarından Hüsamettin vasıtası ile yapılmıştı. Hüsamettin’in iki kafa golü birbirinden nefisti ama bu golleri doğran ortalar da aynı nefasetteydi.

    1953 yılı biter 1954 başlarken Türkiye – İspanya maçı geldi çattı. Madrid’e gidecek kadro seçilmiş ve takım kaptanı olarak Küçük Fikret kadroya alınmıştı. Lakin İspanya’daki müsabakada Fikret takıma konmadı ve garip tertipli takım da baştan sona kadar bocaladı durdu. Neticede kaptansız gemi karaya oturmuş, milli takımımız sahadan 4-1 gibi farklı bir mağlubiyetle ayrılmıştı. Garip olan cihet, İstanbul’da iken takımda oynaması lüzumlu görülen ve hatta kaptan seçilen Fikret’in Madrid’de takım dışı kalışıydı. Bu arada Madrid radyosunda takım kaptanı olarak Fikret’in konuşturulması ve ardından takımda yer almaması aynı garabetin devamıydı.

    Fikret ay-yıldızlı formayı bundan sonra 1955’te de giyecekti ve kaptan olarak takımı sevki idare edecekti. Fransa B takımı ile 0-0 berabere kaldığımız 3 Nisan 1955 maçında umumiyetle durgun oynamış ve zaman zaman galibiyet ibresini lehimize çevirme fırsatını yakaladığımız halde bundan faydalanamamıştık.

    4-4’lük Maçın Kahramanı

    19 Mayıs 1955 günü Mithatpaşa Stadı’nda heyecan kasırgası çok şiddetliydi. Fenerbahçe ile Beşiktaş “Atatürk Kupası” için karşılaşıyorlardı.

    1954-55 liginde takımda seyrek olarak yer alan Küçük Fikret, buna rağmen iyi form tutmuş ve nitekim Nisan’daki Fransa maçında milli takımın sağaçık mevkisini işgal etmişti. İşte bugün de Beşiktaş’a çıkan sarı-lacivertli onbirin sağaçığı yıldız futbolcu Fikret’ti.

    Ne oluyordu? Netice nereye doğru gidiyordu? Beşiktaş taraftarları sonsuz sevinç içinde, takımlarını alkışlamaktaydılar. Goller birbirini takip ediyor, Beşiktaş devreyi 3-0 galip bitiriyordu.

    Fenerbahçeliler tribünde endişe içindeydiler: “İkinci devrede ne olacak? 3-0, kaç sıfıra kadar yükselecek?” Fenerbahçe devreye pek azimli başlamıştı. İlk devrede aksayan santrafor Burhan, Fikret’in güzel bir ortasını gole çevirince sarı-lacivertlilerde ümit ışığı yandı. Çok geçmemişti, yine Fikret mükemmel ortalarından birini yapıyor ve yine Burhan topu ağlara gönderiyordu.

    3-0’dan 3-2’ye erişen Fenerbahçeliler şimdi beraberlik peşinde koşmaktaydılar. Ve işte o da olmuştu. Topu fevkalade şekilde ortalayan Fikret’ti yine, golü atan da Burhan. Burhan bu devrenin golcüsü olmuştu. Fikret ise esas kahraman olduğunu az sonra ispat edecekti.

    Oyun 3-3 berabere duruma girince Fenerbahçeliler sevinmeye Beşiktaşlılar üzülmeye başlamışlardı. Amma çok geçmedi, yine sevinç sırası siyah-beyazlı taraftarlara geldi. Beşiktaş dördüncü golü de atmıştı ve maçın bitmesine de pek az vakit vardı. Birden meşin top bir futbolcunun ayağına geldi ve oradan da bomba gibi bir voleye takılıp Beşiktaş ağlarını buldu. Maç 4-4 berabere vaziyete girmişti. Bu “şahane” golün kahramanı ise ilk üç golün pasörü Küçük Fikret’ten başkası değildi. Oyun stadı dolduran onbinlerce halkı heyecandan boğan bir tempo içinde geçmiş ve unutulmayacak maçlardan biri olarak futbol tarihimizde yerleşmişti. Maç unutulmayacaktı, bu maçın ası Fikret de unutulmayacaktı.

    Fikret 1955-56 sezonunda artık takımın devamlı bir oyuncusu değildi. Futbolcu bırakmak zamanının geldiğine hükmetmişti. Bir yandan gümrük komisyonculuğu mesleğindeki meşgalesi her geçen gün biraz daha artıyor, onu muntazam idman yapmaktan alıkoyuyordu. Hem Fikret “Çok sevdiği futbolu zamanında, tatlı hatıralarla bırakmak isteğinde” idi.

    Rusya’daki Zafer Golü

    Fenerbahçe takımı 1956 Haziran’ında Rusya’ya hareket ederken de Küçük Fikret’in oyuncu mu yoksa idareci mi olarak gittiği suali soruluyordu. Bazıları ise “turist” deyip işin içinden çıkmışlar, gazeteler “kafileye turist olarak Fikret Kırcan’ın da dahil olduğu” haberini vermişlerdi.

    Moskova’daki ilk antrenmanda Fikret de arkadaşlarının yanında bir futbolcu olarak zevk ve şevkle çalışıyordu. Müteakip idmanlarda aynı gayreti göstermeye devam etti. Bu arada bir fikri zihinlerden geçti: “Fikret oynasın!”

    Küçük Fikret de içten içten böyle bir arzu duyuyordu. Sarı-lacivertli formayı bu çok ehemmiyetli maçların birinde giymek, güzel bir hatıra değerini taşımaz mıydı?

    Ona “oynar mısın?” dediler, Fikret’in cevabı “memnuniyetle” oldu. Fakat ne olursa olsun, takımda 45 dakika bulunacaktı. Diğer devrede gençlerden birinin bu mevkii doldurmasına fırsat vermek istiyordu. Nihayet Fikret’in ikinci maçta yani Leningrad’da Zenit’e karşı ilk devre sağaçık oynaması kararlaştırıldı.

    Oyunun başlamasıyla Zenit’in ilk golü yapması bir olmuştu. Fenerbahçeliler’in hemen bozulması ve müsabakayı açık farkla kaybetmesi, akla gelen en yakın ihtimaldi. Fakat hayır! Başta kaptan Fikret olduğu halde, sarı-lacivertliler şahane bir oyun tutturmuşlardı. Nitekim 12. dakikada kaleci İvanov topu kurtarmak için yumrukla çıkış yaptı. Top sağa, Küçük Fikret’in önüne düşmüştü. Kurt futbolcu meşin yuvarlağı durdurmadan ortaladı ve golü hazırladı. Onsekiz çizgisine yanaşan Mehmet Ali topu hemen yakalamış ve yerden bir şutla ağlara takmıştı.

    Fenerbahçe’nin beraberlik golünü hazırlayan Fikret, 22. dakikada da galibiyet golünü bizzat yapacaktı. Ergun topu ayağına geçirir geçirmez, şöyle bir baktı, en müsait pozisyonda “Fikret ağabey”sini gördü. Şimdi top kısa bir pasla Fikret’e geçmişti. Kısa bir sürüş… Sol bir şut… Ve gol! Fenerbahçe 2-1 galip durumdaydı şimdi.

    Sarı-lacivertli takım Fikretsiz devam ettiği ikinci devrenin son dakikasına kadar bütün varlığı ile oynayacak ve sahadan bu netice ile muzaffer ayrılacaktı.

    “Bu İlk Değil ki…”

    Fakat yukardaki golün hatırası büyüktür. Leningrad’da maça giderken Fikret, bu satırların yazarına “İçime doğuyor, bugün bir gol atacağım. Hem de 2-1 galip geleceğiz” demişti. İşte Fikret’in her iki dediği de çıkmıştı.

    “…Bu ilk değil ki…” Fikret’e Rusya’ya turist olarak gidip de gol kahramanı olarak dönüşünü hatırlattığım zaman böyle dedi ve devam etti.

    “- Bu ilk değil hakikaten… Bir kere de stada seyirci olarak gitmiş ve sonra soyunup sahaya çıkmıştım. 1937-38 mevsimindeydi. Bükreş muhteliti İstanbul’a gelmiş ve yapılan maçı 5-3 İstanbul kazanmıştı. Ertesi gün yedek oyuncuların yer aldığı Bükreş “B” muhteliti İstanbul’un “B” muhteliti ile oynayacaktı. Ben de bu maçı seyretmek üzere stada gittim ve davetiyem olmadığından para verip bilet aldım. İçeri girmiş, hatta tribünde bir yer bulmuş, maçı seyre hazırlanırken bir de ne göreyim? İdareciler beni orada bulmuş, çabuk gelmemi söylüyorlardı. Aşağı indim. Derhal soyunmamı bildirdiler. Soyundum. Sahaya çıktım. Az evvel parayla bilet alıp tribüne giren seyirci, şimdi İstanbul “B” muhteliti oyuncusu olarak sahadaydı. Güzel bir maç çıkarmamıza rağmen 0-0 berabere kalmıştık o gün.”

    Fikret Politik Hayatta

    Fikret’e en sevinçli hatırasını sormuştum. Hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

    “ – Geçen kış bir sabah saat yedi buçukta aldığım telefondur.”

    Evet, bu telefonda şimdiki eşi Nur, kendisine “babasının izdivaçlarına muvafakat ettiği”ni bildirmişti.

    Fikret’in ilk izdivacı 1950’de sona erince, spor alemimizin yakışıklı erkeğinin yeniden evlenip evlenmeyeceği suali hep sorulmuştu. Fikret bu arada politika hayatına atılmayı tercih etti. Demokrat Parti’ye 1950 seçiminden evvel giren as futbolcu, Kızıltoprak Bucak İdare Heyeti azalığından yükselmeye başladı ve nihayet 1955’de İstanbul Vilayet Meclisi’ne aza seçildi. Halen bu mecliste Maarif Encümeni’nde çalışmaktadır.

    7 Mayıs 1956’da, o sırada Ticaret Vekili bulunan Fahrettin Ulaş’ın kızı Nur Ulaş’la evlenen Fikret Kırcan, şimdi Kadıköy’de Çiftehavuzlar’da oturmakta ve İstanbul’da Veli Alemdar handaki yazıhanesinde de gümrük komisyonculuğu ile iştigal etmektedir.

    Nihayet Futbola Veda

    Bir insan evinde birkaç sene beslediği kedisinden ayrılsa üzülür. Kuşunun ölümüne göz yaşı dökenler az değildir. Bunu daha yükseltip bir sevgiliye çıkarır ve hele işin içine yirmi iki uzun yıl katarsanız, Fikret’in şu andaki hüznünü daha iyi anlayabilirsiniz. Fikret şimdi bir sevgiliden ayrılmak üzeredir. Yirmi iki sene hiç ayrılmadığı bir sevgiliden…

    “ – Yine tam ayrılmış sayılmam”, diyor, “muhakkak ki fırsat buldukça antrenman yaparım. Hele seyirci olarak meşin topu hiç değilse uzaktan seyretmeye devam edeceğim.”

    Fikret bunları söyledikten sonra hemen ilave ediyor:

    “ – Belki şimdi tribünden, saha dışından tenkit ettiğim çok şeyler olacak. Zira ben hem oyuncu psikolojisini taşıyacağım, hem de seyirci ruhunu. Fakat ‘oyuncu – seyirci’ olmaktan sadece ‘seyirci’ olmaya geçiş çok zormuş. Bunu şimdi anlıyorum. Sahada gördüğüm bir şeyi tenkit edince, “Çıksam yaparım” diyemeyeceğim artık. İspat imkanım kalkıyor. Ben ‘emekli bir futbolcu’ olacağım. Geçmiştekiler geçmişin malı olmuş. Hem fazla tenkide kalkışırsam, bir genç futbolcunun sinirlenip ‘O senin devrindeydi. Geçti onlar…’ demesi de mümkündür.

    “Hayatımda hiçbir tenkide kızmadım. En haksızını bile nazara aldım. Her birinde, bir nebze olsun hakikat payı bulunabileceğini düşündüm. Hatta birçok tenkitleri dikkatle dinleyip veya okuyup antrenmanlarda denemeye çalıştım.”

    “Bütün futbolcu kardeşlerime de böyle yapmalarını tavsiye ederim. Aleyhlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp kızmasınlar. Nasıl ki lehlerinde yazılacak veya söyleneceklere bakıp da kendilerini dev aynasında görmemeleri icap ettiği gibi… Futbolun çok, hem de pek çok nankör olduğunu her futbolcunun her an aklında bulundurması lazımdı. Bir şutunuzu methedenler, o topun kaleye girmediğini görünce sizi hemen kötüleyebilirler. Fakat hiç aldırmadan çalışmak, daima çalışmak gerekir. Ben şahsen böyle yapmakla, ‘artık yaşlandı, futbol onu bıraktı’ dedikleri zamandan sonra çok top oynadım. Hem de milli takıma kadar yükselerek… Fakat bunları dahi beni tenkit edenlere, kusurumu söyleyenlere borçlu olduğumu itiraf ederim.”

    Fikret’in gözleri dolu dolu olmuştu. Çiftehavuzlar’daki evinin misafir odasındaydık. Konuştu konuştu, yukarıdaki sözleri bitirince sustu. Sonra yere uzandı ve futbol hatıraları ile, hediyeler, şiltler, resimler ve gazete küpürleri ile dolu çantayı kapadı. Bu sanki futbol hayatını da kapayışını ifade ediyordu. Bir an baktı, resimlerden biri kenara, halının köşesine kaçmıştı. Uzanıp aldı. Fenerbahçe’nin bir maçında bir gol atarken çekilmiş fotoğrafıydı. Onu bir hayli seyretti ve sonra yavaşça konuştu:

    “ – Hepsi mazinin malı oldu artık…”

    SON – HALİT KIVANÇ

  • Mehmetçik Terhis Oluyor

    Mehmetçik Terhis Oluyor

    Necmi Tanyolaç, “Mehmetçik Terhis Oluyor” başlığının altında Basri Dirimlili için (böyle büyük bir jübileye çok yakışan) muazzam bir yazı kaleme almış. Bu metin Tuncay Yavuz sayesinde bizlerle buluşuyor.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçeli Basri

    Önümde bir yığın kağıt… Bir yığın not… Basri’nin hayatı var bu notların arasında…

    Notlara bakacağım ve sizlere Fenerbahçeli Basri’nin hayatını anlatmaya çalışacağım…

    Kendi kendime soruyorum; sığar mı, sığdırabilir misin? Sonra yine kendi kendime cevap veriyorum: Yüz yıllık bir hikayeyi, yüz satırın içerisine sıkıştıramazsın tabi! Gerçekten de öyle… O koca Basri, bu küçük hikayenin içerisine sığamazdı. Sahalara sığamadıktan sonra…

    Nereden Buldunuz Bu İskeleti?

    Basri Dirimlili 1952 yılında Fenerbahçe’ye geldi. Havagücü’nde oynarken Fenerbahçe’nin eski başkanlarından Osman Kavrakoğlu’nun dikkatini çekmiş ve ilk teklifi ondan almıştı. Kavrakoğlu, Basri’ye daha ilk görüşünde bayılmıştı. Futbolcu değil ateş parçasıydı bu çocuk. Bir an evvel askerliği bitmeli ve Fenerbahçe’de oynamalıydı.

    İlk Fenerbahçe formasını başkentte özel bir maçta Demirspor’a karşı giydi. Tesadüfen maça gelen iki Fenerbahçeli üye, takımın başındaki idarecilere futbolcular sahaya çıkarken Basri’yi işaret etmiş ve “Nereden buldunuz bu iskeleti?” demişlerdi. Sarı-Lacivertli takımın yeni santrhafının üstünde et namına hiçbir şey gözükmüyordu. İncecik gövdesi, sıskacık kolları ve kürdan gibi çöp bacaklarıyla Basri’ye futbolcu denemezdi. Bir atlet bile onun yanında şişman gözükürdü. Basri çıktı sahaya. Uzun yıllardır o takımın adamıymış gibi, rahat, sakin işini gördü. İlk deneme ilk imtihan başarılı geçmişti. Fenerbahçe maça çıkarken “nereden buldunuz bu iskeleti, bu morga yarar” diye konuşan Fenerbahçeliler çark etmiş ve sonunda “Bu çocukta çok iş var. Aman kaçırmayın.” sözünü sarfetmişlerdi.

    Basri lop incir gibi Fenerbahçe’nin ortasına düştü. Daha askerliğini bitirmeden 8 defa milli takımda oynamış, futbolun vücutla değil, kafayla, beyinle, irade gücüyle oynandığını göstermişti. İskelet enerjiyle, hırsla, klasla, stille doluydu. Bu güçlü delikanlı, bu hırslı futbolcu pek kısa bir zaman sonra Fenerbahçe’nin değişmez adamı olacak ve İstanbul seyircisi ayaklarını bir raket gibi kullanan Basri’yi avuçları patlarcasına alkışlayacaktı.

    Galatasaray Değil, Fenerbahçe!

    Basri’nin Fenerbahçe’ye gelişi garip bir olayla başlamıştır. 1940 senesinde Eskişehir’in İstiklal kulübünde ilk kulüp formasını giyen ve 1947’de Demirspor’a geçen Basri, Havagücü’nde oynarken Fenerbahçe’den evvel Galatasaray’ın ilgisini çekmişti. Bu kısmı size kendisi anlatsın:

    “Her futbolcunun hayatında bir kulübün, bir rengin izi vardır. Kader bazan insanı başka yönlere itebilir. Küçükken Galatasaray’ı tutarsın, büyürsün Fenerbahçe’ye, Beşiktaş’a girersin. Böyle şeyler çok olmuştur. Ben Fenerbahçeliydim. Daha çocuktum, Fenerbahçe için deli olurdum. Kavrakoğlu Fenerbahçe için teklifte bulunduğu gün elim, ayağım buz kesilmişti. Yolda yürümüyor, uçuyordum. Her şey tavındaydı. Mukavele imzalayacaktım. Dayım benim adıma Galatasaray’la mukavele imzalamamış mı? Ayıkla pirincin taşını. Tabi, özür diledik, yalvardık, yakardık, işi düzelttik. Beşiktaş da peşimdeydi. Fenerbahçe’den 5.500 lira transfer ücreti aldım. Bu benim için servetti.”

    Basri Fenerbahçe’de fazla yabancılık çekmedi. Donanma Kamil, Selahattin Torkal ve Melih Ilgaz ilk arkadaşlarıydılar. Basri’yi Sarı-Lacivertli kulüpte sıcak bir çevrenin içine ilk sürükleyenler onlardı. Yavaş yavaş heyecanını attı. Seyirciyle anlaştı, seyirciyle sevişti. Tribünlerin sevgilisi oldu. Ve Basri’nin yer aldığı Fenerbahçe 1951/52 sezonunu şampiyon olarak bitirdi.

    Basri Fenerbahçe şampiyon olduğu gün şu inanca varmıştı: Fenerbahçe’nin seyircisi çok büyük kuvvet, çok büyük bir destekti. Sahaya çıktıkları anda bütün bir stad ayağa kalkıyordu. Bu gürültü, Fenerbahçe futbolcuları için avantajdı. Fenerbahçe’nin yeni santrhafı “Şampiyonluk güzel şey, ama Fenerbahçe de çok güzel bir şey” demişti.

    Mehmetçik

    Basri’nin futbol hayatı bir savaş halinde geçmiştir. Halk ona değişik isimlerle seslenmiş, “deli” demiş, “Leyla” demiş, sonunda “Mehmetçik”te birliğe varmıştır.

    Aslında kendini oyuna ve takımına bu kadar ölesiye veren, en kahredici darbelere kafasını, bacağını uzatan bu futbolcuya takılacak en iyi isim bu olmalıydı: Mehmetçik… Basri seneler senesi bir “Mehmetçik” gibi dövüştü. Futbolcu değil, bir askerdi. “Mehmetçik” ünvanını tam 10 sene bir şeref ünvanı gibi asaletle taşıdı, ünvanının üzerine toz düşürmedi. Mehmetçik gibi çıktı sahaya, Mehmetçik gibi yaralandı. Ölümlerden kurtuldu.

    Futbolcu şöhrete erişmişse, ona sorulacak suallerin başında kaç defa milli takımda oynadığı sorusu gelir. Basri’ye ise hayatı boyunca kaç kere milli olduğu değil, kaç defa sakatlandığı sorulmuştur. Şimdi Basri’nin önümüze serdiği bilançoya ibretle bakınız. Sonunda şu hükme varacağınıza bahse girerim. Ölüp ölüp dirilen bir futbolcunun dramıdır bu.

    “Bir defa çenem kırıldı” diye girdi lafa Mehmetçik. “Ankaragücü’ne karşı oldu. Bir topa sıçradım, Yücel’le çarpıştık. Kafası çeneme çarptı. Kulaklarım uğulduyordu. Sonra bir patlama oldu. Derhal hastaneye kaldırdılar. Üç buçuk ay yattım, çenem bağlı olarak.”

    “Adana’da Demirspor’la oynarken burnum kırıldı. Bir başka maçta kaşım patladı. Legia maçında kolum döndü. Galatasaray maçında Naci’nin şutu kaşıma isabet etti. Gözümde iç kanama başladı, gözüm görmedi, iki ay gözüme hava verdiler. Bir kör gibi karanlık bir dünyada yaşıyordum ve hiç görmeyeceğim endişesiyle eriyordum. Tam iki ay hiç kimseyi görmedim.”

    Adale eziklikleri, lif kopuklukları, kanlı yara ve bereler, kulak zarının patlaması, sinüzit. Bunlar hesaba dahil değil.

    Basri’nin fedakarlığı üzerinde bizim Şükrü Gülesin geçenlerde bir küçük hatırasını anlattı. Şükrü, bir Fenerbahçe-Beykoz maçına gitmiş. İki deli karşı karşıya, bir yanda Nusret, karşısında da Basri. Birden ikisi birbirlerine girmişler. Şükrü: “Havada iki avcı uçağı çarpıştı sandım” dedi. “İkisi de paramparça oldular. Basri kalktı oyununa devam etti, Nusret’i ise kafatası çatladığı için hastaneye kaldırdılar!”

    14 Yılın En İyi Fenerbahçesi

    Basri Dirimlili Fenerbahçe’de 14 sene oynadı. Araya Kıbrıs işi, bazı tatsızlıklar girdi ve sahalardan çekilme kararı verdi. Fiziği, yaşı, klası Basri’ye bu sahada en azından dört sene ekmek parası kazandırırdı. Ama bir işi zamanında bırakmanın doğru olduğuna inanıyordu. “Seyirciler beni senelerce alkışladılar. Onların önünde daima vazifesini yapan futbolcu oalrak yaşadım. Bir gün ‘Aaa, Basri’ye bak ne hale gelmiş’ dememeleri için futbola veda ediyorum” diyordu.

    Fenerbahçe’deki 14 yılı Basri’ye çok şeyler kazandırdı. Maddi yönden de gözü arkada kalmadı. 14 yıl içerisinde eline geçen transfer bedeli toplamı 150 bin lirayı geçiyordu. Fakat, milyon verse Fenerbahçe onun hakkını ödeyemezdi. Bu süre içerisinde arkadaşlıklar kurdu. Fenerbahçe’yi bütün olarak seviyordu. Fakat her cemiyette olduğu gibi onun da içten bağlandığı, kader birliği ettiği arkadaşları olacaktı. Lefter, Naci, Can, Dr. Melih, Niyazi, Mehmet Ali, kaleci Şükrü, Şeref’le kendi deyimiyle yıllarca “aynı bardaktan su içti.”

    14 yıl boyunca değişik tertiplerde yer almış, yeni yeni isimlerle arkadaşlık yapmıştı. Beraber oynadığı arkadaşlarından 14 yılın Fenerbahçe’sini şöyle kuruyordu Basri: “Özcan (Şükrü) – Müzdat, İsmail Kurt – Şeref, Melih, Akgün – Fikret Kırcan, Lefter, Burhan, Can, Hilmi.”

    14 Yılın Antrenörü : Molnar

    Basri geçmişi yaşıyordu artık. Bu gece Sarı-Lacivertli formayı son defa giyecek ve sonra o terli formayı 14 yılın şeref armağanı olarak saklayacaktı.

    14 yılın en faydalı antrenörü olarak Molnar’ı hatırlıyordu. Molnar, Türk futboluna ve Fenerbahçe’ye yön veren yabancıydı Basri için. Ve Basri, futbolu bıraktıktan sonra futbol hayatı boyunca elde edemediği iki hakka, ömrü boyunca yanıp tutuşacaktı.

    50. Milli maçını oynamadığına, İtalyan kulüplerinde, mesela Juventus’ta, mesela Fiorentina’da hiç değilse iki senecik futbol oynamadığına! 1951’de Viyana’nın Rapid kulübünden aldığı transfer teklifi ise bir başka burukluğuydu Basri’nin…

    Kıbrıs

    Kıbrıs’ın Lefke Türkspor kulübüne antrenör-oyuncu olarak girmişti. Fenerbahçe’deki gibi bir hava bulmuştu Basri Lefke’de de. Futbol oynuyor ve öğretiyordu. Mert delikanlılar arasındaydı. Kavgacı, mücadeleci ve yırtıcı tabiatını onlara da aşıladı. Lefke günden güne kuvvetleniyordu. Kıbrıs’taki Türk kulüpleri arasında rekabet havası yaratılmıştı.

    Kader günün birinde bizim Mehmetçik’i Kıbrıs’a sürükledi.

    1963’ün sonlarına doğru ajansın Türkiye’ye verdiği radyo-foto Kıbrıs’tı. Rumlara karşı açılan savaşta Basri’nin de elde silah dövüştüğünü gösteriyordu. Sahalarımızın İnce Mehmet’i, “Mücahit Basri” olmuştu.

    Kıbrıs’ta her taraf kan, barut ve ateş kokuyordu. Bizim “kavgacı” delikanlı, bu büyük kavganın dışında kalamamıştı tabi. Silahı kaptığı gibi mücahitlerin arasına katıldı.

    Kıbrıs’ta kan gövdeyi götürüyor ve güler yüzü sakalla örtülü Basri de…

    Ölmemek için Öldürmek Gerek

    Basri’yle konuşuyoruz, ben soruyorum: “Basri, Kıbrıs’ta silah attığını biliyoruz ama öldürüp öldürmediğini söylemedin.”

    Düşünceli düşünceli cevap verdi: “Ecel o günlerde çok yakınımızdaydı. O ana baba günlerinde bir köşeye çekilip oturulmazdı ki. Ölmemek için öldürmek gerek. Bugün yaşıyorsak, bunu silahlarımıza ve yüreğimize borçluyuz.”

    Daha fazla konuşmadı Mehmetçik. Doğrusu da buydu aslında.

    20 Yılın Son Gecesi

    Basri 1929 senesinde Silistre’de dünyaya geldi. Eskişehir’de büyüdü, Eskişehir’de futbol oynamaya başladı. Havagücü, Ordu takımı, Fenerbahçe, Milli takım ve Kıbrıs. İki ucun arası tam 20 yıldı. Röportajın başında Basri’nin hayatını bu küçük hikayenin içine sıkıştırmak mümkün değil demiştim. Bazı hikayeler vardır ki, yazılamaz anlatılır. Biz yaşadığımız müddetçe Basri’yi anlatmaya devam edeceğiz.

    20 yıldır gözümüzün önünde yaşayan Basri bu gece Mithatpaşa’da son maçını oynuyor. Onu bu gece Sarı-Lacivertli forma altında son defa seyredecekler, hangi kulübün taraftarı olurlarsa olsunlar, futbolculuğunun en parlak günlerindeki gibi alışlayacaklar ve içlerinde bir burukluk duyacaklar. Basri’yi bir daha göremeyecekleri için.

    Bu hikaye burada bitiyor. 20 yılın son gecesinde, futbol hayatı pırıl pırıl, tertemiz bir futbolcudan ayrılıyoruz. 20 yılın aydınlattığı son gecede Basri’yi Fenerbahçe formasıyla bir kez daha alkışlayacağız. Ve hep beraber bir hakkı teslim edeceğiz: “Keşke daha 20 yıl oynayabilseydi!”

    Necmi Tanyolaç – Milliyet Gazetesi – Temmuz 1965 (Aktaran : Tuncay Yavuz)

  • Şike İmalı Bir Ezeli Rekabet Hikayesi

    Şike İmalı Bir Ezeli Rekabet Hikayesi

    Osman elinde gazete, telaşla dükkana girdi, müşterilerin arasında kaybolmuş Zeki’ye hışımla yanaştı:

    “Duydun mu haberi?”

    “Ne haberini?”

    Gazeteyi tezgaha fırlatıp, “Al işte, artık kesin, bunlar bir oyun ediyorlar. Maç iptal olmuş, yeni mevsimde oynanacakmış” diye çıkıştı.

    Zeki yine tüm sakinliğiyle, “Memlekette düzgün ne kaldı ki birader, olur tabİi. Ben sana neler neler anlatıyorum işte. Ne siyaset iyi, ne dünya. Futbolun, sporun iyi olmasından umudumuz niye ki? Hep diyorum, profesyonellik olduktan sonra bu işler değişmiş, her şey para olmuş pul olmuş. Eskiden böyle değilmiş” diye devam etti.

    Osman hızını alamamıştı, “Şu koca koca adamların dediğine bak, bir de bahtlarına UEFA delegesi de buradaymış, adamı köprüde yakalayıp izin almışlar. Hem bütün yazılarda da diyor ki, şike mike yok, koca kulüpler yapmazlar. Bizim izlediğimiz neydi o zaman? Boşa gitti 10 liralar!”

    Konuşmayı uzaktan dinleyen Salih amca, müşterisi dükkandan çıkınca yanlarına doğru yanaştı, “Çocuklar yapmayın etmeyin, 60 senelik camialar bunlar. Hem iki başkanın da topçuluklarını bilirim ben. İkisi de pırlanta gibi insandır. Ne Fenerbahçe ne Galatasaray böyle oyunlar yapacak kulüpler değil, etmeyin” dedi.

    Zeki dedesini duymazdan gelip devam etti, “Birader, Mehmet bize önceden söylemişti. Bu hasılatlar, toto paraları büyük işler. Bunlar ne yaptı ne etti anlaştı, ikinci maça işi bağladı. Ama biz iyi ki bağırıp çağırdık bak korktular. Maçı Mithatpaşa’da oynamaktan çekindiler ve nihayet ertesi mevsime bıraktılar!”

    Tezgahtan gazeteyi alıp Mehmetlerin dükkana doğru fırladılar.

    Kapanış Maçı

    İstanbul’da sıcak bir yaz oluyordu. Şehrin üç büyük takımını tutan üç çocukluk arkadaşı Sultanhamam’da ailelerinin dükkanında çalışıyorlardı. O güzel İstanbul’un güzel zamanlarının en büyük eğlencelerinden birisi futboldu.

    1964/65 futbol mevsimi de heyecanlı başlamıştı aslında. Üç takım sezona iddialı girmişti girmesine ama sezonun sonunda kazanan ikinci defa üst üste Fenerbahçe olmuştu. Sezonun öncesine damgasını vuran hadise Karşıyaka’nın şike yaptığı gerekçesiyle Milli Lig’den düşürülmesiydi. Kümede kalma yolunda önem teşkil eden Kasımpaşa maçında rakibin 6 oyuncusuna para ödediğine hükmedilen Karşıyaka, 4-0 kazandığı maçı hükmen kaybetmiş sayıldı ve küme düşürüldü. Bu sonuçla bir sıra üste çıkan Beykoz ise ligde kaldı. Ara ara şike iddiaları atılırdı ama bu karar önemli bir gelişmeydi.

    Baharın son günlerinde ligi uzun süre önde götüren Fenerbahçe, Ankara’da Hacettepe’yi 2-0 yenip ligin son haftasındaki Beşiktaş maçı öncesi şampiyonluğunu ilan ediyordu. Bu işe en çok sevinen tabi ki Zeki’ydi. Yıl boyunca arkadaşları Osman ve Mehmet’le didişip durmuştu ama aslına bakarsanız rahat bir şampiyonluk olmuştu. Geçen yılın ardından hoca değiştirmelerine rağmen Fenerbahçe, ligi Beşiktaş’ın 6, Galatasaray’ın 8 puan önünde birinci tamamlamıştı.

    Sıcak bastırmıştı, fakat daha oynanacak kupa maçları vardı. Yarı finalde Galatasaray’ın rakibi Ankara Demirspor, Fenerbahçe’nin rakibi İstanbulspor’du. Ezeli rakipler ilk maçları 1-1 biten eşleşmeleri ikinci maçlarda kazanarak finale adlarını yazdırıyordu. Sezonun sonunda Mithatpaşa Stadı’nda futbolseverleri harika bir kapanış maçı bekliyordu.

    22 Haziran – Maça 5 gün kala

    “Epey kısmetliymişsiniz Osman?” dedi Mehmet. Ankara Demirspor’u zorlandığı maçta İsmet’in son dakikada attığı golle devirebilen Galatasaray’da pek iş olmadığını düşünüyordu.

    Osman çıkıştı. “Bizde Metin var,” dedi. “Dün de atmış bomba şutunu. Hem ne olacak son dakikalarda yendiysek, dünyanın sonu değil ya. Kupa bizim işimiz, iki senedir nasıl kazanıyorsak yine alırız.”

    Zeki uzaktan dinliyordu, şampiyonluğun keyfiyle sözün kendisine gelmesini beklerken gülümsüyordu. “İki kupa bizim olacak, takım şampiyonluğu kazanmasına rağmen Beşiktaş’ı devirdi. Dün de Ziya İstanbul’a golünü atmış, kesin alırız maçı.”

    “Maça gidiyor muyuz?” diye sordu Mehmet sonra. Kafasını salladı Zeki ile Osman. “Pazar gecesi 8 buçuktaymış maç, berabere biterse uzamıyormuş ama, Çarşamba tekrar oynanacakmış. O maç da berabere biterse uzayacakmış, uzatmada da gol olmazsa kura çekilecekmiş.”

    Omzunu silkti Zeki, “Pazar gecesi biter iş, alırız”. Osman hırslanıyordu ama sesini de çıkarmadı, çay söylemek için çıktı dükkandan.

    “Kızdırma oğlum şunu” dedi Mehmet. “Sen de kendinden pek eminsin ama baksana ne diyor gazeteler. Sizin topçuların hepsi askerde. Ogün de oynamıyormuş, ordu milli takım kampına katılıyormuş.”

    “Ogün’e izin alırız” dedi Zeki. “O işi çözer bizim başkan. Ogün lazım bize. Şenol yok, Birol yok, Selim yok, Nedim yok, Ogün’ün oynaması lazım.”

    “Neyse gelir şimdi Osman, kapatalım şu bahsi artık, sonra konuşuruz.”

    25 Haziran – Maça 2 gün kala

    “Vay Ofsayt Osman, bu da mı gol değil”

    “Deme be şunu Mehmet, kaç kere diyeceğim, deme artık”

    “Tamam be birader takılıyoruz. Hem Sadri Alışık’a benzetiyoruz işte fena mı? Ne güzeldi film, hepimiz çok beğenmedik mi? Şakayla karışık Sadri Alışık.”

    “Yahu nasıl bir adam Ofsayt Osman, ben öyle miyim aşk olsun.”

    “Belki sen de onun gibi güzel bir kız bulursun, niye öyle diyorsun.” diye lafa girdi Zeki.

    Arkadaşlar işten çıkmış Sultanahmet’e doğru yokuşu çıkarken şakalaşıyorlardı. Laf dönüp dolaştı, maça geldi. Mehmet maça gitmekten cayar gibiydi:

    “Yahu çiçek gibi hava var, ne yapacağız maçı? Kalkıp Florya’ya plaja gidelim, tam zamanı.”

    “Olur mu yahu” dedi Osman, “Kaçar mı bu maç? Söz verildi bir kere gidiyoruz.”

    Zeki gazetede okuduğu haberleri sıraladı peş peşe: “Metin de çekiniyoruz demiş. Gündüz hoca zaten temkinli. Bizim İngiliz ise kendinden emin. Yalnız tek bahtsızlık Ogün’e izin alamamış bizimkiler. Maçtan sonra uçakla İspanya’ya gönderelim demişler ama paşalar izin vermemiş. Neyse artık onsuz bir çözüm bulacağız.”

    “UEFA’dan birileri buradaymış, duydunuz mu?” diye lafa girdi Mehmet. “1967 Gençler şampiyonasını Türkiye’ye verebilirlermiş, stadyumları geziyorlarmış. Ne güzel olur, ilerideki dünya kupalarının yıldızı olacak oyuncular gelebilir, biz de bütün dünyadan önce onları izleriz. Genel sekreter Hans Bangerter buradaymış, önce İstanbul’daki stadyumlara bakmışlar, şimdi de Anadolu’dakileri geziyorlarmış. Halit Kıvanç yakalayınca sormuş soruları. Ofsayt kuralını değiştirmeye sıcak bakıyormuş UEFA, ceza sahası çizgilerini taç çizgilerine kadar uzatıp, ofsaytı sadece burada uygulayacaklarmış.”

    “Yahu olur mu öyle şey,” dedi Osman. “Böyle işlerle uğraşacaklarına adam gibi top oynamayı öğretsinler. En basitinden şu oyuncu değişikliği işini düzeltsinler. Adam sakatlanınca takım eksik kalıyor böyle iş mi olur. Kaleci sakatlanınca al başına belayı, kaç kere oldu takımlara.”

    Mehmet; “UEFA istemiyormuş oyuncu değişikliğini. Sakat numarası yapanlar var diyormuş Bangerter. Olacak iş değil hakikaten, bakalım ne olacak,” diye destekledi arkadaşını.

    “Yahu bırakın şu adamı” diye girişti Zeki, “Bizimkiler Ercan’ı kaçırmış, duydunuz mu? İyi o çocuk, santrhafta öyle bir adam lazımdı bize. Çok iş yapar, yalnız sizinkiler kesin fellik fellik arıyordur.”

    “Yahu hem para yok diye konuşuyorlar, hem de her mevsim döküyorlar ortaya. Şeref de Beşiktaş’a girecek diyorlar Zeki, o işe ne diyorsun?” dedi Osman.

    “Şeref hiçbir yere gitmez. Şeref demek Fenerbahçe demektir. Olur arada böyle haberler ama sonunda kalır, itimadım tam.”

    Mahallenin girişinde Pazar sabahı tramvay durağında buluşmak üzere ayrıldılar.

    27 Haziran – Maç günü

    En erken Osman geldi durağa. Bayram günü gibi giyinmişti, ütülü beyaz gömleği ve jilet gibi pantolonuyla arkadaşlarını beklemeye koyuldu. Beklerken de elindeki Milliyet’in Kulis bölümüne takıldı gözü, Fenerbahçe ve Galatasaray başkanları İsmet Uluğ ve Suphi Batur’un Tenis-Eskrim Dağcılık kulübündeki yemeğini yazıyordu:

    “İsmet, gene Fenerbahçe kendisini dev aynasında görüyor. Biz sizin eski günlerinizi de biliriz. Az mı ağlattık sizi?”

    “Ne o, yoksa sen Fenerbahçe’yi Demirspor mu zannediyorsun? Dua edin Feriköylü İsmet kurtardı sizi. Ha doğru ya, İsmet olsun çamurdan olsun.”

    “Yaaa, beğenemedin mi Galatasaray takımını?”

    “Bak Suphi, benimle şaka etmeye kalkma. Kızdırırsan benim kafamı iş başka olur.”

    “Ne olacakmış yani ya?”

    “Ben olacağını bilmem. Tutar sizi yeneriz. Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na girmeyiz de Kupa Galipleri’ne gireriz. O zaman siz avcunuzu yalarsınız. Sevinciniz kursağınızda kalır. Yapar mıyız, vallahi yaparız bunu. Sonra ne oldu sana anlayamadım. Sen bana telefon edip teşekkür etmedin mi? Ne çabuk döndün?”

    “Maç berabere bitse nasıl olur İsmet?”

    “Şimdi berabere dersiniz, sonra tutar yenersiniz. Ondan sonra da Milli Lig şampiyonunu yendik diye beyanatlar verirsiniz. Bizim bunlara karnımız tok. Biz çıkar sizi şakır şakır yeneriz kardeşim.”

    “Ha unutuyordum. Ne oldu Ogün’ün işi?”

    “Vallahi ben Ogün’ü bugünü bilmem. Haliniz harap sizin. Hakkı gelecekti, ne oldu? Unuttu mu acaba? Ama o öğle üzeri dalgın değildir. Benim bildiğim Hakkı akşamları dalgındır.”

    “Ha bunu söylediğin iyi oldu işte, Hakkı’ya söylerim.”

    “Hakkı’ya ne söylersen söyle aramızı bozamazsın. Bizim aramızı Ulvi bozamadı, sen mi bozacaksın? Bak bu Sabri’nin transferinde bile çocuk Beyoğlusporlu olduğu halde ‘ayın beşine kadar alırsanız alın, sonra biz talip olacağız’ diye haber yolladım. Bizde öyle katakulli yok. Yarınki maçtan korkma, bizim milyonluk forvet şimdi hep asker. Ogün, Nedim, Şenol, Birol, Selim. Ya bu forvetle çıksaydık ne olurdu haliniz?”

    Mithatpaşa’ya Doğru

    Mehmet’le Zeki birlikte geldiler. “Nerde kaldınız yahu” diye sitem etti Osman. “Geç kalacağız kuyruğa, şimdiden dolmuştur Dolmabahçe. Yürüyün yürüyün.”

    Üç arkadaş tramvaydan Tophane’de inip Mithatpaşa Stadı’na doğru yürümeye, yürürken de birbirine takılmaya başladı.

    Önce Osman “Yahu Zeki ne diyorsun bu Aydın’ın işine, maça bir gün kala hapis kararı çıkar mı bir adama?” diye sordu.

    Zeki kızgın, “Bu ne dalgınlıktır. 910 Lira borcunu ödememiş. Yapılacak iş mi? 10 gün hapis çıkmış, neyse ödeyeceklermiş yarın sabah, çözmüşler. Bir de hakim Müfit Birsen Fenerliymiş ama “hukukta kulüpçülük olmaz, sporcu her şeyden evvel borcuna sadık olmalıdır,” deyip hem fırçalamış bizim Aydın’ı, hem de cezayı tecil etmemiş,” diye söylendi.

    Mehmet de evde başkanların sohbetini okumuştu. “Ne konuştu bu adamlar yahu maça bir gün kala” diye sordu arkadaşlarına. “Bizim Baba Hakkı da gitmemiş, ikisi kalmış baş başa.”

    “Ne konuşacaklar, birbirlerine takılmışlar işte” dedi Osman. “Hadi hadi hızlanın geç kalmayalım, sıra uzamıştır.”

    Stadyum

    Gerçekten de Mithatpaşa Stadı’nın önü o saatten ana baba günüydü. Maç 8 buçukta başlayacaktı ama erzağını, bayrağını kapan gelmişti. Geceden yatanlar bile varmış, öyle konuşanları işittiler. Ellerinde evden getirdikleri yiyecekler vardı ama sıraya girmeden birer simit aldılar. Kuyruktaki bekleyiş, birbirlerine takılmalar, sıradaki diğer insanlarla atışmalarla geçti.

    Aslına bakarsanız, Avrupa bileti için maçın bir belirleyiciliği yoktu ama iki ezeli rakip dostluk maçı bile oynasalar kalabalık hemen toplanırdı. Dedeleri de böyle anlatırdı, babaları da. İki takımın ilk yıllarında bile halk tarafını seçip maçların yapıldığı çayırlara, Papazın Bahçesi’ne hücum ederdi.

    Kalabalıktan stadın dolacağı belliydi ya, bu da 35 bine yakın taraftar ederdi. 10 liralarını verip içeri girdiklerinde daha maça çok vardı. Tuzu en kuru Mehmet’ti tabi. Kendi takımı sahada yoktu, heyecanı arkadaşlarına göre başka türlüydü. Osman ise Zeki’nin bu yılki takılmalarından yılmıştı, kazanmak istiyordu.

    “Rakipten kimi sizin takımda isterdiniz” diye sordu Mehmet.

    “Ben Ziya’yı beğeniyorum” diye lafa girişti Osman. “Daha çok genç, nasıl kaçırdık onu elimizden.”

    Zeki, “Metin bambaşka bir adam ama ben bizim Naci’yi isterdim. Hala üzülüyorum onun gidişine, ayıp ettiler,” diye cevapladı soruyu.

    Maç Başlıyor

    Fenerbahçe’nin Hazım – B. İsmail, K. İsmail – Şeref, Özer, Osman – Şükrü, Hüseyin, Ziya, Ali İhsan, Aydın, Galatasaray’ın Bülent – Bahri, Doğan – Mustafa, Naci, İsmet – Yılmaz, Ayhan, Tarık, Metin, Turan onbirleriyle oynayacağını öğrendiler. Sürpriz yoktu.

    Ve işte maç zamanı geldi çattı. Takımlar şimşek gibi bir gürültü altında sahaya koşturdular. Maçı yönetecek İtalyan hakem Gaston Roversi’nin ilk düdüğüyle final başladı.

    İlk 5 dakika müthiş bir heyecan içinde sanki İngiltere Federasyon kupası maçı gibi geçince iştahları da arttı. Ama ne olduysa ondan sonra oldu. İki takım da bir komedi filmi çevirir gibi oynamaya başladı. Maçta tek tük kaçan pozisyonlar vardı tamam ama, onda bile çok yetenekli ayakların müthiş beceriksizlikleri, toptan bezgin bir çaba içinde 90 dakikanın dolmasını bekleyen halleri vardı.

    Dakikalar geçtikçe homurdanmalar artıyordu tribünde. Arka sıralarındaki adamlar “Şike bu yahu” diye söylenmelerini sıklaştırdılar. “Çarşamba günü de hasılat yaparız diye böyle oynuyorlar, al gülüm ver gülüm. Böyle iş mi olur? Nerde şampiyon Fener, nerde bizim Cimbom. Pes yahu!”

    Mehmet kafasını sallıyordu, o şimdiden hemfikirdi bile homurdanmalarla. Sahada takımı olmamasına rağmen futbol izlemeye gelmişti ama gördüğü rezalet canını sıkıyordu. “Hakikaten şike bu yahu” dedi arkadaşlarına, “Böyle rezalet olur mu?”.

    Zeki ile Osman konduramıyordu. Onları bizzat kendileri kaç defa omuzlarında taşımıştı. Onların böyle bir işe tenezzül edeceğine ihtimal vermek istemiyorlardı. Hem birbirlerine gayet sert de giriyorlardı. Metin o topu ayağına oturtsa, Şükrü’nün ortasına biri yetişse gol de gelecekti işte.

    Tribünde İsyan

    Homurdanmalar bağırışlara döndü. Tribünler “Şike, şikeee” diye tempo tutmaya başladı. Ortalık iyice gerilmişti. Verilen para karşılığında futbol görmek istiyordu seyirci ama oyuncularda hiçbir ışık yoktu. Üstelik İtalyan hakem de iyice limon sıkıyordu maça. Taca çıkan topu frikik olarak kullanan oyuncuya ses çıkarmıyor, faullerde sanki Roma’da “Aşk Çeşmesi”ne para atarmışcasına Mithatpaşa’dan uzak kalıyor, atışlarda 9.15 metrelik duruş yerine aldırmıyor, yani aslında tam olarak “bu oyuna bu kadar hakem” olarak ortada dolaşıyordu.

    Maçın sonuna doğru tepkiler iyiden iyiye arttı. Her yer şike şike diye inliyor, şişeler havada uçuşuyordu. Son düdükle birlikte takımlar soyunma odasına koştururken şişe yağmuru sürüyor, oyuncular kafasını kollayarak içeri kaçışıyordu.

    Stadyumdan çıkış yolunda herkes kızgındı. Bizimkiler de iyiden iyiye kendini kaptırmış, birbirlerine destek çıkıyorlardı.

    “Zaten dün buluşmalarından belliydi. Ne konuştular ki orada? Gazetenin doğruyu söylediği ne malum?” dedi Osman, “Kesin bir işler döndü, Çarşamba yine oynayalım, daha çok para kazanalım diye al gülüm ver gülüm oynadılar”.

    Zeki de katılıyordu buna, “Olan bizim 10 liralara oldu, nerden baksan 300 bin lira toplanmıştır, yarısı 150. Artık yarın Ercan’ın parasını verirler, Şeref de imzalar.”

    Söylene söylene yürüdüler bütün yolu. Gecenin yarısı olmuştu saat, üstelik ertesi gün de iş günü. Sinirliydiler, üç gün sonraki maça gitmemeye yemin etmişlerdi.

    29 Haziran – Maçtan 2 gün sonra

    Zeki ile Osman Mehmet’lerin lokantasına girip bir masaya oturdular. Abdullah amca futbolla pek yakından alakadar değildi ama geldi yanlarına ilişti. Vefalıydı Abdullah amca, mahallesinin takımını hiç bırakmamıştı. Sakinleştirme işi onundu.

    “Çocuklar, olmaz öyle şey” dedi. “Baksanıza gazetedeki yazarlar, yöneticiler de söylüyor. İsterseniz seyircisiz oynayalım diyorlar. Üç kuruş için koca camialara leke düşürülür mü? Gençsiniz, kızgınsınız ama inanın yoktur öyle şey. Hem işte bakın, maçı da öbür mevsime bırakmışlar. Bursa’ya alınsaydı, Eskişehir’de oynansaydı daha mı iyiydi? Her şey iyi olur, boş verin siz işinize bakın.”

    Aslına bakarsanız Mehmet, Zeki ve Osman da o geceki gibi kızgın değildiler. “UEFA genel sekreterine rezil olmamız kötü oldu, turnuvayı vermekten vazgeçmeseler bari” dedi Mehmet.

    “Onun sayesinde maç iptal olmuş diyorlar” diye ekledi Osman. “Kupa Galipleri Kupası’na Galatasaray’ın alınmasına tamam demiş. Ama bir daha böyle şey olmasın diye de maçta şişe içecek satılmasını yasaklayın diye tembihlemiş. Elveda maçta içilen gazozlar, sular. Yandık desene.”

    “Sizin Metin de film çekiyormuş,” diye konuyu değiştirdi Zeki. “Taçsız Kral diyorlar adına. Gider miyiz gelince?”

    Şimdiden sözleştiler ve transferlerle yeni sezonu konuşmaya başladılar bile.

    Yeni Sezon – Yeni Maç

    Maçtan sonraki hararet yerini yaz sakinliğine ve transfer haberlerine bırakmaya başlamıştı. Orhan Şeref Apak yönetimi krizi ince hareketlerle öteleyip hem UEFA’ya karşı mahcubiyetten kurtulmuş, hem taraftarların tepkisinden sıyrılmış, hem de Temmuz sıcağında sezonun yorgunluğu üstünde oyuncuların bir kez daha sahaya çıkmalarını önlemişti.

    Birkaç gün sonra Basri’nin jübilesi oynanacak, tüm dargınlıklar unutulacak, oyuncularla taraftar barışacaktı.

    Kupanın ikinci maçı Eylül’ün birinci günü oynandı. Metin Oktay’ın golüyle 1-0 kazanan Galatasaray kupayı müzesine götürdü. Metin’in maçta attığı gol “Taçsız Kral” filminin final sahnesine konu oldu.

    1967 UEFA U18 şampiyonası Türkiye’de oynandı. Türkiye, Fransa, İngiltere, SSCB yarı final oynadı, Ruslar turnuvayı kazandı. İngiliz Peter Shilton, Frank Lampard, Trevor Brooking İstanbul’da final maçına çıktı.

    Üç büyüklerin maçları çoğu zaman heyecanla, bazen ise böyle garipliklerle sürmeye devam etti. Şike diye bağırılan maç da oldu, şiddetin zirveye çıktığı da.

    Mehmet, Zeki ve Osman diye üç arkadaş belki yoktu ama onlar gibi binlerce İstanbullu vardı. İstanbul gerçekten güzeldi, eski İstanbul hayaliyle o günleri yaşamak muhtemelen çok keyifliydi. Bu yazı da o günleri hayal eden yazarın kaleminden, dönemin gazetelerinden ve gazetedeki makalelerden faydalanılarak kaleme döküldü. Sizlere o günleri yaşatmaya biraz olsun yaklaşabildiysem bile ne mutlu bana.

    Tuncay Yavuz / 04.02.2021 – Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    26 Haziran 1965 tarihli Milliyet gazetesinden
  • Şampiyonlar Şampiyonu Fenerbahçe

    Şampiyonlar Şampiyonu Fenerbahçe

    Fenerbahçe, 14 Haziran 1959 tarihinde (dört gün önce oynanan ve 0-1 yenildiği maçın rövanşında) Galatasaray’ı tam 4-0 yenerek, Türkiye Şampiyonluğu Kupası’nı 10. kez müzesine götürdü. Aşağıda dönemin Milliyet gazetesinden iki önemli ismin bu şampiyonluk hakkında yazdıklarını okuyacaksınız. Galatasaraylı Gündüz Kılıç “Şampiyonlar Şampiyonu Fenerbahçe” derken, Necmi Tanyolaç sözü bu maçta gol atan Fenerbahçeli futbolculara bırakmış. Keyifli okumalar…


    Gündüz Kılıç Yazıyor

    Bu bir şampiyonluğun hikayesidir.

    Bütün bir sezon birbirinize çok iyi kenetlenmiş, ahenkli bir birlik ile çalışmıştınız Fenerbahçeliler.

    Reisinizle, idarecilerinizle, futbolcularınızla ve hatta kulüp içindeki muhaliflerinizle…

    Milli takım kamplarında bu ahenginizi sezmiş de pek imrenmiştim. Reisiniz geldiği zaman etrafında isteyerek çemberleşiyor, umumi kaptanınız Fikret ağabeyinizin civarında neşe ile cıvıldaşıyordunuz.

    Ben birbirini severek bağlanan, geçimli bir aile gibi oluşun, o birliğe ne büyük kudret vereceğini bildiğimdendir ki imrenmiştim doğrusu.

    Günleri, haftaları hep beraberce geçirdiniz. Maçlar birbirini kovaladı. Yeniyor, yeniyordunuz. Öylesine ki artık rakipleriniz için puandan önce mesele sizi bir kere yenebilmekte idi. Hem büyük söyleyip böbürlenen futbolcularınız, ukalaca övünen idarecileriniz de yoktu. Görünüşte mütevazı bir Fener, hakikatte ise binlerce mumluk bir projektördünüz. Kısacası iki şampiyonluk tacını her hasletinizle, her meziyetinizle çoktan haketmiştiniz. Fenerbahçe camiası idare heyetini, kıymetli idareci Küçük Fikret’i, tecrübeli hoca Molnar’ı, çalışkan menajer Ahmet Erol’ı ve şampiyonlar şampiyonu Fenerbahçeli futbolcu kardeşlerimi candan tebrik ederim.

    Necmi Tanyolaç Yazıyor

    Kardeşim Namık Sevik,

    Çarşamba günü Metin’in attığı şahane golü anlatırken “Bazuka mermisi gibi…” demiştin de yüz binlerce Fenerbahçeli taraftar sana tarizlerde, sitemlerde bulunmuştu. Sanki o “ağlatan” golü sen atmışsın gibi suçladılardı seni…

    Halbuki senin hiçbir suçun yoktu ki. Sen sadece bir objektif kuvvetiyle “hadiseyi” tesbit etmiş, hakikaten şaheser bir golü güzel bir benzetme ile okuyucularına anlatmıştın.

    Bugün, ben de dünkü maçın gollerini anlatmak mevkiindeyim. Biliyorum ki kardeşim, bana da, kullanacağım terimler, yapacağım benzetmeler için Galatasaraylı taraftarlar kızacak, sitem edecek, tarizlerde bulunacaklar. Ne yapalım dostum, bizim kaderimiz bu. Ben de Lefter’in şutuna, Naci’nin vurduğu kafayı anlatmak için “Mithatpaşa’da Fenerbahçeliler füze rampaları kurmuşlardı. Bütün füzeler de güdümlüydü…” diyeceğim.

    Şimdi sarı-kırmızılı taraftarlar alınmayın. Ben kalemimi Mittahpaşa’ya füze rampalarını kuran Fenerbahçe’nin dört futbolcusunun emrine veriyorum. Bakın skor levhasını harekete getiren Yüksel ne diyor?

    Yüksel Gündüz

    “Lefter’in sağdan ortaladığı topa kaleci Yüksel’le birlikte fırladım. Belki yerli hakem bu hareketimi nizami saymaz ve faulle tecziye ederdi. Nitekim ilk sıçrayışta bu tereddüdü hissettim. Adaşım elinden topu kaçırmıştı. Bir anda bunu görerek ikinci atağı yaptım. Kafa ile vurduğum top Yüksel’in elleri üzerinden sekerek filelere gitti. Bu anda gök yırtılmış gibi bir ses duydum. Ve arkadaşlarımı da topla beraber filelerin dibinde uzanmış gördüm. Sevinçliydim. Çünkü takımımın avansını kapatmıştım”

    Kaptan Naci Erdem

    “Borcumu ödedim” diyerek söze başladı.

    “Lefter topa o kadar hızlı vurdu ki, bu orta değil, bayağı şuttu. İtimat edin bana, gol atacağımı hissetmiştim. Kale önünde bulunuşum da bunun bir belirtisiydi. İsmail’le Ergun’dan evvel sıyrılıp hareketimi yaptım”

    Sonra?

    “Sonrasını siz de biliyorsunuz”

    Mikro Mustafa Güven

    “Yüksel’e yapılan bir faulden sonra kazandığımız atışı Lefter kaleye doldurdu. İsmail topu kafa ile keserek kale önünden uzaklaştırmak istedi. Ben de altıpasta bekliyordum. Baktım top bana doğru süzülüyor. Müdahale eden yok, kaleci Yüksel’in de önü kapalı. Şut atabilirdim. Ama kafa vurmak daha kolayıma geldi. Ve o kargaşalıkta topu boş bulduğum köşeye havale ettim. Kafamdan çıkan topun filelere takıldığı ana kadar geçen zaman içinde çektiğim heyecanı tasavvur edemezsiniz. Sonra, Can beni omuzladı ve mükafat olarak santraya kadar taşıdı…”

    Şeref Has

    Şeref, “Golü anlat” dememize fırsat bırakmadı. Zira, arkadaşlarının anlattıklarını heyecanla takip ediyor ve sırasını bekliyordu. “Ben” dedi, “Gol atacağımı falan hissetmedim. Çünkü ne zaman böyle bir şey düşünmüşsem şans bana yardım etmiyor. Naci ağabey’den derinlemesine bir pas aldım. Kovalarsam yetişeceğime aklım kesmişti. Sağa doğru kaçtım ve topu önce Nuri’den kurtardım. Sonra Ergun’u geçtim ve çaktım. Meşin top bu sefer bana ihanet etmedi. Ne dersiniz, fena gol değildi, değil mi ağabey? Ama gene de şanssız sayılırım. Zira Stad Müdürlüğü geçen haftadan sonra kale ağlarını yenilemiş…”


    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Wilhelm Kohlhammer : Der Deutsche Panzer von Fenerbahçe

    Wilhelm Kohlhammer : Der Deutsche Panzer von Fenerbahçe

    Im Herbst seines Lebens hatte Wilhelm eine Aufregung , was ihn wieder mal beschaeftigen sollte. Die Vereinbarung zwischen der Türkei und Deutschland in Oktober 1961 bez neue Arbeitskraftaufnahme hatte ihn sehr erfreut. Die Türken , mit denen er sehr gute Erinnerungen aus seiner Jugend hat , würden in sein Land, sogar in seine Stadt kommen. An die jenigen Türken, die nach Heidelberg kamen , hat er Gastfreundschaft gezeigt. Mit denen hat er über Fenerbahçe und die Meisterschaften,die er mit Fenerbahçe gewonnen hat , gesprochen. Die meisten haben ihn nicht verstanden. Sogar seine besten Freunde glaubten nicht mehr an ihn, die glaubten  dass er spinnt. Wilhelm hatte ja kein Photo , nicht mal eine Rosette . Falls es so wichtig ist , warum erinnerte sich Fenerbahçe nicht an ihn?  Dies enttauschte Wilhem nicht. Er verfolgte seine Mannschaft weiter aus der Ferne und versuchte mit Türken ,die er traf , über Fenerbahçe zu reden.

    Eines Tages hatte ihn ein junger Türkischer Ingenieur, die er in dem selbstgegründeten Heidelberg Hockey Club kennengelernt hat , genau zugehört. Sie haben zusammen über Fenerbahçe gesprochen , haben sich an die alten Tage erinnert. Der junge Ingenieur hat ihn die letzte Situation von Fenerbahçe erzaehlt. In den letzten zwei Jahren war Galatasaray Meister aber seit Wilhelm nach Deutschland zurückgekehrt war, hatte Fenerbahçe allesmögliche gewonnen. Fenerbahçe war die Mannschaft mit den meisten Meisterschaften.Vor 4 Jahren hatte Fenerbahçe sogar die weltbeste Mannschaft, Manchester City besiegt und alle hörten dann von Fenerbahçe. Jetzt nachdem der Transfer vom Stürmer Cemil auch erledigt wird,werde  niemand  mehr Fenerbahçe stoppen.

    Das Gespraech kam zu Ende aber der junge Ingenieur hat es nicht vergessen.Als er gegen Ende von 1972 für den Urlaub in die Türkei kam, hat er irgendwie den Weg gefunden , Fenerbahçe zu besuchen.An die jenigen die er im Klubgebaude getroffen hat, hat er von Wilhelm Kohlhammer erzaehlt und gesagt ,dass er irgend ein Photo,eine Rosette oder eine Fahne ihm mitbringen wil.

    Die Klubangehörigen haben sich sofort darum gekümmert.Alles mögliche wurde vorbereitet und auf die Bestaetigung des Praesidenten Faruk Ilgaz gewartet. In dem Moment haben zwei Journalisten, die damals 27 Jahre alt waren , Kemal Belgin und Atilla Gökçe , von dem Namen Wilhelm gehört.Diese Nachricht ging sofort an die Sportabteilng von der Zeitung Tercüman und bevor das Geschenkpaket nach Heidelberg abflog ,war schon das Auto von Doğan Pürsün und Erol Aydın, beide vom Deutschlandbüro der Zeitung Tercüman , vor dem Haus von Wilhelm Kohlhammer geparkt.Beide haben ihn umgefaehr nach 60 Jahren  für das Spiel Fenerbahçe gegen Galatasaray in Mithatpaşa Stadion eingeladen und los ging es sofort.

    Wilhelm Kohlhammer wurde in 6 September 1890 geboren und seine Geschichte in Istanbul begann gegen Ende von 1912. Eigentlich war in Heidelberg alles ok für ihn. Er hatte als 22 jaehriger mit SportClub Neuenheim 02 die Deutsche Rugbymeisterschaft gewonnen. In dem Sieg 13-6 in der Finale war er einer der besten Spieler auf dem Platz. Das war der erste von 9 Meisterschaften  und er ging somit in die Geschichte des Clubs als einer der unvergesslichen Spieler.Aber Lebensunterhalt war ja wichtiger und er hatte eine gute Stelle bei der Deutschen Bank gefunden und hatte sich auf den Weg gemacht nach Istanbul kurz vor dem 1.Weltkrieg.

    Bevor andere Filialen im Westen von Europa zu eröffnen hatte die Deutsche Bank damals die erste auslaendische Filiale in Istanbul im Jahre 1909 eröffnet. In den Tagen hatte die Deutsche Bank schon 250 Mitarbeiter in Istanbul und profitierte von der guten Beziehung zwischen den Ottomanischen und Deutschen Reichen. Die Finanzierung von mehreren Projekten und all die Kredite gingen durch diese Bank und der junge Wilhelm war als Fremdsprachenverantwortliche da.

    Laut Daten von der Bank wurde Wilhelm mehrmals befördert und hatte diverse Positionen aber er wollte vom Sport auch nicht entfernt bleiben. Er mag Rugby sehr aber in Istanbul gab es keine Möglichkeit dazu. Für Hockey war die Situation auch nicht viel anders. So wurde ihm nachgefragt ob er Fussball spielen würde. Der Kapitaen Galip reagierte schnell und gab dem grossen Mann sofort das Trikot von Fenerbahçe.

    Laut Clubinformationen war das erste Spiel von Fenerbahçe mit einer auslaendischen Manschaft am 23.Maerz 1913 gegen Neozeland. Wilhelm hat zum ersten Mal für Fenerbahçe bei dieser Begegnung gespielt. Damals war die Aufstellung 2-3-5 populaer und er hatte im dreier Mittelfeld zentral gespielt.Vielleicht hatte er im ersten Spiel nicht besonders überzeugt aber im weiteren Verlauf wurde Fenerbahçe immer staerker und er wurde einer der wichtigsten Spieler. Eigentlich war er der dritte auslaendische Spieler in der Geschichte von Fenerbahçe aber kontinuitaetsmaessig war er viel besser und deshalb wurde er immer als der erste auslaendische Spieler von Fenerbahçe erinnert.

    Zwischen 1913-1916 hat er bei 35 Spielen gespielt und hat dabei 5 Tore geschossen.Er hatte einen grossen Anteil bei den Meisterschaften 1913/14 und 1914/15. Ausserdem war er ein wichtiger Spieler bei dem ersten Sieg gegen Galatasaray in der Geschichte von Fenerbahçe.Bis dâhin hatte Fenerbahçe in 7 Spielen gegen Galatasaray nicht mal ein Tor erzielen können aber in dem Spiel gewannen sie mit 3 Toren von Hasan Kamil Sporel und einem Tor von Said Selahattin Cihanoglu 4-2.

    Er wurde in Istanbul ‘’Wihelm Efendi’’ gennant (er selber sagte in einem Interview,dass er als ‘’Efendi Hammerle’’ gennant wurde) und war eigentlich ganz zufrieden mit seinem Leben .Aber die Situation in Istanbul und in der ganzen Welt war damals nicht so gut.Der 1.Weltkrieg wurde immer staerker und für die Allianzstaaten sah es nicht so rosig aus. Deutsche Bank wurde kleiner und nach der Besetzung der Stadt war die Filiale in Istanbul letztenendes in 1918 zu.

    Kohlhammer wurde schon zum Militaer berufen in 1916 , war in vorderster Front als Leutnant.Nach einem Krieg mit sehr viel Verlusten kehrte er zu seinem Heimatland, hat aber nicht Fussball gespielt sondern wieder mit Rugby angefangen. Mit SportClub Neuenheim 02 wurde er Deutscher Rugbymeister in 1921. In seinen jugendlichen Jahren hatte Kohlhammer ein turbulentes Leben. Die 20er Jahre wurden damals ‘’Golden 20’s ‘’ gennant ,damals lebte er in Berlin in einer Wohnung, die öfters von wunderschönen Frauen besucht wurde. Als er zurück war in Heidelberg hat er ein Hockey Club gegründet und da gespielt bis er 58 Jahre alt war.

    So war seine Geschichte und nach 56 Jahren war ‘’Wilhelm Efedi’’ wieder in seiner Stadt Istanbul. Alles hatte sich natürlich veraendert. Die Fussballspiele waren nicht mehr auf Papazın Çayırı (Priester’s Wiese) sondern in Mithatpaşa Stadion. Bei einem Spiel gegen Galatasaray hatte er das Wiedersehen mit seiner alten Liebe Fenerbahçe. Ausserdem war der komplizierte Transfer von Stürmer Cemil erledigt. Er sollte zum ersten mal das Trikot von Fenerbahçe tragen. 45.000 waren im Stadion , mindestens 100.000 draussen.Wilhelm war erstaunt über diese Kulisse. Schon damals ,seinerzeit waren die Spiele Fenerbahçe gegen Galatasaray viel besucht aber das war schon was anders.Am Ende stand es 1-1 , Fenerbahçe war noch immer Tabellenführer.

    Am naechsten Tag hat er als erstes Karacaahmet Friedhof besucht.Er war vor einem Grabstein stehengeblieben.Seine Traenen flossen für den grossen Kapitaen Galip Kulaksızoğlu. ‘’Er war unser Kapitaen. Ich konnte es nicht mehr aushalten.Ich weine jetzt für ihn wie ein kleines Kind. Ich begrüsse meinen Kapitaen nochmals , vielleicht zum letzten Mal.’’ sagte er.

    ‘’Damals waren wir pure Amateure’’ sagte Wilhelm ‘’wir hatten alles für die Mannschaft gemacht’’.’’Wir hatten sogar unsere Teppiche zu Hause verkauft,um die Kosten zu bezahlen. Wir hatten keine Möglichkeit einen Camp zu beziehen . Ab und zu waren wir in der Wohnung von einer Teamkameraden und hatten vom selben Topf zusammengegessen. Das Geld um in das Schiff einzusteigen,hatten wir zusammenbezahlt. Die Trikots hatten wir selber repariert und gewaescht.Die Verletzungen mit Hausmittel auskuriert.Aber die grösste Begeisterung in unserem Herz war Fenerbahçe. Wochenlang und monatelang klopfte unser Herz Galatasaray zu besiegen ,was wir am Ende auch verwirklicht hatten.

    ‘’Ist diese Begeisterung noch da?’’ auf diese Frage beantwortet er. ‘’Ja noch immer , ist sogar grösser mit einer verbrennenden Sehnsucht.Falls Sie mal in Heidelberg sind, können Sie fussballbesessene alte Leute ansprechen.Die werden sagen : ‘’Hier haben wir einen Fenerbahçe Fan’’ und das bin ich.Ich habe meinen Anhang zu Fenerbahçe nie verloren.Und als ein Deutscher ,der zwei Weltkriege erlebt  und  mehrere Jahre in Gefangenenlager verbracht hat sage ich Ihnen : MEIN GRÖSSTER STOLZ IST FENERBAHÇE’’

    Von dem Kader ,der Galatasaray zum ersten Mal besiegte lebten nur noch zwei andere , Sait Selahattin Cihanoglu und Nüzhet Baba. Nach so langer Sehnsucht hat er in Koço Restaurant in Moda Sait Selahattin treffen können und von alten Tagen gesprochen.

    Am Abend wurde ein Abendessen im Lokal für ihn organisiert. Es waren so viele Leute da. Ismet Uluğ , Nedim Kaleci , Nüzhet Baba, Sait Selahattin Cihanoğlu , Mehmet Reşat , Cafer Çağatay , Kadri Celal Göktulga , Faruk Ilgaz, Rüştü Dağlaroğlu , Tevfik Taşçı , Eşref Aydın , Halit Çetinkaya , Emin Cankurtaran und Didi ! Lange Plauderei , mehrere Umarmungen , alte Geschichten und viele Traenen. Danach Unterschrift im Ehrenbuch und eine goldene Rosette an die Jacke.Endlich war Wilhelm Efendi zurück bei seinem grössten Stolz.Er war bei seinen Freunden und erlebte seine Jugend wieder.Am Ende des Abends beugte er sich über den Trainer Didi und flüssterte in sein Ohr , dass er in den letzten Jahren seines Lebens eine neue Meisterschaft geschenkt bekommen will.

    Dann war Wilhelm Kohlhammer zurück in seiner Stadt mit sehr schönen Erinnerungen.Der erste Deutsche Spieler von Fenerbahçe starb  zwei Jahre nach diesem Besuch mit 84 Jahren.Aber er hatte schon laengst die schöne Nachricht bekommen.Didi hatte sein Versprechen gehalten und machte Fenerbahçe wieder mal Meister

    Alp Eralp

    Not : Yazının Türkçe versiyonuna şuradan ulaşabilirsiniz…
    Wilhelm Kohlhammer : Fenerbahçe’nin Alman Tankı

  • Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

    Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

    Tuncay Yavuz, kuruluş yıllarından bir efsaneyi, ilk şampiyon kadronun değişilmez oyuncusunu, Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer hikayesini yazdı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Almanya’da Bir Fenerbahçe Efsanesi

    Wilhelm, ömrünün son baharında kendini meşgul edecek bir heyecana kavuşmuştu. 1961 Ekim ayının sonlarında Almanya ve Türkiye arasında imzalanan İşgücü Alım Anlaşması onu çok mutlu etmişti. Yıllardır uzak olduğu gençlik heyecanına yakınlaşabileceği Türkler gelecekti ülkesine, hatta şehrine. Yolu Heidelberg’e düşen Türkler’e evsahipliği yaptı, Fenerbahçe’yi konuştu, onlara Fenerbahçe’yle yaşadığı şampiyonlukları anlattı. Birçoğu onu anlamadı, yakın arkadaşları bile onun sürekli anlattığı Fenerbahçe hikayelerinden sıkılmıştı, palavra diyordu. Ne de olsa elinde bir tane fotoğraf, bir rozet bile yoktu. Madem bu kadar önemliydi, neredeydi Fenerbahçe, niye onu hiç hatırlamıyordu. Hiç gücenmiyordu Wilhelm, uzaktan izlemeye devam ediyordu takımını. Karşılaştığı Türklerle de konuşmaya devam ediyordu.

    Yine böyle bir gün kurucusu olduğu Heidelberg Hokey Kulübü’nde tanıştığı genç Türk mühendis onu dikkatle dinledi. Birlikte Fenerbahçe’den konuştular, eski günleri hatırladılar. Genç mühendis ona Fenerbahçe’nin son durumunu anlattı. 2 sezondur Galatasaray şampiyon oluyordu ama Wilhem Türkiye’den döndüğünden beri Fenerbahçe’nin kazanmadığı kupa kalmamıştı, ülkenin en çok şampiyonluk kazanan takımıydılar. Hem 4 sene önce dünya şampiyonunun şampiyonu Manchester City’yi de elemişti takım, herkes tekrar duymuştu adını. Cemil’in transferi de bitince takımı kimse tutamazdı.

    O sohbet belki orada bitti ama, genç mühendis o günü unutmadı. 1972 yılının sonlarına doğru izin için Türkiye’ye geldiğinde bir yolunu bulup, Fenerbahçe Kulübü’ne gitti. Lokalde karşısına çıkanlara Wilhelm Kohlhammer’den bahsetti. Onun için en azından bir rozet, fotoğraf, bayrak alıp götürmek istediğini anlattı.

    Fenerbahçe Bir Vefa Örneği Gösteriyor

    Kulüptekiler hemen ilgilendiler, istedikleri toparlanıp paketlendi, başkan Faruk Ilgaz’ın onayına kaldı. O anda o günlerde 27 yaşında olan genç gazeteciler Kemal Belgin ve Attila Gökçe tesadüfen duydular Wilhelm ismini. Haber Tercüman’ın spor birimine uçtu ve daha hediye paketi Heidelberg’e yola çıkmadan Tercüman Almanya Bürosu’ndan Doğan Pürsün ile Erol Aydın’ın otomobili Kohlhammer’in evinin önüne park etti. Wilhelm Kohlhammer yaklaşık 60 yıl sonra Tercüman’ın özel konuğu olarak Mithatpaşa Stadı’nda oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçını izlemek üzere İstanbul’a yola çıkıyordu.

    6 Eylül 1890’da doğan Wilhelm Kohlhammer’in İstanbul hikayesi 1912 yılının sonlarına doğru başladı. Heidelberg’de işler fena gitmiyordu aslında. 22 yaşındaki delikanlı SportClub Neuenheim 02 ile Alman Rugby Şampiyonluğunu kazanmıştı. 13-6’lık final maçının en önemli oyuncularındandı ve bugüne kadar 9 şampiyonluk kazanan kulübün bu ilk şampiyonluğunun unutulmaz oyuncularından biri olarak tarihe adını yazdırmıştı. Fakat elbette geçim derdi daha önemliydi. Deutsche Bank’ta iyi bir iş bulmuştu ve 1. Dünya Savası arifesinde İstanbul yollarına düştü.

    Henüz batının diğer başkentlerinde şubeleşmeye başlamadan Alman toprakları dışındaki ilk şubesini 1909 yılında İstanbul’da açan ve o günlerde İstanbul’da 250’ye yakın çalışanı olan Deutsche Bank, Osmanlı Devleti ve Alman İmparatorluğu arasındaki yakın ilişkiden faydalanıyordu. Pek çok projenin finansmanı, krediler hep bu bankadan geçiyordu. Genç Wilhelm yabancı diller sorumlusu olarak İstanbul’daydı.

    Deutsche Bank Kayıtlarında

    Deutsche Bank kayıtlarına göre ülkede bulunduğu yıllarda çeşitli terfiler alarak farklı görevler üstlenen Wilhelm, spor alışkanlığından da kopmak istemiyordu. Rugby’yi çok seviyordu ama o günlerde İstanbul’da bu sevgisine erişebileceği bir yapılanma yoktu. Hokeyde de durum farksız olunca ona futbol oynayıp oynamayacağı soruldu. Elini çabuk tutan kaptan Galip, bu dev adama Fenerbahçe formasını giydirdi.

    Eldeki kayıtlara göre Fenerbahçe tarihinin ilk yabancı teması olan Neozeland maçında ilk kez Fenerbahçe formasını giydi (23 Mart 1913). Sahaya 2-3-5 dizilişiyle yerleşmenin adetten olduğu yıllarda orta üçlünün ortasında yani merkez muavin olarak oynuyordu. Belki ilk maçta fark yaratamadı ama o günden sonra giderek güçlenen Fenerbahçe’nin en önemli oyuncularından birisi oldu. Fenerbahçe formasını giyen üçüncü yabancı olmasına rağmen kendisinden önceki isimlerle karşılaştırıldığında düzenlilik bakımından kulübün en eski yabancı oyuncusu olarak sayıldı.

    Kayıtlara göre Wilhelm Kohlhammer 1913-1916 yılları arasında 35 maça çıktı, 5 gol attı. Fenerbahçe’nin 1913/14 ve 1914/15 şampiyonluklarında önemli pay sahibi oldu. Ayrıca Fenerbahçe tarihinin ilk Galatasaray galibiyetinin de önemli oyuncularından biriydi. O maçtan önce oynanan 7 maçta rakibine gol bile atamayan Fenerbahçe, Hasan Kamil Sporel’in 3 ve Sait Selahaddin Cihanoğlu’nun golleriyle sahadan 4-2 galibiyetle ayrılıyordu.

    Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

    İstanbul’da bilinen adıyla Wilhelm Efendi (kendisi ise bunu ‘Efendi Hammerle’ olarak hatırlıyor, ülkesinde verdiği röportajlarda böyle söylüyor), hayatından gayet memnundu. Ancak İstanbul ve dünyanın hali pek iç açıcı değildi. 1. Dünya Savaşı giderek şiddetleniyor ve İttifak Devletleri için işler iyi gitmiyordu. Deutsche Bank küçülüyor ve nihayetinde 1918 yılındaki işgalden sonra şube tamamen kapanıyordu.

    Kohlhammer, 1916 yılında orduya çağrıldı, teğmen olarak cephelerde yer aldı. Büyük kayıplarla sonuçlanan savaşın ardından ülkesine döndü ama futbol oynamadı, tekrar rugby’ye başladı ve SportClub Neuenheim 02 ile 1921 Alman Rugby şampiyonluğunu kazandı. Gençlik yıllarında hızlı bir hayat süren Kohlhammer, ‘Golden Twenties’ olarak adlandırılan 20’li yıllarda, bir ara Berlin’de güzel kızların uğrak noktası olan bir evde yaşadı. Heidelberg’de hokey kulübü kurdu, 58 yaşına kadar hokey oynadı.

    İşte böyle bir hikaye. 56 yıl sonra Wilhelm Efendi, İstanbul’a büyük bir heyecanla kavuşuyordu. Onun bıraktığı gibi değildi hiçbir şey elbette. Maçlar Papazın Çayırı’nda değil Mithatpaşa Stadı’ndaydı. Ve yıllar sonra bir Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla aşkına kavuşuyordu. Üstelik transferi yılan hikayesine dönen Cemil Turan ilk kez Fenerbahçe forması giyecekti o gün. 45bin kişi vardı statta, en az 100 bin kişi de dışarda kalmıştı. Şaşırdı Wilhelm Efendi. O zamanlar da ilgi uyandırırdı Fenerbahçe-Galatasaray maçları ama bu bambaşkaydı. 1-1 bitti maç, Fenerbahçe hala liderdi.

    Büyük Kaptan Galip Kulaksızoğlu

    Ertesi gün ilk durağı Karacaahmet mezarlığı oldu. Kabirlerden birinin başında durdu, gözyaşlarını büyük kaptanı Galip Kulaksızoğlu için döktü. “O bizim kaptanımızdı, dayanamadım. Çocuklar gibi ağlıyorum işte. Kaptanımı bir kere daha – belki de son defa – selamlıyorum işte. Ruhu şad olsun kaptan!” sözleri döküldü dilinden.

    “O günlerde pür amatördük” diyordu Wilhelm Efendi. “Saçlarımızı değil, çilemizi uzatırdık takımımız için. Hatta evimizdeki halıları satıp masrafımızı karşıladığımız olurdu. Kamp yerimiz yoktu. Bir arkadaşın evinde pişen yemeği kaşıklardık ara sıra. Vapur parasını cebimizden toplardık. Formalarımızı kendimiz yamar, yıkardık. Kocakarı ilaçlarıyla tedavi ederdik sakatlığımızı. Ama yüreğimizdeki en büyük heyecan Fenerbahçe’ydi. Şu Galatasaray’ı yenmek için aylarca haftalarca sancılanmıştık ve yenmiştik!”.

    “Hala yaşıyor mu heyecan?” sorusuna “Yaşıyor. Hem de büyüyerek, hasretle yanarak yaşıyor. Heidelberg’e yolunuz düşerse, futbolu seven yaşlılar size, burada bir Fenerbahçeli yaşıyor derler. O benim işte. Fenerbahçeliliğimden hiçbir zaman kopmadım. Ve iki dünya savaşını yaşamış, esir kamplarında yıllarını eskitmiş bir Alman olarak, size sevinçle şunu söylüyorum: EN BÜYÜK GURURUM FENERBAHÇE’DİR!” diye cevap veriyordu.

    Galatasaray’ı Yenen Kadro

    Galatasaray’ı ilk kez yenen Fenerbahçe kadrosundan yaşayan 2 kişi kalmıştı kendisinden başka: Sait Selahattin Cihanoğlu ve Nüzhet Baba. Moda Burnu’ndaki Koço’da Sait Selahattin ile kucaklaştılar önce ve hasret giderdiler.

    Akşam ise sosyal lokalde şerefine bir yemek verildi. Kimler yoktu ki? İsmet Uluğ, Nedim Kaleci, Nüzhet Baba, Sait Selahattin Cihanoğlu, Mehmet Reşat, Cafer Çağatay, Kadri Celal Göktulga, Faruk Ilgaz, Rüştü Dağlaroğlu, Tevfik Taşçı, Eşref Aydın, Halit Çetinkaya, Emin Cankurtaran ve Didi! Uzun bir sohbet, bol bol kucaklaşma, göz yaşı, hatıralar. Şeref defterine atılan imzalar ve yakaya takılan altın rozet. Wilhelm Efendi, en büyük gururu Fenerbahçe’sine kavuşmuştu işte. Dostlarıyla beraberdi, gençliğini tekrar yaşıyordu sanki. Son olarak Didi’nin kulağına eğildi ve hayatının son yıllarında kendisine bir şampiyonluk hediye etmesini istedi.

    Mutlu anılarla şehrine döndü Wilhelm Kohlhammer. Fenerbahçe tarihinin ilk Alman oyuncusu, bu ziyaretten 2 yıl sonra 84 yaşında hayata gözlerini yumdu ama iyi haberi de çoktan almıştı. Didi verdiği sözü tutarak Fenerbahçe’yi şampiyon yapmıştı.

    Tuncay Yavuz / Fenerbahçe’nin Alman Tankı Wilhelm Kohlhammer

  • 1 Mayıs 1966 : Türkiye’de Televizyondan Naklen Yayınlanan İlk Maç

    Bir ilk olur da, içinde Fenerbahçe olmaz mı? Boşuna dememiş İslam Çupi üstad “Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte; adı konamaz” diye.

    Son iki sezonun şampiyonu Fenerbahçe, 1965-66 sezonunda hız kesmiş ve Mayıs başladığında şampiyonluk yarışında değil. Ancak, mücadelesini renklerine yaraşır şekilde sürdürüyor ve Türkiye Kupası’nı hedefliyor. Ligde ise hiçbir şampiyonluk adayına boyun eğmiyor. Ve 1 Mayıs’ta da (bir hafta önce şampiyonluğu garantileyerek altı yıl aradan sonra tur atan) Beşiktaş karşısında..

    Prestij mücadelesini renklendiren bir unsur daha var: Mithatpaşa Stadı’nda (şimdiki İnönü) oynanan maç ilk kez televizyonda stattan naklen yayınlanıyor. Yayıncı kuruluş ise: İstanbul Teknik Üniversitesi Televizyonu…

    Takip edebilenler ise, İstanbul’daki yaklaşık 3.000 televizyon alıcısı sahibi (ve tahminen komşuları).. İstanbul’un nüfusu 1966’da 2,5 milyondan az.

    İTÜ Televizyonu, daha önce Taşkışla binasının tepesine konulan tele-objektifle yine aynı stattaki milli (12 Kasım 1961’deki Türkiye-Sovyetler Birliği Dünya Kupası eleme maçı) ve yerel maçları (1 Ocak 1962’deki Fenerbahçe-Galatasaray maçı) “damdan” nakletmişti. Ancak, bu maçta ilk defa, yeni temin edilen televizyon kamerasıyla (Türk Philips Ticaret A.Ş. sağlıyor) stadyumun içinden gerçek yayın yapılacaktı. Maçın sunucusu ise bilinen bir isimdi: Halit Kıvanç.

    Türk radyoculuğunda devletin önderliği görülürken, televizyonda bir üniversitenin öncülüğü var. 1952’de İTÜ Televizyonu haftada bir gün düzenli yayına başlarken (açılışta da ilk konuşmayı spor dünyasının ünlü ismi Burhan Felek yaptı), yaygın televizyon yayıncılığına ise 1964’te TRT’nin kurulmasıyla geçilebilmişti. Ancak, İTÜ TV adeta bir televizyonculuk okulu olduğu gibi, TRT’nin ilk yayınları da İTÜ’den yapılmıştı.

    Maç 0-0 bitti. Maçı sunan Halit Kıvanç ise hem Türkiye’de bir ilk olmanın gururunu yaşıyordu hem de golsüz biten maçın burukluğunu:  

    Kıvanç’ın 1983’te anılarını topladığı “Gool diye diye” adlı kitabından:

    “Mithatpaşa’da oynanacak Fenerbahçe-Beşiktaş maçının sabahında gitmiştik stada… İstanbul Teknik Üniversite Televizyonu yöneticileri, tribüne yerleştirilen kameranın başında heyecanla hazırlıkları sürdürmüşlerdi. Ben de mikrofon başına geçmiş, ilk denemeleri yaparak maçın başlama saatini bekliyordum. Tarihi bir gün olduğu muhakkaktı. Spor tarihimizde de, yayın tarihimizde de önemli bir gündü. İlk kez bir futbol maçı televizyonla naklen yayınlanacaktı. Daha önceki denemelerde İTÜ-TV’nin kamerası uzaklarda bir binanın damına konmuş, oradan yayın yapılmıştı. Bu kez doğrudan doğruya stada yerleştirilen kamera ile gerçek TV naklen yayını başarılıyordu. Başarıldı da…

    Sporseverler, TV alıcısı olan az sayıdaki eve toplanmıştı. Meraktan bazısı bileti olduğu halde maça gitmemişti. ‘Bakalım televizyondan nasıl oluyor?’ diye… Ne yazık ki, onca sporsevere bir tek gol bile seyrettirememiştik. Bir tek gol anlatamamıştım ben de… Fenerbahçe ile Beşiktaş’ın 90 dakikalık mücadelesi 0-0 kapanmıştı. Maçı sahada kazanan olmamıştı, ama saha dışında büyük kazanç, İTÜ-TV’nindi. Ülkemizde ilk kez bir maç naklen yayınlanmıştı, başarıyla yayınlanmıştı. Az kazanç mıydı bu?”

    Tapfereritter

  • İlk Naklen Yayın

    İlk Naklen Yayın

    1 Mayıs 1966 tarihinde Türkiye’de ilk kez bir maç televizyondan naklen yayınlandı. Tapfereritter, okumaya doyum olmayan kalemini bu ilk naklen yayın hikayesine ayırdı.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    İlklerin Takımı

    Bir ilk olur da, içinde Fenerbahçe olmaz mı? Boşuna dememiş İslam Çupi üstad “Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte; adı konamaz” diye.

    Son iki sezonun şampiyonu Fenerbahçe, 1965-66 sezonunda hız kesmiş ve Mayıs başladığında şampiyonluk yarışında değil. Ancak, mücadelesini renklerine yaraşır şekilde sürdürüyor ve Türkiye Kupası’nı hedefliyor. Ligde ise hiçbir şampiyonluk adayına boyun eğmiyor. Ve 1 Mayıs’ta da (bir hafta önce şampiyonluğu garantileyerek altı yıl aradan sonra tur atan) Beşiktaş karşısında..

    Prestij mücadelesini renklendiren bir unsur daha var: Mithatpaşa Stadı’nda (şimdiki İnönü) oynanan maç ilk kez televizyonda stattan naklen yayınlanıyor. Yayıncı kuruluş ise: İstanbul Teknik Üniversitesi Televizyonu…

    Takip edebilenler ise, İstanbul’daki yaklaşık 3.000 televizyon alıcısı sahibi (ve tahminen komşuları).. İstanbul’un nüfusu 1966’da 2,5 milyondan az.

    İTÜ Televizyonu

    İTÜ Televizyonu, daha önce Taşkışla binasının tepesine konulan tele-objektifle yine aynı stattaki milli (12 Kasım 1961’deki Türkiye-Sovyetler Birliği Dünya Kupası eleme maçı) ve yerel maçları (1 Ocak 1962’deki Fenerbahçe-Galatasaray maçı) “damdan” nakletmişti. Ancak, bu maçta ilk defa, yeni temin edilen televizyon kamerasıyla (Türk Philips Ticaret A.Ş. sağlıyor) stadyumun içinden gerçek yayın yapılacaktı. Maçın sunucusu ise bilinen bir isimdi: Halit Kıvanç.

    Türk radyoculuğunda devletin önderliği görülürken, televizyonda bir üniversitenin öncülüğü var. 1952’de İTÜ Televizyonu haftada bir gün düzenli yayına başlarken (açılışta da ilk konuşmayı spor dünyasının ünlü ismi Burhan Felek yaptı), yaygın televizyon yayıncılığına ise 1964’te TRT’nin kurulmasıyla geçilebilmişti. Ancak, İTÜ TV adeta bir televizyonculuk okulu olduğu gibi, TRT’nin ilk yayınları da İTÜ’den yapılmıştı.

    Halit Kıvanç Anlatıyor

    Maç 0-0 bitti. Maçı sunan Halit Kıvanç ise hem Türkiye’de bir ilk olmanın gururunu yaşıyordu hem de golsüz biten maçın burukluğunu:  

    Kıvanç’ın 1983’te anılarını topladığı “Gool diye diye” adlı kitabından:

    “Mithatpaşa’da oynanacak Fenerbahçe-Beşiktaş maçının sabahında gitmiştik stada… İstanbul Teknik Üniversite Televizyonu yöneticileri, tribüne yerleştirilen kameranın başında heyecanla hazırlıkları sürdürmüşlerdi. Ben de mikrofon başına geçmiş, ilk denemeleri yaparak maçın başlama saatini bekliyordum. Tarihi bir gün olduğu muhakkaktı. Spor tarihimizde de, yayın tarihimizde de önemli bir gündü. İlk kez bir futbol maçı televizyonla naklen yayınlanacaktı. Daha önceki denemelerde İTÜ-TV’nin kamerası uzaklarda bir binanın damına konmuş, oradan yayın yapılmıştı. Bu kez doğrudan doğruya stada yerleştirilen kamera ile gerçek TV naklen yayını başarılıyordu. Başarıldı da…

    Sporseverler, TV alıcısı olan az sayıdaki eve toplanmıştı. Meraktan bazısı bileti olduğu halde maça gitmemişti. ‘Bakalım televizyondan nasıl oluyor?’ diye… Ne yazık ki, onca sporsevere bir tek gol bile seyrettirememiştik. Bir tek gol anlatamamıştım ben de… Fenerbahçe ile Beşiktaş’ın 90 dakikalık mücadelesi 0-0 kapanmıştı. Maçı sahada kazanan olmamıştı, ama saha dışında büyük kazanç, İTÜ-TV’nindi. Ülkemizde ilk kez bir maç naklen yayınlanmıştı, başarıyla yayınlanmıştı. Az kazanç mıydı bu?”

    Tapfereritter / İlk Naklen Yayın

  • Yarım Asır Önce İnönü Stadı ve Fenerbahçe Tribünleri

    Sağdaki resim 1968 yılında, Spor Sergi Sarayı’nda oynanan bir Fenerbahçe-İTÜ maçından. Fenerbahçeli taraftarlar, Fenerbahçeli olduğu bilinen İTÜ oyuncusu Kemal Erdenay’a muhtemelen “Fener’e gel” diyorlar.
    X işaretli Alp Bacıoğlu.

    Fenerbahçe’yi sevdirenler kadar, Fenerbahçe’yi sevenlerin de geçmişini bilmemiz gerek… Fenerbahçe tarihine imza atmış birçok ismi şahsen tanıma ve onlarla uzun saatler boyunca sohbet etme imkanı bulmuş değerli büyüğümüz Alp Bacıoğlu, aynı zamanda 1960’lardan beri Fenerbahçe tribünlerinin muazzam bir emekçisi… Kendisinin geçmişte farklı mecralarda yayınlanmış yazılarını burada, tek bir yerde kayıt altına alacağız. “Çok yaşasın” diyor, sözü ona bırakıyoruz.

    * * * * * *

    1963 – 1964 sezonunun ikinci yarısından itibaren Fenerbahçe’nin her maçına gitmeye başladım. Artık tüm ruhum ve benliğimle oradaydım. Kısa bir süre sonra varlığımın, kişiliğimin, kısacası benliğimin oradaki toplumun benliğiyle kaynaştığına tanık olacaktım. Ertesi yıl, 1964 – 1965 sezonunda artık tribünde ciddi arkadaşları, ağabeyleri olan bir Fenerbahçeliydim.

    Tribüncülüğümün bu ilk yıllarında benim gibi gençlerin gurur duyduğu, en çok övündüğü olay ise şuydu:

    Tribünleri bağırtan, coşturan Kör Çetin, Şişe Haldun, Baba Numan, Astsubay Yücel, Lazoli Zeki, Asker Erdoğan, Süha Baba amigo ya da günümüzün deyişiyle tribün liderleri taraftarı coşkuyla bağırtırken kendilerinden geçerlerdi. Bu arada doğaldır ki her zaman için dengelerini yitirip üst kattan aşağıya düşme tehlikeleri vardı. Bu ağabeylerimiz kendilerinden geçmiş bir şekilde taraftarı bağırtırken düşmemeleri için ayaklarından sıkıca kavranıp, düşmeleri engellenmeliydi. Bu görev işte biz tribün çocuklarına, gençlerine kalırdı. 1964 yılından itibaren pek çok tribün liderinin, bizim gözümüzde tribün efsanesi Fenerbahçelilerin yanında, yakınında bulundum. O yıllarda onların dengelerini yitirip düşmemelerini sağlamamda katkımın olması diğer gençler gibi benim içimde bir övünç ve mutluluk kaynağıydı.

    İlk deplasmana gidişim ise bir sezon sonradır. 1964 – 1965 sezonu Aralık ayında rahmetli babam bir işi için Ankara’ya gidecekti. Israrla beni de yanında götürmesini istedim. Bu ısrarımın nedenini tabii peder bey hemen anlamıştı. Çünkü 26 Aralık 1964 Cumartesi günü PTT ile lig maçımız vardı. Yaşamımdaki bu ilk deplasman karşılaşmasını Aydın’ın golüyle 1 – 0 kazanmıştık. Bir yıl sonra ise artık deplasmanlara tribün arkadaşlarım ve ağabeylerim ile gitmeye başladım.

    İstanbul’daki ilk tribünüm ise İnönü’deki Yeni Açık’tır. O dönemde tribün kovalamaya başlayan çocuklar ya da gençler için bu değişmeyen bir olgu idi. Eğer bağırıp takımınıza destek vermek istiyorsanız, başka da seçeneğiniz yoktu. İşe Yeni Açık’tan başlardınız.

    1960’larde ne Ali Sami Yen’de ne de Kadıköy Şükrü Saracoğlu’nda maçların oynanmadığı yıllardı. Maçlar Dolmabahçe, Mithatpaşa, İnönü olarak sık sık adı değişen statta oynanırdı. İşte bu İnönü Stadı’nın maçlarımızda takıma destek veren ve bağıran tek tribünü “Yeni Açıktı.”

    O dönemlerde stat Beşiktaş Kulübü’ne verilmemişti. Şimdiki gibi stadın dört bir yanı da koltuklu değildi. Sanırım bir tek eskiden “Şeref Tribünü” denen, bugünkü Protokol Tribünü’nde koltuk vardı. Serbest giriş kartlıların girdiği bir başka tribün de L Tribünü idi. Orada koltuk sistemi var mıydı, onu bilemiyorum. Kapalı ve numaralıda üç şeritli tahtalar beton üzerine kalın beton çivileriyle çakılmışlardı. Maça gelen taraftarlar o tahtaların üzerine otururduk. Deniz tarafındaki “Eski Açık” ile eskiden Gazhane tarafı diye adlandırılan “Yeni Açık” tribünde sıralar betondandı. Buradaki taraftarlar taşın üzerine oturmak zorundaydık.

    İnönü’nün böyle koltuksuz hali 41 bin biletli seyirci alırdı. Buna karşın karşılaşmalar televizyonlardan da naklen yayınlanmadığı için stat genellikle dolardı. Hatta birçok maçta dışarıda kalanlar bile olurdu. Bunları Galatasaray ya da Beşiktaş derbileri için söylemiyorum. Normal bir lig maçında bile bu dışarıda kalma olayı, bu sıkıntı yaşanırdı.

    Maçlar hep öğleden sonraları oynandığı için maçın oynanacağı gün hafta sonu tatili olmasına karşın sabah çok erken kalkardım. Bizim gibi her maça gitme zorunluluğu olan taraftarlar için koşuşturmadan yapacağımız rahat bir kahvaltı özlem duyduğumuz bir şeydi. Benim annem, babam, kardeşlerim ile birlikte zaman kavramı olmadan oradan buradan söyleşerek yaptığım kahvaltı sayısı liglerin tatile girdiği yaz ayları ile sınırlı idi. Çünkü ligler başladıktan sonraki haftalarda bir an önce kahvaltıyı yapıp İnönü’ye doğru yola çıkmadığınız her dakika aleyhinize işler, dışarı da kalma olasılığınız artardı.

    En fazla saat dokuz, dokuz buçukta İnönü’nün önünde olmak zorundaydınız. Orada hemen kuyruktaki yerinizi alır, kapının açılmasını beklerdiniz. Eğer tribünün eskilerinden bir tribüncü iseniz ayrıcalıklı bir konuma gelirdiniz. 1970’lerin ikinci yarısından sonra ben de bu ayrıcalıklı tribüncülerdendim. Bazen tribünden genç arkadaşlarımız kuyruktaki yerimizi tutarlar. Bizlerse Çiçek Pasajı’na gidip biraz atıştırır, bir iki duble parlatırdık. Eğer maç 15.30’da ise kapılar ancak öğleden sonra açıldığı için böyle bir şansımız olurdu. İnönü’de kapılar nedense yıllar yılı hep geç açılmıştır.

    Eskiden büyük bir dert de, oluşturulmuş olan ve uzayıp giden kuyruğun sonuna girmeyi göze alamayanlar kendilerini biran önce içeriye atmak için kapı önünde karambol yaratırlardı. 1960’larda stat önünde birde atlı polisler olurdu. Bunlar bazen atlarını tek sıra olunması konusunda uyarı olması bakımından karambolcülerin üzerine sürerlerdi. 1970’lerde atlı polisler kaldırıldı. Yerlerini coplu polisler aldı. Onlar içeri giriş kuyruğun baş tarafı kalabalıklaşıp karambol arttığı vakit coplarını haşin bir şekilde bilinçsizce sallayarak kalabalığın içine dalarlar, tek sıra olunması konusunda da sözlü uyarırlardı. Eski tribüncü olup da polis copu yememiş taraftar yok gibidir.    

    Günümüzün taraftarları kombinesi ya da internetten daha önce aldığı bileti cebinde olduğu için maçın başlama saatine yarım saat kala stada gelebilir. Oysaki 30, 40 yıl önceki o yıllar Avrupa kupası maçları için üç, dört gün önceden kulüpten yapılan bilet satışı dışında biletinizi ancak maç günü alabilirdiniz. Yani sevgili okurlar, eskiden tribün ve tribüncülük zorluktu, sıkıntıydı kısacası külfetti. Şimdiki taraftarların bu bakımdan çok şanslı olduğunu söylememe sanırım gerek yok…

    Alp BACIOĞLU

  • Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Fenerbahçe’yi sevdirenler kadar, Fenerbahçe’yi sevenlerin de geçmişini bilmemiz gerek… Fenerbahçe tarihine imza atmış birçok ismi şahsen tanıma ve onlarla uzun saatler boyunca sohbet etme imkanı bulmuş değerli büyüğümüz Alp Bacıoğlu, aynı zamanda 1960’lardan beri Fenerbahçe tribünlerinin muazzam bir emekçisi.. “Çok yaşasın” diyor, yarım asırlık bir hikaye için sözü ona bırakıyoruz.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yarım Asırlık Bir Hikaye

    Kaynak : Zaman Tünelinde Fenerbahçe

    1963 – 1964 sezonunun ikinci yarısından itibaren Fenerbahçe’nin her maçına gitmeye başladım. Artık tüm ruhum ve benliğimle oradaydım. Kısa bir süre sonra varlığımın, kişiliğimin, kısacası benliğimin oradaki toplumun benliğiyle kaynaştığına tanık olacaktım. Ertesi yıl, 1964 – 1965 sezonunda artık tribünde ciddi arkadaşları, ağabeyleri olan bir Fenerbahçeliydim.

    Tribüncülüğümün bu ilk yıllarında benim gibi gençlerin gurur duyduğu, en çok övündüğü olay ise şuydu:

    Tribünleri bağırtan, coşturan Kör Çetin, Şişe Haldun, Baba Numan, Astsubay Yücel, Lazoli Zeki, Asker Erdoğan, Süha Baba amigo ya da günümüzün deyişiyle tribün liderleri taraftarı coşkuyla bağırtırken kendilerinden geçerlerdi. Bu arada doğaldır ki her zaman için dengelerini yitirip üst kattan aşağıya düşme tehlikeleri vardı. Bu ağabeylerimiz kendilerinden geçmiş bir şekilde taraftarı bağırtırken düşmemeleri için ayaklarından sıkıca kavranıp, düşmeleri engellenmeliydi. Bu görev işte biz tribün çocuklarına, gençlerine kalırdı. 1964 yılından itibaren pek çok tribün liderinin, bizim gözümüzde tribün efsanesi Fenerbahçelilerin yanında, yakınında bulundum. O yıllarda onların dengelerini yitirip düşmemelerini sağlamamda katkımın olması diğer gençler gibi benim içimde bir övünç ve mutluluk kaynağıydı.

    İlk Deplasman

    İlk deplasmana gidişim ise bir sezon sonradır. 1964 – 1965 sezonu Aralık ayında rahmetli babam bir işi için Ankara’ya gidecekti. Israrla beni de yanında götürmesini istedim. Bu ısrarımın nedenini tabii peder bey hemen anlamıştı. Çünkü 26 Aralık 1964 Cumartesi günü PTT ile lig maçımız vardı. Yaşamımdaki bu ilk deplasman karşılaşmasını Aydın’ın golüyle 1 – 0 kazanmıştık. Bir yıl sonra ise artık deplasmanlara tribün arkadaşlarım ve ağabeylerim ile gitmeye başladım.

    İstanbul’daki ilk tribünüm ise İnönü’deki Yeni Açık’tır. O dönemde tribün kovalamaya başlayan çocuklar ya da gençler için bu değişmeyen bir olgu idi. Eğer bağırıp takımınıza destek vermek istiyorsanız, başka da seçeneğiniz yoktu. İşe Yeni Açık’tan başlardınız.

    1960’larde ne Ali Sami Yen’de ne de Kadıköy Şükrü Saracoğlu’nda maçların oynanmadığı yıllardı. Maçlar Dolmabahçe, Mithatpaşa, İnönü olarak sık sık adı değişen statta oynanırdı. İşte bu İnönü Stadı’nın maçlarımızda takıma destek veren ve bağıran tek tribünü “Yeni Açıktı.”

    O dönemlerde stat Beşiktaş Kulübü’ne verilmemişti. Şimdiki gibi stadın dört bir yanı da koltuklu değildi. Sanırım bir tek eskiden “Şeref Tribünü” denen, bugünkü Protokol Tribünü’nde koltuk vardı. Serbest giriş kartlıların girdiği bir başka tribün de L Tribünü idi. Orada koltuk sistemi var mıydı, onu bilemiyorum. Kapalı ve numaralıda üç şeritli tahtalar beton üzerine kalın beton çivileriyle çakılmışlardı. Maça gelen taraftarlar o tahtaların üzerine otururduk. Deniz tarafındaki “Eski Açık” ile eskiden Gazhane tarafı diye adlandırılan “Yeni Açık” tribünde sıralar betondandı. Buradaki taraftarlar taşın üzerine oturmak zorundaydık.

    Tıklım Tıklım

    İnönü’nün böyle koltuksuz hali 41 bin biletli seyirci alırdı. Buna karşın karşılaşmalar televizyonlardan da naklen yayınlanmadığı için stat genellikle dolardı. Hatta birçok maçta dışarıda kalanlar bile olurdu. Bunları Galatasaray ya da Beşiktaş derbileri için söylemiyorum. Normal bir lig maçında bile bu dışarıda kalma olayı, bu sıkıntı yaşanırdı.

    Maçlar hep öğleden sonraları oynandığı için maçın oynanacağı gün hafta sonu tatili olmasına karşın sabah çok erken kalkardım. Bizim gibi her maça gitme zorunluluğu olan taraftarlar için koşuşturmadan yapacağımız rahat bir kahvaltı özlem duyduğumuz bir şeydi. Benim annem, babam, kardeşlerim ile birlikte zaman kavramı olmadan oradan buradan söyleşerek yaptığım kahvaltı sayısı liglerin tatile girdiği yaz ayları ile sınırlı idi. Çünkü ligler başladıktan sonraki haftalarda bir an önce kahvaltıyı yapıp İnönü’ye doğru yola çıkmadığınız her dakika aleyhinize işler, dışarı da kalma olasılığınız artardı.

    En fazla saat dokuz, dokuz buçukta İnönü’nün önünde olmak zorundaydınız. Orada hemen kuyruktaki yerinizi alır, kapının açılmasını beklerdiniz. Eğer tribünün eskilerinden bir tribüncü iseniz ayrıcalıklı bir konuma gelirdiniz. 1970’lerin ikinci yarısından sonra ben de bu ayrıcalıklı tribüncülerdendim. Bazen tribünden genç arkadaşlarımız kuyruktaki yerimizi tutarlar. Bizlerse Çiçek Pasajı’na gidip biraz atıştırır, bir iki duble parlatırdık. Eğer maç 15.30’da ise kapılar ancak öğleden sonra açıldığı için böyle bir şansımız olurdu. İnönü’de kapılar nedense yıllar yılı hep geç açılmıştır.

    Uzayan Kuyruklar

    Eskiden büyük bir dert de, oluşturulmuş olan ve uzayıp giden kuyruğun sonuna girmeyi göze alamayanlar kendilerini biran önce içeriye atmak için kapı önünde karambol yaratırlardı. 1960’larda stat önünde birde atlı polisler olurdu. Bunlar bazen atlarını tek sıra olunması konusunda uyarı olması bakımından karambolcülerin üzerine sürerlerdi. 1970’lerde atlı polisler kaldırıldı. Yerlerini coplu polisler aldı. Onlar içeri giriş kuyruğun baş tarafı kalabalıklaşıp karambol arttığı vakit coplarını haşin bir şekilde bilinçsizce sallayarak kalabalığın içine dalarlar, tek sıra olunması konusunda da sözlü uyarırlardı. Eski tribüncü olup da polis copu yememiş taraftar yok gibidir.    

    Günümüzün taraftarları kombinesi ya da internetten daha önce aldığı bileti cebinde olduğu için maçın başlama saatine yarım saat kala stada gelebilir. Oysaki 30, 40 yıl önceki o yıllar Avrupa kupası maçları için üç, dört gün önceden kulüpten yapılan bilet satışı dışında biletinizi ancak maç günü alabilirdiniz. Yani sevgili okurlar, eskiden tribün ve tribüncülük zorluktu, sıkıntıydı kısacası külfetti. Şimdiki taraftarların bu bakımdan çok şanslı olduğunu söylememe sanırım gerek yok…

    Alp Bacıoğlu / Yarım Asırlık Bir Tribün Hikayesi