Etiket: Neriman Tekil

  • Eşref Aydın Röportajı

    Eşref Aydın Röportajı

    Kıymetli büyüğümüz Sibel Kurt, yıllar boyunca Fenerbahçe resmî dergisinde yaptığı röportajları kendi web sitesinde (SibelKurt.org) topladı. Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, yine müthiş bir Eşref Aydın röportajı ile karşınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Yorulmaz Türk

    Fenerbahçe’de bir tarih yatıyor derken, büyük isimlerden birisi olarak sizinle röportaj yapabilme olanağı bulmak bizim için büyük şeref. Tam 70 sene Fenerbahçe’ye hizmet verdiniz. Ve hala hizmet vermeye devam ediyorsunuz. Kaç doğumlusunuz Eşref Bey? 

    13 Eylül 1919, Çorum doğumluyum. 

    Geçmişe yapacağımız bu uzun yolculuktan önce, nasıl Fenerbahçeli olduğunuzu öğrenebilir miyiz? 

    1927 yıllarıydı. Samsun’da ilkokulumu okuyorum. O zamanlar Samsun’da iki takım ön plandaydı. Biri Fenerbahçe diğeri ise Samsun İdmanyurdu. Biz Fenerbahçe’ye yakındık. Ben sarı laciverdi seviyordum. O yıllarda Fenerbahçe ve Galatasaray daha fazla revaçta idi, Beşiktaş fazla ön planda değildi.

    Spor hayatınız nasıl ve ne zaman başladı? 

    Benim spor hayatım 1935-1936 yıllarında başladı. İstanbul Erkek Lisesi’nde okuyordum. O yıllarda güreş yapardım, Kadırga’da da top oynardım.

    Atletizm yarışı vardı. Tesadüfen Cem Atabeyoğlu ile yarışları izliyorduk, birbirimize laf attık “Hadi pehlivan sen de gir bunların arasına” diye, girerdin girmezdin derken girdik, 3 turluk bir yarışmaydı, birinci tur ikinci tur derken, ben koştum ve farkla birinci oldum. Herkes ayağa kalktı. Bana gelip övgüler yağdırdılar; “Sen atlet olmuşsun” dediler. Atletizm ne demek daha onu bilmiyordum o zamanlar.

    “Neden bu kadar büyüttünüz?” diye sordum.

    “Yaa sen milli atleti de geçtin” dediler.

    Meğer orada milli bir atlet varmış. Onu da geçmişim.

    Federasyon başkanı İhsan İpekçi varmış o sırada orada. İhsan Bey “Burada bir çocuk var, kapın bunu” demiş.

    Sinemaya çok merakım vardı. Beyoğlu’na gider 8 saat film izlerdim. Galatasaray bana eğer onlar için yarışırsam bedava sinema kartı vereceklerini söylemişti. Çok sevinmiştim. Fakat kulübe girdiğimde; orada monşerler, Fransızca konuşmalar falan bana çok soğuk geldi. Kendimi uzayda gibi hissettim. Üç ay dayanabildim.

    Bu arada beden hocam rahmetli Neriman Tekil’le de gidip geliyoruz, Fenerbahçe’de atletti. O dönemler Fenerbahçe’nin forma ya da papuç bile alacak parası yok.

    1939’da Neriman Tekil beni aldı, Fenerbahçe Spor Kulübü’ne getirdi, “Aman burada bir yarış var, ona da katıl” dedi.

    “Ama ben atlet değilim, şaka olsun diye koştum” dedim.

    O da “Sen burada koşarsan kazak kazanırsın” dedi.

    O zamanlar da 2. Dünya Savaşı yeni başlamış, hiçbir şey bulunmuyor, yokluk var. Pencereler ve ışıklar kapalı oturuyoruz. Hava saldırısı endişesi var.

    Lise 1 talebesiyim. Yine birinci oldum, söz verdikleri kazağı verdiler bana. Çok mutlu olmuştum. Beyazıt’ta oturuyordum.

    Hocam yine beni aldı ve Taksim Stadı’na götürdü, orada da yarış vardı. O yarıştan sonra bir sene kayboldum ortalıktan, girmedim yarışlara. Hatta o gün, Taksim Stadı’nın önünde resim çektik, “Stat yıkılacak” demişti hocam.

    Daha hiçbir kulübe kayıtlı değildim. Şehirlerarası yarışlara İstanbul’u temsilen katılıyordum.

    1940’ta İstanbul kros yarışması oldu; 4-5 tane milli atlet vardı. Orada 3000 metrede birinci oldum. O zamana kadar koştuğum en uzun mesafe 3000 metre idi. Sonra beni antrenman pistine getirdiler. Devamlı antrenmanlardaydım. 5000 ve 10000 metrede de Türkiye şampiyonu oldum.

    1941’den itibaren iyice tanınmaya başladım atletizm camiasında. O sene de yine Büyük Atatürk Koşusu’na götürdüler. İstanbul’dan Ankara’ya gitmek çok zordu o zamanlar. Ankara’ya ikinci gidişim olacaktı, daha önce bir kere izci olarak gitmiştim. Param da yok o zamanlar, ancak yol parası veriyorlar. “Trene bineceksin” dediler. Orada kalma şansı da yoktu. Yani, akşam binip gideceksin, orada yarışacaksın, sonra da akşam treniyle geri döneceksin, tabii yataklı tren değil pulman koltukların üzerinde!

    Orada Türkiye şampiyonları, Balkan şampiyonları var. Onların arasında esamem okunmuyor haliyle henüz. Aralarına girdim.1941 Büyük Atatürk Koşusu’nu kazandım. Herkes şaşırdı! Artık ondan sonra bütün 3000 m., 5000 m. koşularını kazanıyor, Türkiye rekorları kırıyordum. 

    Fenerbahçe Spor Kulübü’ne resmi olarak ne zaman başladınız?

    Yıl 1943…  Liseyi bitirdiğimde o zaman Fenerbahçe’den atlet Melih Kotanca vardı. Fenerbahçe Kulübü Başkanı ise Şükrü Saracoğlu idi. Hacı Muhittin de büyük kâtipti.

    Bahçekapı’da onun bürosuna gittik. Artık lisans da çıkarabilirdim. “Gel bakalım Eşref Fenerbahçeliymişsin, artık okul bitti bu kadar zaman bekledik. Senin başını bağlayacağız, lisansını düzeltelim” dedi.

    “Tabii efendim” dedim. Ve ilk imzayı atışım orada oldu.

    1947’ye kadar da tüm Türkiye ve Balkan rekorlarını kırdım. Hem Fenerbahçe hem de milli takım için. Her hafta yarış vardı.

    O yıllarda atletizmde de Fenerbahçe – Galatasaray rekabeti çok revaçta mıydı?

    Tabii ki o zamanlar da oluyordu Fenerbahçe – Galatasaray arasındaki yarış.

    Galatasaraylı bir Balkan şampiyonu vardı, o hep 1500 m. koşularını kazanıyordu; ben de 5000 m.-10.000 m. metre yarışlarını kazanıyordum.

    Neriman Tekil’in ağabeyi Firuzan Tekil (Genel sekreter) çok hizmeti vardır. “Sen 1500 koş hepsini geçersin” derdi. Ben de “İsterseniz 400 m.’de de koşarım, peki” dedim. 1500 m.’de koştum ve kazandım. Daha sonra 1500 m., 800m. ve 400 m. koştum.

    1945’de Mısır’da 400 m’de birinci oldum milli takım adına… 

    Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü adına düzenlenen İnönü koşularında hep birincilikleriniz vardı. 

    İnönü Stadı’nda Cumhurbaşkanı kros birincilikleri yapılıyordu, 6 sene arka arkaya birinci olmuştum.

    947’de Dolmabahçe Stadı yapılıyordu. Daha stat bitmemiş, biz bir kenarda antrenman yapıyorduk.

    Bana, “İsmet İnönü gelecek bir eşofman al ve stada gel” dediler.

    “Peki” dedim.

    Gerçekten de İnönü hayatında hiçbir spor müsabakasına gitmemiş ve hiçbir sporcuya da ödül vermemişti. Bir tek at yarışlarına gidermiş.

    1936 Olimpiyatları’nda ben güreş yapıyordum, arkadaşım, Hitler’in zamanında olimpiyat şampiyonu olmuştu.

    Mustafa Kemal Atatürk çağırmış ve O’na ev hediye etmişti; fakat İnönü 1948 olimpiyatlarıyla hiç ilgilenmemişti. Dolmabahçe Stadı’na o gün antrenman sırasında ilk defa İnönü de gelecek dediklerinde şaşırmıştım; elim ayağım titriyordu.

    Yanına gidilmiyor tabii.

    “Bekle burada” dediler bana ve sonra alıp beni İnönü’ye götürdüler.

    Aklımda kalan tek şey; “Evladım, talim mi yapıyorsun?” diye sormasıydı.

    “İşte paşam, sizin adınıza yapılan koşuları 6 senedir arka arkaya kazanan sporcumuz bu” dediler.

    Bana mükâfatlar verdi. Hediye edilen Zenith marka kol saatime herkes merakla bakıyordu o zamanlar. İnönü ile tanışmak ve konuşmak da nasip oldu bana ne mutlu ki… 

    Ve yıl 1947. 4 Temmuz Normandiya Çıkartması adına düzenlenen Enternasyonal Amerika Şampiyonasına gidişiniz… 

    1945’de Balkan rekorunu kırmıştım.

    1944’de olan “Normandiya Çıkarması” adına Amerika’da 1947’de, yani 3 sene sonra bir atletizm şampiyonası yapıldı. Ön elemeler için Balkanlardan iki kişi çağırdılar. Bizden de olimpiyat üçüncüsü Ruhi Sarıalp vardı. Son seçmelerde Ruhi 3. oldu, ben 1. oldum ve Amerika’ya beni gönderdiler.

    Amerika yolculuğumuz o kadar kolay olmadı. Uçak bekliyoruz gelmedi. Meğer uçak düşmüş ve herkes ölmüş. Uçuşumuz bir hafta sonraya kaldı. O zamanlar haftada bir uçak kalkıyordu. 30 kişilik pırpır uçaklar. Dura kalka gidiyoruz.

    Londra’ya gittiğimizde hayretler içindeydik savaş sonrası her taraf bombalanmış halde, duvarların yarısı var yarısı yok, inanılmazdı. Banklar vardı, oturduk, bekledik. Benzin ala ala devam ediyorduk.

    1945’de Atina’ya, Mısır’a gittiğimizde de aynı savaş izleri öyleydi. Ve 48 saatlik bir zorlu bir yolculuk sürecinden sonra Amerika’ya geldik.

    Oradan yarışmaların yapılacağı Nebraska’ya geçtik. Bizi çiçeklerle karşıladılar. Çelenkler taktılar. Türkiye’den geldi diye şehirde açık arabayla dolaştırdılar. Türkiye’yi bilen yok. Teksas’ın doğusunda mı güneyinde mi diye soruyorlar. Otele yerleştik. Hava 50 dereceydi; klimayı varlığından bile haberim yok. Hasta oldum, yemeklerini de yiyemiyordum. Lisanım yoktu. Çok zorlandım. Dünyanın her tarafından gelmiş atletler vardı. 10.000 metrede koşacaktım fakat rakibim yoktu. Bununla birlikte diğer derecelerde çok iyi atletler vardı. 5000 metre koştum.3. oldum.  

    Amerika’da kalmanızı teklif ettiler mi?

    Yarış bitti, tam döneceğim sırada Amerika’da okuyan bir Türk talebe yanıma geldi. Beni valiye sonra da yarışmayı düzenleyen Nebraska Üniversitesi’nin rektörüne götürdü. 

    Rektörün yanına çıktığımda Türkiye’de ne yaptığımı sordu. Sporumun dışında hukuk öğrenimi sürdürdüğümü ve Haydarpaşa Lisesi’nde beden eğitimi öğretmenliği yaptığımı söyledim.

    Ne kadar kazandığımı sordu, “100 lira alıyorum” dedim.

    Ertesi gün de döneceğimi belirttim Tam kapıdan çıkıyoruz, oturma iznimi verdiler, talebe kaydımı yaptılar.150 dolar teklif ettiler ve onların ülkesinde Nebraska eyaletini temsil etmemi istediler.

    Peki, Fenerbahçe Spor Kulübümüz kalmanıza izin verdi mi?

    O yıllarda bir sporcunun Türkiye’den Amerika’ya gitmesi kulüplerin maddi imkânsızlıkları nedeniyle çok zordu. Milli takımdan Fenerbahçeli bir atlet olarak Amerika’da yarışı kazanmak büyük bir prestijdi. Yer yerinden oynuyordu.

    Daha önce bir boksör arkadaş Amerika’ya gitti, geldiğinde statta yürütmüşlerdi, Amerika’ya gidip gelen birini görsünler diye. Öyle bir zamanda federasyondaki Galatasaraylı üyeler gazetelere düştü; para vardı, yoktu diye.

    O yıllarda Saracoğlu başkanımızdı. Bizim Fenerbahçe yönetim kurulu bastırdı ve her şey tamamlandı. Galatasaraylılar engel olmaya çalıştı ama en sonunda federasyon Fenerbahçe’ye “Paranın yarısını verin gönderelim” dedi.

    Federasyonda Galatasaraylılar çoğunluktaydı. Olimpiyat komitesi başkanı da Galatasaraylıydı. 300 Lira tutuyordu; gidişimin yarısını kulübüm karşıladı ve öyle gönderdiler. Amerika benden kalmamı istediğinde işin federasyon tarafını hiç düşünmedim. Ama Fenerbahçe’ye minnet borçluydum. Oradan bir mektup yazdım. Mektubumda bana orada sundukları tüm eğitim olanaklarından bahsettim. Ayrıca eğitimimi Amerika’da tamamlayıp Fenerbahçe’ye daha iyi hizmet edebileceğimi düşünüyordum; “Onay verirseniz kalacağım, isterseniz de arkama bakmadan dönüp geleceğim” dedim. O mektup gazetelerde çıkmış hatta mektubumun basıldığı gazeteyi bana gönderdiler. Amerika’da kalmam için kulübüm izin verdi, federasyon da istemeye istemeye kabul etti.

    5 sene Amerika’da kaldım. Orada evlendim.1947-1952 yılları arasında orada eğitimimin yanı sıra tabii ki atletizm de yaptım. Yarışmalara katıldım.

    1948’de bir akşam “Olimpiyat ön seçmelerine gidiyorsun” dediler. Okul kapanmak üzereydi, apar topar gittim.

    Kaydım yapıldı, tam başlamadan evvel “Nasıl bir yarış bu?” diye sordum. “Milli takımın olimpiyat seçmesi kazanan ilk üç kampa girecek ve 1948 olimpiyatlarına Londra’ya gidecek orada Amerika’yı milli oyuncu olarak temsil edecek” dediler.

    Şok oldum ve “Ben Türk vatandaşıyım” dedim.

    “O önemli değil, seni Amerikan vatandaşı yaparlar” dediler.

    Benim elim ayağım titredi, 5000 m. koşu için çağırmışlardı. Öylece hayalet gibi duruyorum, lisan da fazla bilmiyorum. Ben bir tur gittim, sonra yarışı bıraktım. Kafam hala ordaydı. Amerikan vatandaşı olarak Londra’ya gideceğim ve olimpiyatlarda Amerika’yı temsil edeceğim. Bu mümkün değildi.

    Tüm hayalim Türk bayrağı altında yarışmak ve başarılı bir Türk sporcusu olmaktı. Bana öl deseler ölürüm bayrağım için, o kafa yapısındaki insan kalkıp da orada Amerikan bayrağı altında yarışabilir mi, bıraktım her şeyi…

    “Çok hastalandım, kramp girdi.” dedim ve oradan kaçtım. 

    Ve Türkiye’ye dönüşünüz… 

    Nebraska sonrası bir süre New York’ta kaldım. Bir çocuk sahibi oldum. Eşim benimle birlikte Türkiye’ye dönmedi. Annem rahatsızdı dönmek zorundaydım.

    Geri geldiğimde artık yarışları bırakmıştım. Önce federasyona bağlı atletizm ajanlığına getirildim. Her gün sahalara gidiyordum. Atletizm eskiden futboldan bile önemliydi. At başı gidiyordu, en iyi atletleri toplamaya çalışırdım. Okulların levhalarına yazı yazardım. Stada toplardım onları 300-600  kişi vardı Kuleli Askeri Lisesi’nden, Deniz Lisesi’nden tüm okullardan gelirlerdi. Hepsinin hayali kazanayım da Fenerbahçe- Galatasaray maçını izleyeyim. Mükafat koymazsanız gelmezlerdi.

    1952-1956 Amerika Milli Takımını olimpiyatlardan evvel bir kuruş parasız Türkiye’ye getirdim. Bunu federasyondaki görevim icabı değil, ajan olarak düzenledim. Onları Dolmabahçe Stadı’nda yarıştırdım. Yunanistan’a da gidiyorlardı, buraya da gelsinler diye düşünmüştüm. Olimpiyatlardan evvel onları buraya getirmek ve yarıştırmak büyük bir şeydi. Oradan oyuncu da çıkardım.

    Sonra Atletizm Şube Başkanlığına getirildim. Bu arada Fenerbahçe üyesi olduğumdan kulüple bağlantımı koparmamıştım. Artık her gün kulüpteydim. 

    Şu an atletizmi Türkiye’de ne düzeyde görüyorsunuz?

    Üzülüyorum bugünkü şartlarda Türkiye’nin atletizmde gelişmesi mümkün değil.

    Atletizm ajanlığı yaptım, 6 ayda milli atletizm takımı çıkardım, yetiştirdim.

    Amerika’dan geldiğim seneler kimse anlayamadı beni; şaşırdılar, engellemeye çalışanlar bile çıktı. Hala yanlış işler yapılıyor. O yıllarda atletizm bana bırakılsaydı bugün Türkiye atletizmde çok farklı ve iyi bir yerde olabilirdi. Kısmet, bırakmadılar işte, ben de futbola döndüm.

    Hizmet verdiğim 70 sene içerisinde Fenerbahçe’nin 10 tane şampiyonluğu varsa ne mutlu ki 9’unda benim de adım vardır. 

    Bir anda kendinizi futbolun içinde buldunuz…

    Atletizm şube başkanlığı yaparken her gün Fenerbahçe sahalarındaydım. Futbol maçları da oluyordu, yakından ilgileniyordum.

    Fenerbahçe kongreleri oluyordu, kulisler yapılıyordu. Kongre üyesiydim, faaliyetler, seçimler başladı. Sokak kongreleri yapıldı, futbol takımının çalışmalarını da izliyordum,

    Amerika’dayken ilk iki sene spor tahsili yapmıştım. İki senenin sonunda ekonomi ve işletme tahsili almaya başladım. Türkiye’ye döndüğümde de sporun tüm şubelerini takip ediyordum özellikle de futbolu. Çalışmalara, antrenmanlara bakıyordum, yeniliklerden doğal olarak haberleri yoktu. Ben de Amerika’ya gittiğimde hiçbir şey bilmiyordum. Dönüp baktığımda yanlış işler yapıldığını gördüm. Ve başladım futbol kitaplarını alıp tercüme etmeye.

    O yıllarda orada koşuma engel olmasın, şişkinlik yapmasın diye su içmiyordum. “Aman tuz koymayalım” diyordum. Bana orada her gün hap veriyorlardı meğer tuz hapıymış. Bu en basitiydi. Burada bir sürü yanlış bilgiyle yetişmişiz.

    Sonrasında kulis faaliyetleri arasında öyle bir noktaya geldik ki 1960-61 yıllarında takımın başında Macar antrenör Lazslo Szekelly vardı. Takımda Canlar, Lefterler, Fikretler var. Yönetimimizde ise başkanımız H. Kamil Sporel, yönetim kurulunda Zeki Rıza Sporel, İsmet Uluğ, Niyazi Sel, Müzdat Yetkiner var. Herkes konuşuyor, üzülüyor.

    8 maçta galibiyet yok. Ligin ilk yarı sonunda bir de Galatasaray maçımızda 5-1’lik bir yenilgi var, diyorlar ki “Bu Galatasaray mağlubiyetinden sonra bizim bu kulüpte yöneticilik yapmamız haramdır.”

    Toplanıp karar veriyorlar kongre yapılacak. Aldığım eğitim sonucu bir futbolcunun en az 5000 metre koşacak nefese sahip olması gerektiğini, dünyanın değiştiğini, yeni kuralları anlatıyorum. “Çalışalım, geçelim ve şapkayı gösterelim onlara” diyordum. Yönetim kurulu karar verdi ve futbol şubesinin sorumluluğunu bana verdiler. “Al sen çalıştır.” dediler. 

    Yıl 1960-61 ve futbol şubesi sorumluluğuna getirildiniz… 

    Sorumluluğumun ilk günü sabah tüm futbol grubunu çağırdık. Herkes merak ediyor.

    O zamanlar takım kaptanı Şeref Has. Bir konuşma yapıp futbolun tüm dünyada değiştiğini, farklı yeni yöntemler olduğunu ve futbolun artık sadece top oynamak olmadığını bir de topsuz oynamak gerektiğini anlattım. Topladım herkesi koşturuyorum, ağırlık çalışmaları yaptırıyordum.

    Yazılı basın geldi. Onlar da ne yapacağımı merak ediyorlar. Bana sorular sormaya başladılar. Düşündüm, futbolcuların koşusunun zayıf olduğunu söylesem ertesi gün basında alay edecekler. Ben de fizik kondisyonundan bahsettim ve bundan sonra takımın fizik kondisyonu ile uğraşacağımı söyledim. Hatta bunları İngilizce ile karışık söyledim. Takımın kondisyonu ne demek diye soramadılar bile, öylece yazdılar söylediklerimi. (Gülüyor) 

    Daha önceki antrenman sistemi nasıldı? 

    Önceleri haftada iki gün salı-perşembe antrenman yapıyorlardı. Hafta sonu da maça geliyorlardı. Diğer günler boş günleriydi.

    Benimle birlikte haftada iki gün futbol diğer günler ise koşu ve kondisyon çalışmalarına başladılar. Ve böylelikle haftada yedi gün çalışmaya başladılar.

    Peki ya oyuncuların bu disiplinli ve yoğun tempoya alışmaları kolay oldu mu? 

    Tabii pek kolay olmadı. Hiç unutmam ikinci hafta oldu. Can Bartu askerden geldi. Ve antrenmana girdi. O aralar hepsi alışmıştı su ısıtılıyor, kazanlar ısıtılıyor ama yetişmiyor, yıkanamıyoruz bahaneleri. Mangalda su ısıttırıyorum, tenekedeki sularla yıkanıyorlar. 

    Bir gün yine Can Bartu’yu koşturuyorum 30 metre geride kalıyor. Genelde kolalı gömlek giyerdim o günde tesadüf üzerimde kolalı gömlek çekmişim, altımda da eşofman ama ben de onlarla beraber koşuyorum.

    Can’ın yanına gidip “Hasta mısın Can, sen hep geride kalıyorsun” dedim.

    “Niye bu kadar koşuyoruz Eşref Ağabey biz atlet miyiz, futbolcu muyuz? Sahada koşacak mıyız yoksa futbol mu oynayacağız?” dedi.

    Ben de “Bak oğlum, ünlü Amerikalı artist Marlyn Monroe var ve her sabah kondisyonunu muhafaza etmek için 3 km koşuyormuş, ben de sizinle beraber koşuyorum, bakın şu kolalı gömleğime terlemedim bile. Siz 90 dakika futbol oynayacaksınız, 90 dakika koşmadan mı futbol oynayacaksınız, artık koşmadan futbol yok, dünyada önde olacaksınız, daha yeni başlıyoruz” dedim.

    Bu kondisyon çalışmaları Türkiye’de ilk Fenerbahçe’de başladı. Sonrasında bir konuşma daha yaptım ve kızarak, “Can, koşamıyorsan çık arkadaşlarının arasından” dedim. Ve takımdan çıkardım onu, arkasından da “başka koşamayacak var mı ?” dedim. Baktım kimseden ses yok, biz antrenmana devam ettik bir süre sonra Can da bize katıldı.

    Ve ikinci devre ilk maçımız Kasımpaşa ile. Onları 3-0 yendik. Arkasından Altınordu, Göztepe 4-0, 3-0 sonuçlarla hepsini ezdik, geçtik. Avrupa çapında takımlardı onlar. Sonra da Beşiktaş, Galatasaray’ı süpürdük geçtik.

    Takım kazanmaya başlayınca Macar antrenörü de geri getirdiler. Birlikte çalışmaya başladık. O sene liglerdeki ilk şampiyonluğumuzdu (1960-1961). Ertesi sene Miroslav Kokotovic (1962-1964) vardı, ben çalışmayı bırakmıştım ama mağlup olunca o kaçtı ve yine beni getirdiler takımın başına. Ve o sene de beni yönetime aldılar, futbol takımımın sorumlusu olarak göreve başladım. Başkanımız İsmet Uluğ ile birlikte çalıştık.

    Yıl 1964-65 Antrenör İngiliz Oscar Hold. Yine tüm görevi beraber üstleniyorduk, benim Amerika’dan getirdiğim kronometrem vardı, onunla futbolcuları çalıştırıyorduk. Hiç unutmam; çocuklar onları koşturmayalım diye kronometreyi yok ettiler.

    Çok zor geliyordu koşmak. Aralarında bir futbolcuyu yok etmek istiyorlarsa 10 metre uzağa top atıyorlardı ki koşsun yorulsun yorulunca da bir daha oynayamasın. 

    Fenerbahçe Müzemize her geçen gün yeni bir kupa, yeni bir madalya ekleniyor. Siz Eski Sporcular Derneği Başkanımız olarak eski sporcularımıza neler öneriyorsunuz? 

    Fenerbahçe’nin büyük bir mazisi ve tarihi var. Tüm eski sporcularımızın ellerinde bulunan madalya, kupa, resim ve evraklarının müze kurulumuza iletilmesi gelecek nesillerimiz açısından çok önemlidir.

    Ailenize bırakacağınız bu objeleri sadece aileniz ve çevreniz görür; fakat müzemize devredilen bu mirası milyonlarca Fenerbahçeli müzeyi her ziyaret ettiğinde görebilir. Müze Fenerbahçe’nin tarih kitabıdır.

    1940 yıllarında kazandığım madalyaları İstanbul Erkek Lisesi’ne götürdüler. Normandiya çıkartması madalyası çok az insanda vardır. Ama bu madalyada asıl hak sahibi Fenerbahçe Spor Kulübü’dür. O Fenerbahçe’ye aittir.

    Bütün yarışlarda madalya veriyorlar ama bu madalyanın özelliği bir kereye mahsus olarak verilmesiydi.

    Bunun dışında Kral Faruk’tan aldığım madalyalar ve diğerleri hepsi şu an müzede sergilenmektedir. Bilhassa onu ve diğer madalyalarımı kulübüme verdim.

    Gördüğünüz gibi evde hiçbir şey kalmadı. Müzede muhafaza ediliyorlar. Bu da benim için ayrı bir onur ve gurur kaynağıdır.

    En beğendiğiniz futbolcular kimlerdi? 

    Ogün Altıparmak, Lefter ve Can Bartu’yu çok beğenirdim.

    Bir iki kaptan sayarsam bunun birisi Can Bartu’dur. Çünkü Can Bartu’yu futbolculuğunun dışında kaptan olarak da çok beğenirdim. Nedeni ise: O hem takıma hâkimdir hem de yurt dışında da futbol oynadığından deneyimli ve yeteneklidir. Hatta basında da çok sevilen bir insandı. Fenerbahçe’den gitmesini çok istemişlerdi. Ben karşı çıktım. 

    Nasıl karşı çıktınız, neler yaşandı? 

    Can Bartu hala bilmez ne olduğunu, o sene Can takım kaptanı ve Can’ın transfer senesiydi. Transferde komite başkanıyım, tek tek çağırıyoruz, konuşuyorum yönetim de karar veriyor. Yalnız bu toplantıdan evvel yönetimde olan Suphi Ergül, Necmi Kurtuluş, Sadun Erdemir, Kemal And benimle bir yemek yemek istediler.

    Caddebostan Yelken Kulübü’nde bir öğlen yemeği yedik. “Kadıköy grubu olarak bir toplantı yaptık, Can Bartu’nun satılmasını istiyoruz” dediler. Tabii benimle de ters düşmek istemiyorlar. Kadıköy Grup Başkanı Semih Bayülken “Eşref’le konuşun ikna edin Can Galatasaray’a gitsin ve Fenerbahçe’den uzak kalsın, ilerde bu bize sorun olacak, Can ne isterse istesin satın” demişler. Bana böyle anlattılar.

    Onlara Can’a ihtiyacımız olduğunu söyledim. Fakat başka çare olmadığını söylediler. Güldüm, antrenman sonrası Can’a “Sen Sirkeci’ye iş yerime gelebilir misin?” dedim.

    Ertesi günü Can geldi. “Gel dediniz geldim, ben ilk defa bir yöneticinin işyerine geliyorum” dedi.

    “Can senden bir şey isteyeceğim, öbür gün transfer için sizleri çağıracağız, kaç lira düşünüyorsun diye soracağız, sen kaç düşünüyorsun” dedim.

    “Öbür oyunculara 70-80 bin dediniz, herhalde bana daha fazla verirsiniz” dedi.

    “Bak sen geleceksin, ben para falan istemiyorum diyeceksin, ben Fenerbahçe’de bu kadar oynamışım seneye jübilemi yapıp futbolla ilişkimi Fenerbahçe’de bitireceğim diyeceksin” dedim.

    “Tamam, Eşref Ağabey sen öyle istiyorsan öyle derim” dedi.

    “Bana bırak” dedim.

    Ertesi gün yönetim kurulunda Rüştü Dağlaroğlu da var. Selim Soydan geldi. Şükrü Birant geldi. Ve sonra sıra Can’a geldi. Faruk Ilgaz’ın yanında oturuyorum.

    Önce ben konuşuyorum; Can’a “Bizim kafamızda var bir rakam ama herkesin fikri olsun senin kafanda ne var” dedim.

    “Ben para istemiyorum” diyerek aynen benim kendisine dediklerimi tekrarladı.

    “Tamam git” dedim, gönderdim.

    Herkes söyleniyor. “Can kalıyor çünkü hiçbir şey istemeyen adamı ben satamam” dedim.

    Dedim demesine ama yüz bini de sonradan Can’a verdim tabii. Sonra bütün mesele anlaşıldı. Semih Bayülken ile Muhittin Burgulu ilk seçimde beni sildiler. Ama o sene Can’ın sayesinde 8 puan önde şampiyon olduk. 

    Fenerbahçe’de oynayan her futbolcunun duruşu davranışları bir Fenerbahçeli gibi olmalıydı. Bunun bilinciyle, onları çalışma saatleri dışında da gözlemliyordunuz… 

    Geceleri bile futbolcuların evlerini dolaşırdım. Selim’in evine gittim. Eşi Hülya Koçyiğit çıktı, evlenmişlerdi. “Hemen Selim nerede” derdim. Hülya çok hanımefendi bir insandı; çaylar, kahveler, ikramlar.

    Hepsinin evine gidiyordum, Yılmaz Şen, Yaşar Mumcuoğlu…

    Oyuncuların özel sorunlarını da paylaşıyordunuz… 

    Tabii ki, hepsiyle ayrı ayrı ilgilenirdim.

    Kaleci Datcu vardı, bir gün kampa geldi.

    Selim Soydan dedi ki “Datcu ile konuş, morali çok bozuk.”

    “Hayrola” dedim.

    “Yok bir şey, eşimi düşünüyorum, ev sorunu hala çözülmedi” dedi.

    Ertesi gün de maçımız var. “Sen yarınki maçı düşün.” dedim.

    Pazartesi sabahı kulübe saat 10.00’da geldim. Yönetime durumu anlattım.

    “Otelde kalıyorlarmış, perişan durumdalar” dedim.

    “Hayır, evde kalıyorlar” dediler.

    Reşat Dermanver’e “Sen evi biliyorsan, beni götür” dedim.

    Beraberce gittik,  kapıyı başka insanlar açtı. Datcu haklıydı, evi başkasına vermişler. Dönüp sorunu anlattım.

    “Size yarına kadar, tam 24 saat müsaade; yoksa 25. saatte bu kulüpten içeri giremeyeceksiniz” dedim.

    O sorun da öyle çözümlenmişti. 

    5 kupayı aldığımız sene (1968), Ogün Altıparmak geldi

    “Ağabey benim bonservisimi ver, Amerika’ya gideceğim, beni istiyorlar” dedi.

    “Peki, oğlum, yalnız bir şartım var; sana ihtiyacım olursa isteyeceğim ve hemen geleceksin” dedim ve gitti.

    Bize Manchester çıktı. Ogün’ün adresini aldım. Gündeme sundum Ogün’ün çağrılması için. O toplantıda “Manchester’ı mı eleyeceğiz, Ogün’ü çağırmak çok para, boş ver” dediler.

    Ben ısrar etmedim, ama kafama da takıldı, uyuyamadım. Suat Belgin vardı, Büyük Fikret kaza geçirdiği için adresi ondan istedim.

    Ogün’e “Acele çarşamba burada ol, yönetim kurulu parayı çok buldu ama ben bu parayı öderim” dedim. Ve Ogün geldi.

    “Sen nerden çıktın?” demiş herkes.

    “Eşref Ağabey çağırdı” demiş.

    Benim için “Zengin adam, savuruyor” demişler.

    “Doğru kampa git” dedim.

    Ignace Molnar antrenördü. Ona Ogün’ü takıma koy, forvet oynatacağız dedim.

    O maçta bir golü Ogün attı ve maçı 2-1 kazandık. Ogün Amerika’ya bir daha dönmedi, burada kaldı ve hayatı değişti.  

    Amerika’da üniversitede spor, ekonomi ve işletme eğitimi aldınız. Fakat ekonomi eğitiminizde bir ders yüzünden diplomanızı alamadınız. Ve hata olduğu anlaşıldığından diplomanızı 50 sene sonra torununuzla birlikte aldınız… 

    Evet, 50 sene sonra torunum Nate ile beraber gittiğimizde diplomamı verdiler. Torunum Nate de Nebraska Üniversitesi’nde şampiyon bir atlet olarak okuyup, koşmaktaydı.

    Amerika’da iki diploma almam lazımdı. Birini eksik kredim olduğu zannedildiği için vermediler; hâlbuki yokmuş, bir hata olmuş. Durumu tekrar açıkladım kendilerine; bir ders varmış borçlu hukuk dersi, Amerikan hukuku ile ilgili olarak gerekmeyecek diye almamıştım. 50 sene sonra kabul ettiler ve ben de 50 yıllık küçük bir gecikmeyle diplomamı 18 Aralık 1998’de Nebraska Üniversitesi okul yönetiminin düzenlediği özel bir mezuniyet töreniyle aldım. 

    Yaptığım araştırma sonucu 1958 yılında verdiğiniz bir demeçte Fenerbahçe Stadı’nın 100.000 kişilik olması gerektiğini söylemiştiniz. Hâlbuki söylediğiniz yıllarda stat 7.000 kişilik olup 3000-4000 kişilik kapalı tribünü vardı. 100.000 o yıllar için çok iddialı bir sayıydı…

    O zamanlar 3000-4000 kişilik kapalı tribün vardı. Fenerbahçe’nin 100.000 kişilik stada ihtiyacı olduğu o zamanlardan görünüyordu.

    Maçlardan bir gün önce geceleri uyanır bakardım yağmur var mı diye panik yapardım. Prim ödeyeceğiz, kulübe kazanç sağlayacağız ancak böyle ayakta duruyorduk. 50 sene evvel o zaman ki gazete kupürlerinde vardır doğru.

    Taraftarlara mesajınızı alabilir miyiz? 

    70 seneye yakın sporun içindeyim, taraftarlarla da iç içeyim. O günden bugüne kadar taraftarla yakından ilgileniyorum.

    Bir kere şunu söyleyeyim; Fenerbahçe sevgisi o zaman 10 ise şimdi 100! Çok büyük saygı duyuyorum, onur duyuyorum, gururlanıyorum, iftihar ediyorum.

    Biz bu hizmeti yaparken her zaman isterdik ki Fenerbahçe’yi sevsinler, müsabakalara gelsinler, Fenerbahçe’yi alkışlasınlar, amacımız buydu. Şampiyon olalım onları mutlu edelim ve onların mutluluklarından mutluluk duyalım ama bugün çok olumlu ve çok büyük değişiklikler var.

    Ben iki sene evvel bir maç öncesi Kalamış’ta bir restoranda var, oraya gittim. Orada gördüm aynı heyecanı. Amerika’da taa o yıllarda maçlardan evvel aynı bu coşku olurdu. Hatırlıyorum 5 kupayı aldığımızda bir merasim yapmıştık. İlk defa yapılıyordu, basından Erdoğan Arıpınar kutlama organizasyonu teklifiyle Başkanımız Faruk Ilgaz’a gittiğinde Başkan “Böyle bir büyük organizasyon yaparsak camia iyi karşılamaz” demişti. Ve konuyu bana yönlendirdi. Organizasyon gerçekleştiğinde Fenerbahçe camiası Başkan Faruk Ilgaz’ a “Bu kadar sene şampiyon olduk, böyle merasim yapmadık.” demişlerdi. Ben bunu Amerika’da gördüğümden yaptım.

    Bir de kötü söz ve hakaretlere karşıyım o da kaldırılmalı. 1980’e kadar böyle bir şey yoktu taraftar yapmadı bunu. Bu sözlerim tüm Türk futbolu adına.

    Çocukluğumuzda kafamızı havaya diker dört genç havaya bakardık, gelen bakar, giden bakardı. Galata Köprüsü’nde bir yere baktı mı herkes bakıyor birisi bir şey yaptı mı herkes yapıyor. Bu yöneticiler topluluğu bu tarafa bak diyecek bunu toparlamak yine yöneticilere düşer.

    Sibel Kurt – Eşref Aydın Röportajı – Fenerbahçe Resmî Dergisi

  • Cem Atabeyoğlu Röportajı

    Cem Atabeyoğlu Röportajı

    Yüksek müsaadesiyle, geçmiş yıllarda Fenerbahçe Resmî Dergisi için yaptığı röportajları sitemizde yayınladığımız Sibel Kurt, müthiş bir Cem Atabeyoğlu röportajı ile karşınızda… Nur içinde yatsın, Cem ağabey’in anlattıkları insanın yüzünde güller açtırıyor fakat bir yandan da kaybedilenleri düşündükçe insanı hüzün sarıyor.

    Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    O Cumhuriyetimizin İlk Kuşağından

    Mustafa Kemal Atatürk; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; şayet yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı mahiyet alır” demişti. Bu sözler sporun duayeni Sayın Cem Atabeyoğlu’nun her daim ışığı oldu.

    Fenerbahçe adının geçtiği her an, hepimizin gözleri parlar. Ardından bir tutku bir heyecan… Cem Atabeyoğlu röportajını okuduğunuzda yaşadığınız bu duygularla beraber gururunuz da iki kat artacak.

    “Fenerbahçe işgal takımlarına toz attıran takımdır…” diye başlıyor söze.

    Bugün seksen iki yaşında ve halen aynı hazzı alıyor. Nice geceler biz en derin uykudayken o daktilosunun tuşlarına sabaha dek dokunarak bize muhteşem tarihimizi en doğru şekilde ulaştırmaya çalışıyordu hep yıllar boyu.

    Sadece Fenerbahçe tarihi mi? Sporun tüm branşlarında tam kırk dört kitap ve tefrikalar. Takdiri çok, inanması zor…

    “Fenerbahçe’ye hizmet bitmez” diyor. O zaman daha çok düşünüyoruz, kendi payımıza düşen katkı ve hizmetlerimizi. Ve ne kadar yetersiz kaldığımızı anlıyoruz bu büyük ulu çınarın yanında. Cumhuriyetin ilk kuşağı olan sizinle çok daha anlamlı bu Ekim sayımız Sayın Cem Atabeyoğlu. Teşekkür ederiz. Hepimizin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.


    Cem Atabeyoğlu Röportajı

    – Biz aramızda “Fenerbahçeli olunmaz Fenerbahçeli doğulur.” deriz her zaman. Peki, siz nasıl Fenerbahçeli oldunuz Cem Bey?

    Fenerbahçelilik malum sonradan olunmuyor.

    Ben kalabalık bir aileden geliyorum. Eski İstanbul evleri üç katlı evler. Tüm aile dayım, babam, dedem, teyzem hep beraber aynı evde kiracı olarak kalıyorduk. Dayım Galatasaray Lisesi’nde okuyordu. Teyzem ise kız ve erkek çocuklarının arasındaki rekabetin tesirinden olacak Fenerbahçeli oldu. Fenerbahçe takımının sağlam taraftarlarından biriydi. O kadar ki dayımla beraber Fenerbahçe-Galatasaray maçlarına gittiklerinde dayım Galatasaray tribününde, teyzem Fenerbahçe tribününde otururdu.

    Ben teyzemin etkisinde kaldım. Yıl 1932, ilkokula başlayacağımın bir gün öncesi teyzem beni aldı postanenin karşısındaki Kızılay Caddesi Vakıf Han’da bir mağazaya götürdü. Mağazaya girdiğimizde hiç unutmam tezgâhtara “Yeğenim yarın okula başlıyor, ona bir Fenerbahçe rozeti hediye etmek istiyorum” dedi. Bizim bu konuşmalarımızı duyan kasadaki bey yerinden kalktı, yanımıza geldi. “Hanımefendi sizi tebrik ederim, bizim Fenerbahçe’nin işte böyle kuşaklara ihtiyacı var” dedi. O kişi Zeki Rıza Sporel’di. Teyzemin aldığı rozeti kendi eliyle göğsüme taktı.

    Artık bu benim Fenerbahçe’ye bir tescilim oldu.

    – “Her yerde inlesin gürleyen sesin / İstanbul Yıldızı Erkek Lisesi” marşınız. Fenerbahçe’nin ayrı bir yeri vardır İstanbul Erkek Lisesi tarihinde. O günleri anlatır mısınız?

    İstanbul Erkek Lisesi bir defa lise olarak en eski liselerinden biri. Bir de Galatasaray Lisesi vardı. Bu iki lise arasında her zaman rekabet vardır.

    Galatasaray Lisesi “Zadegân” dediğimiz yüksek tabaka çocuklarının mektebiydi. Onlara Galatasaraylı olmanın ayrıcalık olduğunu öğretirlerdi.

    İstanbul Erkek Lisesi ise halk lisesiydi. Memur çocuğu, esnaf çocukları gibi. Belirli semtlerin mektebiydi. Beyazıt, Çemberlitaş, Sirkeci, Eminönü Sultanahmet, Aksaray’dan öğrenciler gelirdi. Hatta Bakırköy’den bile trenle gelirlerdi. Münir Özkul da Bakırköy’den gelenlerdendi.

    – Sizin döneminizdeki Fenerbahçeli okul arkadaşlarınız kimlerdi?

    Sadri Alışık vardı. Oğlu Kerem Alışık da Fenerbahçelidir. Sadri tam bir deli Fenerbahçeliydi. Sadri’nin en keyifli anları Galatasaray’ın yenildiği Fenerbahçe maçlarıydı. “Oh ömrüme ömür kattı” derdi. Dünya tatlısıydı.

    Bir diğeri Eşref Aydın atletimiz sonra yönetimde de yer alıp 70 senesini Fenerbahçe’ye adadı. Onun da sonra nikâh şahidi ben olmuştum. Halen bildiğiniz gibi Eski Sporcular Derneği başkanı.

    Hababam Sınıfı filmlerinin de yapımcısı Nahit Ataman da Fenerbahçeliydi. O da başka bir Fenerbahçeliydi. O kadar Fenerbahçeliydi ki her filminde bir Fenerbahçe konusu olurdu.

    İstanbul Erkek Lisesi çok sporcu çıkardı. Yine Fenerbahçeli Neriman Tekil, Selim Duru gibi kıymetli öğretmenler vardı.

    Necmettin Erbakan da bizim okuldaydı ama onun sporla alakası yoktu. Hepsi arkadaşımızdı.

    – Ya Galatasaraylılar?

    İstanbul Erkek Lisesi’nde bizim dönemimizde bir tane Galatasaraylı vardı. O da Halit Narin’di.

    – “Bir Baba Hindi”nin hikâyesini bir de sizden dinleyebilir miyiz?

    Fenerbahçeli hocamız Selim Duru okulun yönetim kurulundaydı. Beş ayrı kolda değerlendirirdi bizleri. 100 metre koştururdu 10-12 saniyede. Gülle atma, yüksek atlama, uzun atlama yaptırır, ondan sonra o notları toplar, beşe böler, yıllık karne notu çıkardı. Futbol o zamanda ön plandaydı. Öğretmenimiz Selim Duru ile izci oymağında Sakarya’da çıkan yemek öncesi söylenirdi.

    Sonraları İstanbul Erkek Lisesi’nden Süha Erge bizim dönemimizde “Bir Baba Hindi”yi Fenerbahçe tribününe taşımıştır.

    “Bir baba hindi, hey yallah!
    Olaydı şimdi, hey yallah!
    Pilavla zerde, hey Allah!
    Kaşık da nerde, hey Allah!
    Yallah yallah!
    Hey yallah, başlıyoruz billah
    Karavana yallah
    Hey yallah”

    O zaman şeker yoktu ki zerde olsun, hiçbir şey yoktu kuru fasulyeden başka. O günleri yaşamayanlara bu günleri anlatabilmek çok zordur. Hey gidi günler hey…

    Cem Atabeyoğlu Röportajı

    – Spor tarihinin duayenisiniz. Yazarlığınız babanızdan geçti… Çalışma hayatınıza nasıl başladınız?

    İstanbul Erkek Lisesi’ne giderken Fenerbahçe tarihine alaka göstermeye başladım.

    O zaman “Kırmızı Beyaz” spor dergisi çıkıyordu. Dergiyi çıkaran Talat Mithat’ın kardeşi İlhan da bizimle aynı okulda öğrenciydi. Bir gün İlhan’a “Okulda eli kalem tutan, sporla alakası bilgisi olan biri varsa bana gönder, ben onları cumartesi günkü amatör faaliyete göndereyim. Pazar günkü büyük maça da davetiye veririm.” diyor.

    Biz üç kişi böylece başladık. Bugün onlardan bir tek ben kaldım. İstanbul Erkek Lisesi son okulum oldu zaten. Böyle başladı benim spor muhabirliği hayatım.

    Babama gelince Türkiye’nin Emile Zola’sı. Salâhaddin Enis Bey. Babamın “Son posta” gazetesindeki son durağı, benim profesyonel meslek hayatımın ilk durağı oldu.

    1942’de muhabir olarak girdim 50 TL para veriyorlardı. Haftanın beş günü adliye muhabirliği, cumartesi – pazar ise spor muhabirliği yapardık.

    Sonrasında 1945-1964 Cumhuriyet gazetesinde çalıştım. Ve spor servisini kurdum.

    Cumhuriyet’ten ayrıldıktan sonra Haldun Simavi’nin, Babıali’de ilk kez ofset tekniğini kullanarak çıkardığı “Günaydın” gazetesinin kadrosuna katıldım.

    Günaydın gazetesinde belli bir süre çalıştıktan sonra ayrılıp serbest çalışmaya başladım.

    Futbol, Fener, Öz Fenerbahçe, Fotospor, Türkspor, Spor Haber, Spor 21 gazete ve dergilerinde yazılar yazdım.

    1973’te ise Hayat Spor’un Genel Yayın Yönetmenliği’ni üstlendim. Taa ki iki yıl sürecek greve kadar. Hayat Spor’da iki sene süren grev olduğunda o sürede maaş alamadım. İşimi değiştirebilir oradan ayrılabilirdim. Fakat kendi ekibim iş bulmadan benim başka yere geçmem şahsi vicdani meselemdi. O nedenle bekledim.

    1973-1977 yılları arasında TSYD müdürlüğünü yaptım.

    1978’de emekli olduktan sonra çalışmadığım gazete kalmadı. Hürriyet, Milliyet, Tercüman gazetelerinin ilavelerine araştırma yazıları, Milliyet’in çıkardığı Türkiye Ansiklopedisi’nin spor maddeleri yazarlığı, Tercüman’ın hazırladığı üç ciltlik Spor Ansiklopedisi…

    1981’de Günaydın tekrar beni çağırınca yeniden gazeteye dönüp, spor yazarlığı yaptım. Spor yazarlığının yanında da Günaydın’ın Almanya baskısına pehlivan tefrikaları, 50 büyük Türk zaferi, umut kapıları, evliyalar, yatırlar ve türbeler, şifalı sular ve kaplıcalarla ilgili dizi yazıları hazırladım.

    1991’de Fotospor, 1995’te ise Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Bilgi Birikim Merkezi’ni kurdum. Altı sene yönettim.

    Ve 2002’de anjiyo ile başlayan sağlık bozukluğum By-Pass ameliyatıyla sonuçlandı. 

    – Bir gazeteyi “giydirdiniz”…

    O zaman Tan gazetesi vardı. Diğer gazetelere o zamana nazaran çok açık saçık bir gazeteydi. “Bu gazeteyi giydireceksin” dediler.

    Asil Nadir vardı gazetenin başında ama gazetenin sorumlusu Noyan Yiğit “Ne yapacaksın, sen ne düşünüyorsun?” dedi. Çok tehlikeliydi. Tüm tirajla oynayacaktım.

    O yıl Fenerbahçe şampiyon olmuştu. “Şampiyonlar Şampiyonu Fenerbahçe” diye bir dizi yaptım ve eski fotoğraflar buldum. Eski futbolcuların çoğu yaşıyordu.

    Bir patlama yaptı gazete. Onu televizyon reklamlarıyla duyurdu. Ve Asil Nadir benim için “Gözlerinden öpün” dedi. Bir milyon lira maaşımdan hariç para verdi. Hayatımda ilk defa 1.000.000 TL gördüm. 400-500 TL’ye çalışıyorduk.

    – Çalışma disiplininiz nasıldır?

    Bir bilgi birikimim, düzenli bir arşivim var.

    Atatürk’ün bir sözünün ışığı altında yazdım tüm yazılarımı. Belgesi olmayan hiçbir şey söylemedim, yazmadım hayatım boyunca…

    Atatürk’ün bir sözü var “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, şayet yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı mahiyet alır.”

    Tarihi yapana sadık kalarak yazdım. Her kitabım her tefrikam bu ışığın altındadır. Size gösterdiğim bu Atatürk heykeli de bunun işaretidir; İstanbul Gazeteciler Cemiyeti tarafından cumhuriyetin ilk kuşağı olan gazetecilere verilen bir heykeldir.

    – Hiç Atatürk’ü görme şerefine nail oldunuz mu?

    Altı defa çok yakından gördüm.

    Biz 1920 kuşağının içindeyiz. 1925 doğumluyum Cumhuriyet çocuklarıyız.

    Florya plajında kumda güneşlenirken gözümüz Florya köşkünün verandasında olurdu. Atatürk’le aynı güneşle güneşlenmek müthiş haz verirdi. O denize girer girmez biz de denize girerdik. Onunla aynı denizde yüzmek bile bizim için büyük bir onurdu.

    – Sporun her dalında 44 adet kitap yazdınız. Ve çok büyük değerli düzenli bir arşiviniz var. Bir röportajınızda bu arşivi yakacağınızı söylediniz. Bu düşünceniz hala geçerli mi?

    Arşivimi yakmayacağım. O an için söylenmiş bir sözdü, öyle bir niyetim yok. Fakat halen ne yapacağıma karar vermiş değilim. Oğlum karar vermeli. Eşimin, çocuğumun haklarını yemeyeceğim, onlara bırakacağım. Onlar kararlarını versinler. Ben 65 sene amatör bir aşkla çalıştım. Profesyonel olmanın icaplarını yerine getirdiğimi zannetmiyorum. Kötü bir profesyonelim.

    – Türkiye’deki spor yazarlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Türk Spor Yazarları Derneği’nin üyesiyim ama karşıyım. Onların hepsi spor yazarı mı? Futbol yazarı mı? Türkiye Futbol Yazarları Derneği yapın, değiştirin adını.

    Bende yüzme, atletizm, kayakçılık, avcılık, yelkencilik hepsi var. Karşıma yelkenci geliyor “Yelken sporu tarihini sizin kitabınızdan öğrendim” diyor. “Madem spor yazarıyım, sporun bütün branşlarıyla ilgilenmeliyim” denmesi lazım. Sadece futbolla kalınmamalı.

    – Yazmakta en zorlandığınız kitabınız?

    Fotospor’ a yaptığım 600 sayfalık Türk Spor Kronolojisi beni epeyce zorladı. Çok dikkat harcamak gerektiren bir kitaptı. Çok sabahladığım gece oldu. Elimde şu an ne yazık ki bu kitaptan bir adet kaldı. Artık kızım mı alır oğlum mu bilemiyorum. Gazetenin binasına gelirken 10 tonluk kitap yüklü kamyon kayboldu. Allah bilir artık. Kupon mukabelesinde dağılacaktı.

    – Fenerbahçe Spor Kulübü’ nün hemen hemen ilk üyelerindensiniz…

    İstanbul Erkek Lisesi’nin spor basketbol takımında her beş kişiden üçü Fenerbahçe’de Yüksek Divan Kurulu üyesi oldu. Benim de Fenerbahçe Spor Kulübü’nde numaram 327 idi. Divan üyesiyim. Bir de şimdi ulaştığı sayıyı düşünün…

    – En sevdiğiniz spor branşı hangisidir?

    40 yılımdan fazlasını basketbola verdim. Tabii Fenerbahçe’de basketbolu kurmamız da bunda büyük rol oynadı. Hakemlik ve antrenörlük de yaptım. Ayrıca basketbol, atletizm ve yüzmede de hakemliğim var. Bütün talimatnameleri de okumuşumdur.

    1956 senesinde o zaman basketbol spor oyunları federasyonu, voleybol, tenis, hentbol ve masa tenisi ile beraber spor federasyon üyeliği, federasyonda basın temsilciliği, 1968’de Türkiye Basketbol Federasyonunda Asbaşkanlık yaptım.1981’e kadar devam etti. 1981’de bıraktım.

    1970 yılında Uluslararası Spor Yazarları Derneği “AIPS”e (Basketbol Komitesi) seçildim. İlk Türk üyesi oldum.

    1956 Yapı ve Kredi Bankası “En Başarılı Spor Yazarı” armağanı, 1965-1977 yılları arasında katıldığım 6 yarışmada “Türkiye Spor Yazarları Derneği” armağanı (4 birincilik, 2 ikincilik), 1986 “Haliç’in Öyküsü” eseriyle Haliç Rotary Kulübü armağanını kazandım. 

    Cem Atabeyoğlu Röportajı

    – Fenerbahçe Spor Kulübü basketbol şubesinin kurulumu nasıl gerçekleşti?

    Harp yılları; pamuk yok ekmek yok bunlar olmadığı gibi arpa buğday yok, süpürge tohumundan yapılmış ekmek üç gün yiyeceksin, bütün bunlar zor ve sıkıntılı yıllardı. Devlet pamuğa el koymuş, pamuklu elbise yoktu. Tüm gençler askere alınmıştı. Üç dönümlük toprağın bir dönümüne devlet el koymuştu.

    Savaş bittikten sonra 1945’de Haydarpaşa Lisesi’nde Muhtar Sencer idare memuruydu. Fenerbahçe’de hentbol takımını kurmuştu. İstanbul şampiyonu, Türkiye ikincisi olmuştu. Sonra Haydarpaşa Lisesi’nde talebeler mezun olunca takım dağıldı.

    Muhtar Sencer “Bana yardım edersen basketbol takımını kuralım” dedi. Ve sonunda kurduk. Basketbolda çok emeğim var. O zamanlar pek çok kişi karşı duruyordu

    Bir tek yardım eden Rüştü Dağlaroğlu oldu. Onaylayan yoktu. Hatta bir büyük Fenerbahçe-Galatasaray maçından önce gazeteye beyanat verilmiş “Takım motor sporlarına devir edilecek” diye. Tüm sporcular çok üzgündü. Sonra ben “Ne oluyorsunuz, çıkıp Galatasaray’ı yeneceğiz” dedim. Ve bir sayı farkla yenildik. Biz çok yeni bir takımdık. Tek farkla yenilgi kurulma aşamasında olan bir takım için büyük bir başarıydı. Basketbol çok daha zor spor çünkü bir saniyede her şey değişebilir.

    – Bir anınızı anlatabilir misiniz?

    Bir milli takım maçındayız. İspanya’da İsrail’le oynuyoruz. Bir sayı farkla kazandığımız maçtı. Yanımızda bir tek Türk seyirci Barcelona başkonsolosumuz var. Ben de Türkiye Basketbol federasyonu as başkanıydım.

    Maç uzatmada berabere ve maçın bitimine 3 dakika var. Top gitti, çembere oturdu, bir tur attı. 2. turu attı çemberin üzerinde içine düştü. Bir anda altı, yedi kişiyi üzerimde buldum.

    O heyecanla tribünde tek büyüğümüz konsolosumuz Şevki Beye dönmeye çalıştım “Eyvah” dedim. Vücudum hareket şansını kaybetti. Bir eğildim baktım; Doğan Hakyemez bacaklarımın üzerinde yüzükoyun yatmış. “Doğan bırak ayaklarımı” dedim. Bıraktı. Şevki beye döndüm ne yapıyor diye. Kendinden geçmiş tribünlere bir takım hareketler yapıyor, yanına gittim. “Aman Şevki Bey yapma” dedim. Sonra soyunma odasına geldi. Sen bu işle kaç senedir uğraşıyorsun” dedi “30 senenin üstünde” dedim. “Maşallah iyi kalbin var” dedi. 

    – Çok ilginçtir ki bugüne kadar hiçbir olimpiyatı izlemeye gitmediniz…

    Evet, hiç gitmedim, çalıştığım gazetelerde ajanslarda gelen haberler bende toplanıyordu. O yüzden gidemiyordum. Hep “Sen gidersen biz ne yaparız?” derlerdi. .

    Olimpiyat denince aklıma bir de 1948’de Olimpiyat üçüncüsü olan Ruhi Sarıalp gelir. Çok zor şartlar altında hazırlanmış, Fenerbahçe kulübünün verdiği bodrum katında günleri geçmişti. Olimpiyatlara gidemedim ama basketbol maçlarına Avrupa’ya çok gittim. Basketbol Federasyonu asbaşkanlığım sırasında kafile başkanı olarak takımı götürürdüm.

    – En beğendiğiniz ve en yakın olduğunuz futbolcular kimlerdi?

    Fenerbahçeli oyunculara karşı her zaman sınırsız bir sevgim var. Küçük Fikret canciğerimdi.

    Bapçum modası vardı. İlk taklit edenlerden birisiydi. Uzun ceket, top ense saç, nokta kravat. Yakışıklı bir adamdı o. Aramıza katıldığında “Bapçum aşağı Bapçum yukarı”

    Cihat Arman vardı, canım ciğerimdi. Bir de kitabı vardı. “Ben kitap çıkarıyorsam sensiz olmaz” dedi. Sizce bir kaleci nasıl uçar? O bir efsane! Sarı kazağıyla 90 derece tabir ettiğimiz yere uçuyor, topu tutuyor. Şeref Stadı’nda bütün saha “Uç sarı kanaryam benim” diye bağırıyor. Sarı kanarya Cihat’la geliyor Fenerbahçe’ye. Sarı kanarya sarı kazakla uçuşundan geliyor. Takılan lakaplar boş değil.

    Anlatacak o kadar çok şey vardır ki hangi çocuğu beğenmem?

    Ogün Altıparmak, Lefter, İsmail Kurt, Can Bartu, Küçük Fikret, Büyük Fikret ve sayamadıklarım… Hepsi çok büyük insanlar, o kulüpte yetiştiler, o kulüpte bıraktılar.

    Düşünün ki Eşref Aydın, ben, kaç senedir şu kulübün içindeyiz. Bunlar yaşanmış olaylar, unutulmaması gereken olaylar. Ama şunu söylerim o zamanki futbol daha kaliteliydi.

    – Bir dönem üye kayıt defteri gözden geçirilmesi nedeniyle göreve çağrıldınız…

    Şerefli vazifeyi ifa daveti 16.11.1959’da kongre azası genel sekreter Faruk Ilgaz’dan geldi.

    Üye kayıt defterinin felaket hale geldiği söyleniyordu. Beş kişilik bir komite belirlendi.

    En büyük şansımız eski Fenerbahçelilerin hepsinin hayatta olmasıydı. Selahattin Bey’e, Hasan Kamil Bey’e gittik. En büyük kazancımızdı onların verdiği yolda yeni defter hazırladık, sonra o defter de felce uğradı.

    Donki Necdet vardı Galatasaraylı. Notere tasdik ettirelim derken vefat etti. O defter de kayba uğradı, güvenilir kişi olarak görev almak bir onurdu benim için

    – Fenerbahçe Spor Kulübü 50. yıl komitesinde, basın yayında, hem de tarih komitesinde yer aldınız…

    Evet, ilk toplantıda Zeki Bey efsane kaptandı. Zeki Rıza başkan ben geldiğimde gayet ilgi ile karşıladı. Bulunanlara döndü “Bakın tarih komitesinde genç bir arkadaşımız da var” dedi.

    Ben de Zeki Rıza Sporel’e dönüp yine aynı heyecanla “Sayın kaptan size eski bir sözünüzü hatırlatabilir miyim, 1932’de küçük bir çocuk teyzesinin elinde mağazanıza gelip de yeğenim yarın mektebe başlıyor ona bir Fenerbahçe rozeti hediye etmek istiyorum” demişti. 

    Ben sözümü bitirmeden “O sen misin yoksa” dedi. Sonra dönüp arkadaşlara “Yanlış mı konuşmuşum” dedi. O an ve o komitede görev almak benim için onur kaynağı oldu.

    -Türk sporu adına yazılan kitapları yeterli buluyor musunuz? Özellikle futbol içeren kitapları karşılaştırdığınızda farklı bilgiler insanı şüpheye düşürüyor… Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?

    Spor basınına inanmıyorum her branş var ama yazılara baktığınızda sadece futbol…

    Ayrıca bu futbol yazılarına da hiç kanaat getirmiyorum. Biri bir yıldız veriyor diğeri dört yıldız, biri üç biri beş yıldız, bu nasıl bir matematiktir. Bütün bunları üzülerek izliyorum.

    Bugüne kadar hep dokümanla konuştum.

    Federasyonda asbaşkanken bir maçta Fenerbahçe’nin attığı bir basketin bana kale hesabını yaparak şu kadar kare Fenerbahçe’nin attığı sayı sayılmaz dendi. “19.59’da maç bitiyor” dedim. 60 saniyenin dolması için bir 20 saniye daha lazım siz önce bir öğrenin. Bunu bilmeden karşıma geliyorsunuz önce öğren şu alet nasıl çalışıyor işten anlamayan ahkâm yürütenlerle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz, aldığınız resmi bir görev varsa.

    -Fenerbahçe Spor Kulübü yönetimini nasıl buluyorsunuz?

    Eski Fenerbahçeliler olarak Aziz Yıldırım’ı takdir ediyoruz. Yaptığı şeyler bizim aklımıza gelmezdi.

    “Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak” dedi. Bu yıl da büyük bir artış var taraftar sayısında.

    “Avrupa takımı olacak” dedi. Bunda hala biraz engeller görüyorum. Çünkü Avrupa’da 15-16 takıma karşı oynuyorsunuz.

    Yabancı oyuncu sınırlandırılması kalkmalı. Sen Türkiye’de genç oyuncu yetişmesini istiyorsan hala milli takıma Rüştü’yü çağırmak niye? Aklım ermiyor.

    Bir de Roberto Carlos var. O dünya çapında bizim milletin hayal bile edemediği bir oyuncuydu. Ama o kadar abarttılar ki o kadar büyüttüler ki bu bizim milletin mayasında var. O bir defans oyuncusu ama beklentiler abes. Adam ağzıyla kuş tutsa yaranamaz.

    – Spor kulübü olmanın özellikleri nedir? Spor kulübü olmayı kimler hak ediyor?

    Türkiye’de futboldan kazandığını diğer branşlara yatıran kulüplerle, futboldan kazandığını futbola yatıran kulüpler aynı kefeye konuyor. Sonunda da her ikisi de spor kulübü olarak karşımıza çıkıyor. Adalet yok.

    Fenerbahçe tam anlamıyla bir spor kulübü. En son 100. yılımıza bakın, en büyük başarısı sadece futbol değil. Atletizm, boks, voleybol yüzme, masa tenisi hepsinde şampiyon olmuş. Dereceye girmiştir. Örneğin bayan voleybolda 2. olmuş şampiyon olmamış ama dereceye çıkmıştır.

    Fenerbahçe Spor Kulübü futbol kulübü değil, spor kulübü adını taşıyor. Bunun şartlarını da mükemmel bir şekilde yerine getiriyor. Sadece Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ın amatör şubeleri var. Ama ligde bulunan tüm kulüpler spor kulübü diye geçiyor. Örneğin Ligdeki kulüplerin çoğunun futboldan başka ne branşı var? 2. bir şube yok neden bu adı alıyor. Arsenal Futbol Kulübü diye anılır. Avrupa’da bunlara dikkat edilir.

    Fenerbahçe bugün tesisi bakımından da Türkiye’nin en zengin tesislerine sahip. Spor dalları bakımından en fazla spor dalına sahip. O basketbol da örnek genç var, erkek var, bayan var, A takımı var… Lisanslı sayısına, yapılan spor faaliyetlerine bakarsanız diğer kulüpleri mat edecek kadar çoktur. Tekrar söylüyorum 100. yıl da olaydır. Fenerbahçe Spor Kulübü futboldan kazandığını Anadolu’nun çeşitli yerlerinde spor okulları açarak harcar. Neden büyüktür, işte bu yüzden büyüktür Fenerbahçe. Büyümek sadece futbolda şampiyon olmakla kalmamıştır. Şampiyonluk kazanamadığı dallarda da kürsüye çıktı; ya 2. ya 3. Bunları görmek örnek almak lazım…

    – Ve Şampiyonlar Ligi’ndeyiz? Teknik direktörümüz Sayın Zico’yu değerlendirir misiniz?

    Gene Fenerbahçe üzerine düşeni yapacak. Karşımızdaki yabancılar kaç yabancıyla oynuyorlar, biz kaç yabancıyla. Ayaklarımız eşit değil. Onların bacağı daha yüksek. Eşitsizliklerimiz, haksızlıklarımız çok. Fakat ben teknik bakımdan da, idari bakımdan da, futbolcular bakımından da her zaman kulübüme güvendim, yine güveneceğim. 100 yıllık şanlı şerefli kulübüme.

    Evet, Zico’yu tutuyorum. Futbol dünyasında Brezilya gibi bir ülkede Beyaz Pele lakabıyla ün yapmış futbol bilgisi yüksek, Didilerle, Pelelerle oynamış değerli bir futbolcuydu Zico.

    Carlos diyor ki; “Onun yanında bile çalışmak gururu verici”. Futbol bilgisi olan insanların ortak görüşü Zico futbol bilgisine sahip bir insan. Bunu hocalığı ile de ispatladı. İlk geldiği sene bir takımı şampiyon yaptı. Daum ilk geldiği sene şampiyon yapamadı. Doğru dürüst derbi bile kazanamadı. Birde Zico’ya bakın. Ben güveniyorum.

    Fenerbahçe 1922-23 yılında hiç gol yemeyen bir İstanbul takımı oldu. Oyuncuların hepsi yüksek tahsilli üniversite mezunlarıydı. Yavuz İsmet Uluğ Zeki Rıza Sporel Veteriner, Bedri Gürsoy Diş Hekimliği Fakültesi, Fahir Yeniçay Fen Fakültesi mezunu sonra profesör. Türkiye’nin tek atom profesörü Sonra Fen Fakültesi’ne dekan oldu. 58 atılan gole karşı hiç gol yemedi bu oyuncular. Böyledir Fenerbahçe takımı. Türk futbol tarihinde kırılmayan rekoru kırdılar. Fenerbahçeliler ne kadar övünseler azdır. Biz her şeyin üstesinden geliriz.

    – Fenerbahçe’nin yüz yıllık tarih kitabı yazılıyor. Bunda sizin de emeğiniz çok fazla…

    Hayatımın kitabı. Benim üzerime düşen görev bitti. Sanırım yakında çıkacak. En duygulandığım an Fenerbahçe 100. yıl kitabını yazma şerefine nail olmak ve bu görevi arkadaşım Sertaç Kayserilioğlu ile paylaşmış olmam. Ben bu katkılarımla 82 yaşında bu işin altından kalktığıma göre Fenerbahçe’ye hizmetin yaşı yoktur.

    Ayrıca torunumun Dünya Fenerbahçeliler günü olan 19 Temmuz ilan edilmeden 19.07.2000 günü doğmuş olması, yapılan üç tane Fenerbahçe görsel tarihinin içinde yer almam (ki bunlar: “Kuruluştan kurtuluşa”, “Bahçedeki Fener” ve “Bir Tutkunun Tarihi”)… Hepsi çok hoş rastlantılar. Bir insan için güzel hatıralar.

    – Fenerbahçe dergimiz hakkındaki düşünceleriniz ve önerileriniz eleştirileriniz?

    İlk sayısından beri inceliyorum. Her şeyiyle mükemmel. Baskı kalitesi de harika. Hacim olarak doyurucu, Fenerbahçe’den en doğru haberleri alabileceğimiz iki kaynaktan biri. Bir diğeri ise Fenerbahçe TV.

    Dergi vasıtasıyla her ay sonu ve dolayısıyla yılsonu haberlerin bir toplamı geçiyor elimize. Arşivimiz oluyor aynı zamanda. Kötünün bir sınırı vardır; “bundan kötüsü olmaz” deriz . Ama iyinin sınırı yoktur. Daha iyisi olur, onun da iyisi olur. Ölçü olarak tahlilim bu. Her şey için söyleriz. “Bundan iyisi can sağlığı” deriz. Ama kötü için noktayı koyarsın. Kötü kötüdür.

    Dergi hep iyiye gidiyor. Tatmin ediyor. Tüm branşlardan haberler veriyor. Gazetelere baktığınızda ise nerde yüzme? Nerde kürek? Nerde boks? Ama dergimizde hepsi var.

    1950’li yıllarda 4 kalecili bir takım vardı. Öz Fenerbahçe Dergisi futbol takımı. Futbolu bıraktıktan sonra bir araya gelip oynayan 4 kalecinin de yer aldığı takımdı. Sabri Kiraz, Cihat Arman (santrfor), Fecri Ebcioğlu (takımın kalecisi). Ortaköy’lü Behiç. Bu takım, tarihinde yenilgi görmedi.

    – Fenerbahçe’nin büyük taraftarına mesajınızı alabilir miyiz?

    Bizim zamanımızda kazanan-kaybeden hep birlikte maçtan sonra birbirimizi tebrik edip, akşam da eğlenceye giderdik. Mesajım şu;“En olgun taraftar olmak!” Bu Fenerbahçe’ye en çok yakışan şeydir. Bunun için ne kadar tahrik görürsen gör, efendiliğini kaybetme, hep destek tam destek, Fenerbahçe’nin en güzel işaretidir.

    Bir adamını ıslıklıyorsun, bu sana yakışacak olay değil, sana her şeyden önce hayran olduğun renklerine bağlılık lazım. Belki o beğenmediğin ıslıkladığın oyuncu attığı bir golle seni galip çıkaracak. Sen de hatırladığında mahcup olacaksın.

    Bunun örneklerini de çok yaşadık. Her zaman desteklersen bu çok daha iyi olacaktır. Fenerbahçe en çok taraftarı olan kulüptür. Bize yakışan duruşu her zaman muhafaza etmeliyiz.

    – Sizin bizimle paylaşmak istedikleriniz…

    Can Bartu benim basketbolcumdu. Bir gün basketboldan çocuklar Genç Milli Takım İstanbul şampiyonu olduklarının 40. yılında bir yemek hazırlamışlar. Faruk Ilgaz Tesisleri’ndeki bu yemeğe ben de gittim. Yemekte Atatürk sevgisi ve Fenerbahçe tarihi ile ilgili konuşmalar yapıldı. Orada da anlatmıştım.

    Fenerbahçe’nin tarihi o kadar geniş ki mesela gazetede bir haber okumuştum. Hemen kulübe haber vermiştim. Sabiha Rıfat İzmir’de vefat etmiş. Ve gazete ilanı onu sadece inşaat mühendisi kimliği ile belirtmişti. Hemen kulübe ilettim. Kulüp de çelenk göndermişti. Fenerbahçe tarihindeki kişiler bir efsanedir.

    Sabiha Rıfat’ı bilmeyen kişilere tanıtmak istiyorum. Kulübümüze hizmet veren her insan bizim için değerlidir. Yıl 1929 tamamı yüksek mühendis mektebi (teknik üniversite) öğrencilerinden kurulu Fenerbahçe’nin güçlü voleybol takımında bir de bayan sporcunun yer aldığı görüldü. O tarihlerde Türkiye’de henüz bir bayan voleybol takımı bulunmadığından teknik üniversitede öğrenim görmekte olan ve büyük bir voleybol yeteneğine sahip bulunan Sabiha Rıfat hanıma okul arkadaşları kendi aralarında yer vermişlerdi. Yönetmeliklerde bir bayan sporcunun erkek takımında yer alamayacağına dair bir maddenin bulunmaması yüzünden Sabiha Rıfat Hanım’a Fenerbahçe Spor Kulübü adına tescili yapılmıştı. Ve bu takım İstanbul şampiyonluğunu kazanmıştı. Dünyada ilk ve tekti. Ve Fenerbahçe Spor Kulübü umumi kaptanı genel sekreter vekili Hayri Celaleddin Atamer Sabiha Rıfat’a bir mektup göndermişti. Bu mektupta; “Bu memlekete ilk defa cem’i bir sporda erkek arkadaşlarla beraber olarak oynamak suretiyle gösterdiğiniz teceddüt ve muvaffakiyetten dolayı sizi Fenerbahçe gençliği ve Hey’et- i İdaresi namına hararetle tebrik ederim efendim” diye yazıyordu.

    Bir Türk kızının şampiyon bir erkek takımında yer alması Türk sporu adına büyük olaydı. 

    Daha sonraları Anıtkabir inşaatında da kontrol mühendisliği yapmıştı. Diyeceğim o ki; Fenerbahçeliler tarihlerini iyi bilsinler ve onları bu duruma getiren efsane insanları asla ve asla unutmasınlar…

    Röportaj: Sibel Kurt (Ekim 2007 – Fenerbahçe Resmî Dergisi)


    Bir İstanbul Vardı

    Ben, İstanbul’da doğdum. İstanbul’da büyüdüm.

    Yetmiş beş yılı aşan ömrüm hep İstanbul’da geçti.

    Çocukluğumun, delikanlılığımın, gençliğimin geçtiği bu şehirde arkamda bıraktım yaşlarımı.

    Ömrümün ihtiyarlık çağındayım şimdi. İstanbul’u yazarak tadını çıkarıyorum İstanbullu olmanın.

    Bir kez daha.

    Azrail’le randevum nerededir, bilinmez. Fakat yine de bu şehirde olmasını isterim kabrimin. Mezar taşımda İstanbullu yazmasını isterim.

    Bu şehirde diyorum. Çünkü benim yaşlandığım, toprağında yatmayı arzuladığım şehir, doğup büyüdüğüm o güzel İstanbul asla değil şimdi. İstanbul’um diyemeyeceğim bir garip diyar oldu burası

    Cem Atabeyoğlu

  • Bayrak Sporcu

    Bayrak Sporcu

    Fenerbahçe kadın voleybol takımının 1950’li yılların sonunda Almanya’ya yaptığı seyahat hakkında elimizde çok sayıda resim vardı fakat bu hikaye yeni karşımıza çıktı. Neriman Tekil’in meşhur Fenerbahçe dergisinde, voleybol takımlarının antrenörü Alaettin Güneş’in kaleme aldığı yazı, bayrak sporcunun ne demek olduğunu anlatıyor. Tabii Alaettin Güneş’in de bu “bayrak sporcu”ların yetişmesindeki payı asla unutmamak gerekir.

    Fotoğrafta görünen Fenerbahçelilerden tanıyabildiklerimiz; Güneş Çapa, rahmetli Mahiru Akdağ ve Altan Karpuzlu. Güneş abla belli ki Yunanlılara çok sinirlenmiş. Tartışmadan sonra yüz ifadesi hâlâ gergin…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türk Kızının Vatanseverliği

    Yanılmıyorsam yıl 1958… Fenerbahçe kız voleybol takımı Saarbrucken şehrinde maçlar yapmaya gidiyor.

    Sedat Bayur ile Talat Ataman da idareci olarak kafilede bulunuyorlar. Yolculuğumuz trenle.

    Gülüş çığrış bir süre yolculuktan sonra tren bir istasyonda durdu.

    Bir de baktık ki Yunan gümrük ve polis memurları koridorda. Meğer Yunan toprağına girmişiz. Bir gürültü koptu. Talat, Sedat ve ben merakla kompartımandan koridora çıkınca durumu öğrendik.

    Bizim kızlar Yunanlı gümrük ve polis memurları ile münakaşa ediyor ve veryansın ediyorlar.

    Mesele şu: Kızlar daha Sirkeci’de iken kompartımanın camına Fenerbahçe kulübü bayrağını astılar. Her kulüp bayrağında olduğu gibi Fenerbahçe kulübünün bayrağının köşesinde de Türk bayrağı var. İşte Yunan gümrük ve polis memurları bayrağı indirin demişler. Bizim kızlar da Yunanlı memurlara hışımla çıkışıyorlar. Tabii olaya biz idareciler de sinirlendik.

    Aslan kızlarım “Burası Yunan toprağı ama bizim kompartıman da Türk toprağı sayılır. Tıpkı Yunanistan’daki elçiliğimiz gibi!” diye diretip duruyorlardı.

    Bayrağı indirmediler, bilakis camı açarak, bayrağı da ellerinde gererek resim bile çektirdiler. Yunanlı memurlar da pes edip gittiler.

    Bir ara gözlerim yaşardı. Demek ki ben kızlarımın yalnız Fenerbahçe sevgisi, Fenerbahçelilik ruhu ile değil, ayrıca vatanseverlikleri ile de iftihar etmek mutluluğuna erişmiş bir antrenörmüşüm. Ne mutlu bana…

    Helal olsun sizlere verdiğim emeklerime. Helal olsun.

    Tabii, yenilmez armada, ama pür amatör yenilmez armada, Almanya’dan da yenilmeden yurda dönmüştü. Bütün maçlarını kazanarak.

    Alaettin Güneş | Fenerbahçe Dergisi

  • Fenerbahçe Müzesi

    Fenerbahçe Müzesi

    2000 yılında Neriman Tekil‘in Fenerbahçe Spor Dergisi’nde Hüseyin Denizci beyefendi Fenerbahçe Müzesi ile ilgili kısa fakat mükemmel bir yazı kaleme almış. Artık Fenerbahçe’nin bir müzesi var. Fakat yazıda geçen diğer konulara bakılacak olursa, aradan geçen 22 sene neyi, ne kadar değiştirdi, tartışmak gerekir. Fenerbahçe’nin zafer hatıraları birden çok müzeyi bihakkkın doldurur.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Fenerbahçe Müzesi

    Fenerbahçe, müzesinden yoksun olarak 93 yılını geçirdi. Yılların birikimi o değerli hatıralar her zaman uygun olmayan yerlerde ve uygun olmayan şartlarda korumasız depolandı. Hepsi spora ait bu kültür eserleri ne müze kurulunun sorumluluğuna terk edildi ve ne de kulüp içinde bu değerli emanetleri zimmetlenen birileri oldu.

    1992-1994 döneminde müze kurulunda görevliydim. Arkadaşlarımla birlikte çok güzel çalışmalar yapıyorduk. Ayrıca “Danışma Komitesi” olarak sınıflandırdığımız çok kıymetli Fenerbahçeliler müze kurulu ile toplanıyor ve çalışmalara renk ve anlam katıyorlardı. Uzun müzakereler sonunda alınan kararlar yönetim kuruluna yazılı olarak iletiliyor ve gelecek yanıt heyecanla bekleniyordu. Fakat ne yazık ki kurumsal bir Fenerbahçe yaratmayı vadedenler bir yasal kurulun yazılı başvurularına hiçbir zaman yanıt vermek gereğini duymadılar.

    1994 yılında eski binanın boşaltılması sırasında müze eşyalarını bir bir paketleyip Dereağzı’nda bize tahsis edilen odaya depolamıştık. Binanın inşaatı bittiğinde sıra müzenin yerleşmesine gelmişti. Bu arada genel kurul olmuş ve biz görevi devretmiştik. Yerleştirme işini müze kurulunun yapamayacağına karar veren yönetim kurulu bir vitrin dekoratörü çağırıp işi hallettiler. Tabii olarak iş erbabının elinden çıkmayınca ne müze müzeye benzedi ve ne de müzenin düzeni. Bir de heykelini diktiler yaptıranın bu tuhaf yapının girişine, iş tamamlandı.

    Fenerbahçe için emek, kafa ve para harcayanlara her zaman teşekkür borcumuz vardır. Ama biz bir asra yaklaşan bir beklentinin mutlu son ile noktalanmasını bekliyorduk. Bu olmadı. Umutlarımız bir başka bahara kaldı.

    Her şey bir uzmanlık işidir. Müzecilik de öyle.

    Yapısı ayrı, işletmesi ayrı bir uzmanlık konusu. Ciddiye alınmazsa bocalamak kaçınılmaz olur.

    Hüseyin Denizci| Fenerbahçe Spor Dergisi – 2000 (Fenerbahçe Müzesi)

  • ULAN’lı Kongre

    ULAN’lı Kongre

    Mart 1998 tarihli (Neriman Tekil‘in) Fenerbahçe Spor Dergisi’nde, Hüseyin Denizci imzalı bir yazıda 15 Şubat 1998’de yapılan olağan genel kurul toplantısında Kongre Divan Başkanlığı eleştirilmiş. Her ne kadar Hüseyin Bey’in bahsettiği “ULAN’lı Kongre” unutulmuş da olsa, yazı tarihten bugüne ilginç bir vesika…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    ULAN’lı Kongre veya Kongre Divan Başkanlığı’nın Sorumluluğu

    14-15 Şubat 1998 günleri İstek Vakfı büyük salonunda yapılan Fenerbahçe’nin olağan genel kurul toplantısının en dikkate değer yanı kongre divanının seçimi ve seçilenlerin kongre boyunca söz alan konuşmacılarla ve salonla devamlı bir çekişme içinde olmasıdır.

    Divan seçimleri iki ayrı listeyi destekleyen grupların önerdiği isimlerden oluşan ve net bir şekilde gözle belirlenmesi olanaksız bir sayısallığın gereksiz bir tavırla zorunlu karara dönüştürülmesi ile kabul edilemez bir kargaşa yaratmıştır.

    Kongrenin açılışını yapan zatın haşin ve kaba tarzı ile o güzel salonu strese sokması ve O’nun yaptığı hatayı düzeltmeye çalışan Ali Şen’in olaya müdahalesinin itibar görmemesi kongrenin adaleti konusunda herkesi peşinen şüpheye düşürmüştür. Bu nedenle galeyana kapılan bazı üyelerin yaptığı karşılıklı saldırgan hareketler kongrenin uzun süre rayına oturmasını engellemiştir.

    Fenerbahçe’nin hemen her kongresinde usül ve hukuk hataları yapılmaktadır. Bir önceki kongrede yapılan yanlışların faturası gelmiş önümüze konmuştur. Fenerbahçelilerin her kongreden sonra hukuk anlaşmazlığına düşülmesinden son derece rahatsız olduklarını Mısır’daki sağır sultan bile duymuştur.

    Ne olurdu, divan seçiminde kaldırılan eller bir defa daha sayılmış olsaydı. Ne olurdu, kongre açılışını kongrede “ULAN” kelimesinin kullanılamayacağını bilen birine yaptırmış olsaydık.

    Kongre, Fenerbahçelilerin spor kamuoyunun beklediği olgunluk içinde maalesef geçmemiştir. Divan Başkanlığı genel kurul boyunca konuşmacılarla cebelleş edip durdu. Büyük özveri ve cesaretle kürsüye çıkanlar konuşmaları boyunca divanın haksız müdahaleleri ile karşılaştılar.

    Daha üçüncü konuşmacıdan sonra kabul edilen on dakikalık süre kısıtlamasını takiben her konuşmacının sözü kesildi. Çoğu kürsüden kırgın ve kızgın ayrıldı.

    Tahammülsüzlük salonda değil Divan’dan geliyordu. Görüşlerini tamamlayamadan konuşma hakları engellenenler oldu.

    Fenerbahçe’de kongre yönetmesini bilen çok insanlar vardır. Bu muhterem kişilere görev vermek yerine küçük ayak oyunlarıyla belki de kendilerine haksız çıkar sağlayacak sivri ve deneyimsiz kişilere görev vermenin âlemi ne?

    Herkesin kafasını allak bullak edip çok daha mantık ve net bir sonuç alınamamasının kime faydası olmuştur?

    Sevgili Fenerbahçeliler, karşı düşünceye saygılı olmayanlar konuşmalarında toplumsal yarar olan birçok insanın ifade özgürlüğünü engellemişler ve kongrenin tartışılabilirliğini gündeme getirmişlerdir.

    Bunun için Fenerbahçeliler ULAN’lı kongrelerini hiç unutmayacaklardır.

    Hüseyin Denizci / Mart 1998 – Fenerbahçe Spor Dergisi

  • Bir Divan Toplantısı

    Bir Divan Toplantısı

    Neriman Tekil‘in Fenerbahçe Dergisi, seneler boyunca Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Yüksek Divan Kurulu toplantılarını yayınladı. Eli bihakkın kalem tutan büyüklerimiz sayesinde muhteşem metinler halinde tarihe geçen o günlerden birini , bir divan toplantısı özetini sizlere aktaralım istedik. Kimler, kimler ne konular! Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Osman Kavrakoğlu’nun Konuşması

    Fenerbahçe Spor Kulübü’nün son dönem divan toplantısı 21 Ekim 1988 Cumartesi günü yapıldı. Saat 10.30’da başlayan toplantı Mart 1988’den itibaren vefat edenlere saygı duruşuyla başladı.

    Toplantının açış konuşmasını yapan Divan Başkanı Osman Kavrakoğlu kulübün mali imkanlarının yetersizliğine değinirken, özellikle son zamanlarda devletin ve özel teşebbüsün Naim Süleymanoğlu’na yaptığı yardımı eleştirdi. Kavrakoğlu sözlerine şöyle devam etti:

    “Maç hasılatı dolayısıyla yapılan kesintiler % 40’ı aşmıştır. Türkiye’de bir tutarsızlığın üzerine parmak basmaya mecburuz. Bunu basından rica ediyoruz. Şüphesiz bir Türk çocuğunun dünya şampiyonluğunu kazanması gurur vericidir. Ama işi çığırından çıkartıp, milyarları döküp, bu arada Fenerbahçe gibi, Galatasaray gibi, Beşiktaş gibi artık asrı dolduran hizmetleri yapanlara üç kuruş vermeye sıra geldi mi, % 42 keseriz demek, sporu teşvik etme iddiasında olan idarecilere, bilhassa devlet erkânına yakışmıyor. Biz Süleymanoğlu’na her şeyi verebiliriz. Ama bakıyoruz hesaplar öyle şaşırılmış ki, Bulgar Radyosu 75 milyon aldık, diyor. Başvekilimiz 1 milyon dolar verdik, diyor. Bu toplam, 1.5 milyarı geçer. Eğer Süleymanoğlu’na yardım etmek istiyorsak ki, hepimizin milli vazifesidir. 120 bin kişi yetiştirir, adını da Süleymanoğlu koyarız.  Bu olaya Fenerbahçe önder olarak ilk itiraz bayrağını açmıştır. Öyle bir kanun çıkmıştır ki, Fenerbahçe kendi üyelerine bir taahhütlü mektup göndermek için 4-5 bin TL harcamaya mecburdur. Böyle spor himayesi olmaz. Biz ricamızı basına intikal ettiriyoruz ve diğer kulüpleri de elbirliğiyle bu kampanyaya çağırıyoruz, bu anormal duruma, hükümete rica ederiz buna bir çare bulsun, ayıptır beyler…” diyerek sözlerine son verdi.

    Bir Divan Toplantısı

    Hasan Özaydın Konuşuyor

    Daha sonra Yönetim Kurulu adına Hasan Özaydın söz alarak çalışmaları hakkında bilgi verdi. (Bu arada 15 Yönetim Kurulu üyesinden 4’ünün bulunması dikkati çekti).

    Özaydın “Tüm dallarımızda kaliteli ve verimli sporcu temini için transferlerle, başarısız olan futbolcuların eski hale dönmesi için çalışmalarımız olmuştur. Maddi, manevi hiçbir sorundan kaçınılmamıştır. Ve bunun sonucu bir Ergin, bir B.Bilal çıkarılmıştır. Bu arada ara transferlerle mevcut oyuncular değerlendirilmiştir. Bunlar: Abdülkerim Durmaz Ankaragücü’ne, Hasan Öztürk, Dusan Pesiç Sakaryaspor’a, Hüseyin Sarıca, Müslüm Gülhan, Birol Altın, Ayvalıkspor’a Necdet Zengin ve Gülhan Kuşadasıspor’a Oğuz Karakaya Çorluspor’a, Zafer Tüzün Adana Demirspor’a, Bülent Yenidoğan Erzurumspor’a, Osman Giresunspor’a kiraya verilmiştir. Bu arada altyapı tesislerine önem verilmiştir. Kasım ayında altyapı Fikirtepe tesislerine taşınacaktır. Transfer giderleri yaklaşık 2 milyardır. Mevcut kadronun Fenerbahçe’ye maliyeti 3.2 milyardır. Bu rakamları belirtmemdeki amaç altyapıya dönmenin buraya önem vermenin ne kadar önemli olduğunu belirtmektir. Sezon hazırlıkları konusunda çalışmalarımız olmuştur. Basketbolda gerekli para tahsis edilmiş, ancak 88-89 sezonunda maliyeti artmıştır. Voleybolda başarılıyız. Boks da amatör spor dallarında en başarılı olan şubedir. Seul Olimpiyatları’na 2 boksör göndermiştir. Kürekte ise genç ve kızlar da başarılı olduk. Atletizmde ise Türkiye ikincisiyiz. Kulübümüze yapılan teberrular: Sait Tandoğan 48 milyon, Kayalar A.Ş. 120 milyon, Metin Aşık 40 milyon, Mehmet Özbek 70 milyon, Hasan Özaydın 40 milyondur”

    Özaydın daha sonra Kayışdağı’nda 250 dönümlük arsanın Fenerbahçe’ye tahsis edileceğini ve bütün ünitelerin Dereağzı’nda bir binada toplanacağını söyleyerek sözlerine son verdi.

    Bir Divan Toplantısı

    Üyelik Ücreti Tartışması

    Fenerbahçe Kulübü’ne üye olma şartları ve yeni teklifler, üyeler arasında karşılıklı eleştirilere neden oldu. Bu en çok tartışılan konu üyenin eş ve çocuklarından alınacak miktar ile amatör sporculardan alınacak miktar oldu. Özellikle amatör sporculardan oylama sonucu üyelik için 100 bin TL alınmasının kararlaştırılması Yönetim Kurulu üyelerini sinirlendirdi.

    Daha sonra söz alan Özaydın “Hiç alınmasın daha iyi” diyerek sitem etti.

    Bu arada üyelik için düşünülen yeni şartlar  ise şöyle sıralandı:

    Dışarıdan gelenler için üyelik şartı 5 milyon TL

    Üyenin eş ve çocuklarının üyelik için şartı 2 milyon TL.

    Amatör sporcular için üyelik şartı 500 bin TL.

    Bu konuda görüşlerini belirtmek üzere ilk sözü alan Turan Akra oldu.

    Akra: ”Türkiye’deki bu ekonomik çıkmazda 3 milyon 5 milyona çıkarmakla ne kazanılır? Bunlar kendi ölçülerine göre yapılmış rakamlardır. Fenerbahçe bu rakamlarla bir yere gelmez. Amatör sporcular hâlâ ebeveynlerinin eline bakıyor. 500 bini nasıl versin?’ diyerek daha evvelki rakamların sabit tutulmasını istedi.

    Akra’dan sonra söz alan Altan Ayanoğlu bu konudaki düşünce ve eleştirilerini şöyle sıraladı:

    “Öncelikle teklif noksan. Amatör sporcu kulüpten ücret almayan kişidir, profesyonel sporcular ise maddiyat için oynar, kulüp sevgisi sonra gelir. Örneğin Oğuz 300 milyonu, 2 yıl için aldı. Üyenin eş ve çocukları zaten kulüpten yararlanıyordu. Ama bunların tek tek kulüp üyesi olması düşüncesindeyim. Kısaca amatör sporcu ile üyenin eş ve çocukları için düşünülen yeni ücret çok fazladır.”

    Daha sonra söz alan Reşat Göz yeni üye şartları ve kulüp hakkındaki düşüncelerini ise kısaca şöyle sıraladı:

    “Sayın Başkan’ın nasıl olsa geliri yerinde ancak kendi ailesini bile zor geçindirebilecek kişi 4-5 milyonu nereden bulacak? Büyük harcamalarla bu cemiyet ayakta durmaz. Ben futbol antrenörümüzü Beşiktaş maçında ayıpladım. Bazı arkadaşları yerinde oynatmadı. Daha önceleri B.Fikret olmadan da takım galip geliyordu. Beşiktaş maçında rıdvan olmayınca başarısızlık oldu. son olarak amatör şube den gelecek arkadaşları az para ile almalıyız”

    Bu konuda Necdet Kuba ve Turgut Sevenler, Semih Gölpınar görüşlerini belirttiler.

    Daha sonra üyelik sonuçta şu karara bağlandı:

    Yeni üye olacaklar 5 milyon TL.

    Üyenin eş ve çocukları 250 bin TL.

    Amatör sporcular 100 bin TL. ödeyerek Fenerbahçe Kulübü’ne üye olabilecekler.

    Bir Divan Toplantısı

    Madalyalar ve Gerilen Ortam

    Bu konu karara bağlandıktan sonra Fenerbahçe Kulübü’de 40 yılını tamamlamış üyelere rozetler dağıtıldı. Bunlar Naip Akbay, Bartan Abakyan, Nihat Başgöze, Adnan Çekmece, Nejat Duysak, Nejat Diyarbakırlı, Kamil Ekin, Kamuran Ekin, Hüsnü Göker, Vecdi Himmetoğlu, Süleyman Koyuncu, Refik Konuk, Şefik Konuk, Esin Kent, Abdurrahman Mısırlı, Leon Russo, Recai Soydaner, Haldun Sürer, Sacit Seldüz, Burhan Şener, Erdoğan Türetgen, Kemalettin Ererdağ

    Toplantının son kısmında Fenerbahçe ve Denetleme Kurulu adına Üstün Akmen 3 aylık denetim raporunu sundu. Akmen Fenerbahçe Kulübü’nün para girişi ile para çıkışı arasında hem zamanlık olmadığını vurgularken heyetlerinin hiçbir zaman Yönetim Kurulu ile görüş ayrılığında olmadığını, amaçlarının yardımcı olmaktan ileri gitmemekle birlikte, teftişlerini yapacaklarını, defter ve kayıtları inceleyeceklerini, kısaca görevleri neyi gerektiriyorsa onu yapacaklarını söyledi.

    Divan üyelerinden Alparslan söz aldı. Sosyal lokalin üyeleri tatminden uzak olduğunu söyledi.

    Fakat Akmen’in söz almasıyla birlikte divan toplantısı gergin bir havaya girdi. Yönetimden hiçbir yakınlık görmediklerini belirten Akmen, “Her türlü denememiz sonuçsuz kaldı. Bir türlü yönetim kurulu bizimle çalışmadı. Son olarak yönetim kuruluna katılmak istedik, sonuçta kovulduk” dedi.

    Bu konuşma üzerine söz alan Hasan Özaydın, “Denetleme kurulu elemanları kendi başlarına hareket ediyorlar. Toplantı başlamak üzereyken gelip oturdular. Sorunları olup olmadığını sorduk bize sadece ‘Toplantıya katılacağız’ dediler. Olay bundan ibarettir” dedi.

    Daha sonra söz alan Hulusi Altınok’un Denetleme Kurulu üyelerinin bu hareketini eşkiyalık olarak nitelendirmesinden sonra karşılıklı bağrışmalar başladı. Denetleme Kurulu Başkanı Umur Türe tartışma sırasında Hulusi Altınok’a “Eşkıya senin sülalen” diye bağırdı.

    Altan Ayanoğlu taraflara uzlaşma teklif etti. Böyle bir havada kendisinin de birçok görüşlerini dile getirmekten kaçındığını söyledi.

    Osman Kavrakoğlu’nun da ortalığı biraz olsun yatıştırmasının ardından kürsüye gelen Denetleme Kurulu Başkanı Umur Türe, “Fenerbahçe’de kimse denetlenmek istemiyor. Her ay rapor yazıyoruz cevap veren yok. Denetleme Kurulu görev yapacaktır, burası köşe başı değil. 600 milyon liralık ansüsman fatura var. Bunun ne olduğunu bilen yok. Bize yöneltilen her türlü suçlamaları ispata davet ediyorum. İspat ederler yoksa yalancılıkla itham ediyorum. Eğer gerekirse genel kurulu toplarız” dedi.

    Toplantıda zaman zaman bazı konuşmacıların konuşmaları eleştirildi ve oldukça elektrikli bir hava estiyse de bazı konularda birlik ve beraberlik içinde karar alındı.

    Toplantıya katılan üyelerin azlığı dikkati çekerken, 40 yılını doldurmuş üyelere rastgele bir şekilde rozetlerinin verilmesi eleştirildi. Toplantı, Divan Başkanı Osman Kavrakoğlu’nun sonuç konuşmasıyla son buldu.

    Fenerbahçe Spor Dergisi Kasım 1988 – Bir Divan Toplantısı

  • Fenerbahçe’de Eleştiri

    Fenerbahçe’de Eleştiri

    Ekim 1988 tarihli Fenerbahçe Dergisi’nde, muhtemelen Neriman Tekil‘in kaleme aldığı “Fenerbahçe Spor Dergisi” bir yazıya rastladık. “Fenerbahçe’de eleştiri kültürü” diye bir şey varsa, buna emeği geçenlerin başında rahmetli Neriman Tekil de geliyor. Nur içinde yatsın.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tesadüfler ve Gerçekler

    Geçenlerde bir tesadüf eseri, Yönetim Kurulu üyelerimizden biri ile tanıştık. Müşterek dostumuz bizi birbirimize takdim ederken:

    – Tanışıyor muydunuz? diye sordu.

    – Hayır! dedik, karşılıklı olarak. İki Fenerbahçeli değil, iki yabancıydık sanki. Son yıllarda böyle oldu. Kulüp, birbirlerini tanımayan Fenerbahçelilerle doldu. Her neyse… Karşılıklı ‘hayır” deyişimizin de bir hayrı oldu sonunda. Hiç değilse bu suretle bir takım gerçeklerde ortaya çıkmış oldu.

    Kısa görüşmemizde, Fenerbahçe Dergisi hakkında sitemde bulunuldu. Neymiş efendim? Fenerbahçe Dergisi kulübe para verenleri tenkit ediyormuş. Yönetim Kurulunca tasvip edilmeyen yazılar yazılıyormuş…

    Öncelikle şunu söyleyeyim: Bu dergi 40 yıldır, kişilerin değil, Fenerbahçe âmaline hizmet etmek için çıkmaktadır. Ve bir takım tenkitler yapılıyorsa, bunlar, sadece yapılan yanlışlıkları düzelttirmek içindir. Eğer bir üye:

    – Ben para veririm ama, şu şubenin de başına geçmek isterim! derse, biz bu gibilere de öncelikle ehliyet sorarız. Şoförlükte ehliyet aranır da, koskoca Fenerbahçe’nin üzerine titrediği bir şubenin başına geçenlerde, bu, kulak ardı edilirse, biz buna karşı çıkarız. Zira sadece para ile her işin halledileceği inancında değiliz. Eğer halledilmiş olsaydı, geçen yıl sarf edilen milyarlar sonucu, o canım Fenerbahçemiz 8. sırada yer almazdı.

    Kişilik arayanların, Fenerbahçe’yi basamak yapmak isteyenlerine de karşıyız. Bu iş, Nasrettin Hoca’nın sakalı gibi yol olursa, önüne zor geçilir. Her şöhret olmak isteyen, Fenerbahçe’ye girişinde, kartvizitini değil, parasını göstermeye kalkar. Ve ondan sonra da, o şanlı şerefli Fenerbahçe’nin de kimlerin barınağı olduğu meydana çıkmış olur. Bu bir.

    Yönetim Kurulunca tasvip edilmeyen yazıya gelince; söz konusu yazı imzalı yayınlanmıştır. Yazan da bellidir. Sayın Başkanımızın yıllardır beraber çalıştığı, özbeöz bir Fenerbahçelidir. Şayet yazı, gerçekleri yansıtmıyorsa, bunun karşılığı yazılır ve tarafımızdan seve seve yayınlanır. Zira biz, şu veya bu kişinin değil, Fenerbahçe’nin hizmetindeyiz. Sayın Başkanımızın, 2. Başkanın ve diğer ileri gelen yöneticilerimizin görüş ve düşüncelerini zaman zaman nasıl geniş şekilde yayınlamışsak, yönetimi tenkit eden Fenerbahçelilerin de gönderdikleri yazıları yayınlamayı bir vicdan borcu saymaktayız.

    Sonra tenkit olarak biz ne yapıyoruz? Son kongrede müjde olarak verdiğiniz vaatler ne oldu diyoruz? Bunların hangileri ele alındı, alındı ise ne safhada olduklarını soruyoruz? Bunlar bizim hakkımız değil mi? Her Fenerbahçelinin sorması gereken sorular değil mi?

    Yönetim Kurulumuzda bulunan bir garip âdem de, vaktiyle dergimizi tenkit ederken bula bula ne bulmuştu biliyor musunuz?

    – Siz bu dergiden para kazanıyor musunuz? diye sormuştu.

    – Kazanmıyoruz! demiştik.

    – Öyle ise ne duruyorsunuz, kapatın, demez mi? 40 yıldır yayın hayatını sürdüren bu dergiyi bakkal dükkânı sanmıştı zahir. Ama biz kendisine:

    – Siz Yönetim Kuruluna girmek için çalmadık kapı bırakmazken, bu girişiminizden bir menfaat bekliyor muydunuz? diye sormamıştık.

    Sonuç olarak şunu söylemek isteriz: Bu dergi Fenerbahçelilerindir. Ve Fenerbahçe’ye hizmet için çıkmaktadır. Her Fenerbahçelinin yazısını yayınlamaktan zevk duyarız. Bizim bir ard düşüncemiz yoktur. Ne bir mevkide gözümüz var, ne de şu veya bu kişinin amaline hizmet etme niyetindeyiz. Unumuzu elemiş, eleğimizi asmışız. Gerek sportif alanda, gerekse idari sahada, canımız kadar sevdiğimiz, elinde yetiştiğimiz Fenerbahçe’ye, yarım yüzyılı aşan bir zaman hizmetimiz olmuştur. Gururumuz bundan ileri gelmektedir.

    Fenerbahçe Spor Dergisi / Fenerbahçe’de Eleştiri

  • Galip Bey’in Tokadı

    Galip Bey’in Tokadı

    Büyük Fenerbahçeli Dr. Memduh Eren, Neriman Tekil’in Fenerbahçe dergisinde “Çimen Yapraklarından B.Dereye” başlıklı bir tefrika yazıyordu. Biz de bunu aktarmaya başlamıştık. Aşağıdaki bölümü ayrıca almak istedik. İki gün sonra vefatının 82. yılını idrak edeceğimiz Galip Kulaksızoğlu’nun bir hatırası… Galip Bey’in tokadı, sizi çok duygulandıracak.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Hakkı Ödenmez Fenerbahçeli Galip

    Bu güzel geziden sonra kulüpten ayrılırken Galip Bey, antrenmana gelirken birer top ayakkabıcı edinmemizi, iki resim getirmemizi, diğer gereksinmelerimizin ise kulüpten karşılanacağını söyledi.

    O dönemde futbol ayakkabılarının fiyatları 85 kuruş ile 125 kuruş arasındaydı. 55 lira aylıklı Devlet Demir Yolları’nda Muhasebeci olan babam en iyisinden bana bir çift ayakkabı aldı.

    Artık Çarşamba ve Cuma günleri yıllarca sürecek maraton bizler için başlamıştı. Haydarpaşa Lisesi’nden saat 15:10’da son dersten çıkıyor, elimizde okul çantası ve ayakkabı torbası ile tramvay geçen caddeden aşağı iniyor, ara yollardan geçerek ve sürekli koşarak saat 15:30’da Fenerbahçe Stadı’na kavuşuyorduk.

    “Arka Saha” ile dostluğumuz kurulmuştu. Sarı-Lacivert formalarla çimen yaprakları ve Her Şıvenk’le yıllar sürecek kıvançlı günlerle kucaklaşmıştık.

    Üstesine istenen iki resimden birisi ile bizlere birer Fenerbahçe Hüviyet Kartı (acaba şu anda Fenerbahçe’de böyle bir hüviyet kartı var mı bilmiyorum) ikinci resim ile de küçük boyumuza rağmen tüm maçlara serbestçe girmek hakkı verilmişti.

    O yıl tam dört tane küçükler takımı vardı. Ertesi yıl yaşları daha büyük olanlar dördüncü takımı oluşturdular. Bizler küçükler takımı olarak kaldık. Galip Bey takımlardan birinin kaptanlığını bana vermiş, öbür takımın kaptanı da arkadaşım ve hala dostum bir güzel adam Kamalı Nazif olmuştu. Kendisine Kamalı denmesinin nedeni yüksek topuk küt burunlu pabuçlarının üstündeki bol paçalı pantolonunun yanında bulunan bir parmak kalınlığındaki kamadandı. Güzel bakan mavi gözlerinden biri hafif şehla idi. Onunla aramızda bembeyaz bir dostluk kurulmuştu. Maç bittikten sonra duşlarımızı alır, Hamdi Bey’in salonunda her defasında Galip Bey ile yeniden buluşur, ikram edilen pastalı çayımızı yudumladıktan sonra kol kola Altıyol’a tırmanır, o zamanların en ünlü pastanesi “Nefis”e oturur, aşurelerimizi yerdik.

    Günlerimizi böylece sevgi ve arkadaşlık duyguları ile dopdolu geçirerek büyüyorduk. Aradan bir yıl geçmişti ki bir “Hasılat Maçı” gelmiş çatmıştı, bu nedenle karma takımların yöneticileri sadece birinci takımların stada parasız girebilecekleri kararını almıştı. Bizim bundan haberimiz yoktu. Stada geldiğimizde turnikede dahi başka adamlar görev almıştı. Hiçbirimizi ellerimizdeki karta rağmen stada almıyorlardı. Gelen dönüp gidiyordu. Bizse kenara çekildik, hem stadın önündeki cümbüşü seyrediyor ve hem de bir sürpriz bekliyorduk.

    Birden tiz bir sesin beni çağırdığını duydum, kuşkusuz bu ses Galip Bey’indi, koşarak yanına gittim, Kamalı da yanaştı.

    Galip Bey bize baktı, adeta azarlarcasına : “Neden maça girmiyorsunuz?” dedi. İkimiz de şaşırmıştık. Ve hemen ilave etti: “Derhal listelerinizi yapın, ben kapıdayım.”

    Alelacele listelerimizi yaptık, yürüdük. Galip Bey turnikenin arkasında heykel gibi dimdik duruyor, bizi bekliyordu. Elini uzattı, verdiğimiz listeyi turnikenin üzerine koydu. Bir anda ben, Kamalı ve birkaç arkadaş daha kendimizi içeride bulduk Bu arada bir direnme oldu. İri kıyım adam turnikeyi durdurdu, alınan yöneticilerin kararını, bu nedenle kimseyi içeriye alamayacaklarını anlatıyordu.

    Galip Bey sükunetle söylenenleri dinledi. Sonra bir hışımla adama döndü. Mavi gözlerinden adeta ateş püskürüyordu:

    “Efendi, efendi! Yöneticiler yarın çıkar giderler, hatta ölebilirler. Ama bu topraklar ve hatta bütün Türkiye bu gençlerindir. Her şey onlara emanet edilmiştir. Akşam gidince seni evine almasalar ne yaparsın? Bu topraklar üzerinde onlar yaşayacak, Türkiye’yi ve Fenerbahçe’yi onlar yaşatacak, onlar onurlandıracak ve onlar yüceltecektir. Yöneticiler ve sen kim oluyorsunuz da gençleri kendi malikhanelerine sokmuyorsunuz.”

    Bu sözlere değin turnikedeki adam hala direnince Galip Bey’in elindeki baston yere düştü, labut gibi sağ kolunun ters tarafı ile adamın boynunun üzerinden savurdu. Bir anda o koca adam kenardaki çamın dibine seriliverdi. Galip Bey’in köpeği olup bitenlere devam kararında idi. Uzunca bir süre bu iri adamı yakın mesafeden okşayarak kendi dili ile bir şeyler anlatmaya çalıştı. Bizler Galip Bey’in ardından güvenle gidiyorduk. Çimen yaprakları yeniden bizim olmuştu.

    Dr. Memduh Eren / Galip Bey’in Tokadı

  • O Zaman Dans

    O Zaman Dans

    2000 yılının Mart ayında Fenerbahçe Spor Dergisi’nde yayınlanan Neriman Tekil imzalı bir yazı, bizi 1919 yılına ve birbirinden ilginç isimlere götürüyor. Fenerbahçe’nin meşhur futbolcusu Yedibela Fahri’nin dans yarışması macerası, aynı yarışmada şampiyon olan Nurettin Otmar Savcı ve fotoğraflarda “Sinyor” Can Bartu’nun babası… O zaman dans!

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Türkiye’de İlk Dans Müsabakası

    Levent’te bir Reşat Nuri Güntekin sokağı vardır. 1950’li yılların başlarında burada bir sosyal kulüp vardı. Bilhassa yılbaşı geceleri dillere destan bir gece olurdu. Büyük salon duvarları tavanları hulasa her yer rengarenk kağıt ve balonlarla süslenir, bir yıl boyunca bu süslü salon aynen muhafaza edilirdi. Sosyal lokalin iki odasını ben yıl boyunca ayda 75 TL’den İstanbul Bölgesi Atletizm Ajanlığı adına kiralardım. Böylece kış aylarının haftada 2 günü atletler burada soyunur, Levent parkurunda koşar, sonra da burada duş alma imkanı bulurlardı.

    Bunun dışında her ay, Atletizm hakemleri için süslü salonda bir yemek tertip ederdim. 3 çeşit yemek için 3 TL öderdik. Yemekleri ahçı değil, sosyal lokalin müdavimi hanımlar hazır ederlerdi. Biz bu hanımların yüzlerini bile görmezdik. Servisi garsonlar yapar, her ayın değişik yemekleri ekip halinde ayrı ayrı Türk, Alman, Macar hanımlar tarafından pişirilirdi.

    Bunun dışında Tepebaşı’ndan temin edilen bir madam yemekte akordion çalarken ona kemanı ile bir mösyö refakat ederdi. Akordiona 5, kemana 7.5 TL olmak üzere ödenen para sadece 12.5 TL idi. Salonda bulunan çok uzun kablolu bir mikrofon elden ele dolaşır, isteyen konuşur, sonra konuşan sual yağmuruna tutulurdu. Biz evlerimize, Karaköy’den Kadıköy’e son vapur olan 24.30 ile dönerdik.


    İşte günlerden bir gün mikrofonu 1918 yılı eski mukavemet koşucularından ve İstanbul Bölgesi Atletizm Başhakemlerinden Röntgen Mütehassısı rahmetli Dr. Nurettin Otmar Savcı (1900-1972) aldı. Türkiye’deki ilk dans müsabakasında birinci olduğunu anlattı. Ama, evvela kimse inanmadı. Sonra bu dansın kesintisiz 21 saat sürdüğünü söyleyince kendisine iki sual soruldu :

    1. Ne zaman ve nasıl yemek yediniz?
    2. Tuvalet ihtiyacınız nasıl karşılandı?

    Cevaplar şöyleydi :

    1. Sandöviç yerken dansa vermeden devam ettik.
    2. Küçük abdestimiz gelince kendimizi olduğu gibi koyuverirdik. Çamaşırlarımız, vücudumuz, elbiselerimiz evvelce ıslanır, sonra kururdu.

    19. asır başlarında, Avrupa’dan memleketimize atlayan klasik dans çeşitleri, 1904-1919 yılları arasında hızla gelişmeye başlamıştı. Zamanla şehrin büyük salonlarında dans müsabakaları yapabilecek bir olgunluğa erişildi.

    Nitekim, 1919 yılında Türkiye’de ilk defa “Mukavemet Dansı Müsabakası” Beyoğlu’ndaki Union Française dans salonunda yapılınca salon iğne atılsa yere düşmeyecek kadar hınca hınç dolmuştu. Jüride, basından tanınmış birkaç isim de görev almıştı. İşte Tanin gazetesinin ünlü başyazarı Hüseyin Cahit (Yalçın) elinde kalemi, önündeki kağıtlara bir şeyler yazıyor, hemen yanıbaşında da Ahmet Emin (Yalman) görülüyordu.

    Müsabakayı idare etmekle görevli 3 dans profesörü, pistin yanında başbaşa vermişler, durumu son bir defa gözden geçiriyorlardı. Nizamnameye göre müsabaka süresince yalnız Foxtrott oynanacak, iki defa üst üste tempo kaçıran çift, müsabaka dışı bırakılacaktı. Dam ve kavalye değiştirilmesi de kesin olarak yasaklanmıştı.

    Köşedeki orkestra yerini almıştı. Bu orkestrada 4 keman, saksafon, kontrabas, bir de akordion mevcuttu.


    25 çift pistteki yerlerini aldıktan sonra, müsabaka başladı. Bunlardan bazıları, dans salonlarında sık sık rastlanan ve güzel dans etmekle ün salmış kişilerdi.

    Mesela ilk bakışta görülenler arasında 1913 yılında Fenerbahçe 1. futbol takımında oynamış Yedibela Fahri vardı. “Yedibela” denilmesinin nedeni ip ve kazık kaçkını, Kasımpaşa veya Çeşme meydanından bir bıçkın olduğu için değil de futbol sahalarında ele avuca sığmaz güzel oyunundan ileri gelmiş bir yakıştırmaydı. Spor sahaları dışında Fahri “şiir gibi dans eden adam” diye şöhret yapmış, dans pistlerinin emsalsiz yıldızlarından biriydi.

    Yine güzel dansçılardan Alber ve eşi, Fenerbahçe’nin tanınmış mukavemet koşucularından Dr. Nurettin Otmar Savcı ve eşi, Fenerbahçeli bisiklet şampiyonlarından Arşod ve nişanlısı, ünlü kadın yazarlarımızdan Halide Edip Adıvar’ın oğlu Said ve damı, boksörlerden Sarango ve damı ilk göze batan simalardandı.

    Yıl 1919. Evvela işaret verildi. Sonra orkestra başladı. Pistin kenarlarında görevli 3 dans profesörü, çiftlerin figürlerini çok dikkatle takip etmeye başladılar. Saatler ilerledikçe ilk çalak hareketler hızını kaybetti. Yavaş yavaş pisti kendiliğinden bırakanlar görülmeye başladı.

    Oynayanların yüzleri gittikçe kızarıyor, ter damlaları gözle görülür bir hal alıyordu. Tempoyu bozmaksızın ilkin mendiller yardıma yetişiyor, bir müddet sonra vücutlar kızıştıkça yerler daha da çoğalıyordu. Bu defa kravatlar, yakar, en sonunda da ceketler fora ediliyor, peşinden de birer birer atılıyorlardı. Bir süre daha geçince, pist üzerinde “terki sefine” edilmiş gibi, birkaç iskarpin, ayakkabı pistin ortasında sahipsiz kalıyordu.

    Aradan tam 14 saat geçmişti. Seyirciler içinde midelerinin açlığına dayanamayanlar, salondan dışarı çıkıp, en yakın yerlerde alelacele karınlarını doyuruyor, sonra yine aynı hızla geri dönüyorlardı.

    Bir ara, orkestrada dayanma gücünü tüketen bir kemancı şak diye, sırtüstü yere düşüp bayılıyor (!).. Onu az sonra bir ikinci kemancı takip ediyordu. Salonun ortasında, sanki hayal aleminde cereyan etmekte olan, acayip bir hal vardı. Yorgunluktan bitkin düşmüş çiftler, biribirlerinden medet umar gibi, yek diğerini desteklercesine tutunmuşlar, hala dans ediyorlardı. Evvela Said çifti 15 saat 10 dakika ile elendi. Ondan iki saat sonra da Yedibela Fahri’nin damı Neomi, kavalyesinin kolları arasından sökülüp, pistin ortasına yığılıverdi.

    Pistte kalanlar arasında mukavemet koşucusu Dr. Nurettin Otmar Savcı, bisiklet yarışçısı Arşod Alber çiftleri işi inada bindirmişler, 21 saattir yorgunluk, uykusuzluk içinde hala dans ediyorlardı. Artık müsabaka havası iyice kaybolmuş, yerini bir işkence sahnesi almıştı. O kadar ki, seyircilerin bile itiraz sesleri, protestolar şeklinde başlamıştı. Bu sırada da pistin üzerinde kırmızı kan lekeleri ayan beyan görülüyordu. Arşod’un damı Lisa’nın tabanı patladığından, adımlarını attıkça, arkasında kan izleri bırakıyordu…

    Birden bire salonun büyük kapısı açıldı. İçeriye ellerinde cop olduğu halde İngiliz polisleri girdi. Onların bu müdahelesi üzerine müsabaka durdu. Finale kalan üç çift müsabakanın galibi ilan edildiler.

    Neriman Tekil / Fenerbahçe Spor Dergisi – Mart 2000

    O Zaman Dans
    1919 yılındaki müsabakada dans edenlerin arasında daire içinde (Fenerbahçe’nin 1913 yılı futbolcularından Yedibela Fahri’yi görüyorsunuz)
    O Zaman Dans
    Kadıköy Süreyya Sineması salonlarında “V” gecesini tertipleyen (ortada eli cebinde) tanınmış futbolculardan Can Bartu’nun babası Vefik Bartu’dur. Kendi cazı da bu adı taşıyordu.
    O Zaman Dans
    Yedibela Fahri ile ablasının 1930 yıllarında çekilmiş dikkate değer bir fotoğrafı: O zamanki kasket ve bere modasını Fahri Ayad ailesi de benimsemekte gecikmemiştir.
    O Zaman Dans
    1919 kıyafeti Union Francaise salonlarında yapılan mukavemet dansı müsabakasında 21 saat danstan sonra, tabanları yarılan bisiklet yarışçısı Arşod’un nisanlısı Lisa’nın bir fotoğrafını görüyorsunuz.

  • Tekil Kardeşler

    Tekil Kardeşler

    Bugün 2 Haziran… Kamuran Tekil’in ölüm yıldönümü… Bu vesileyle rahmetli Şemsi Sılkım’ın Yeniçağ gazetesinde Tekil kardeşler (Fahiman, Firüzan, Kamuran, Neriman, Süleyman) hakkında yazdığı yazıyı buraya almak istedik. Beş kardeşin bir arada fotoğrafını (şimdilik) bulamadığımız için Neriman Tekil, Kamuran Tekil ve Haluk San’ın beraber göründüğü bu fotoğraf karesini seçtik. Hepsi nur içinde yatsın. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bir Kız Bir de Erkek Çocuk Yeter

    Ünlü gazeteci ve spor adamı Firuzan Tekil dört erkek kardeş sahibiydi. Halbuki baba Nazmi ile ana Ayşe Makbule’nin daha nikâh masasına oturmadan önce birbirlerine fısıldadıkları arzuları şöyleydi:

    “- Allah’ın izniyle bir kız, bir de erkek çocuğumuz olsun, yeter!.”

    Hatta Ayşe Makbule’nin annesi de, 1914 Birinci Dünya Savaşı’nda kıtlık ve sıkıntıyı çok çektiği için kızının evliliği öncesi dini nikâh için hoca efendinin huzuruna gittiklerinde şu nasihatte bulunmayı ihmal etmemişti:

    “-Duanı yaparken, bir kız, bir de erkek çocuk dışında çocuk dileğinde bulunma!.”

    Genç evlilerin ilk çocuğu erkek olunca, karı-koca, tasarladıkları adı hatırlayınca, dini akidelere bağlılığı ile tanınan baba Nazmi,  yavrusunu kucağına Besmele ile alıp, kulağına seslenir:

    “-Benim oğlum tosun gibi maşallah, adı da Firuzan olsun!.”

    Safinaz ve Bir Rüya

    Firuzan, elbebek gülbebek büyütülür, akrabaları da elden ele, kucaktan kucağa dolaştırıp severken, sanki sözleşmişler gibi hepsi de; “Erkek Firuzan bir kız kardeş ister!…” demekten de kendilerini alamaz.

    Bu arada doğacak bebeğin adını bile ortaya atarlar:Safinaz… Anne de baba da, Safinaz isminden memnun olur… Ayşe Makbule Hanım, hamile kalınca, Baba Nazmi şöyle der:

    “-Rüyamda gördüm, galiba bu da erkek!..”

    Bunun üzerine eşi de kendisini doğrulayarak şöyle söyler:

    “- Vallahi haklısın, beni içerden hep tekmeliyor. Kız çocuğu sakin olur, bu debdebeli maşallah, topçu gibi ayak vuruyor!.”

    O dönemlerde bugünkü gibi tıbbi teknoloji ne gezer… Herkes ayrı yorumla, ebe hanımın eline düşünce, çocukların cinsi belli oluyor. Ve bu kez de erkek dünyaya gelince, anne-baba tahminlerinde yanılmamış adını da Safinaz yerine Süleyman olarak nüfusa yazdırmışlardı.

    İsmi de Hazır : Kâmuran

    Baba, kız evlat için ısrarlı, anne de öyle… İkisi birden kız adını biz koyalım, dediklerinde henüz ortada bir hareket yok ama ’Kâmuran’adı belleklere yerleşmiş ve Ayşe Makbule hanım da sıkı, fıkı dostlarına durumu açıklamış:

    “-Bu kez, beyimin de isteğine uyarak kız bekliyoruz . Adını da Kâmuran, koydum, yeter ki sağlıkla dünyaya gelsin.”

    Anne, baba başta olmak üzere tüm akrabalar için yanılgı, her zamanki gibi berdevam. Üçüncü çocuk da erkek olur ama adı daha çok kızlar için tercih edilen bir addır: Kâmuran.

    Akraba ve yakınları, komşuları ve hatta Nazmi Bey’in çalıştığı dairede bile bir bakıma parasına bahis oyunu haline gelir Ayşe Makbule Hanım’ın her hamileliği…

    Erkek Çocuk Koleksiyonu

    Baba inatçı, anne Ayşe Makbule Hanım da ısrarcı… Bu kez de hamile kalınca doğumda kız-erkek işi her tarafa yayılmış ama kız olma ihtimali daha kuvvetli ve yine bir isim bile bulunur:

    “-Bu kez Neriman dünyaya gözlerini açacak.”

    Heyhat!. Dördüncü çocuk da erkek olarak aileye katılınca, baba da kesin kararlı;

    “-Cenab-ı Hak bize kız evlat nasibini çok gördü.” sözünü büyük söylemiş ki, Ayşe Makbule hanım gene hamile kalır ve der ki:

    “-Rabbim bana acır… Bu kez adını ben koydum. Fahiman kızımı kucağıma alacağım inşallah…

    ”Ve ailenin beşinci çocuğu da erkek olarak dünyaya gelince, annenin sabrı taşıp şöyle söyler:

    “-Yeter artık!… Her anne erkek çocuk beklerken, ben koleksiyon yaptım.”

    Çoğu Fenerbahçeli Tekil Kardeşler

    Firuzan Tekil, Fener Mecmuası’nı çıkarınca, ben, Son Telgraf Gazetesi’nde, Muvakkar Ekrem Talu, Orhan Vedat Sevinçli ile tam sayfa spor yapıyordum. Firuzan iyi bir dostumdu. Fenerbahçe Kulübü Başkanı seçilinceye kadar ben şahsen destek verdim.

    Galatasaray taraftarı olmama rağmen, beni Fener Dergisi’ne Yazı Müdürü yaptığında, kendisi, kardeşi Kâmuran, Neriman, Cem Atabeyoğlu, Halit Kıvanç ve Cihat Arman da yazı ailesinde idiler.

    En küçük kardeşi Fahiman Tekil yüksek tahsilini yaparken onun da yazı yazmasını sağladım. Kendisiyle çok içten arkadaşlık yaparken, yukarıda anlattığım olayları ondan dinlemiştim.

    Süleyman Tekil ise, iyi bir forvet oyuncusu idi. Fenerbahçe ile ilişiğini kesip Galatasaray’a geçerek yıllarca takımda yer almıştı.

    Neriman Tekil atlet olarak sporuna devam ederken Yapı Kredi Bannkası Kuledibi, sonra Karaköy Şubesi Müdürlüğü’nü de yaparken haftada bir yazı yazıyordu.

    Kâmuran Tekil de atletizmde büyük isimdi ve Federasyon Başkanlığı’na da seçildi. O da spor yazarı olarak imzasını kabul ettirmişti.

    Firuzan Tekil, Demokrat Parti’den İstanbul Milletvekili seçildi, sonra da Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı yaparken Fahiman Tekil, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi oldu. Profesörlüğe kadar yükseldi ama genç yaşta kısa süren bir hastalık sonunda vefat etti.

    Tekil Ailesi’nde en son Neriman Tekil kalmıştı, onu da 2006 yılında kaybettik. Hepsinin ruhları şad olsun.

    (Kaynak : Yeniçağ Gazetesi / Kız evlat arzusu Tekil Ailesini tam 5 erkek evlat sahibi yaptı – Şemsi SILKIM)