Etiket: Murat Bardakçı

  • Atatürk ve Fenerbahçe Kitabı

    Atatürk ve Fenerbahçe Kitabı

    Fenerbahçe Tarihi Meseleleri | Kuruluş” kitabından sonra, ikinci eserimiz “Atatürk ve Fenerbahçe” kitabı Barış Kenaroğlu imzasıyla yayında… Önsözü sitemizde paylaşıyoruz…

    Kitabı ise “bu bağlantıdan” temin edebilirsiniz.

    Kitapyurdu linkini de “bu bağlantıda” belirtmiş olalım.

    Ve kitabımız Fenerium’da… Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu mağazalarında ve “Fenerium internet sitesinde”

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Önsöz

    Türkiye’de spor tarihi yazımı, spor ekonomisinde gerçekleşen büyümeye doğru orantılı olarak popülerlik kazanan spor tarihi araştırmalarının ülkemizde geldiği seviye sevindirici olmakla birlikte; spor tarihi yazımında geride bıraktığımız yüzyılın mirası olarak kabul edebileceğimiz yanlış yöntemlerin uygulandığı halen gözlemlenmektedir. Bu durumun tarih biliminin doğasından kaynaklanan sebepleri olmakla birlikte, sporun kendine has özelliklerinden de kaynaklandığı açıktır. Tarih, tıpkı diğer sosyal bilimler gibi, insan eliyle şekillenen, tarihçi olarak sıfatlandırılan kişilerce toplumu besleyen bir bilim dalıdır. Tarihin gözlemlediği de, tarihin kendisini yazan da insandır. Yukarıda “doğası gereği” olarak nitelendirdiğimiz bu özelliği ile tarihin, özellikle spor tarihinin, süregelen en büyük sorunu tarafsız olmaması/olamamasıdır. Tarihçinin elde ettiği bulguları değerlendirirken, kendisini ait hissettiği topluluk ile arasındaki duygusal bağ, yorumlarına etki etmekte, yaptığı çıkarımları sempatizanı olduğu camianın çıkarlarına uygun yapmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda, yüzyıllardır süregelen tarih biliminin en büyük sorunu ile ilgili büyük düşünür İbn Haldun’un XIV. asrın sonunda kaleme aldığı Mukaddime adlı eserinde yer verdiği sözler günümüzde halen geçerliliğini korumaktadır:

    “Bir görüşe ve bir inanca bağlılık ve taraftarlık insanın ruhuna işledi mi, kendine uygun düşen haberleri işitir, işitmez hemen kabul eder. Bu temayül ve taraftarlık insanın basiret gözünü örter ve tetkikte bulunmasını engeller, yalan haberi kabul ve nakletme durumunda kalmasına sebep olur.”

    Spor tarihi araştırmalarında benimsenen yanlış yöntemlerin başında belgeye dayanmayan tarih yazımı gelmektedir. Günümüzde geçerliliğini sürdüren bu yöntem, sözü edildiği gibi geçmişin kötü bir mirasıdır. “Kalıtsal” olarak niteleyebileceğimiz bu yanlış yöntemin günümüzde kullanılmasının altında yatan sebepler vardır. Bu sebepleri spor tarihi yazımının sorunları olarak değerlendirmek mümkündür.

    Prof. Dr. Kurthan Fişek’e göre, “Türkiye spor tarihi konusunda yazılanların büyük kısmı, belgelere değil belleklere, yani anlatılara dayalıdır.” Fişek’e göre bu durum, spor tarihi alanındaki belge eksikliğinden kaynaklanmakta, spor tarihçileri anlatılanları kaynak olarak kabul etmek zorunda kalmaktadır. Fişek bu durumun zamanla bir kısır döngü halini aldığını, belgenin tükendiği yerde belleğin devreye girdiğini söylemiş ve “kalıtsal” olarak nitelendirdiğimiz yanlış yöntemi, “belleklerin şaşmazlığına aşırı ölçüde güvenen, belleğe dayanılarak yazılanları belge niteliğinde değerlendiren bir alışkanlık haline geldiği” şeklinde dile getirmiştir.

    Spor tarihçilerinin belge eksikliğini anlatılarla gidermek için gösterdikleri çabanın, tarih yazımı adına alışkanlığına dönüşmesi günümüz spor tarihçiliğinin en büyük sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlatılanlara dayanarak yazılan eserlerin “kaynak” olarak kabul edilip, birbirini tekrar eden amatör çalışmalar yapılması bu anlamda kolaycılık olarak da değerlendirilebilir. Spor kulüplerinin, spor kurumlarının tarihini ilk kez yazan tarihçilerin bulgularını, çoğu zaman ispata ihtiyaç duyulmadan, olduğu gibi kabul ederek yapılan bu amatör çalışmalar, kıymetli bir çabanın ürünü olan eserlerin akademik olarak değer bulmasının önüne geçmiştir.

    Bahsettiğimiz kalıtsal yöntem yanlışlığının evrildiği bu kolaycılık, zamanla sportif anlamda mücadele veren kulüplerin sempatizanı olan amatör tarihçilerin birbirleri ile mücadelesine dönüşmüş, sahadaki rekabet sayfalara taşınmış, bu durum faydacılık evresine geçilmesine neden olmuştur. Şüphesiz bu durumun oluşmasında sporun hitap ettiği kitlenin düşünsel yapısına ilişkin algı da etkilidir. Türk aydınının gerek dini gerek siyasi gerekse ekonomik sebeplerle Osmanlı’nın son yıllarında tanıştıkları “spor” ve “sporcu” kavramlarına küçümseyerek baktığı bir gerçektir. Kanımızca bu bakış açısı aynı zamanda Kurthan Fişek’ten aktardığımız “kısır döngü” tanımlamasının yapılmasına da sebep olmuştur. Spor tarihine ilişkin belgeler, resmi kurumlar nezdinde gereken ilgiyi görmemiş, kimi zaman tasnife değer bulunmamış, asırlık kulüplerin müze ve arşivleri kişisel çabalarla ayakta kalmıştır. Bu bakış açısı yakın zamana kadar hâkimiyetini sürdürmüş, dolayısıyla spor tarihi de akademik ilginin uzağında bir alan olarak kalmıştır. Yiğit Akın, erken Cumhuriyet dönemi spor tarihi üzerine yazdığı “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar” isimle eserinde spor tarihinin akademik ilgiden uzak olmasının nedenini, akademisyenlerin spor konusunda problematize edilecek bir şeyler olmadığına inanmaları şeklinde açıklamıştır. Bu ilgisizliğin temel nedeninin belge eksikliği olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

    Sporun ekonomik değerinin fark edilmesi ve bu değerin zamanla hızla artması, Türk aydınının bu alana bakışının değişmesindeki en önemli sebeptir. Her ne kadar son yıllarda spor tarihi üzerine yapılan çalışmalar hatırı sayılır derecede artmış olsa da, bu çalışmaların çoğu amatör spor tarihçilerine aittir. Spor tarihi günümüzde halen amatör spor tarihçilerinin hâkimiyetindedir.

    Ne yazık ki bu hâkim grubun çalışmaları akademik değerin uzağında kalmıştır. Amatör spor tarihçilerinin “kolaycılık – faydacılık” ekseninde sürdürmeye çalıştıkları kısır tartışmalar, sportif tabir ile “savunma – hücum” şeklinde sürmektedir. Amatör spor tarihçileri, çoğu zaman belgeye dayanmayan bulgularını paylaştıkları takipçilerini yüzyıl öncesi aydınının spor ile meşgul olan kitleyi değerlendirdikleri seviye ile aynı seviyede değerlendirmektedirler. Bile isteye yaptıkları bu değerlendirme, sözünü ettiğimiz kolaycı – faydacı bakış açısının bir parçasıdır.

    Okuyacağınız çalışma yukarıda sıralanan spor tarihi yazımı sorunlarına çözüm üretme ve doğru yöntemlerin kullanılmasını teşvik amacı ile yazılmıştır. Çalışmanın yazarı Fenerbahçe camiasının mensubu olsa da, okuyucuya “tarafsız” değerlendirmeler sunma çabası göstermiştir. Çalışma, spor tarihi alanında son dönemde artan araştırmaların bir ürünü olarak, belgelere dayanmaktadır. Bu doğrultuda, anlatılara dayalı tarih yazımının belgelenmesine katkıda bulunduğu noktalar olduğu gibi, bu yöntemin benimsendiği eserlere eleştiriler de içermektedir.

    Çalışma iki bölümden oluşmaktadır.

    İlk bölümde Atatürk’ün Türk spor tarihi yazımında ne şekilde yer aldığına ilişkindir. Bu başlık altında konu bütünlüğü korunarak kaynaklar, ya da kaynak olarak kabul edilen anlatılar, değerlendirilmiş olup, 28 Temmuz 1922’de Akşehir’de oynanan maça geniş bir yer ayrılmıştır.

    İlk bölümün ikinci konu başlığı altında, Atatürk’ün spor kulüpleri nezdinde “paylaşılamaz” konumu açıklanmaya çalışılmış ve bu durumun ortaya çıkardığı tartışmalara yer verilmiştir.

    Çalışmanın ikinci bölümde, Atatürk’ün Fenerbahçe Spor Kulübü ile temasları anlatılmaktadır. Bu temasların yer bulduğu konu başlıkları; kitabın yazarı tarafından yapılan arşiv taramalarında elde edilen belgelere dayanarak yazıldığı gibi, önceden ortaya konulmuş belgelerin ve kaynakların yeniden yorumlandığı analizleri de içermektedir.

    Şüphesiz bu çalışma, Türk tarihinin en büyük şahsiyetlerinden olan, Cumhuriyetin kurucusu, Millî Mücadele’nin önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün “hangi takımı tuttuğu” sorusuna bir cevap bulmayı amaçlamamaktadır. Aksine çalışmanın esas yazılış amaçlarından biri de bu soruyu popüler kültürün bir parçası olmaktan çıkarmaktır.

    Çalışmada Gazi Mustafa Kemal Atatürk isminin kullanımı dönemsel olarak farklıdır. Genel analiz ve sonuçlarda Atatürk ismi kullanılmakla beraber;

    1911-1916 yılları arasında Mustafa Kemal Bey;

    1916-1923 yılları arasında Mustafa Kemal Paşa,

    1923-1934 yılları arasında Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal,

    1934-1938 yılları arasında ise Atatürk ismi tercih edilmiştir.

    Çalışmanın yazılma sürecinde desteğini esirgemeyen, rahle-i tedrisinde olmaktan her daim onur duyduğum Hocam Prof. Dr. Vahdetttin Engin’e; elde ettiğimiz belgeler hakkında beni aydınlatan, yol gösteren Doç.Dr. Mehmet Emin Elmacı hocama ve kıymetli büyüklerim Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı ile Müzdat Dağlaroğlu’na teşekkürü borç biliyorum.

    Kıymetli büyüğüm Dr. Seyhun Binzet’e verdiği destek için şükranlarımı sunuyorum.

    Karşıyaka Spor Kulübü’nün mensubu, spor tarihçisi kıymetli dostum Bedri Cumhur Doğu’ya yaptığı katkılar için minnettarım.

    Kader birliği yaptığım meslektaşım, kardeşim Barış Eymen olmasaydı bu satırların yazılamayacağını bilmenizi isterim.

    Bu çalışmayı yıllardır tükenmeyen bir sabırla benden merhametini esirgemeyen eşim Nihal Kenaroğlu’na ve yazdıkları, aktardıkları, arşivleri, anıları ile Türk tarih yazımında “Türk Spor Tarihi” faslını açan; Dr. Rüştü Dağlaroğlu, Cem Atabeyoğlu, Vâlâ Somalı ve Haluk San’ın aziz hatıralarına adıyorum. Keyifli okumalar dilerim.

    Barış Kenaroğlu

    İstanbul (2019-2022)

  • Fenerbahçe Hep Galip

    Fenerbahçe Hep Galip

    Yeditepe Yayınevi‘nden çıkan ve buradaki linkten satın alabileceğiniz “Fenerbahçe Tarihi Meseleleri | Kuruluş” kitabının önsözünü sitemizde yayınlıyoruz. Fenerbahçe Hep Galip!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Özsöz

    Bundan tam iki yıl önce on yedi kişi bir araya geldi. Bu kişilerden bazısı birbirini daha önceden tanıyorken bazısı da o gün tanışmıştı. Ortak paydaları Fenerbahçe, uzmanlık alanları ise Fenerbahçe tarihi olan bu kişiler; 1959 öncesi şampiyonlukları için kapsamlı çalışmalar yapılması, Fenerbahçe’nin tarihine, uydurdukları yalanlarla saldıranlara karşılık verilmesi için anlaştılar. Bu on yedi kişi arasında ifade gücü kuvvetli, kalemi keskin, hafızası mükemmel, organizasyon yeteneği takdire şayan, yüzyıl önce yazılan yazıları okumada mahir, yılların emeği ile oluşturdukları arşivi göz kamaştıran insanlar vardı. İkinci toplantıda iş bölümü yapıldı. Dönemler, konular, bu kitaba da adını veren meseleler üzerinde yoğunlaşacak kişiler belirlendi. Üçüncü toplantıda, masanın üzerinde yıllardır yapılan araştırmaların bir sonucu olarak meydana gelmiş onlarca sayfalık içerik duruyordu. Toplantı boyunca bu içerikler hakkında konuşuldu. Fenerbahçe tarihi ile ilgili bilinen birçok şeyin aslında klişeden ibaret olduğu, işin aslının farklı olduğu ortaya çıkmaya başlamıştı. Tarih yazımını; belgelere dayanarak, belgelerin de “kaynak” statüsünde olup olmadığını özenle değerlendirerek yaptıkları için bu müstesna topluluk ortaya çıkan gerçekleri paylaşmakta bir sakınca görmediler. Böylece FenerbahceTarihi.org doğmuş oldu.

    İtiraf etmek gerekirse hazırlanan içerikler yayımlanmaya başlamadan önce, tarihî meselelerin bu kadar ilgi çekeceği aramızdan kimsenin aklına gelmemişti. Bir süre sonra deyim yerindeyse “mızrak çuvala sığmamaya” başladı. Yazdıklarımıza değer veren, önemseyen kişiler, bu yazıları kitaplaştırmanın zamanı geldiğine bizi ikna ettiler. Bu doğrultuda yazılarımızı sınıflandırarak Fenerbahçe tarihini dönemlere ayırdık. Bu ayrımın sonucunda elinizde tuttuğunuz kitabın da zamansal sınırı belirlenmiş oldu.

    “Fenerbahçe’nin kuruluş hikâyesinin, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar süren Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme yılları içerisinde; toplumsal, politik hatta ekonomik olarak incelenmesi gereken özel bir anlamı vardır. Fenerbahçe’nin kuruluşu, farklı bir bakış açısıyla değerlendirilip yeniden yazılması gereken tarihî meseleleri de içerisinde barındırır. Fenerbahçe tarihindeki birçok olayın bugün ‘mesele’ olarak değerlendirilmesinin sebepleri, döneme ilişkin kaynakların yetersiz olması ve az sayıdaki araştırmacının ‘resmî’ tarih tezinden ayrılmamak konusunda gösterdikleri bilinçli çabadır. Fenerbahçe’yi kuran ve kuruluşunda pay sahibi olan kişilerin hayat hikâyeleri ve kuruluştan sonra geçen yıllardaki faaliyetleri, ‘Fenerbahçe’nin kuruluşu’nu özel kılan ana unsurlardır. Bu unsurlar, dönem için kalıplaşmış yargıların değişmesi ya da bazı ender durumlarda da desteklenmesi için Fenerbahçe’nin kuruluş tarihinin ana dayanaklarından birisi olacaktır.”

    Türk spor tarihinde, üzerinde belki de en az çalışma yapılan dönem olan Fenerbahçe’nin kuruluş yılları için araştırmalarımız sonuç vermeye başladıktan sonra önceki paragrafta okuduğunuz satırları kendimize yol haritası olarak belirledik. Haritadaki izleri takip ederek ilk kitabımız olan Fenerbahçe Tarihi Meseleleri-Kuruluş’u, internet sitemizde yayımladığımız içerikleri temel alarak yazdık.

    Dört bölümden oluşan kitabımızın ilk bölümü Fenerbahçe’nin kurucuları hakkındadır. Fenerbahçe’nin beş kurucusunun hayatını, bilinmeyenleri ortaya çıkaracak şekilde inceledik. Özellikle Enver Hoca (Yetiker) ve Nurizade Ziya Bey (Songülen) üzerinde yoğunlaşan çalışmalarımızın Fenerbahçe’nin bir kuruluş felsefesinin var olduğunu ortaya çıkardığını düşünüyoruz. İkinci bölümde ise kulübün basılı ilk tüzüğünü günümüz Türkçesiyle aktarıp tescil edilme tarihini belirlemeye çalıştık. Elde ettiğimiz belgelerin söyledikleri, dönemin bilinen siyasi şartlarıyla desteklenince karşımıza yepyeni bir hikaye çıkmış oldu. Üçüncü bölümde İstanbul’un kadim semti Kadıköy’ün Fenerbahçe tarihindeki yerini okuyacaksınız. İstanbul’da futbolun doğduğu topraklarda Fenerbahçe’nin büyüyüp geliştiği mekânların, ilk takımlarının top koşturduğu çayırların izlerini bulacaksınız. Kitabın son bölümünü portreler ve olaylara ayırdık. Bu bölümün iki özelliği var: İlki, Fenerbahçe’nin ilk yıllarının bilinmeyen karakterlerinin hikâyelerinin gün yüzüne çıkması. İkincisi ise, kitapta yer alan değerlendirmelerimizi oluştururken faydalandığımız kaynakları sizlerle paylaşmamız. Belirtmek isteriz ki bu kitap Fenerbahçe’nin kuruluş yıllarının olayları ve o dönemin kişileri için kesin yargılar içermiyor. Yazım dili olarak bunu iddia ettiği düşünülebilirse de kitabın önceliği, içinde yer alan belgelere dayalı tezlerle, Fenerbahçe’nin kuruluş dönemi üzerinde tartışmalar yapılmasını sağlamak.

    Tarih yazımı, şüphesiz devinim içerisinde. Her gün yeni belgeler, yeni kaynaklar tarihçilerin karşısına çıkabiliyor. Bu kaynaklar kimi zaman ortaya atılan tezleri destekliyor, kimi zaman da çürütüyor. Yapılacak olan bu tartışmaların bizleri yeni belge ve kaynaklara ulaştırmasını, yeni bilgilere ulaşarak tez-antitez-sentez formülüyle Fenerbahçe tarihinin bugüne kadar karanlık kalmış olan bu dönemini daha fazla aydınlatmayı amaçlıyoruz. Bu amaç spor tarihi üzerine çalışan ya da çalışmayı amaçlayan genç tarihçileri teşvik etmeyi de içerisinde barındırıyor.

    Kitap üzerinde çalışırken benimsediğimiz metot, yukarıda da belirttiğimiz gibi belge ve kaynaklara dayalı bir yazım yapmak oldu. Dönemin Osmanlıca gazeteleriyle devlet ve özel arşivlerde yapılan taramalar, daha önceden yazılmış tarihi kitapların ve anıların karşılaştırılması ve akademi etiği çerçevesinde eleştirilmesi, benimsediğimiz bu metodun temelini oluşturdular. Bu temeli oluştururken Türk spor tarihi yazıcılığının en büyük eksikliğinin, ülkede yaşanan siyasal ve toplumsal gelişmeleri gerektiği gibi dikkate almaması olduğunu düşünüyorduk. Döneme ilişkin yaptığımız kaynak taramaları ve okumaların bu eksikliği gidermesini amaçladık.

    Elinizde tuttuğunuz bu kitap, Fenerbahçe Tarihi Çalışma Grubu’nu oluşturan; Ziya Aktürer, Alp Bacıoğlu, Tapfereritter, Zafer Batık, İzzet İsrael Benyakar, Çağrı Çobanoğlu, Alp Eralp, Cem Ertuğrul, Barış Eymen, King Santillana, Barış Kenaroğlu, Haluk Kılıç, Adem Köz, Alican Küçükcan, Onur Tuncer, Okan Uzunkaya, Tuncay Yavuz, Bozkurt K. Yılmaz’ın çabalarıyla hazırlandı. Kitapta emeği geçenler olarak teşekkür etmemiz gereken kişilerin listesi hayli uzun.

    Her yazdığımız yazıyı titizlikle okuyan, bize yol gösteren, öğrencisi olmaktan gurur duyduğumuz Saygıdeğer Hocamız Prof. Dr. Vahdettin Engin ve kıymetli eşleri Emel Engin Hanımefendi’ye; eşsiz koleksiyonundan faydalanmamıza izin veren, sohbetiyle yolumuzu aydınlatan değerli büyüğümüz Seyhun Binzet’e; spor tarihi üzerine çalışmalarıyla bize ilham veren Prof. Dr. Erhan Afyoncu Hocamıza, Murat Bardakçı’ya; bizi her fırsatta yüreklendiren Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı Hocamıza; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün tüm çalışanlarına; Yapı Kredi Bankası Arşivi’nin değerli yöneticileri Abdullah Gül ve Ayhan Uçar’a; İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Furkan Sevim’e; kataloglarını hizmetimize sunan İBB Atatürk Kitaplığı Müdürü İrfan Dağdelen’e; Malta Ulusal Arşivi görevlileri Charles Farrugia, Leonard Callus ve Melvin Caruana’ya; Dr. Sinan Genim’e; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu mensubu Dr. Hüseyin Kıyak’a; Ayetullah Bey’in fotoğraflarının bu kitapta ilk kez yayımlanmasına izin veren, kurucumuzun değerli akrabaları Mehmet Auf ve eşi Ebru İpek Auf Hanımefendi’ye; Lale Atman Hanımefendi’ye; Enver Yetiker’in fotoğraflarını tarihe bu kitap vasıtasıyla kazandıran, kurucumuzun değerli torunları Ayşe Bertülin Kenter ve Rona Bandar Hanımefendilere; Fenerbahçe’nin erken dönemiyle ilgili arşiv belgelerini bizlerle paylaşan Melih Şabanoğlu’na; doğru bilgi ve belgeye ulaşmamızda yardımlarını esirgemeyen, her zaman yanımızda olan Fenerbahçe camiasının değerli üyeleri; Belgin Beşe Aral Hanımefendi, “Paşalı Birol” Vecdi Teker, Acar Yıldız, Aydın Temizer ve kıymetli eşi Nazan Aksoy Temizer Hanımefendi, Bülent Batu, Cahit Binici, Cem Argun, Cafer Çağatay’ın torunu Jale Çağatay Hanımefendi, Sporel ailesinin kıymetli mensupları Dilara Sporel, Emine Sporel Özakat ve Feyhan Sporel Hanımefendiler, Ali Muhiddin Hacıbekir’in torunu Nazlı İmre Hanımefendi, bizlere gösterdiği teveccühten her zaman onur duyacağımız Müzdat Dağlaroğlu’na teşekkür etmeyi borç biliyoruz.

    Bugün aramızda olmayan iki ismin; kitabımızı göremeden aramızdan ayrılan, “Kadıköy’ün BelleğiDemir Alp Serezli Ağabeyimizin ve Türk spor tarihçiliğinin sembol ismi Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nun manevi şahsiyetleri önünde de saygıyla eğiliyoruz. Bu birbirinden değerli kişilerin Fenerbahçe tarihine yaptıkları katkıları, geleceğin tarihçilerine aktararak bu borcu bir nebze de olsa ödeyebildiğimizi düşünüyoruz.

    Ve Galip… Galip Kulaksızoğlu…

    Bu kitabın sayfaları arasında adına rastlayıp hakkında yazılanları okuduğunuzda kitabımızı ondan başka birine ithaf etmenin zaten mümkün olmadığını sizler de düşüneceksiniz. İyi okumalar…

    Fenerbahçe hep Galip…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Grubu

  • Şehzade Ömer Faruk Efendi

    Şehzade Ömer Faruk Efendi

    Son Halife ve son Veliaht Abdülmecid Efendi’nin oğlu… Fenerbahçe onursal başkanlığını 1920-1924 yılları arasında yürütmüş Osmanlı Hanedan üyesi… Bugünkü yazımın konusu yukarıdaki sıfatların sahibi Şehzade Ömer Faruk Efendi olacak. Günümüzde, Fenerbahçe Başkanlığı yapmış olması sebebiyle “Milli Mücadele” karşıtı olarak yaftalanan bir Osmanlı şehzadesinin hayatından kesitler aktaracağım. Ülkesinden uzak geçirdiği yıllarda “Cânım Fenerbahçe” diyen Ömer Faruk Efendi hakkındaki görüşleri değerlendireceğim.

    Bir Fenerbahçeli’nin İstanbul’da başlayıp, Kahire’de sona eren hayatından önemli satır başları…

    Barış KENAROĞLU


    Ömer Faruk Efendi’nin hikayesini aktarmaya babası Abdülmecid Efendi ile başlamanın, yazının sonunda yer vereceğim sonuç değerlendirmesi için fazlaca önem taşıdığı düşüncesindeyim. Kendisi hakkında Profesör Dr.Ali Satan’ın “Son Halife Abdülmecid Efendi” isimli biyografik eserinin, yazı boyunca aktaracağım bilgiler için ana kaynak olduğunu öncelikle belirtmek isterim. Bunun yanında Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı’nın Ömer Faruk Efendi ile ilgili yıllar içerisinde yayınladığı makalelerden de yararlanılmıştır.

    Baba Abdülmecid Efendi

    Sultan Abdülaziz’in oğlu olan Abdülmecid Efendi Osmanlı hanedanı içerisinde sanatçı yönüyle olduğu kadar, Milli Mücadele’ye bakış açısı ve kuzeni Son Padişah Vahdettin ile ilişkileriyle de öne çıkmaktadır. Abdülmecid Efendi, dönemin birçok yerli ve yabancı yayınını takip eden, geniş bir kütüphaneye sahip hanedan üyesiydi. Abdülmecid Efendi “Batı müziğinin popüler dans türlerinde eserler vermiş”, hatta “Elegie” adlı eseri İtalya’da yayınlanmıştır. 

    Abdülmecid Efendi’nin ressamlığı ise üzerinde durulması gereken en önemli özelliğidir. Bugün bile sanat çevreleri tarafından “profesyonel bir ressam” olarak nitelenen Abdülmecid Efendi’nin tabloları uzun yıllardır sergilenmektedir. Bu tabloların içerisinde en dikkat çekici olanı “Tarih/Nasihat” ismini verdiği tablosudur. 1912 Yılında tamamladığı tabloda, Edirne’nin Bulgaristan tarafından işgal edilmesinin ardından bir Balkan haritası üzerinde oğlu Ömer Faruk Efendi ve kızı ile birlikte kendisini resmetmiştir. Dönemin birçok sanatçısı, edebiyatçısı ile yakın dostluklar kuran Abdülmecid Efendi aynı zamanda 1908 yılında kurulan “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti”nin de başkanlığını yapmıştır. Ömer Faruk Efendi’nin babası, Veliaht Abdülmecid Efendi ile ilgili Profesör Dr. Ali Satan’ın aşağıdaki yorumu yazının son bölümü için bir yol gösterici niteliğindedir:

    “Dindar, gelenekle barışık ve aynı zamanda batıya da açık bir insan… Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını. Onun “Doğuyu ve Batıyı kendinde birleştirmiş” olduğunu görüyoruz ki bu, bizim ikisinden hangisi olmamız gerektiğine dair sorumuza verilmiş tarihi cevap gibidir”

    “Boykotçu Şehzade”

    Döneme ait kaynaklarda Ömer Faruk Efendi’nin sık sık babası ile birlikte zaman geçirdiğine;  gerek resmi kabullerde gerekse kütüphanesindeki çalışma saatlerinde onun yanında olduğuna ilişkin bilgiler yer almaktadır.

    Baba-Oğul arasındaki ilişkinin yakınlığını, Ömer Faruk Efendi’nin okul yıllarında yaşanan bir olayın daha açıkça ortaya koyacağı düşüncesindeyim. Ömer Faruk Efendi’nin öğrenim hayatını sürdürdüğü Mekteb-i Sultani’nin müdürü Tevfik Fikret, 1910 yılında dönemin Eğitim Bakanlığı ile ters düşmüş ve bunun üzerine görevden alınmıştı. Öğrencileri bu gelişme üzerine Tevfik Fikret’e olan bağlılıklarını okulu boykot ederek göstermişlerdi.

    Murat Bardakçı’nın ulaştığı dönem gazetelerinde çıkan haberlere göre bu öğrenciler arasında Ömer Faruk Efendi de vardı. Boykotçu öğrenciler olarak tepkilerini bugünün İstiklal Caddesi’nde düzenledikleri yürüyüş ile göstermişler, müdürlerinin yeniden okula dönmesini istemişlerdir. Oğlunun yaptığı protesto baba Abdülmecid Efendi’nin de ilgisini çekmişti. Abdülmecid Efendi devletin yüksek kademesine yazdığı mektuplarda “Tevfik Fikret’in başarılı icraatlarına dikkat çekmiş, onun yokluğunda okulu önemli tehlikelerin beklediğini söylemiş”, kısacası görevden alınan müdürün ve boykotçu öğrencilerin tarafını tutmuştu.

    Bu aşamada boykottan bir sene öncesine dönüp Devlet Arşivlerinde karşıma çıkan bir belgeye yer vermek istiyorum. Belgede dönemin Sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa, lise öğrenimi için Mekteb-i Sultani’ye başlamasına karar verilen Şehzade Ömer Faruk Efendi için okulun müdürü Tevfik Fikret’e bir mektup  göndererek, şehzade için gereken özenin gösterilmesini ister. Bu mektuba Tevfik Fikret’in cevabı ise “başka ne gibi takayyüdat (dikkatli davranma, özen gösterme)” lazım geldiğini tırnak içinde sormak şeklinde olur. Baba Abdülmecid Efendi‘nin, öğrencilerinin kim olduğuna bakmadan onlara eşit muamele eden okul müdürü Tevfik Fikret’e yaklaşımı bu belge ile birlikte daha değer kazanmaktadır.

    Asker

    Ömer Faruk Efendi, Tevfik Fikret krizine rağmen Mekteb-i Sultani’yi bitirir. Şehzade, üniversite eğitimine Avrupa’da devam etme kararı alır. Ali Satan’a göre bu kararı almasında Mekteb-i Sultani’deki hocaları Tevfik Fikret ve Salih Keramet Nigar’ın yönlendirmelerinin etkisi vardır.

    Ömer Faruk Efendi önce Viyana’daki Theresianum Askeri Okulu‘nda, daha sonra da Berlin’deki Potsdam Askeri Okulu’nda eğitim alır. Bu eğitimlerin ardından  ülkesine dönen Ömer Faruk Efendi, 1914 yılında Harbiye Mektebi‘nden de mezun olur. Osmanlı Devleti’nin Almanya ile yakınlaşma politikası sürdürdüğü bu dönemde Ömer Faruk Efendi’nin Alman ekolü ile eğitim alması doğal karşılanması gereken bir durumdur.

    Dönem basınında Şehzade’nin üniversite eğitimi için yurtdışına gitmesinden bahsedilmiş, kendisi “Avrupa’ya eğitime gönderilen ilk şehzade” olarak tanıtılmıştır. Ömer Faruk Efendi yurtdışında geçirdiği yıllar sonunda Almanca’ya anadil seviyesinde hakim olmuş, İngilizce ve Fransızcayı da konuşmaya başlamıştı. 

    Ömer Faruk Efendi, I.Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin Alman İmparatorluğu ile ittifak yapmasının ardından aktif olarak cephede savaşa katıldı. Almanya – Fransa sınırında gerçekleşen Verdun Muharebesi’nde müttefik Alman ordusu safında savaştı.

    Osmanlı Şehzadesi Ömer Faruk Efendi’nin Almanya ile bu yakın ilişkileri 15 Aralık 1917’de başlayan ve 4 Ocak 1918’de sona eren Veliaht Vahdettin’in Alman İmparatoru II.Willhem’i resmi ziyaretinde yer almasını da sağladı. Padişah Mehmet Reşat’ın yaşlılığından dolayı Vahdettin Efendi’yi gönderdiği ziyarette Mustafa Kemal Bey de Veliahtın Yaveri olarak yer almıştı. Bu ziyaret, aynı zamanda Ömer Faruk Efendi ile Mustafa Kemal’in ilk karşılaşmalarıydı.

    Padişah Damadı

    Ömer Faruk Efendi’nin Osmanlı Hanedanının şehzadesi olarak sürdürdüğü hayatında babası Abdülmecid Efendi’nin önemli rol oynadığını yazının başında belirtmiştim. Abdülmecid Efendi ile Veliaht Vahdettin’in ilişkilerine kısaca değinmek bu rolü açıklamak için önemlidir.

    1916 Yılında Padişahlık makamında Mehmet Reşat otururken, Veliaht sıfatını taşıyan Yusuf İzzettin Efendi’nin intihar etmesi ile kimin veliaht olacağı konusu gündeme gelmişti. Teamüller gereği Vahdettin veliaht olacaktı ancak iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi, fikirlerini bildikleri şehzade yerine, kendilerine yakın gördükleri Abdülmecid Efendi’yi veliaht yapmak istiyordu. Çünkü Padişah Mehmet Reşat yaşlıydı ve sağlığı iyi değildi. Veliaht olacak kişi yüksek ihtimalle yakında padişah olacaktı. Bu doğrultuda veliaht olması teklifi Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından Abdülmecid Efendi’ye iletilse de, şehzade tarafından “yüzyıllardır süren geleneği bozmak istemediği” gerekçesi ile reddedildi. Nitekim Veliaht olan Vahdeddin, Sultan Reşat’ın 4 Temmuz 1918’de ölümü üzerine Padişah, Abdülmecid Efendi de Veliaht oldu.

    Ali Satan’ın tespitine göre Milli Mücadele başlayana kadar Padişah Vahdettin ile kuzeni Veliaht Abdülmecid arasında bir fikir ayrılığı yoktu. Anadolu’da başlayan Milli Mücadele, ikiliyi bir daha bir araya getirmeyecek şekilde ayırdı. Bu küskünlüğün tek istinası ise Veliaht Abdülmecid’in oğlu Ömer Faruk Efendi’nin, Padişah Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’a aşık olmasıyla ortaya çıkmıştır. Hanedanın güzel üyesi Sabiha Sultan ile evlenmek için  o dönem Mustafa Kemal Paşa da girişimde bulunmuştur. Murat Bardakçı’nın aktardığına göre Sabiha Sultan, sonraki yıllarda yakın dostlarına Mustafa Kemal Paşa’nın evlenme isteğinden bahsederken olayı doğrulayacak, hatta “Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk’u (Ömer Faruk Efendi) seviyordum” diyecekti. Sabiha Sultan, bu evliliği istememesinin bir diğer nedeni olarak da Enver Paşa’nın hanedan üyesi Naciye Sultan ile evliliğini göstermiştir: ” (Mustafa Kemal) Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu.”

    Milli Mücadele

    Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele ile ilişkisi 25 Nisan 1921 tarihinde orduya katılmak için İnebolu’ya gidişi ve akabinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul görülmeyerek, İstanbul’a geri gönderilmesi şeklinde özetlenebilir. Bu bölümde Ömer Faruk Efendi’nin bu girişimine yol açan olayları sıralamakta yarar görüyorum.

    Veliaht Abdülmecid Efendi’nin Padişah Vahdettin ile Milli Mücadele’nin başlamasıyla beraber fikir ayrılığının başladığından söz etmiştim. Abdülmecid’in, Padişah ile arasındaki temel sorun, Sadrazam Damat Ferit’ti. Abdülmecid, Vahdettin’in Damat Ferit’e olan güvenini doğru bulmuyordu. Bu doğrultuda Padişah’a ilk muhtırasını 18 Ocak 1919’da verdi. “Anadolu’daki milliyetçilerle hükümet arasındaki mücadelenin sona erdirilmesini, Anadolu’ya şehzadelerden birinin başkanlığında bir heyetin gönderilip tarafların yakınlaştırılması gerektiğini” yazdı. Anadolu’da kurulan cemiyetlerin isteklerinin incelenerek faydalı olanlarının kabul edilmesi ve yerine getirilmesini istedi.

    Bu söylem, İngilizler ve Fransızlar tarafından Abdülmecid’in Milli harekete ilgi gösterdiği şeklinde nitelendi.

    Abdülmecid bu dönemde kendisi ile görüşen İngiliz yüksek komiserliği tercümanı Ryan’a şunları söylemiştir: “Halk, halkı Türk olan topraklarda Türk yönetimi istemektedir. İzmir faciası, Rumların cinayetleri ortadadır. Halk Mustafa Kemal ve arkadaşlarına itibar ediyorsa, bunun sebebi arzularına İstanbul Hükümetince itibar olunmamasıdır” Prof.Dr.Sina Akşin, Abdülmecid Efendi’nin bu teklif ve söylemlerini partiler üstü meşruti bir yöneliş olarak değerlendirmektedir. Akşin’e göre Veliaht, Padişaha karşı apayrı bir ideolojinin sözcüsüydü ve Anadolu’daki milli hareket ile “ülküdaş”tı.

    Davet

    Veliaht Abdülmecid bu eylem ve söylemlerinden dolayı Mustafa Kemal Paşa tarafından 1920’nin yaz aylarında Anadolu’ya davet edildi. TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa, Veliahtı Anadolu’ya davet eden bir mektup yazdı. Cevaben “Anadolu’ya geçmeyi ve bu mücadeleye katılmayı çok isterdim. Fakat bu karar ve hareketimin ailevi vaziyetimizle yani hanedan vaziyetinde nasıl bir değişiklik göstereceğini, bunun millet ve memlekete faydalı olup olmayacağını açıklıkla anlayıncaya kadar beklemenin daha doğru olduğunu düşünmekteyim” diyerek, daveti reddetti. Resimli Tarih Mecmuası’nın 1952 yılında yayınlanan 29.sayısında Mehmet Ataker’e ilk ve tek röportajını veren Ömer Faruk Efendi, babasının bu daveti reddetmesinin temel sebebinin “ikilik” çıkarmak istememesi olduğunu söylemiştir.

    Abdülmecid Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa’nın iç isyanlar dolayısıyla sıkışık durumda olduğu bir zamanda davetini reddetmesi, TBMM ile hanedan arasında var olan soğukluğun artmasına neden olmuştur. Diğer yandan Veliahtın Anadolu’ya geçerek milli hareketin başına geçme ihtimali İtilaf Devletleri’nin uzun zamandan beri korktukları bir konuydu. Bu doğrultuda İstanbul işgal edildikten sonra Veliaht Abdülmecid Efendi’nin sarayı İngilizler tarafından kuşatılarak, yazışma notlarına ve belgelerine el konuldu. Abdülmecid’in Mustafa Kemal’in davetini kabul etmemesinde İngiliz faktörü de göz önünde tutulmalıdır. Abdülmecid, İngilizler tarafından ev hapsinde tutulurken Mustafa Kemal Paşa’ya şu mesajı gönderdi:

    “Vaziyeti görüyorsunuz, bu şartlar altında benim ayrılmam maddeten de mümkün gözükmüyor. Mustafa Kemal Paşa’ya hürmetlerimi ve muvaffakiyet temennilerimi söyleyin. Beni mazur görsün.”

    İngilizlerin göz hapsinde tutulan Abdülmecid Efendi 16 Eylül 1920’de, 9 ay önce dünür olduğu Padişah’a bir mektup yazdı:

    “Yüce şahsınızı elinde ihtiras oyuncağı yapan Ferit’in (Damat Ferit) yalanına dolanına nasıl inanıyorsunuz? Ferit beni bilmez ve anlamaktan acizdir. Bütün önemli hususları kişisel amaçlarına tabi kılan Ferid’in hıyanetkar idaresine bir son veriniz”

    Bu mektuptan sonra Veliaht ile Padişahın arası düzelmemek üzere bozuldu. Vahdettin ülkeyi terk ettikten sonra onun hakkında “hain” sıfatını kullanan tek hanedan mensubu Abdülmecid Efendi’ydi.

    Ömer Faruk Efendi İnebolu’da

    Babası Veliaht Abdülmecid, başkent İstanbul’da İngilizlerin göz hapsindeyken Fenerbahçe Başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi, 25-26 Nisan 1921’de gizlice İnebolu’ya gitti. Bu esnada Türk ordusu I.ve II. İnönü Savaşlarını kazanmış, Milli Mücadele zafere doğru ilk adımlarını atmıştı. Şehre adım atar atmaz, Ankara’ya “vazife-i vataniyyem ve askeriyemi görmek üzere” geldiğini bildirdi. Anılarını 1957 yılında yazan ve Ömer Faruk Efendi’yi İnebolu’da karşılayan polis memurlarından biri olan Ali Rıza Öge, şehzadenin ziyareti ile ilgili şu ifadeleri paylaşmıştır:

    “ ‘Şehzadem, millet sizi bekliyor, buyrun’ deyip onu karaya çıkarmışlar. Vapur hareket edinceye kadar Ankara’dan cevap gelmeyince İnebolu’da kaldı. Bir otelde yer bularak korumalar eşliğinde bir geceyi geçirdi. Gece yarısına doğru Ankara’dan gelen telgraf emriyle ilk gidecek vapurla İstanbul’a iadesi bildirilmişti. Biz de kendisini İstanbul’a iade ettik” Ömer Faruk Efendi’nin ve İnebolu’da görevli memurların beklediği Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafında şunlar yazılıydı:

    “Telgrafınızı büyük bir memnuniyetle aldık. Yüksek zatınızın Anadolu’yu şereflendirmeleri tarihteki üzücü örneklerinden de görüldüğü üzere saltanat mensupları arasında bazı fena anlamalara yer verebileceği ve birlik halinde bulunan milli kamuoyunu yeniden karışıklığa düşürmek suretiyle fevkalade mahzurlara sebep olabileceği için vatan ve milletin bütün saltanat hanedanı mensuplarının hizmetinden istifade edecekleri zamanın gelmesini bekleyerek şimdilik İstanbul’da kalmaya devam etmenizi yaradılışınızın verdiği vatan sevgisinin gereği görüldüğü saygı ile arz olunur”

    Anadolu’ya geçmesi uygun bulunmayan Ömer Faruk Efendi, o gün neler hissettiğini yıllar sonra verdiği tek röportajında şöyle anlatıyordu: “O zaman 23 yaşındaydım. Tecrübesizdim. İstanbul’a döndüğüm takdirde, İngilizler tarafından yakalanacak, hapsedilecek ya da Malta’ya sürülecek belki de öldürülecektim. Sarayın bana karşı takınacağı hareket, Vahdettin’in intikam almaya kalkması… birer birer gözümün önüne geliyordu.” Ömer Faruk Efendi, Gazeteci Mehmet Ataker’e Ankara’nın kendisini kabul etmemesinin nedenini şöyle açıklıyordu: “Birkaç ay sonra Millet Meclisi’nde benim için sorulan bir soruya şöyle cevap verilmişti: ‘İngilizler veya saray tarafından gönderilmiş olması ihtimaline karşı kendisini iade etmek mecburiyetinde kaldık’”

    Ömer Faruk Efendi’nin sözünü ettiği cevabı TBMM’nin 24 Aralık 1921 tarihinde toplanan gizli oturumunda Mustafa Kemal Paşa tarafından verilmişti. Mustafa Kemal Paşa, milletvekillerine Şehzade’nin gelişi ile ilgili şu açıklamayı yapmıştı:

    “Efendim, bunların mahdumu Ömer Faruk Efen­di İnebolu’ya gelmişti; ben kendisini iade ettim. Onun gelişi babasının (Abdülmecid Efendi) ve yahut kayınpederinin (Padişah Vahdettin) onayıyla olup olmadığını bilmiyorum. Şahsen Ömer Faruk Efendi’yi tanırım. Ba­na bazı mektuplar yazmıştı ve kendisiyle yakından te­masta bulunan bazı arkadaşlarla da sözlü haber gön­dermişti. Bana yazdığı şeylerde diyor ki: “Ben oraya geliyorum. Ben oraya gelir gelmez, benim şartlarımı şimdiden tespit ediniz. Ben buradan bir takım in­sanlar getireceğim ve benimle beraber kalacaklardır” Doğrudan doğruya amacı, halife ve pa­dişah olmak.. Bunun mümkün olamayacağını kendi­sine söylemişler. Bunu kafasına koymuş. Halbuki Ömer Faruk Efendi’yi buraya getirmek Halife veya Padişah yapmak söz konusu değildi. Belki de bir çok kargaşaya sebep olacaktı. ‘En iyi vazifenizi İstan­bul’da görürsünüz’ demiştim.

    Yalnız ona demişler ki, ‘gider gitmez emri vaki yaparsın ve millet her şeyi unutur, büyük gösterilerle sizi Padişah ilan eder’ ve o da buna güvenerek benim onayımı almaksızın gelmiştir ve hakikaten İnebolu’ ya çıktığı zaman, beklendiği üzere ve derhal İstanbul’a da ha­ber vermiştir. Yani açıkça Padişahın ya da babası­nın izni ile gelmiştir.”

    Ömer Faruk Efendi’nin İnebolu’ya gelişinin en önemli tanığı, Milli Mücadele’ye katıldıktan sonra Batı Cephesi Kurmay Başkanlığı görevini yürütecek, Cumhuriyet’in ilanından sonra ise Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapacak olan, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye’den sınıf arkadaşı Orgeneral Asım Gündüz’dür. O dönem Harp Akademisinde ders veren, Ömer Faruk Efendi’nin öğretmeni de olan Miralay Asım Bey:

    “Ömer Faruk Efendi bana gelerek, ‘Hocam, ben Anadolu’ya gitmek istiyorum. Eğer Mustafa Kemal Paşa, babam gelmedi diye kızdı ise ben vardım. İster babamın yerine beni kabul etsin isterse Milli Mücadelede bir er olarak kullansın. Gideceğim. Kararımı verdim’ demişti. Tam bu sıralarda Mustafa Kemal Paşa’dan haber aldım. Paşa beni Ankara’ya çağırıyordu. Ömer Faruk Efendi, tekrar evime gelerek Anadolu’ya geçmek konusunda ısrar etti. Arkadaşlarla görüştük. ‘Mustafa Kemal Abdülmecit’i istiyordu. O gidemedi bari oğlunu götürelim. Bu, herhalde yanlış bir hareket olmaz’ diyerek onu da götürmeye karar verdim. Şehzadenin seyahat ettiğimiz gemide tutulduğu bölmenin şartları dolayısıyla yarı baygın halde kıyıya çıkartılması, kimliğinin açığa çıkmasına sebep oldu. Yolculuk sonrasında tedaviye ihtiyacı vardı. Gemiden çıkartıldıktan sonra İnebolu’da gelenin kim olduğu haberi yayılınca halk rıhtıma yığıldı. Davullar zurnalar serhat türküleri gökleri inletmeye başladı. Her tarafta silahlar patlıyordu. Ankara’nın asıl manevi endişesi İnebolu’da genç şehzadeye karşı gösterilen büyük tezahüratın Milli Mücadelenin gayesi üzerinde meydana getireceği şüphelerde toplanmıştı. Ömer Faruk Efendi’ye yapılan tezahüratı kimse beklemiyordu.”

    Asım Gündüz’e göre Ömer Faruk Efendi’nin geri gönderilmesinin bir diğer nedeni de şuydu:

    “Daha sonra öğrendiğime göre Ankara’nın dostu olan bir yabancı, hanedana mensup bir kişinin Milli Mücadele safhında olmasının bilhassa İngilizler tarafından istismar edileceğini, Anadolu’nun müdafaasına karşı nispeten tarafsız davranan İtalyan ve Fransızları da aleyhimize sevk edeceğini ihtar etmiş. Bu ihtimali mümkün ve akla yakın görmüştüm.”

    Fenerbahçe Başkanı

    Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe’ye 1920 yılında 21 yaşındayken başkan oldu. Başkanlığı, Osmanlı hanedan üyelerinin yurtdışına çıkarıldığı 1924 yılının Mart ayına kadar devam etti. Başkanlığı süresince kulübe, şimdiye dek tespit edebildiğimiz sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. 26 Aralık 1920’deki bu ziyaret dönemin Spor Alemi dergisinde geniş yer buldu. Ziyaret sonrasında kulüp hatıra defterini imzalayan Şehzade’yi kulüpte karşılayanlar arasında ilerleyen yıllarda Fenerbahçe’ye başkanlık da yapacak olan genç bir sporcu, Yavuz İsmet (Uluğ) de vardı.

    Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe ile ikinci ve son teması ise yıllar sonra gerçekleşecek ve Fenerbahçe Tarihinde derin bir iz bırakacaktır. Spor Alemi Şehzade’nin ziyaretini şu satırlarla aktarmıştı:

    “26 Aralık Pazar günü, Fenerbahçe Kulübü fahri başkanlığını kabul buyuran Şehzade Ömer Faruk Efendi Hazretleri kendi yurtlarını (kulüplerini) ziyaret etmişlerdir. Öğleden sonra saat ikide Kadıköy gençlerinden bir kısmı orta salonda sevgili reislerini karşılamak için hazırdılar. Fahri Başkanın yanında yine kulüp üyelerinden Damat Mecit Bey ile Damat Selami Bey ve yaverleri Binbaşı Faik Bey Efendiler bulunuyordu.  Önce kulüp ziyaret edildi ve kütüphane, kayıkhane, jimnastik, tenis alanları gösterilerek efendi hazretlerine spor sahasındaki kulübün faaliyeti hakkında bir fikir verilmek istenildi, sonrasında kulüp üyelerinden bir kısmı tanıtıldı. Bu arada kulüpte tenis şubesinde çok yüksek bir faaliyet gösteren Damat Mısırlı Muhsin Yeğen Bey de bulunuyordu. Saat üçte havanın elverişsizliği dolayısıyla yalnız salonda bazı sporlar yapılabildi. İlk numarayı azadan Said ve Fevzi Beylerin eskrimi ve ikinciyi de muallimleri meşhur şampiyon Miralay Grodotski ile Mösyö Nikolay’ın egzersizi oldu. Bundan sonra memleketimizin en kıymetli amatörlerinden İsmet (Yavuz İsmet Uluğ) ve Ziya Beylerin boksu, ve Binbaşı Mazhar Beyefendinin idare ettiği Alman jimnastiği ile program sonlandırıldı. Bu sırada kulübün en değerli bir parçası olmakla beraber musiki yönüyle de gurur kaynağı bir amatörü olan Ekrem Bey’in keman ile çaldığı birkaç parça musikide de kulübün bir yerinin bulunduğunu hissettiriyordu.”

    Ziyareti esnasında Kulüp anı defterine bıraktığı iz, bugün hala Fenerbahçe Müzesi’nde sergilenmektedir. O satırlarda Fenerbahçe Başkanı Ömer Faruk Efendi, şu satırlarla kulübünü onurlandırmıştır: “Kulübün tealisini (gelişmesini) görmek medar-ı iftiharım (gurur kaynağım) olacaktır”  

    Ömer Faruk Efendi’nin Fahri Başkanı olduğu Fenerbahçe, bu dönemde sadece yabancılarla maç yapmakla kalmadı, devletin düzenlediği bağış kampanyalarında aktif rol aldı. Bunlardan bir tanesi de Fenerbahçe – İttihatspor arasında oynanacak şampiyonluk maçının hasılatının Göçmenler Müdürlüğü’ne bağışlanmasıydı. 17 Ağustos 1921 günü oynanan maça Fenerbahçe,  Şekip, Galip, Hasan Kamil, Fahir, İsmet, Ethem, Ömer, Boldin, Zeki Rıza, Alaeddin ve Sabih 11’i ile çıktı. Akşam gazetesinin haberine göre maçta “her taraftan gelip stadı dolduran binlerce kişilik büyük bir kalabalık” vardı. Maçı 3-2’lik skorla kazanan Fenerbahçe, şampiyon olmuş ve Göçmen Müdürlüğü yüklüce bir gelir elde etmişti.

    Halife’nin Oğlu

    Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra, 1 Kasım 1922’de Saltanat yönetimine son veren TBMM, Osmanlı Hanedanın elindeki dünyadaki bütün Müslümanların liderliği anlamını taşıyan “Hilafet” makamına Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin babası Abdülmecid Efendi’yi getirdi. Anadolu’daki Milli Mücadele’ye çeşitli sebeplerle katılmamış/katılamamış olsa da İstanbul’da Fahri Başkanı olduğu Kızılay Cemiyeti aracılığı ile Anadolu’ya yardım ettiği kayıtlara geçen, Milli Mücadele’nin kutlama, miting, yardım gibi organizasyonlarına hem kendisi hem de oğlu adına bağış yapan Abdülmecid Efendi’nin halife olarak seçilmesinde bu tavrının önemli etkisi vardır. Ömer Faruk Efendi’nin halifenin oğlu olarak İstanbul’da yaşadığı 2 yılı aşkın zaman boyunca, Fenerbahçe, İstanbul’u terk etmeye hazırlanan İşgal kuvvetleri takımlarına karşı üstünlüğünü korudu.

    “Canım Fenerbahçe”

    Ömer Faruk Efendi, Hilafetin kaldırılmasının hemen ardından diğer hanedan üyeleri ile beraber yurtdışına gönderildi. 1924 Yılından, 1969 yılına kadar 45 sene sürgün hayatı sürdü. İsviçre ve Fransa’da yaşadıktan sonra Kahire’de hayatını kaybetti ve oraya defnedildi. Mezarı yıllar sonra, Türk hükümetinin “sessizce nakledilmesi şartıyla” verdiği özel bir izinle Türkiye’ye getirildi ve Cağaloğlu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’ne nakledildi.

    Ömer Faruk Efendi’nin, Fenerbahçe Tarihinin en özel hatıralarından biri olan, “Canım Fenerbahçe” seslenişi Murat Bardakçı’nın 16 Ocak 2006 yılında Hürriyet Gazetesi’nde yayınladığı bir mektupla gün yüzüne çıkmıştır. Bardakçı, Ömer Faruk Efendi’nin Kahire’den 20 Temmuz 1966’da İstanbul’da yaşayan dostu ünlü Tarihçi İsmail Hami Danişmend’e gönderdiği mektubun Fenerbahçe ile ilgili kısımlarını köşesine taşıdı. Bu mektupta Ömer Faruk Efendi, yıllar önce başkanlığını yaptığı Fenerbahçe Kulübü’nün o zamanki başkanı Faruk Ilgaz’dan bir mektup aldığını söylüyor, kulübün kendisini hatırlamasından duyduğu memnuniyeti anlatıyor ve gözyaşlarını tutamadığını yazıyordu.

    “Geçen gün postacı geldi ve büyükçe bir zarf uzattı. Üstünde canım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü görünce şaşırdım. Mektubu okuyunca büsbütün hayretlere düştüm. Kulübün yeni müdürü, eski başkanlarının resmini istiyor! Salonlarını süslemek için! Kırk küsur senedir böyle bir ilgi görmediğimden şaşırdım ve duygulandım. Gözlerimden yaşlar boşandı. Yeni ve eski birer fotoğrafımı, kulüp üyeleriyle çıkmış olan bir eski resmimi ve göstermiş oldukları ilgi dolayısıyla teşekkürlerimi yazdım ve gönderdim. Yeni reisin ismi de Faruk olduğundan, adaşlık sebebiyle bir sempati doğmuş olacak! Bana gönderdikleri kulübün ismi, işareti ve arkasına yazdıkları beni çok mütehassis etti: ’Kulüp erkanı, eski reislerine saygılarını sunarlar.’ Şimdi resim çerçevelenmiş halde yanımda duruyor…Ömer Faruk”

    Sorular

    Ömer Faruk Efendi nasıl bir kişiliğe sahipti?

    Ömer Faruk Efendi’nin kişiliğinde şüphesiz Babasının etkisi büyüktür. “Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını” olan Abdülmecid Efendi’nin oğlu ve şehzade ünvanıyla, Avrupa’da eğitim gören ilk hanedan üyesi olmuş, birden fazla yabancı dil öğrenmiştir. Özetle, Ömer Faruk Efendi, Osmanlı Modernleşmesinin hanedan içerisindeki en önemli temsilcisi sayılabilir.

    Ömer Faruk Efendi Milli Mücadele’ye karşı mıydı?

    Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele’ye karşı olduğunu söylemek elimizdeki belgelere ve kaynaklara göre imkansızdır. Anadolu’ya geçişi ile ilgili, kendisi ve Mustafa Kemal Paşa farklı sebepler ortaya koymuş olsa da, bu durum Ömer Faruk Efendi’nin ülkenin kurtuluşunu istemediği anlamına gelmemektedir. Babasının Sadrazam Damat Ferit’e ve Padişah Vahdettin’in Milli Mücadeleye olan tavrına getirdiği ağır eleştiriler göz önüne alındığında, iki tarafın ülkenin kurtuluşu için farklı yöntemler öngörmesi ihtimal dahilinde olsa da; bu, onun Milli Mücadeleye karşı olduğu göstermemektedir. Kendisini Anadolu’ya getiren Asım Gündüz’ün sonraki günlerde Milli Mücadele’nin önemli komutanlarından biri olacak olması ve Cumhuriyet’in ilanından sonra Genelkurmay 2. Başkanlığı yapması, bu değerlendirmeyi destekler niteliktedir.

    Mustafa Kemal Paşa’ya göre Milli Mücadele’nin yöntemi neydi?

    Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele yıllarında söylemleri farklı bakış açılarıyla değerlendirilmektedir. Bu söylemlerin ve Paşa’nın eylemlerinin tek hedefi şüphesiz ülkenin bağımsızlığını kazanmasıydı. Yakın çevresine Milli Mücadele’nin ilk günlerinde “Cumhuriyet” fikrini hayata geçireceğini paylaşmış olsa da, 620 yıldır bir hanedanın yönetimi altında yaşayan halka bu fikrini açmamıştır. Bağımsızlığın kazanılması için deha seviyesinde bir iç politika yürütmüş, kendi deyimiyle “uygulamayı evrelere ayırarak, hedefe varmıştır.” Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’un giriş kısmında yer alan ifadeleri yaptığım bu değerlendirmenin temel dayanağıdır:

    “Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına teca­vüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün millet­çe silahlı olarak karşı koymak ve onlarla mücadele eylemek gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini ve zorunluluklarını ilk günden ortaya koymak ve ifade etmek, elbette isabetli olamazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayır­mak ve vakalardan ve hadiselerden istifade ederek milletin hissiyat ve fi­kirlerini hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur.”

    Tarihi nasıl okumalıyız? Olaylara nasıl bakmalıyız?

    Şüphesiz tarihi olayların, farklı düşüncelere sahip, dünyaya başka pencerelerden bakan insanlar tarafından çeşitli şekillerde yorumlanması doğal karşılanmalıdır. Bu farklı değerlendirmeler ancak  tek bir şartla tarih yazımını değerli kılar. O da: “geçmişte yaşanmış olayları, meydana geldikleri dönemin şartlarına göre değerlendirerek” Anadolu topraklarında kurtuluş mücadelesi verilirken, iç isyanların bu mücadeleyi tehlikeye sokmaya başladığı günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın Veliaht Abdülmecid Efendi’yi Anadolu’ya davet etmesi onu “Saltanat yanlısı” yapmayacağı gibi, Osmanlı Şehzadesinin “Campidoglio” gemisinin gizli bir bölmesinde Anadolu’ya geçişi de onu “Milli Mücadele karşıtı” yapmaz.

    Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe Başkanlığı ne ifade etmektedir?

    Ömer Faruk Efendi, Fenerbahçe’nin fahri yani bugünkü anlamıyla onursal başkanlığını yürütmüş isimlerden biridir.  Kısaca Fahri Başkanlık, yönetsel değil simgesel bir makamdır. Her ne kadar bu makam “simgesel” olsa da, Fenerbahçe’nin, buhranlı geçen kuruluş günlerinin ardından, ilk önce İttihat ve Terakki’nin sonrasında da hanedanın dikkatini çekmesi, kulübün sportif olduğu kadar sosyal bir olgu da olduğunu göstermektedir. Nitekim Fenerbahçe faktörü Cumhuriyet’in ilanından sonra da ülkeyi yönetenler tarafından  dikkate alınmaya devam etmiştir. Fenerbahçe, Ömer Faruk Efendi’nin başkanlığı döneminde işgal yıllarının esir İstanbul’una moral kaynağı olmuş, bu dönemde yaşanan gerek maddi gerekse manevi sıkıntılara rağmen, Türk insanının kalbinde yer etmeye Ömer Faruk Efendi kulübün başkanıyken başlamıştır.

    Barış KENAROĞLU / Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

  • Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey

    Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey

    Okuyacağınız bu yazının konusu, eski bir Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey… Selanik’te başlayıp Paris-İstanbul-Berlin-Moskova-İzmir’de devam eden ve Ankara’da sonlanan hikayenin kahramanı; hakkında üç kez idam cezası verilmiş, Meşrutiyet döneminin baş aktörlerinden olan bir İttihatçı… Doktor Nazım Bey’in hikayesi ile karşınızdayız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yazının Öyküsü

    Kaleme aldığımız yazıların, yaptığımız araştırmaların hepsinin şüphesiz bir hazırlanış öyküsü var. İtiraf etmeliyiz ki hiçbirisi bu yazınınki kadar etkileyici değil.

    Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Tarihi’nin aydınlatılmaya en çok ihtiyaç duyulan meselelerinden biri olduğunu hepimiz biliyorduk. Bununla beraber “Atatürk’e suikast düzenleyen Fenerbahçe Başkanı” yalanının popülist spor tarihçiliği (daha doğrusu tarih denemeciliği) için tükenmez bir kaynak olması, konuyu aydınlatmamızın zorunluluğuna olan inancımızı da hep canlı tutuyordu. Fenerbahçe Tarihinde Doktor Nazım’ın varlığına ilişkin maddi bir kanıt bulmak için yaptığımız arşiv taramalarından sonuç alamamıştık.

    Doktor Nazım Bey’in adı Fenerbahçe resmi kayıtlarına Rüştü Dağlaroğlu’nun yazımı ile girmişti. Dağlaroğlu yayınladığı kurucular listesinde Doktor Nazım Bey’e yer vermiş, ancak meslek kısmını boş bırakmıştı. Fenerbahçe resmi kayıtlarında adının sadece başkanlar listesinde bir fotoğrafı ile yer alması dışında kulüpteki günleri hakkında hiçbir bilgiye sahip değildik. Bu durumda ikincil kaynaklara başvurduk.

    Doktor Nazım Bey hakkında 1988 yılında bir doktora tezi yazan Profesör Ahmet Eyicil’in satırlarında, 19 Nisan 1971 tarihinde Fenerbahçe Kulübü’ne Doktor Nazım Bey’in başkanlığına dair bilgi isteyen bir mektup yazdığına ve karşılığında Doktor Nazım Bey’in 1916 yılında Fenerbahçe’de başkanlık yaptığını doğrulayan bir mektup aldığına ilişkin bir dipnota rastladık.

    Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe başkanlığına ilişkin Soner Yalçın’ın 2004 yılında yayınlanan “Efendi” isimli kitabındaki detaylar ise konu hakkındaki kısıtlı bilgilerimizi giderecek nitelikte değildi. Soner Yalçın’ın kaynak göstermeden verdiği bilgiye göre; “Doktor Nazım, 1917 yılının Aralık 17’sinde oynanan ve Fenerbahçe’nin 2-3’lük yenilgisi ile sonuçlanan maçı İttihatspor Sahası’nda ‘Başkan’ olarak izlemişti” ve Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda oynanan bu maç öncesinde Doktor Nazım Bey, “cephede olan Fenerbahçe takımı oyuncularının maça yetiştirilmesi için çaba göstermişti.”

    Doğrulanmaya muhtaç olan bu bilgiler için maç kayıtlarına baktığımızda maçın yazılanın aksine 21 Aralık’ta oynandığı görülmekteydi. Başkan olduğuna dair verilen tarih ise, kulübün kayıtlarındaki 1916 yılı ile çelişmekteydi. Ayrıca maçın haberini yapan Tasvir-i Efkar gazetesinde maç ile ilgili bir çok detaya yer verilmesine rağmen Doktor Nazım Bey’in ismine rastlanmıyordu.

    Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey
    22 Aralık 1917 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde Fenerbahçe-Galatasaray maçının haberi

    Sürpriz Haber

    Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe’deki günlerine ulaşma çabalarımız belge ve kaynak yetersizliğine rağmen devam ederken, eş zamanlı olarak Fenerbahçe Anı Defteri üzerinde yaptığımız incelemelerde bir imza dikkatimizi çekti. İmzadaki ismin “Nazım” olduğuna emindik. İmza sahibinin Doktor Nazım Bey olma ihtimali karşısında çalışmaya başladık. İmzanın üzerindeki metnin çevirisini yaptıktan sonra, metni tarihlendirdik. İmzanın yanında tarih olmadığı için, önceki ve sonraki sayfalarda, metne en yakın tarihlerden bir aralık belirledik. “Nazım”, Fenerbahçe’yi  9 Nisan 1915 ile 23 Nisan 1915  tarihleri arasında ziyaret etmişti.

    Topladığımız bu verileri Doktor Nazım Bey’in evrakını elinde bulunduran çok kıymetli bir “büyüğümüze” ilettik ve imzanın Doktor Nazım Bey’e ait olup olmadığını sorduk. Kendisinden gelen cevap “Evet”ti. Gönderdiğimiz imza, Doktor Nazım Bey’in mektuplarının altındaki imza ile karşılaştırılmış ve eşleşmişti.

    Eşleşme haberinden sonra arşivlerde Doktor Nazım Bey’in el yazısının olduğu belgeleri aramaya devam ettik ve aradığımızı Taha Toros Arşivi’nde bulduk. Doktor Nazım Bey’in, 10 Mayıs 1907’de yazdığı mektuptaki el yazısı ve imza detaylarını Anı Defteri’ndeki yazısıyla karşılaştırıp, sözlü teyitten sonra maddi teyidi de yapmış olduk.

    Fenerbahçe’nin eski bir başkanının kulübün anı defterinde izini bulmamız, üstelik hakkında bu kadar az bilgi ve belgeye sahipken, Fenerbahçe Tarihi açısından çok önemli bir gelişme. Bu gelişmenin önemine dair yapacağımız vurguları yazımızın sonuna bırakarak, Doktor Nazım Bey’in hayatından satır başlarını aktarmaya başlıyoruz.

    Doktor Nazım Bey’in Ahmet Rıza Bey’e yazdığı mektup ve imzası

    Paris

    Nazım Bey, 1872 yılında Selânik’te doğdu. ilk eğitimini burada aldı. Önce Askeri Tıbbiye Lisesi’ne, ardından Mekteb-i Tıbbiye’ye girdi. Daha henüz öğrenciyken, İttihat Terakki’nin temelini oluşturan İttihad-ı Osmani Cemiyeti’ne üye oldu. Cemiyet içinde aktif görevler aldı ve 1893’te cemiyet tarafından Paris’e gönderildi. Öğrenimini tamamlamak için Sorbonne Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydoldu. Paris’teki İttihatçı gençleri bir araya toplamak amacıyla 1895’te Meşveret Gazetesi’ni yayınlayan kadronun içinde yer aldı. Abdülhamid yönetimini eleştirdi. Yazılarında muhalefetin örgütlenmesini savunan Doktor Nazım Bey, 1894’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Cemiyetin kadrolaşma ve teşkilatlanma görevini 1907’den itibaren üstlendi. Yurt içinde ve dışında yeni şubeler açılmasını sağladı. Bu çalışmalarından dolayı Doktor Nâzım Bey “vatan haini” ilan edilerek sonraki yıllarda 2 kez daha yüzleşeceği idam cezalarının ilki ile yüzleşti. İttihat Terakki’nin 27 Eylül 1907’de Selanik’te yaptığı ikinci kongresinden sonra kılık ve kimlik değiştirerek, gizlice İzmir’e geldi.

    İzmir’de Bir Teşkilatçı

    Doktor Nazım Bey ile İttihat Terakki Cemiyeti yöneticileri, Selanik’teki kongrede bir ihtilalin yapılmasına karar vermişlerdi. Abdülhamid’e karşı Meşrutiyeti yeniden ilan etmek için gerçekleştirilecek ihtilali o dönemde sadece İzmir Kolordusu önleyebilirdi. Doktor Nazım Bey İzmir Kolordusu subaylarını cemiyete üye yapmaya ve onların yardımı almaya çalıştı. İzmir’de çeşitli yerlerde toplantılar düzenleyip kadrolaşmayı sağladı. Sadece İzmir’de değil Ege Bölgesinin tamamında özellikle Aydın ve Denizli’de tanınmış kişileri cemiyete üye olarak kazandırdı.

    Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey
    Meşveret gazetesi… En altta “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin vasıta-i neşriyatıdır” yazılı.

    Meşrutiyet’in Yeniden İlanı

    Meşrutiyet yeniden ilan edildiğinde Doktor Nazım Bey İzmir’deydi. Onun faaliyetleri sayesinde, İzmir Kolordusu askerleri Meşrutiyet’e karşı harekette bulunmamışlardı. Hatta Selanik’e gönderilen İzmir Kolordusu’nun ilk taburları rıhtıma çıkınca silahlarını bırakıp göğüslerine hürriyet işaretlerini takarak Hürriyet hareketine katılmışlardı. Doktor Nazım Bey, Meşrutiyet’in yeniden ilanını haber alır almaz Selânik’e gitti ve bir süre orada kaldıktan sonra 27 Temmuz 1908’de İzmir’e döndü. İzmir’e dönüşünde halkın söylediği “yaşasın hürriyet” tezahüratlarıyla karşılandı. 

    Katib-i Umumilik ve Esaret

    İttihat Terakki yapılanmasının en önemli görevi olan ve günümüzde “genel sekreterlik” olarak tanımlanan Katib-i Umumilik görevini 3 Temmuz 1909 – 23 Temmuz 1910 tarihleri arasında sürdürdü. 1908-1918 yılları arasında da cemiyette Merkez-i Umumi üyesi olarak yer aldı. Bu görevlerde bulunduğu sırada Avrupa’ya öğrenciler gönderdi. Balkan Savaşı esnasında Kızılay  Hastahanesi Başhekimliği yaptı. Selanik işgal edilince Yunanlılar’a esir düştü ve Atina’da 11 ay hapsedildi. I. Dünya Savaşı’ndan birkaç ay önce esaretten kurtularak İstanbul’a geldi.

    Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey
    Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesi, üzerinde “Kanun-i Esasi (Anayasa)” yazan bayraklarla kutlanıyor

    Sonun Başlangıcı

    Doktor Nazım Bey, I. Dünya Savaşı sırasında askere gitmek istediyse de arkadaşları tarafından İttihat Terakki’nin Merkez-i Umumi üyeliği görevinde kalması daha uygun bulundu. Savaş esnasında Talat Paşa’nın ısrarı ile 21 Temmuz 1918’de Eğitim Bakanlığı görevini üstlendi. Üç ay süren bu görevi sırasında devlet malını titizlikle koruduğu, hatta şahsına ayrılan makam arabasına bile binmediği dönemin tanıklarının anılarında yer almaktadır. Savaşın kaybedilmesi ile birlikte önde gelen diğer İttihatçılarla beraber İstanbul’dan ayrıldı ve 1 Kasım 1918 gecesi bir Alman torpidosuyla Sivastopol’a, oradan da Berlin’e gitti. İttihat Terakki’nin ilk yargılanması olan 5 Temmuz 1919 tarihli duruşma sonucunda Divan-ı Harb-i Örfi tarafından idam cezasına çarptırıldı. Bu onun için verilen 2.idam kararıydı.

    Berlin-Moskova

    Doktor Nazım Bey, Berlin’de iken İngiliz ve Fransızlar karşısında ezilen müslüman milletlerin haklarını korumak için “İslam İhtilalleri Cemiyeti”nin kurulması çalışmalarına katıldı. Halklarının çoğunluğu müslüman olan devletlere mektuplar, bildiriler gönderdi. Enver Paşa’nın esir düştüğünü öğrenince onu kurtarmak amacıyla Moskova’ya gitti. Hapisten çıkarılmasını sağladıktan sonra tekrar Berlin’e döndü.

    Berlin’de müslüman milletlerin lehinde propaganda yapmak amacıyla bir büro açtı. Burada yaptığı çalışmalarda Anadolu’da devam eden Milli Mücadele tarafında yer aldı. İttihatçıların Milli Mücadele’ye katkı sağlayacaklarını belirterek, ülkeye dönüşlerine izin verilmesini yazdığı bir mektup ile Mustafa Kemal Paşa’dan istedi, ancak cevap alamadı.

    1921’de tekrar Moskova’ya gitti. Enver Paşa’nın yanında kalarak onun Anadolu’ya geçerek Mustafa Kemal Paşa’ya muhalif bir pozisyon almasını engellediği bazı kaynaklarda yer aldı. Berlin’deyken Ermeni katliamıyla suçlanan İttihatçı arkadaşı Bahaeddin Şakir’in 1922’de bir suikast sonucu öldürülmesi ile hayatı hakkında endişelenmeye başladı. Milli Mücadele’nin başarıyla sonlanmasının ardından siyasete karışmaması şartıyla İzmir’e geldi. İzmir’de yaşamını sürdüren Doktor Nazım Bey’in hayatı Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından verilen idam cezasının uygulanması ile 1926’da Ankara’da son buldu.

    Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey
    İstanbul’un işgalinden sonra Malta’ya sürgüne gönderilenler arasında elbette İttihatçılar çoğunluktaydı.

    Mustafa Kemal Paşa – Doktor Nazım İlişkisi

    Suikast Girişimi Davası yargılamaları ile ilgili değerlendirmelerimize başlamadan önce, Doktor Nazım Bey’in Mustafa Kemal Paşa ile ilişkisine yer vermenin doğru olacağını düşünüyoruz. Öncelikle Doktor Nazım Bey’in Fransız devlet yönetim sistemini benimsediğini, “laik ve demokratik” bir anlayışa sahip olduğunu söylemeliyiz. Bu yönüyle Mustafa Kemal Paşa ile paralel bir düşünce yapısındaydı. Doktor Nazım Bey ile Mustafa Kemal Paşa’nın hayatı Çanakkale Savaşları’ndan sonra Mustafa Kemal Bey’in terfi meselesinde kesişti. Profesör Ahmet Eyicil, savaştan hemen sonra İttihat Terakki Merkez-i Umumi toplantısında gerçekleşen terfi tartışmasında yaşananları şöyle özetlemiştir:

    “Doktor Nazım, Talat Paşa’ya Mustafa Kemal’in terfi meselesinin neden uzadığını sordu. Talat Paşa, terfi işinin Enver Paşa’ya ait olduğunu söyledi. Bu defa Doktor Nazım öfkeyle aynı soruyu Enver Paşa’ya sordu. Enver Paşa onun daha fazla konuşmasına fırsat vermeden “işin bana ait olan kısmı bitmiştir. Padişaha arz olundu. Bugün yarın Mustafa Kemal Bey generalliğe terfi etmiş olacaktır” dedi. Bu cevap üzerine Doktor Nazım Bey ayağa kalkarak Enver Paşa’yı kucakladı ve yanaklarından öptü.”

    Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey, İttihat Terakki’ye 1908 yılından sonra Trablusgarp delegesi olarak katılmıştı. Cemiyetin bir üyesi olsa da yöntem olarak ordunun siyasetten ayrılmasını savunan Mustafa Kemal, askeri gücün ve uygulamaların hayli etkin olduğu bu oluşumun içinde aktif olarak yer almamıştı. İsmet İnönü “Hatıralar” adlı kitabında Mustafa Kemal – İttihat Terakki ilişkisi için şunları yazmıştır: “Mustafa Kemal İttihatçıları her dönem tehlikeli bulmuştu. Onlarla ilişkilerinde ihtiyatlı davranmaya dikkat etmişti. Kısacası Mustafa Kemal Paşa, İttihat Terakki’yi çok iyi biliyor ve tanıyordu”

    Mustafa Kemal Atatürk, Yüzbaşı rütbesiyle…

    Suikast Girişimine Giden Yol

    Osmanlı’nın son yıllarında gerçekleşen olaylar ve İttihat Terakki’nin idaresi altında olan devletin I.Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla Türkiye bir yönetim boşluğuna düştü. Ülke fiilen işgal altındaydı. Mustafa Kemal Paşa, işgal dönemindeki yönetim boşluğunu Milli Mücadele’yi örgütleyerek doldurdu. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra, Cumhuriyet 1923 yılında ilan edildi. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı oldu.

    Gazi Mustafa Kemal Paşa, yukarıda da belirttiğimiz gibi demokratik ve laik bir devlet sistemine inanıyordu. Gerek imparatorluk mirasından gerekse yerleşmiş geleneklerden kaynaklanan zorluklara rağmen “Türk Devrimi” uygulamaya konuldu. Türk milletinin, sosyal ve siyasal alanlarda çağın gereklerine uygun bir sistem içerisinde yaşaması ideali Cumhuriyet ile birlikte hedef olarak belirlenmişt. Şüphesiz bu dönem muhalif düşünceler de ortaya çıktı. Özellikle laiklik ilkesinin devlet sistemine hakim olması gelenekçi askerler ve siyasetçilerin rahatsızlığına neden oluyordu. Devrim faaliyetlerinin başlaması sonucunda birkaç sene önce yitip giden bir milletin, üstelik dünyanın en önemli coğrafyalarından birinde, tekrar ayağa kalkması, yabancı devletlerin müdahalesini de geciktirmedi. Şeyh Sait İsyanı bu müdahaleye örnek bir olay olarak tarihe geçti.

    Mustafa Kemal Paşa, devrim kanunlarını çıkartırken Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kozmopolit yapısı dolayısıyla sıkıntı yaşıyor, muhalif cephe Kurtuluş Savaşı’nın diğer paşaları etrafında birleşiyordu. Profesör Tarık Zafer Tunaya, bu dönemi en iyi ifade eden değerlendirmeyi “Gerginliğini kaybetmeyen siyasal hava” şeklinde yapmıştır. Özellikle İstanbul Basınının Ankara’ya olan eleştirilerinin sürekli hale gelmesi havayı daha da gerginleştiriyordu. Bu siyasi hava içerisinde genç cumhuriyetin ilk muhalefet partisi kuruldu. 1924 Yılı Kasım ayında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile muhalefet tek çatı altında örgütlenmeye başladı. Ancak partinin ömrü kısa oldu ve Şeyh Sait isyanı sonrasında Haziran 1925’te kapatıldı.

    İzmir İstiklal Mahkemesi

    Bu siyasi gerginlik içerisinde, aralarında bazı milletvekillerinin ve eski İttihatçıların da olduğu kişiler Mustafa Kemal Paşa’ya suikast planladılar. İzmir’de yapılacak suikast öncesinde yapılan bir ihbar sonucu suikast olayı bir girişim olarak kaldı. Olağanüstü bir yargı organı olan ve aldığı kararların temyize götürülemeyeceği İstiklal Mahkemesi İzmir’de kurularak 15 kişinin idamına karar verdi. Aralarında Kazım Karabekir, Ali Fuat, ve Refet Paşaların da olduğu 24 kişi ise beraat etti.

    Ankara İstiklal Mahkemesi ve Tasfiye

    Suikasti planlayanları ve eylemi gerçekleştirecek olanları İzmir’de cezalandıran mahkeme, Ankara’da siyasi yargılama yapmaya karar verdi. Bu defa suikast ile ilişkisi olmayan ancak yeni rejim için tehlikeli olduğu düşünülen eski ve önemli İttihatçılar yargılanacaktı. Bu bağlamda İzmir’de tutuklanan Doktor Nazım Bey de Ankara’ya götürüldü. Muhalefetin varlığından güç alanların, suikastı gerçekleştirmeye fırsat bulamadan yakalanıp cezalandırılmaları, siyasal ortamın yeniden şekillendirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarmıştı.

    Profesör Vahdettin Engin ve Profesör Tarık Zafer Tunaya’nın “Hesaplaşma”, Erol Şadi Erdinç’in “Tasfiye” olarak tanımladığı davada; Doktor Nazım Bey, Cavit Bey gibi önemli İttihatçılar yargılandı.

    Bugün TBMM arşivinde yer alan duruşma tutanaklarında da görüleceği üzere, sanıklara suikast ile ilgili bir tek soru bile sorulmadı. İttihat Terakki’nin faaliyetleri yargılanıyor, sanıklara siyasi hayatları üzerinden sorular soruluyordu. Dönem Basını bu yargılamalar sürerken “İttihat Terakki Belasından Kurtuluş manşetleri atıyordu.

    Profesör Tarık Zafer Tunaya, tutanaklara dayanarak yaptığı değerlendirmede, “mahkeme heyetinin tarihsel bilgi ve belgeye sahip olmadığını” belirtir. Ona göre; “yargılayanlar, yargılananlara kişisel anılarına ve rivayetlere dayalı sorular sormuşlardı”

    Erol Şadi Erdinç, Cavit Bey’in çok parlak bir savunma yapması üzerine, Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya’nın “Ben seni şimdi asmayayım da ne yapayım?” demesini aktarır. Bu anektod mahkemenin yapısını ortaya koyan önemli bir örnektir.

    Profesör Vahdettin Engin; “Kimin suçlu kimin suçsuz olduğu konusunda çok hassas davranılmadı” değerlendirmesiyle yukarıdaki yargıları desteklemektedir.

    Sanıkların avukat tutmasına izin verilmeyen yargılamalar idam ile sonuçlandı ve aralarında Doktor Nazım Bey, Cavit Bey gibi İttihatçıların olduğu 4 kişi idam cezasına çarptırılırken 8 kişi de hapis cezası aldı. Doktor Nazım Bey  “Fesh olmuş bir partiyi (İttihat Terakki) yeniden canlandırmak için propaganda yapmak” suçundan 26 Ağustos 1926 gecesi idam edildi.  Son sözleri: “Efendiler, bu mesele ile katiyen alakam yoktur. Kusurum yoktur” oldu.

    Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey
    Ankara İstiklal Mahkemesi’nin Doktor Nazım Bey’i yargıladığı zabıtların başlangıç sayfası

    “Günahsız Arkadaşlar”

    Ankara İstiklal Mahkemesi’nin yargılamaları sonucunda ülkede muhalefetin etkinliği kalmamış oldu. Cumhuriyet rejimi devrimi yerleştirmek için gerekli siyasi ortamı böylece yakaladı. Falih Rıfkı Atay bu durumu şöyle açıklamıştır: “Yeni rejimin otoritesi İzmir ve Ankara sehpalarının üzerine tutundu. Mustafa Kemal Paşa’ya başladığı devrimi tamamlama fırsatını verdi.”

    Bunlarla beraber Profesör Vahdettin Engin’in aşağıdaki satırlarının, bu meselenin olası sonuçları hakkında en isabetli değerlendirme olduğunu söyleyebiliriz: “Suikast girişiminin başarılı bir istihbarat faaliyeti ile sonuçsuz kalması ülke için şans olmuştur. Eğer başarılı olsaydı, kaos ortamına girilir, iktidarı ele geçiren kadrolar ülkeyi felakete sürüklerdi”

    Ankara İstiklal Mahkemesinin verdiği idam kararları özellikle Doktor Nazım ve Cavit Beyler özelinde dönem üzerinde araştırma yapan tarihçilerin tamamı tarafından haksız olarak nitelendirilmektedir.

    Uğur Mumcu, “Gazi Paşa’ya Suikast” kitabında “Doktor Nazım ve Cavit Bey gibi İttihatçılar suikast ile uzaktan yakından bir ilgileri olmamalarına karşın ölüm cezasına çarptırılmışlardır.” değerlendirmesinde bulunur.

    Falih Rıfkı Atay, 1968 yılında yayınladığı “Çankaya” adlı kitabında  “Cavit ve arkadaşlarının suikastçı olamayacaklarını biliyorduk. Günahsız arkadaşların ölümden kurtulamamış olmalarına hala vicdanım yanar” demektedir.

    İzmir İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp beraat eden Kazım Karabekir Paşa’ya göre ise: “Her inkılapta olduğu gibi, ilk zamanda birlikte çalışanlar, maksat hasıl olduktan sonra or­taya çıkan parazitler yüzünden bu birliği kaybederler.”

    Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey
    Doktor Nazım Bey Ankara İstiklal Mahkemesi’nde

    Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey

    Doktor Nazım Bey’in idam ile sonuçlanan yaşam öyküsü iniş çıkışlarla doludur. Cinayete kurban giden babasının yokluğunda öğrenimini tamamlamış ve Jön Türk fikirlerini benimseyerek iyi bir teşkilatçı olarak Osmanlı’nın son dönemine hükmeden İttihat Terakki’nin en etkili isimlerinden biri olmuştu. Doktor Nazım Bey, siyasi hayatı boyunca 1918’de getirildiği Eğitim Bakanlığı dışında hiçbir memuriyeti kabul etmemişti. Bu görevi de Talat Paşa’nın yoğun ısrarları sonucu kabul ettiği dönemi inceleyen tüm kaynaklarda ve mahkemedeki ifadesinde yer almaktadır.

    Siyasi hayatının satırbaşları ve yargılanmasının detaylarından sonra Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey için değerlendirmelerimize başlayabiliriz.

    Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Başkanı olmasını, ülkenin savaşta olduğu yıllarda yürütülen bir siyasi faaliyetin, teşkilatçılığın bir sonucu olarak açıklamak mümkündür. Kendisinden önceki Başkan Hamit Hüsnü Kayacan’ın İttihatçı arkadaşı Doktor Nazım Bey’i kulübe kazandırdığı açıktır. Gençlerle iyi anlaşan, öğretici bir karakterinin olması bu siyasi faaliyeti yürütmesine şüphesiz etki etmiştir.

    Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey
    15 Mayıs 1330 (1914) tarihli İdman dergisinde Hamit Hüsnü Kayacan (soldan ikinci) : Kadıköyü’nde Union Club’de Donanma menfaatine icra olunan idman müsabakalarında Bahriye Nazırı Cemal Paşa hazretleri ve sair zevât-ı kiram mükâfat tevzi ederler iken…

    Doktor Nazım Bey’i Fenerbahçe Tarihi’ne yazarak “mazinde bir tarih yatar” sözünü adeta ispat eden Rüştü Dağlaroğlu’nun verdiği bilgiye göre bir yıldan az bir süre başkanlık yapmıştır. Başkanlık dönemi ile ilgili herhangi bir faaliyette, maçta ya da olayda ismine rastlamadığımız Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Spor Kulübü’ndeki tek izini bulmanın gururu ile, yazımızın başında bahsettiğimiz Anı Defteri’ndeki yazısını ve imzasını yayınlıyoruz. Çalışmalarımız ve umudumuz bu dönem için daha fazla bilgi ve belge bulmak üzerinedir. Doktor Nazım Bey, henüz başkan değilken Fenerbahçe’yi 9 Nisan 1915 ile 23 Nisan 1915 tarihleri arasında bir tarihte ziyaret etmiş ve Anı Defterine şu satırları kaydetmişti:

    Fenerbahçe Başkanı Doktor Nazım Bey
    Doktor Nazım Bey’in Fenerbahçe Spor Kulübü Hatıra Defteri’ndeki yazısı.

    “Memleketimizde spor oyunlarının …… edildiği (azaldığı) bir zamana tesadüf ettiğine müteessifim” 

    Nazım

    Bu satırlarında Doktor Nazım Bey, kulübü ziyaret ettiği sırada savaş dolayısıyla ülkede spor oyunlarının sık yapılamadığı için üzüntüsünü belirtmiştir. Ziyaretin gerçekleştiği dönemde, 2 Temmuz 1915 – 24 Aralık 1915 tarihleri arasında, Fenerbahçe futbol takımının sadece 6 maç yaptığı kayıtlıdır. Böylece Doktor Nazım Bey’in sık maç yapılamadığı için duyduğu üzüntüyü anı defterine kaydettiği ziyaret, maç kayıtları tarafından da doğrulanmıştır.

    Zenginlik…

    Yazdıkları gayrimeşru satırlarda; gerçekleri, cehaletin karanlığını beslemek için kurban eden tarih bezirganlarının kafalarını, yaptığımız her yayın ile birlikte, gömdükleri çukurlardan bir daha çıkarmamaları için son söz olarak şunu söylüyoruz: Tarih yazmaya çalışırken yaptığınız kasıtlı “Anakronik” hatalardan kaynaklanan  “Doktor Nazım, Atatürk’e suikast düzenlediği için idam edildi” yalanınız bu yazıyla beraber yok olmuştur.

    Bugün, ona atfedilen suç ile ilgisi olmadığı ortaya çıkmış olsa da, kısa bir süre başkanlığını yaptığı Fenerbahçe’ye olan nefretlerini onun üzerinden kusacaklara karşı, Doktor Nazım Bey’in hikayesinin gerçekleri yukarıda yazılıdır. Doktor Nazım Bey; siyasi faaliyetleri, hayatının dönemeçlerinde aldığı kararlar bir yana Fenerbahçe Tarihi’nin bir zenginliğidir. 110 Yaşındaki küçücük bir defterde onun imzası ile Mustafa Kemal Paşa’nın imzası arasında sadece bir yaprak vardır. Fenerbahçe’yi seven ziyaretçileri; Meclis-i Mebusan üyelerinden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin milletvekillerine, Saltanatı İstanbul’dan çıkarmaya gelen Refet Paşa’dan, o saltanatın üyelerinden olan Şehzade Ömer Faruk ve Şehzade Osman Fuat Efendilere uzanan büyük bir topluluktur. Çağı aşan bu zenginlik; farklı düşünen, hayata farklı bakan kişilerin ortak paydası olarak Fenerbahçe’nin gururudur.

    *Doktor Nazım Bey ve İzmir Suikast Girişimi ile ilgili çalışmalarıyla ufkumuzu açan; başta artık aramızda olmayan Erol Şadi Erdinç, Uğur Mumcu, Tarık Zafer Tunaya, Falih Rıfkı Atay ve Kazım Karabekir olmak üzere; sayın Murat Bardakçı, Prof. Dr. Erhan Afyoncu, Prof. Dr. Vahdettin Engin ve Prof. Dr. Ahmet Eyicil’e saygı ve minnetle…

    Barış KENAROĞLU

  • Yalan Tarihin Mumu Yatsıya Kadar…

    Belki hatırlarsınız; bundan birkaç ay evvel, tarihi işine geldiği gibi eğip bükmeye çalışan birileri “Türk futbol tarihinin ilk dönemlerinde hiç bir spor olayı, bu kupa (Gazi Büstü) organizasyonundan başka gazetelerin 1. Sayfasında yer almamıştır. Gazetelerin 1. Sayfalarına manşet olabilen tek spor olayıdır” diye iddialı bir beyanda bulunmuşlardı. Aynı floodda bir de Murat Bardakçı’nın 28 Şubat 2018 tarihli yazısında “şaibeli” dediği bir evrak paylaşmışlardı.

    Türk futbol tarihinin başlangıç senelerinde birçok manşetin atıldığı ve Fenerbahçe’nin bu manşetlerde rakiplerinden kat kat fazla sayıda yer aldığı zaten sabit. Fakat güzel bir tesadüf, Mayıs 1977 tarihli (Aylık Fikir ve Sanat Dergisi) Türk Edebiyatı mecmuasında Malik Aksel imzalı “Acı Patlıcan Vakası” başlıklı yazısında karşımıza çıktı. Yazının tamamını en alta dosya bir galeri olarak koyduk. Aşağıdaki metinse başlangıç ve bizi ilgilendiren kısım.

    Malik Bey merhum, 43 yıl öncesinden küçük bir anektodla, birilerinin yalanını yüzlerine vurmuş.


    * * * * * *

    Bir vakitler, Cumhuriyetten önce okuma yazma bilenlere fazla soru sorulmadan ilk okullarda hocalık veriliyordu. Selim Mansur İstanbul’da maarif müdürlüğüne uğrayarak bir öğretmenlik istiyor. Maarif mümeyyizi, adından koyu bir müslüman olacağını tahmin ettiği bu zata (Kur’ân-ı Kerîm) hocalığı teklif eder. Selim Mansur da:
    – Efendim ben Dürzüyüm, cevabını verince mümeyyiz şaşırır.
    – Estağfurullah! diyerek ona tuhaf tuhaf bakar, ne söyleyeceğini şaşırır. Bu arada Selim Mansur (Arapça bilirim, Kur’ân da okutabilirim ama okutmam caiz değildir. Çünkü ben müslüman değilim. Cebel-i Dürz’de de doğdum, oralıyım, yâni Beyrut’a yakın) diye açıklamada bulunur.

    Bu olaydan bir zaman sonra arkadaşı Faik Sabri ile birlikte Paris’e Sorbon Üniversitesi’ne girer. Coğrafya tahsili yapar. Bir ara yine beraber İstanbul Öğretmen Okulu’na hoca olurlar. Faik Sabri coğrafya, harita buna benzer işlerden sonra türlü incelemelerde bulunmuştur, hatta ilmî edebî eserler yazmıştır.

    Selim Mansur ise sınıfta ne okutacaksa çantasından çıkardığı defteri açar, okur gibi buradan söyleyeceklerini söyler. Aradan bir hafta geçince bu dersi bir öğrenciye sorar. Bu öğrenci kem kümledi mi “Git yerine, sıfır!” der, bunu da not defterine yazar, öğrenciye de bir hayli çıkışırdı. Bu öğretmenden beş numara almak, hele altı yedi numara büyük bir talih işidir. Büyük başarıdır.

    Bir gün, bir öğrenciyi tahtaya kaldırır, adeti olduğu üzere adını, geldiği yeri sorar. Bu öğrenci Bağdat’tan (takabil?) ile geldiğini söyleyince Selim Mansur bundan bir şey anlamaz, tekrar sorar yine “Bağdat’tan takabil ile geldim” diye sözünü tekrarlar. Öğretmen buna bir mânâ veremiyor takabil, takabil diye kendi kendine söylenir. Bu sözden bir sonuç çıkaramayınca tebeşirle tahtaya resmini yaptırır. Öğrenci güçlükle bir şeyler çizer.

    Selim Mansur neden sonra bunun dekovil olduğunu anlar. Ondan sonra bu öğrencinin adı takobil olmuştur. Takobil aşağı, takobil yukarı. Asıl adı nüfus kağıdında kalmıştır. Öğretmen derse geldi mi, daha iskemleye oturmadan, ders başlamadan bu öğrenciyi derse kaldırır:

    – Takobil uyuma, kalk taktaya (tahtaya) der. Bu öğretmen de bir türlü tahta diyemiyor.. Arkadan da (Anlat bakalım Bağdat’tan nasıl geldin!) Öğrencinin yine bir türlü dili dönmüyor, yine takobil ile geldik diyor, diyor ama yine sıfırı alıyor, yerine oturuyor. Bir yıl bu iş böyle sürdükten sonra dekovil diyemeden sınıf dönüyor.

    O sırada meşhur Fenerbahçeli futbolcu Alaaddin de bu sınıftadır. Gazetelerin baş tarafında büyük harflerle adı geçiyor. Zamanın gol kralı Alaaddin, evi de mektebe yakın ama geç kalmayı adet edinmiş. Hoca : (Ulan nerede feneri söndürdün) der, Alaaddin hafifçe gülümser, özür diler ama öğretmen ona fazla bir şey söylemez. O devirde başvekili pek az kimse tanırken, onu bütün Kadıköy, hatta İstanbul bilirdi, tanırdı. Ona fazla takılmazdı. Onun şöhreti Selim Mansur’un onunla alay etmesine engel oluyordu.

  • Yalan Tarihin Mumu Yatsıya Kadar

    Yalan Tarihin Mumu Yatsıya Kadar

    Belki hatırlarsınız; bundan birkaç ay evvel, tarihi işine geldiği gibi eğip bükmeye çalışan birileri “Türk futbol tarihinin ilk dönemlerinde hiç bir spor olayı, bu kupa (Gazi Büstü) organizasyonundan başka gazetelerin 1. Sayfasında yer almamıştır. Gazetelerin 1. Sayfalarına manşet olabilen tek spor olayıdır” diye iddialı bir beyanda bulunmuşlardı. Aynı floodda bir de Murat Bardakçı’nın 28 Şubat 2018 tarihli yazısında “şaibeli” dediği bir evrak paylaşmışlardı. Yalan tarihin mumu yatsıya kadar yandı.

    Türk futbol tarihinin başlangıç senelerinde birçok manşetin atıldığı ve Fenerbahçe’nin bu manşetlerde rakiplerinden kat kat fazla sayıda yer aldığı zaten sabit. Fakat güzel bir tesadüf, Mayıs 1977 tarihli (Aylık Fikir ve Sanat Dergisi) Türk Edebiyatı mecmuasında Malik Aksel imzalı “Acı Patlıcan Vakası” başlıklı yazısında karşımıza çıktı. Yazının tamamını en alta dosya bir galeri olarak koyduk. Aşağıdaki metinse başlangıç ve bizi ilgilendiren kısım.

    Malik Bey merhum, 43 yıl öncesinden küçük bir anektodla, birilerinin yalanını yüzlerine vurmuş.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Acı Patlıcan Vakası

    Bir vakitler, Cumhuriyetten önce okuma yazma bilenlere fazla soru sorulmadan ilk okullarda hocalık veriliyordu. Selim Mansur İstanbul’da maarif müdürlüğüne uğrayarak bir öğretmenlik istiyor. Maarif mümeyyizi, adından koyu bir müslüman olacağını tahmin ettiği bu zata (Kur’ân-ı Kerîm) hocalığı teklif eder. Selim Mansur da:
    – Efendim ben Dürzüyüm, cevabını verince mümeyyiz şaşırır.
    – Estağfurullah! diyerek ona tuhaf tuhaf bakar, ne söyleyeceğini şaşırır. Bu arada Selim Mansur (Arapça bilirim, Kur’ân da okutabilirim ama okutmam caiz değildir. Çünkü ben müslüman değilim. Cebel-i Dürz’de de doğdum, oralıyım, yâni Beyrut’a yakın) diye açıklamada bulunur.

    Bu olaydan bir zaman sonra arkadaşı Faik Sabri ile birlikte Paris’e Sorbon Üniversitesi’ne girer. Coğrafya tahsili yapar. Bir ara yine beraber İstanbul Öğretmen Okulu’na hoca olurlar. Faik Sabri coğrafya, harita buna benzer işlerden sonra türlü incelemelerde bulunmuştur, hatta ilmî edebî eserler yazmıştır.

    Selim Mansur ise sınıfta ne okutacaksa çantasından çıkardığı defteri açar, okur gibi buradan söyleyeceklerini söyler. Aradan bir hafta geçince bu dersi bir öğrenciye sorar. Bu öğrenci kem kümledi mi “Git yerine, sıfır!” der, bunu da not defterine yazar, öğrenciye de bir hayli çıkışırdı. Bu öğretmenden beş numara almak, hele altı yedi numara büyük bir talih işidir. Büyük başarıdır.

    Bir Mektep Hatırası ve Gazetelerin Birinci Sayfası

    Bir gün, bir öğrenciyi tahtaya kaldırır, adeti olduğu üzere adını, geldiği yeri sorar. Bu öğrenci Bağdat’tan (takabil?) ile geldiğini söyleyince Selim Mansur bundan bir şey anlamaz, tekrar sorar yine “Bağdat’tan takabil ile geldim” diye sözünü tekrarlar. Öğretmen buna bir mânâ veremiyor takabil, takabil diye kendi kendine söylenir. Bu sözden bir sonuç çıkaramayınca tebeşirle tahtaya resmini yaptırır. Öğrenci güçlükle bir şeyler çizer.

    Selim Mansur neden sonra bunun dekovil olduğunu anlar. Ondan sonra bu öğrencinin adı takobil olmuştur. Takobil aşağı, takobil yukarı. Asıl adı nüfus kağıdında kalmıştır. Öğretmen derse geldi mi, daha iskemleye oturmadan, ders başlamadan bu öğrenciyi derse kaldırır:

    – Takobil uyuma, kalk taktaya (tahtaya) der. Bu öğretmen de bir türlü tahta diyemiyor.. Arkadan da (Anlat bakalım Bağdat’tan nasıl geldin!) Öğrencinin yine bir türlü dili dönmüyor, yine takobil ile geldik diyor, diyor ama yine sıfırı alıyor, yerine oturuyor. Bir yıl bu iş böyle sürdükten sonra dekovil diyemeden sınıf dönüyor.

    O sırada meşhur Fenerbahçeli futbolcu Alaaddin de bu sınıftadır. Gazetelerin baş tarafında büyük harflerle adı geçiyor. Zamanın gol kralı Alaaddin, evi de mektebe yakın ama geç kalmayı adet edinmiş. Hoca : (Ulan nerede feneri söndürdün) der, Alaaddin hafifçe gülümser, özür diler ama öğretmen ona fazla bir şey söylemez. O devirde başvekili pek az kimse tanırken, onu bütün Kadıköy, hatta İstanbul bilirdi, tanırdı. Ona fazla takılmazdı. Onun şöhreti Selim Mansur’un onunla alay etmesine engel oluyordu.