Etiket: Şehzade Yusuf İzzettin Efendi

  • Anadolu Yakası Köşkleri

    Anadolu Yakası Köşkleri

    Taha Toros arşivinde, Sermet Muhtar Alus‘un muhteşem bir yazı dizisine rastladık. Özellikle o dönemlere ilgi duyanların severek okuyacağı “Anadolu Yakası Köşkleri” dizisine kapak fotoğrafı olarak da rahmetli Başkanımız (ve bugün vefatının 48. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz) Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey’in fotoğrafını seçtik. Nazlı İmre Hanımefendi’ye bu müthiş fotoğrafı ve birçok başka belgeyi bizimle paylaştığı için tekrar sonsuz teşekkür ediyoruz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Anadolu Yakası Köşkleri

    Kadıköyü’nden Moda’ya doğru, deniz kıyısından Mühürdar caddesi takip edilip eski Mühürdar gazinosunun önünden sapılınca, yüksek duvarlar arkasında Şeddadî bir bina göze çarpar. Bahçesinin o sokakta, sahil tarafında birer kapısı, Moda caddesinde de cümle kapısı vardır.

    Mısır fevkalâde komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın oğlu (Babı seraskerî piyade dairesi reisi sanisi ve yaveranı hazreti şehtiyarîden ferik), esbak Hidiv İsmail Paşa’nın kızı prenses Nimet’in kocası Mahmut Muhtar Paşa’nın kasrı idi.

    Şahsa mahsus ikametgâhların arasında ilk olarak damında paratoner, içinde birçok hizmetçi ve uşak, Avrupakâri ahırında halis kan, yarım kan İngiliz atları, kıymetli Arap kısrakları bulunurdu.

    Paşa o zamanın parlak erkânı harblerinden, Almanya’da tahsilli, Galatasaray Lisesi’nin de eski güllecilerinden ve bazululanndan idi. Kışın banyoda üstü buz tutmuş suya girer, soğuk alıp öksürük möksürük, hattâ nevazil olup aksırık maksırık yanına hiç yaklaşmazmış.

    Meşrutiyetten sonra Bahriye Nazırı, Balkan harbinde kolordu kumandanı, umumî harbden önce Berlin büyükelçisi olmuştu.

    Moda caddesinin ilerisinde, granit taşından kale gibi çıkılmış, topla yıkılmaz, heybetliliğinden yana eşi bulunmaz bina, mabeyinci Ragıp Paşa’nın biraderi Arif Paşa’nındır. Evlâdiyelik denilemez. Zira orada yol geniş; istimlâk mistimlâk bahis mevzuu olmayacağı için ahfadiyeliktir.

    Boy posça hemen hemen ikize andıran oğulları, tüysüz tüzsüzlüklerinde, brik faytonda yan yana, doru kadanalarına tırıs tutturarak havalide çarh çevirirler, bey bey gezip tozarlardı.

    Bahariye caddesinde, (Maiyeti seniye erkânı harbiye müşürü), Müzei hümayun müdürü Hamdı Bey’in damadı, Trabzonlu Abdullah Paşa’nın köşkü beş altı sene evvel yıktırıldı, arsasına Kadıköy Halkevi yapıldı.

    Von der Goltz Paşa Türkiye hizmetine girip Harbiye mektebine müfettiş olunca o zaman kaymakam bulunan Abdullah Bey’i tercümanları arasına katmış. Ya adını beceremediğinden ya da kendine daha kolay geldiğinden Abdila dermiş. Bundan ötürü olsa gerek, Balkan harbi sıralarında bazı Alman gazeteleri, Şark ordusu kumandanından bahsederken Feld Mareşal Abdila deyip durmuşlardır.

    Altıyol ağzından Söğütlü çeşmesi tarikile Kuşdili’ne gelelim. Derenin üstündeki köprüden geçince sola Ziverbey yokuşu gelir.

    Bu zat Abdülâziz’in mabeyincilerindenmiş. Oraya adının takılması, köşkünün yokuşun başında, köşede bulunmasından. Koskoca bahçesi şimdi duvarları harap, ağaçlarının ekserisi kurumuş, her tarafını otlar bürümüş, âdeta bir yangın yeri halindedir.

    Buraya sonraları Acem’in köşkü denirdi. Satın alan cevahir taciri ve Karun kadar zenginlerden. Büyüğü 45’lik, zifiri siyah sakallı; küçüğü 35’lik, ağzına fare almış gibi kara bıyıklı. İkisi de Karagöz’de meşhur (Bahçe oyunu)ndaki mirzalarvari zevku safa düşkünü idiler. Yağız beygiri muhteşem faytona kurulurlar, Fenerbahçe piyasalarında dört dönerlerdi.

    Ziverbey yokuşunun başından Kuyubaşı’na doğru yürüyünüz. Biraz gidince sağda, bahçe içinde, gepgeniş cepheli, yıllardan beri pancurları sımsıkı kapalı, içinden ses sada duyulmayan köşk kimin dikkatini çekmez? Acaba tekin değil mi? İyi saatte olsunların mekânı da o sebeple mi oturanı, kira ile tutanı yok diye kim şüpheye düşmez?

    Abdülhamid’in ikinci esvapçısı İlyas Bey’in köşküydü. İlyas Bey saz benizli, kaytan bıyıklı; sırtından kışın Salisbori biçiminde palto; güzün pelerinli makferlan, yazın da kolundan ipek astarlı pardesü düşmez. Biniciliğe meraklı olduğundan arada bir kısacıcık ceket, dapdaracık külot, pırıl pırıl getrlerle, Arapkârî saçaklı, püsküllü başlık, palan, haşa vurulmuş şeceerli Arap kısrağına binip, hayvanı oynata oynata, kişnete kişnete mesireleri boylardı.

    İlyas Bey’in köşkü geçilince etrafı çitle çevrilmiş, bir kat üstüne, kâgir, damı basık bir binaya rastlanır. Tiyatrosu komik Kel Haşanın aile ocağı.

    Hasan pek gençliğinde, daha sahneye çıkmadan önce, ağabeyi Hacı Fitil ve kız kardeşlerile beraber orada oturur, semtinde süt, yoğurt satar; akşamları kapı önlerine seccade yayıp toplanan konu komşunun yanlarına gelerek tuhaflıklar eder; yaz ramazanı geceleri de bahçesine perde kurup çoluk cocuğa Karagöz oynatırmış.

    Kızıltoprağa sapan yolun köşesindeki köşk Bahriye livalarından Hüseyin paşanındı. Yana, gerilere uzanan bahçesi âdeta çiftlik: Koyunlar, keçiler, inekler, öküzler; tavuk, ördek, kaz sürüleri. Hepsi yayılmış: kimi otluyor, kimi gübreleri eşeliyor, kimi su doldurulmuş çukurlara dalıp duruyor.

    Hoş tarafı, bu mahlûkatın çobanlığını iki haremağasının edişi. Arapcıklar sanki çekirdekten yetişme çoban; yalnız kavalları eksik. Ellerinde sırık, sürülerin arkalarından koşarak (büüüvt) diye bağrışırlar, iki parmağı birleştirerek ıslık çalışlar; gehgehler, bili bililer…

    Zatı şerif bunlardan Cevher adlısını Maarif Nazırı Zühtü Paşa’ya satmış, ağacağız yeni efendisine kapılandıktan sonra başka konaklardaki emsallerinin hepsinden rabıtalı olmuştu.

    İleride — şimdi rengi, ruyu kaldı mı bilmem —, kavunî boyalı, kunik yapı kilercibaşı Osman Bey’indi.

    Serkilârî, Sultan Hamid’in göz bebeklerinden. Hünkâr nezdinde bir dediği iki olmaz kanaatile mazul valiler, mutasarrıflar, defterdarlar Osman Bey’in saraydaki dairesine mekik dokur, (evet efendim, sepet efendim)lerle hulûs çakar, şefaat dilerlerdi.

    Şehremini Rıdvan Paşa öldükten ve Göztepe’deki köşküne Lûtfi Ağa’nın oğlu, mabeyinci Faik bey yerleştikten sonra merhumun haremi bu köşkü satın almıştı.


    Geçen yazıda Moda’dan ve Kuşdili’nden Kızıltoprağın kuyubaşma gelip karşıtça bakarken, Acıbadem’e kadar göz kaydırmıştık. Şimdi de Yoğurtçu’dan yukarıya doğru yolu tutalım.

    Derenin başında, parkın köşesindeyiz. 40 yıl evvel akşamları, mehtaplı geceler, karşısındaki çayırda yayaların, önündeki derede sandalların vızır vızır piyasa ettikleri, keyifliliğine doyulmaz; durgun havalarda da yakınındaki denizin iyot kokusundan durulmaz köşk, Şehremini Rıdvan Paşa’nın biraderi, birinci ferik Reşit Paşa’nındı; daha doğrusu, Hasırcıbaşılar ailesinden olan büyük haremine aitti.

    Bu zat (Babıseraskerîde Divanı harbi mahsus müddeiumumisi) idi. Gezip tozmaktan, mesirelere devamdan hoşlanırdı.

    Kalender mizaç; köşkünde şatafatlı araba, fıstık gibi beygirler bulundurmaz; Kadıköyü’nün bir kira, faytonuna atlar, şipşak Fenerbahçe’yi boylar. Hoppa bir hanımla işmara mişmara girişmesi yüzünden müşir Fuat Paşa ile arasının şeker renk oluşu, hattâ Fenerbahçe’de işi marazaya kadar vardırışları meşhurdur.

    Yoğurtçu köprüsünü geçtik, Kızıltoprağa doğru yürüyoruz. O vakit bu köprü tahta olduğundan caddenin adı Tahta Köprü Caddesi idi. Hâlâ da öyle ya.

    Kızıltoprak’ta, bugünkü (Kadıköy kız Ortaokulu) nu, daha Maarif Nazırı olmadan Nafia Nazırı iken Esseyid Ahmet Zühtü Paşa yaptırmış. Evvelce aynı noktada, yine o büyüklükte, havai mavi boyalı köşkü varmış. Kazaen içinden ateş çıkarak (galiba bir düğüne gidilmiş de halayıklar odada ateş dolu ütüyü bıraktıkları için) kapı kapamaca yanıp kül olmuş.

    Şimdiki köşkte kerimelerinden birine ve mahdumlarından Zahit Bey’e yapılan velime cemiyetlerinin şaşası tarifle bitirilememiş, yine kerimelerinden birinin ve mahdumu Asım Bey’in civan yaşta ölümlerine yanmıyan kalmamıştı.

    Büyük kızı hanımefendinin en son modayı takibederek fevkalâde mükemmel giyinişine, su gibi Fransızca konuşuşuna akran ve emsali gıptada idiler. Şu rivayet herkese yayılmıştı:

    Cuma ve pazarın gayri, yani tenha bir günde misafirlerle Fenerbahçe’ye gitmiş. Ağaç altında oturmuşlar; kâğıt helvası, mağıt helvası yerlerken misafir hanımın biri şemsiyesini istiyecek olmuş. Kira faytonunda aramağa giden matmazele, köşk sahibi hanımefendi hemen seslenmiş:

    — Dans la voiture de madame Kiazim!

    Bir Parisli konteste de aksan olursa bu kadar olur.

    Mektebi Sultanî ve Mektebi Mülkiye’nin parlak mezunlarından, o zamanlar Bükreş sefiri, Meşrutiyetten sonra Cihangir’de kaza kurbanı olan merhum Kâzım Bey’in refikasıydı.

    Ihlamur’dan hat boyuna çıkan, bugün Hasan Amir sokağı denilen yola, orada maruf pirinç tüccarı, Hasan Amir merhumun köşkü bulunduğundan ötürü bu ad takılmıştır.

    Sabık devirde Altıncı daire müdür muavini, Terkos su şirketi komiseri, rütbei ülâ ricalinden olan bay Tevfik Amir Kocamaz dayımız (Rabbim daha yıllarca kocatmasın), Haşan Amir efendinin oğlu; zarafet ve meclis ârâlığına uyar olmıyan bayan Lebibe Amir teyzemiz de büyük kızıdır.

    Pek çok zevat bay Tevfik Amir’in zekâsını, mirkelâmlığmı dillerinden düşürmez, içlerinde Mektebi Sultanî’nin 1306 senesindeki tevzii mükâfatında bulunanlar:

    — Fiyangolu kurdelâya bağlı diploması elinde, cilt cilt mükâfatlar koltuğuna sığamaz olmuştu, derlerdi.

    Buranın tam bitişiğinde, Taşçızade Hakkı Bey’in köşkü vardır. Gerek hazretin, gerekse ileride bahsedeceğimiz kardeşi Hilmi Bey’in melek haslet ve ashabı nezaketten oldukları cümlece müselelmdi.

    Oğlu bay Memduh, çift yağız beygirli faytonuna binerek, delikanlı çağında mahçup mahçup, edep ve erkân kollaya kollaya mesirelere gelir; kim olduğunu bilenler: (Elveledü sinyı ebi) yi bilmiyenler de “Aman ne kibar, ne terbiyeli delikanlı; gün görmüş, yaş yaşamışlar kadar ağırbaşlı”yı yapıştırırlardı.

    Aynı yolun biraz ötesinden kıvrılınca tren hattına karşı, mevcutların arasında ilk olarak (Arnuvo) tarzında yapılmış, kuş kafesi gibi cicili bicili, ne battal boyda, ne sefertasıvari, tam kararındaki köşk, hâlâ kendisi de, mihrabı da yerinde, olduğu gibi duruyor.

    Posta ve Telgraf Nezareti fen müşaviri, fabrikatör Raif beyindi.

    O devirde, malûm a, çorap, trikotaj, ıtriyat, nikelâj, cıvata, rakı, şarap ilh… fabrikaları yok; Raif Bey’den başkasında o ünvanı arama.

    Çok kimse (pavrikator) deyip durur, kereste fabrikası işlettiğini bilmezdi.

    Kızıltoprak’tan Feneryolu’na gelirken solda, yüksek duvarlar ve ağaçla; arasında koca bir dam hâlâ gözükür Sırbiya ve Rusya muharebeleri ordu kumandanlarından, son demlerinde (Selâmlık resmi âlisi) ne memur, Sultan Mahmut türbesi bahçesinde medfun Ahmet Eyük Paşa’nın köşkü.

    Paşa, erkanı harblikten yetişme muktedir, temkinli bir kumandan dürüst, namuslu bir adam olarak tanınmıştır. Kelâmı kıtmış. Bazılarınca serdarı ekrem Abdülkerim Paşa’ya atfedilen şu fıkra meşhurdur:

    Sırp harbinde bir akşam çadırında oturuyormuş. Maiyetindeki birçok paşalar, beyler de karşısında. Saatler geçmiş, gecenin yarısı olmuş. Dilini kıpırdatan, tek kelime söyliyen yok ortalık suspus, kör girse kaç kişi çiyniyecek.

    Nihayet karşısındakilerden biri, süklüm püklüm:

    — Emir buyururlarsa fazla tasd etmeyip gidelim! deyince Paşa demiş ki:

    — Ne oldunuz yahu, tatlı tatlı konuşuyorduk!

    1898’de, Yıldız’da, şehzadelere yapılan sünnet cemiyeti sıralarında re simli mecmualar bir fotoğraf neşret mişlerdi:

    Sırmalı üniformalar içinde, elmaslara pıtrak (Hanedanı Âli Osman) nişanı göğüslerinde bacak kadar (civanbaht)lar. Gurupun sağında, solunda da onlardan kabaca, yüzbaşı elbiseli, yaver kordonlu, gene göğüsleri nişan ve madalyalarla donanmış iki mürahik, (yani henüz bülûğa ermemiş çocuk).

    Bunların biri Serasker Rıza Paşa’nın küçük oğlu Ziya bey, öbürü de Ahmet Eyüp Paşanın Fuat idi ki sonra hünkâr damadı olmuş, sultan da o köşke taşınmıştı.


    Bir evvelki yazımda Kızıltoprak’tan Hatboyu’na gelip biraz ilerideki Ahmet Eyüp Paşa’nın köşküne kadar uzanmış, onu aradan çıkarmıştım. Şimdi gene o yoldan Ihlamur’a dönelim.

    Caddeye çıkılınca, hemen oracıktaki köşkün bahçesinden üç genç simanın girip çıktıklarına rastlanırdı. Biri buğdaysı, topluca, gayet temiz giyimli; öbürü sarışın, nahifçe, Mekteb-i Sultani elbiseli; daha öbürü de yaşça ötekilerden küçük, henüz çocuk, marnel ceketli ve kısa pantolonluydu.

    Maruf dâva vekili Sadık Bey’in oğullarıydı. Bu kardeşlerin büyüğü Hukuk Mektebi’nde sınıf arkadaşım, şimdi Belediye avukatlarından Salâhaddin Sadak; ortancası “Akşam” gazetesi sahip ve başmuharriri Necmeddin Sadak; küçüğü de viyolonsel üstadı Muhiddin Sadak baylardır.

    (Depo) denilen tramvay durağına yürüyoruz. Sağda ahşap, filizi boyası ağarıp beyazlaşmış, daha doğrusu rengi hiç kalmamış konak yavrusu köşk, münasebetsiz bir kulp takılmış olan bir mollanındı.

    Sırada, üç yol ağzından Kalamış’a sapan tarafa geçer geçmez sağımıza, şimdi kat kat ayrılıp apartman kılığına sokulmuş ahşap bir bina gelir.

    Darülaceze sertabibi Zühtü Paşa’nındı. Bu zat mabeyinci Faik Bey’in süt kardeşi; zekâ ve hafıza küpü baht yoksulu, eski arkadaşım Sait Hikmet rahmetlinin eniştesiydi.

    Bir defa daha yazmıştım ama gene tekrarlıyayım. Bu evin çocuğuna öyle cafcaflı bir sünnet düğünü yapılmıştı ki hiç unutamam. Emsalinde olduğu gibi saz, hokkabaz, Karagöz, bahçenin çadır bezile bölünüp erkeklere ayrılan tarafında boydan boya çilingir sofraları. Veryansın edip ha babam çekenleri sorarsan hepsi doktor. Hele birkaçı (isimleri lâzım değil) İstanbul’un en nazik hekimleri. Önüne gelen hastaya, sıtmadan, kansızlıktan, zafiyetten avurtları çökmüş, bir deri bir kemik kalmışlara bile “İçinde alkol var; alkolün katresi semmi katildir” diye Kin’um Labarraque’i, Kina Larochei’u Vin de Viol’u ağza koydurmayan kişiler. “Halka verir talkını, kendi yutar salkımı” olup çıkmışlar, hepsi zilzurna olmuşlardı.

    Derken efendim, çadır bezinin arkasında çalgı girişti:

    Ateşi hicrinle yaktın ben gibi biçareyi

    Bir tebessümle begâm eyle dili âvâreyi

    Minyon Virjini’nin başlıca kantosu çalınırken yapmacıklı edalı bir kadın kantoyu söylemeğe başladı.

    Aaaa!… Başkası maşkası değil, ta kendisi…

    Mabeyinci Faik Bey Minyon’un kanto söyleyişinden, raksından pek hoşlanırmış. Haspa bilhassa onun için getirilmiş. Keman ara nağmelerinde, omuz titrete titrete gerdan kırdığı anlar olacak, bir şırfıntı; ardından bir daha, tekrar bir daha. Hovarda bey aşka gelmiş, avuç avuç lira, mecidiye serpmiyor mu?

    Sırada, tarlanın gerisinde, gümüşü boyalı, tıpkı iskarpin kutusu şeklindeki köşk Cennetlemiş valilerden Hacı Naşit Paşa’nın büyük oğlu Fuat beyin mülkü.

    Fuat Bey sivil, ufacık tefecik, halim, selim bir adam; kardeşleri de onun taban tabana zıddı. Hünkâr yaverlerinden miralay ve Nafia Nezareti heyeti fenniyesine memur, erkânı harb miralayı Fahri Bey gayet yakışıklı erkeklerdendi. Hele ikincisinin endamına, teninin pembeliğine ve Vilhelmkâri bıyıklarının menendi yok. Faytonlarına binip her mesireye gelirler, gayet vekarlı vekarlı piyasaya karışırlardı.

    Yalnız, dördüncü Mehmed’in Sadrâzamı, Bağdad’daki muharebelerde 40 yerinden yaralandığı için boynu eğri kalan Mehmet Paşa mı lâkabının patentasını almış? O Fahri Bey’de de vardı. Kendine pozu yakıştırıp daima boynunu bir yana eğer, süksesini kıskanan beyler, iltifatına mazhar olamıyan hanımlar( Boynu eğri bey) diyip dururlardı.

    Bu zat sonraları ferik olmuş, valiliklerde, kumandanlıklarda bulunmuştur. Büyük ağabeysinin gümüşü köşkünde Müşir Fuat Paşa’nın harem takımı yıllarca kira ile oturmuştur.

    İleri doğru yürümekteyiz. Öteden beri Kalamış koyuna, Fenerbahçe’ye bayıldığım “Malûmat” mecmuasındaki bazı yazılarında belirten hatta oraları için:

    Ne şen, ne ruşena bakın şu mevkii münevvere
    Tabiaten fenerdir o, bu nuru dilfırib ile
    Ne tatlı tatlı bus ider deniz lebi lâtifini
    Venüs müdür gelen aceb o kocalarla sahile
    Tülûunun, gurubunun füyuzu aşkı başkadır
    Nevayı nayi üfleten odur zavallı bülbüle

    Diye manzum bir medhiye yazan, Şûrayı Devlet âzasından Nazif Süruri Bey’in nereyi seçip kendine ev bark kurduracağını keşfe, keramet sahipliği lâzım değil.

    Burada, Kalamış koyuna ve Fenerbahçe burnuna karşı bir köşk yaptırtmıştı. Şimdi bu köşk kimindir bilmem. Kara bıyıklı, tıknaz, pek babacan halli bayın biraderi, dokuz on yaşlarında çelimsiz, kuzu gibi mazlum iki oğlan çocukla o havalide gezer, deniz hamamına gelir; soyununca geniş göğsü, şişkin bazuları hürmetlice karnıyla başaltına güreşen pehlivanları andırır, oturaklama denize atlayıverdi mi etraftakileri tepeden tırnağa sırsıklam ederdi.

    O zamanın, o iki mazlum çocuğu bugünün sayılı operetçilerinden Lütfullah Süruri ve Celâl Süruri kardeşlerdir.

    Hemen bitişiğindeki kuleli, kameriyen, arabeskvari köşk Züheyri zade Ahmet Paşa’nındı.

    Paşa Basra eşrafından, mirmiran rütbesi esbabından ve Şûrayı devlet âzasından.

    Bilmem sahi, bilmem yalan; bu köşkün cihannümasındaki dürbünün fevkalâdeliğini anlata anlata bitiremezlerdi. Gözüne ayarladın mı Hayırsız adaların kıyısına kayık çekmiş balıkçılar bile görülür, kaç kişi oldukları bile sayılırmış.

    Paşa mevlâsına kavuştuktan sonra iki kızı Kadıköy yakasına ilk otomobili getirttiler. (Delabay) markalı landaulet’ye yan yana kurulup ortalıkta dolaşırlar, motörün müthiş gürültüsünden araba beygirleri ürküp ürküp dingilleri, makasları kırar; şahlana şahlana koşumları parçalar, içeridekiler kendilerini palaspandıras dışarı atardı.

    Bu köşkü sonra Babı serasker muhasebat dairesi başkâtibi, eski ahbaplarımızdan Şükrü Bey almıştı. Merhumun zekâvet ve fetanetini, inşa ve kitabetteki behresini, hele gayet işlek ve kıvrak rıkasının emsalsizliğini Dairei askeriye ricalinden tasdik etmiyen yoktu.

    Kalamış’ta, koca koca ağaçlar altındaki kûhi gazinoyu, yani düz rakısının ve mastikasının nefisliğile bir vaktin meşhuru, (Vasil’in meygedesi) ni geçiyoruz. Solda, parmaklıklı bahçenin gerisinde şarapçı Auziere’in villâsı vardı.

    Galatasaray karşısında Tiyatro sokağında (Du petit Rouhioıı) lokanta ve birahanesini işleten; frenklerin, tatlı su frenklerinin, Avrupalı kadın ve erkek artistlerin, (Cave)indeki Fransız şaraplarına rağbetlerinden zenginleştikçe zenginleşmiş bir Fransızdı.

    İstanbul’a geldiği vakit beş parasız, ip ip Allah, sivri külahmış. Bir iş tutamazsam nasıl döneceğim, Marsilya’ya kadar vapur navlununu nereden bulacağım diye ispinoz gibi düşünürmüş. Kendisi durmadan para kırar, torunu bir içim su karısı da boyuna fındık kırar dururdu. Abayı yakanlardan bir vezirzadeyi senelerce dertli etmiştir.


    Kalamış caddesi iskelenin hizasını geçtikten sonra hafif bir kıvrıntı yaparak Fenerbahçe’ye doğru dümdüz gider. Buradan Çiftehavuzlar’a sapan yola kadar sol köşe, yani çok sağlam duvarlı ve parmaklıklı arsa, malûm.

    Şimdi tapusunun sermayedar bir kaç kişide olduğu, sahiplerinin yollar açıp arsaları parça parça satacakları söyleniyor.

    Eskiler ve onlardan duyan çok kimseler bilir a, burası vaktile Müşir Fuat Paşa’nındı. Kendimi bildim bileli orada inşaat bitip tükenmez. Bakarsın, içeri kum, kireç, tuğla taşınıyor. Köşk yapılacak, temelleri atılıyor, derler. Ardından yan cephenin nihayetlerinde taktuk, taktuk! Biri Japonkâri, öbürü Çinkâri, kameriye azmanı iki köşk kurulmada.

    Bahçıvanlar duvar kenarlarındaki toprağı haldır huldur beller, çamlar, mazılar, lâvantinler dikerlerken bir taraftan da ameleler toprağa geniş geniş çukurlar kazmada; yamaçlarına çuval çuval çimento yığılmada. Ne o? Sandalla gezilecek havuz; üstüne kaskatlar kurulup şanl şarıl sular akacak.

    Günün birinde, Japonkâri kameriye azmanının payanda direklerine tahta kaplanmadan, köşeleri boynuzlarla sipsivri çatısı örtülür. Çin tarzındakinin de yine aşağısı dımdızlakken mahrutî damının oluklu saçakları konur ve birden bire paydos.

    Ötede müştemilât, uşak odaları, mutfaklar, ahırlar bitmiş, hazır; gelgelelim asıl köşk meydana çıkmaz da çıkmaz.

    Rivayete göre paşacağız önce karar verdiği plânı beğenmeyip başka bir şekle koydurmak için yapılanı yıktırtır, tekrar başlanılanı yine bozdurtur, bu gidişattan ötürü yapı bir türlü ilerlemezmiş.

    Hazretin celâlliği de meşhurdu. Yine rivayete göre bir gün ustalara, ırgatlara fena halde öfkelenmiş. Hafta başı akşamı yevmiyelerini kendi eliyle verecek gibi hepsini karşısına çağırdıktan sonra doğru kuyunun yanını boylamış. Haydi torba torba mecidiyeyi cümbürlop suya.

    — Dibine inin de çıkarın kâratalar, demiş.

    Fuat Paşa’nın cülûs donanmalarında yaptığı (şehrâyin)ler şaşaalı idi. Hele Hünkârın tahta çıkışının 25inci yıldönümünde bir sünnet düğünlüsü olduydu ki İstanbul’da eşine rastlanılmış mıydı acaba?

    İlerisi Fenerbahçe’ye, solu Çiftehavuzlar’a giden yolun köşesinde duralım.

    Çoruklukla Göztepe komşumuz, ve yaşça akranım, şimdi kasaplık hayvan toptancısı Bay Burhan’ın oturduğu köşk yanlama karşımıza düşer.

    40 yıl evvel ihtiyar bir İtalyanındı. Sinyor ak sakallı, pirifani. Larousse lügatini aç, İngiliz tabiiyet âlimi Darwin’in resmine bak, onu görmedim deme. Vücutça daha da düşkün, tirid. Amma şık mı şık. Keben gibi saçı, sakalı gayet itina ile taralı; sırtında gıcır gıcır kostüm. Zemin katındaki taraçasında, hasır koltuğa ayak ayak üstüne atmış, oturur.

    Yanındaki şezlongta da 30 yaşlarında kadar, boylu poslu, dalyan gibi, esmerce, ağzında iki sıra inci, pek edalı tavırlı, gayet sıcak kanlı ve güler yüzlü bir sinyorina.

    O da şıklıktan yana kıl pranga. Üstünde her akşam başka bir tuvalet. Şöyle böyle değil, en ağır kumaşlardan, en yüksek terzilerin dikişi. Sanki ya suvarede, yahut baloda. Sabahları da alacalı bulacalı ipekliden, harçlarla boncuklarla süslü robdöşambr.

    Günahına girmeyin, kimse ile dalaveresi malaveresi yok. Kadın yalnız süse düşkün; iffetlilik hususunda bir adet model.

    Fenerbahçe deniz hamamlarına, piyasalarına gelip gidenlerden çok kimse bunları merak eder, tasaya düşerdi;

    — Bu yonca gibi ağızlı, levent endamlı, şipşirin, cana yakın taze tırahoma mırahoma veremezlerden değil, niçin kocaya varmıyor acaba?

    — Yoksa İtalyada bir nişanlısı mı var da onu bekliyor; gelince evlenecekler…

    — Büyük babacığı gözünün içine bakıyor; o da onu pek seviyor. Kocaya varsa ihtiyar yapayalnız kalacak diye düşünüyordur belki…

    Meğerse pinponun karısı değil mi imiş

    Fenerbahçe yolunun solunda, sokak içlerinde, ilerde Marabet eytamhanesinin arkalarında, bostana varmadan deniz kıyısındaki kimi küçürek küçürek, kimi pek cicili bicili köşkler hep ecnebi villaları idi; Dalyan sokağındakiler de bazı Rum ve Ermeni tüccarlarının daracık mahalle baştan aşağı Frenk, Tatlı su Frengi yatağı. Bir tane Türkün oturduğu vaki değil.

    Gerisingeri dönüp gene Ihlamur’daki Depo’da duralım.

    Solda, set üstündeki beyaz boyalı köşk Kerestecibaşı’nındı. Geçen yazılarımın birinde adı geçen, Zühtü Paşa damadı, Bükreş sefiri Kâzım Bey’in babası. Kendisi çoktan ölmüş, Köşk, veresesinin üzerindeydi.

    Seddin altındaki nalbanda dua eden edene. Sebebi: Fenerbahçe gezintilerine yolu tutan köhne kira arabalarının beygirleri Ihlamur kaldırımından geçerken, şıkırtı başlar.

    Her günkü küllü çörek. Nal düşmüş; çakılması elzem yahut aşınmış veya gevşemiş; kayar edilmesi, çivilenmesi lâzım.

    Arabacı da tutturur, içeridekiler de. Beriki (Hayvanı topal mı edeceğim?), ötekiler (Topal eşekle kervana mı karışacağız, âleme maskara mı olacağız? ) diye.

    Orası nalbant dükkânlığına biçilmiş kaftandı.

    Bu köşkü, Kerestecilerden Hakkı Paşa satın almıştı. 1897 Yunan harbinde fırka kumandanlığı, sonra Şam’da beşinci ordu müşirliği eden zat. Erkânıharblikten yetişme, temiz ahlâklı, kimseye fenalığı dokunmamış bir adam olarak tanınmıştır. Oğlu Haydar beyin sülün gibi yakışıklılığı, ağırbaşlılığını herkes söylerdi.

    Depo’dan Bağdat caddesini tutuyoruz. Köşedekinden sonra ikinci gelen gümüşî boyalı büyük köşkün ilk sahibi Abacıbaşı, sonraki sahibi de Taşçızade Hilmi Bey’di.

    Kibar, nazik, (ahlâkı hamide) sahibi diye anılır bir zatı şerifti.

    İstiklâl harbi savaşımızdan sonra İstanbul polis müdürlüğü ve valiliği eden süvari generali Esat Paşa merhumun kaynatasıdır. Paşa, binbaşılığında bu köşkle güvey girmiş, pek muhteşem düğününü gidip görenler methedip durmuşlardı.

    Buranın hemen hemen karşısındaki köşkü yaptıran istihkâm livalığından mütekait, müteveffa Reşit Paşa’dır. Mektebi Sultani’den mezun ve Mabeyinci Ragıp Paşa ile eski Nazırlardan Osman Nizamî Paşa’nın sınıf arkadaşı olan merhum, Harbiye’den erkânıharb zabitliğile çıkmış; binbaşı, kaymakam, miralaylığında orada uzun zaman (Mimarîi âlî) okutmuş. Meşhur Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın damadıydı. Kaynatasının mimliliğinden ucuz kurtulmuş, yalnız geç rütbe alarak arkadaşları liva ve ferikken yıllarca kaymakamlıkta bocalamıştı.

    Talebeliğinde lâkabı varmış: Barometre Reşit.

    Bunun neden dolayı olduğuna gelince: Yatakta uyanır uyanmaz kendini bir yoklar, sonra parmağını yalayıp pencereden dışarı uzatır, göğe de bir göz gezdirir:

    — Bugün lodos, hava yağmurlayacak!… Bugün poyraz, poyraz amma karayele çevirip kar yağacak!… diye kesip atar, sahiden de her dediği tıpatıp çıkarmış.


    Kızıltoprak’ta, şimdi Depo denilen tramvay durağından ileri doğru yürümüştük.

    Parmaklıklı ön duvarı acayipçe ve tersine kümbet kümbet, kapısının iki kanadı dalına ardına kadar açık, yanı uşaklar ve hizmetkarlara mahsus daireli, bahçesi gayet temiz ve bakımlı, eski sultan saraylarından farkı yalnız kapının bitişiğinde bir kulübe; içinde camadanlı, poturlu, beli tabancalı kapıcı, bahçesinde de harem ağaları görülmeyen köşk eskiden Sabri Bey’indi.

    Ona esbak Maliye Nazırı derlerdi. Galiba o mevkide teşehhüt miktarı bulunmuş ama, hangi tarihte, hangi sadrazamın kabinesinde, o ciheti bilene hiç rastlanmazdı. Nazırlığından sonra emsali misillü valiliğe maliliğe Şurayı Devlet azalığına mazalığına atlatıldığından da kimseler haberdar değildi; hatta civarlılarından ne yüzünü görenler vardı, ne de şekil ve şemalini bilenler. Adeta muammamsı bir zat. Menkûb falan mıydı acaba? Ama zannetmiyorum.

    Şimdi bu köşkte Bay Naci Moralı oturuyor. Bay Naci’nin eşi Mısırlı prenses fakat kendisinin de kişizade olduğunu unutmayalım. Pederi Mora eşrafından İbrahim Paşa zade Ali Bey, validesi de ora hanedanından Celal Bey’in kızıdır. Bahçe kapısından eski Orozdibak’ın, yani şimdi Yerli Mallar Merkezi olacak binanın karşısında meşhur Celal Bey Hanı vardır ya; işte onun ve daha birçok emlak ve akarın sahibi olan zat.

    1877’deki Rus harbinde seril sefil İstanbul’a sığınan Rumelili muhacirlerden yüzlercesini bu handa barındırıp kendi kesesinden yedirmiş, içirmiş, dualarını almış.

    Biraz ötede, Kalamış İskelesi’ne giden bir ara yol gelir. Oraya şimdi Tevfik Paşa Sokağı deniliyor. Köşeden bir evvelki köşkün sahibi Vidinli Tevfik Paşa’dan ötürü bu ad takılmış. Paşa’nın kışlık sokağı Şehzadebaşı sebilinin karşısına düşen Fevziye Caddesi’ndeydi. Bugün talebe yurdu olan büyük, ahşap binadır.

    Hazret, eski riyaziyecilerimizden 1860’da Harbiye’den erkânıharb yüzbaşısı çıkmış. Miralay iken, orduya kabul edilen Martini Henry tüfeklerinin yapılmasına nezaret için Amerika’ya gönderilmiş; ferik rütbesiyle dönmüş. Bir müddet Washington’da elçiliği, Maliye ve Ticaret Nafia Nazırlıklıklar, riyaziyeye dair bazı kitapları vardır. “Hesabı Müsenna” başlığıyla İngilizce bastırdığı eseri çok şöhret bulmuş.

    İstanbul’un parmakla gösterilen “Riyazii Şehir”i babalarımızın talebeliğinde o merhum, bizim talebeliğimizde de Salih Zeki Bey’di.

    Rakama dair bir bahis açılınca mutlaka ikisinin adı öne sürülür, yaşlılar “Vidinli sağ olsaydı onu rahle-i tedrisine alıp senelerce okuturdu”yu basarlar; gençler de “Hayır, mümkün değil; ilmin, fennin her ciheti terakki etti. Salih Zeki Bey Paşa’yı önüne oturtup daha nice bilmediklerini öğretirdi”yi yapıştırırlardı.

    Abdülhamid’in bu zatı iki kere Maliye Nazırı yapışındaki aklına bakın. Hesabın en incesini, Tamamîleri, Tefazulileri, İhtimalileri, su gibi yutmuş a; güya hazinenin iradını masrafını denkleştirecek; tam takır vela bakırlığını giderecek. Yine ayvaz kasap, hep bir hesap olduğunu görünce, ikisinde de adamcağızı birkaç ay sonra nazırlıktan çekivermiş.

    Kalamış’a sapan yolun, öbür köşesindeki evi geçtik. Daha ötekinin önünde duralım:

    1908 yılı sıralarında bütün dünyada bir Modern Style veya Art Nouveau modası türemişti. Bina yapısından tut, mobilye, dekoratif resimler, biblolar, mücevherler, hatta lavanta şişelerine kadar. Bu salgın İstanbul’a da yayılmış, yeni köşklerin ekserisi bu stile benzetilmişti.

    İşte karşınızda, çatısının yanları kesik, saçakları, pencere pervazları balkon parmaklıkları bu tarzda bir köşk. Babıseraskeri muhasebat dairesi İkinci Şube Müdür Muavini Rıfat Bey’indi.

    Yapılırken, o vakte kadar hiçbir hususi yapıda görülmedik bir başkalıkla karşılaşıldı. Küt küt küt küt! Boyuna sesler. Bahçeye konan motorla doğrama işleri başarılıyor. Tahtalar kesiliyor, biçiliyor, rendeleniyor; bir çırpıda çıkarılıyor.

    Bağdat Caddesi’nden geçen araba beygirleri, hatta tentelilerin en lagarları oraya gelince gürültüden gemi azıya alarak küheylanlaşırdı. Komşuların ukalaları “Semtimizin tadı, tuzu kaçtı. Sabahtan akşama kadar ne baş kalıyor, ne beyin!” diye mırıldanıp durdular.

    Rıfat Bey merhum pek zeki, uyanık, ehli keyif, şeker gibi bir adamdı. Gayet de güçlü kuvvetlilerden. Sinir hekimlerinde senelerden sonra bulunan pençenin kuvvetini gösterici “Evraka” adlı demir mengeneyi altmışına merdiven dayamış yaşta, avucuna alıp bir sıktı mı ibreyi sonuna kadar, yani pehlivan harcı 80 numaraya kadar yürütüverirdi. Galatasaray’dan aziz arkadaşım, o vaktin sayılı idmancısı ve jimnastikçilerinden 333 Şevki’nin ve Pera Palas karşısında “Ege” spor eşyası mağazasnı işleten Süreyya biraderimizin babasıdır.

    Fenerbahçe’ye kol salan demiryoluna geldik. Hattın sağındaki tahini boyalı köşk Divrikli Hafız Paşa’nındır.

    Abdülaziz devrinde, büyük şehzade Yusuf İzzettin on beş on altısında hayal oyunundaki göstermelik kabilinden Birinci Hassa Ordusu Müşiri iken, Paşa ordunun meclis reisi imiş. Amiri Müşir Efendi onu pek sever, hatırını sayarmış. Rivayete göre bu binanın planını o beğenip seçmiş.

    Hafız Paşa zae Nail Bey Limni Adası’nda mutasarrıftı. Şimdi Ankara’da müteahhitlik yapan oğlu Bay Hüsnü Nail 40 yıl evvelin pek yakışıklı delikanlılarındandı. Seyir yerlerindeki bütün hoppa hanımlar suyuna tirit. Sonra bisiklet şampiyonuydu. Bu işin erbabıydı. “Kısa mesafelerde herkesi geride bırakıp derhal geçer; gel gelelim yol uzadı mı yorulup şişer” derlerdi. Daha sonra yaman kemençecilerden. Kemençeyi dizine dayasın, yayı eline alsın; sırasında yanık yanık sırasında kıvrak kıvrak nağmelerini dinle. Anastaş, Vasili falan geç, haza Tamburi ve Kemençevi Cemil Bey.

    İleriye, Bağdat Caddesi’ne devam etmeden sola kıvrılıp bir boy Feneryolu istasyonunu tutalım.

    Biraz git, hatta var. Sol köşedeki köşk Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey biraderimiz çocukluğunu, ilk gençlik çağlarını orada geçirmiş, İstanbul’un gezme tozma alemlerine orada kanat alıştırmıştır.

    Devre devre yağız, doru, bakla kırı kadanaları; viktorya, bato, brik faytonları yeniler; her yenileyişte evvelkinden üstünü peyler. Arabanın içine oturdu mu veya beygirlerin dizginlerini eline alıp tırısı tutturdu mu da bazıları gibi İngiliz tabancası gibi kurum kurum kurulmaz, ermeni gelini kırım kırım kırıtmaz; dostuna düşman gibi bakış, görmemezliğe geliş, kuru selamı esirgeyiş gibi cihetlere hiç yanaşmaz; tanıdıklarından en mütevazi hallilere bile güler yüzle temennah eder, hülasa kibarlığına parmak ısırtırdı vesselam.

    O zamanlar, her şimendifer istasyonunda, adın Türkçesiyle beraber Frenkçesi de yazılı, Feneryolu’nunkinde şu ecel acayip kelime: Bifurcation, yani ikiye ayrılan yol.

    Buradan demiryolunun karşı tarafına geç, sağa dön; saray kılıklı yüksek duvarlar ve ağaçlar arasında, dışarıdan görülmeyen fakat berhaneliği besbelli bir bina göze çarpar.

    Mısır fevkalade komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın köşküdür. Mal sahibi ayda bin lira maaşla Mısır’da adeta sürgün, başka diyara adım attırılmazdı. Küçük Sait Paşa hatıratında yazar:

    Gecenin birinde Yıldız’dan konağına koşturulan bir mabeyinci gayet mühim ve müstacel bir tahrirat getiriyor. Muhtar Paşa tebdilihava diye Avrupa’yı boylamış. Etekleri fena tutuşan hünkar akıl danışmada: “Ne yapsak acaba? Adamı Kahire’ye nasıl çevirsek?”

    İhtiyar yolda hastalanmış. Stokholm’ün bir hastanesinde yatak, döşek serilmiş; inanan yok. Abdülhamit’teki kanaat şu: “Temaruz ederek yoksa dolap mı çeviriyor?”

    Ricalden ve tanıdıklarımızdan mutaassıp bir zat 1877’deki Rus Harbi’nde müşir Muhtar Paşa ile beraber bulunduğunu, onun sofuluğunu, namazını, niyazını, orucunu, ömründe ağzına içkinin damlasını koymadığını söyler durur, üstüne toz kondurmazdı. Bizzat bu zat anlatırken işittim. Meşrutiyetten sonra İstanbul’a gelen; nice yıllardır görmediği, görüşmediği Paşa’yı yoklamaya bu köşke gidiyor. Hoşbeşten sonra akşam yemeğine alıkonuyor. Hava karardığı sular salona bir uşak girmiş. Elinde tepsi, üstünde kadehler dizili. Ev sahibi “Sen de aperatif alsana a birader! Tıbbın tavsiye ettiği münebbihler içinde en makulü budur, rakıdır!” diyerek kadehin birini susuz muşuz dikip ikincisini de önündeki sigara sehpasına koymaz mı?

    Tanıdık zatı şerifin o anda sanki tepesinden aşağı kaynar sular boşanmış.

    Sermet Muhtar Alus

  • Şehzade Ömer Faruk Efendi

    Şehzade Ömer Faruk Efendi

    Son Halife ve son Veliaht Abdülmecid Efendi’nin oğlu… Fenerbahçe onursal başkanlığını 1920-1924 yılları arasında yürütmüş Osmanlı Hanedan üyesi… Bugünkü yazımın konusu yukarıdaki sıfatların sahibi Şehzade Ömer Faruk Efendi olacak. Günümüzde, Fenerbahçe Başkanlığı yapmış olması sebebiyle “Milli Mücadele” karşıtı olarak yaftalanan bir Osmanlı şehzadesinin hayatından kesitler aktaracağım. Ülkesinden uzak geçirdiği yıllarda “Cânım Fenerbahçe” diyen Ömer Faruk Efendi hakkındaki görüşleri değerlendireceğim.

    Bir Fenerbahçeli’nin İstanbul’da başlayıp, Kahire’de sona eren hayatından önemli satır başları…

    Barış KENAROĞLU


    Ömer Faruk Efendi’nin hikayesini aktarmaya babası Abdülmecid Efendi ile başlamanın, yazının sonunda yer vereceğim sonuç değerlendirmesi için fazlaca önem taşıdığı düşüncesindeyim. Kendisi hakkında Profesör Dr.Ali Satan’ın “Son Halife Abdülmecid Efendi” isimli biyografik eserinin, yazı boyunca aktaracağım bilgiler için ana kaynak olduğunu öncelikle belirtmek isterim. Bunun yanında Gazeteci-Yazar Murat Bardakçı’nın Ömer Faruk Efendi ile ilgili yıllar içerisinde yayınladığı makalelerden de yararlanılmıştır.

    Baba Abdülmecid Efendi

    Sultan Abdülaziz’in oğlu olan Abdülmecid Efendi Osmanlı hanedanı içerisinde sanatçı yönüyle olduğu kadar, Milli Mücadele’ye bakış açısı ve kuzeni Son Padişah Vahdettin ile ilişkileriyle de öne çıkmaktadır. Abdülmecid Efendi, dönemin birçok yerli ve yabancı yayınını takip eden, geniş bir kütüphaneye sahip hanedan üyesiydi. Abdülmecid Efendi “Batı müziğinin popüler dans türlerinde eserler vermiş”, hatta “Elegie” adlı eseri İtalya’da yayınlanmıştır. 

    Abdülmecid Efendi’nin ressamlığı ise üzerinde durulması gereken en önemli özelliğidir. Bugün bile sanat çevreleri tarafından “profesyonel bir ressam” olarak nitelenen Abdülmecid Efendi’nin tabloları uzun yıllardır sergilenmektedir. Bu tabloların içerisinde en dikkat çekici olanı “Tarih/Nasihat” ismini verdiği tablosudur. 1912 Yılında tamamladığı tabloda, Edirne’nin Bulgaristan tarafından işgal edilmesinin ardından bir Balkan haritası üzerinde oğlu Ömer Faruk Efendi ve kızı ile birlikte kendisini resmetmiştir. Dönemin birçok sanatçısı, edebiyatçısı ile yakın dostluklar kuran Abdülmecid Efendi aynı zamanda 1908 yılında kurulan “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti”nin de başkanlığını yapmıştır. Ömer Faruk Efendi’nin babası, Veliaht Abdülmecid Efendi ile ilgili Profesör Dr. Ali Satan’ın aşağıdaki yorumu yazının son bölümü için bir yol gösterici niteliğindedir:

    “Dindar, gelenekle barışık ve aynı zamanda batıya da açık bir insan… Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını. Onun “Doğuyu ve Batıyı kendinde birleştirmiş” olduğunu görüyoruz ki bu, bizim ikisinden hangisi olmamız gerektiğine dair sorumuza verilmiş tarihi cevap gibidir”

    “Boykotçu Şehzade”

    Döneme ait kaynaklarda Ömer Faruk Efendi’nin sık sık babası ile birlikte zaman geçirdiğine;  gerek resmi kabullerde gerekse kütüphanesindeki çalışma saatlerinde onun yanında olduğuna ilişkin bilgiler yer almaktadır.

    Baba-Oğul arasındaki ilişkinin yakınlığını, Ömer Faruk Efendi’nin okul yıllarında yaşanan bir olayın daha açıkça ortaya koyacağı düşüncesindeyim. Ömer Faruk Efendi’nin öğrenim hayatını sürdürdüğü Mekteb-i Sultani’nin müdürü Tevfik Fikret, 1910 yılında dönemin Eğitim Bakanlığı ile ters düşmüş ve bunun üzerine görevden alınmıştı. Öğrencileri bu gelişme üzerine Tevfik Fikret’e olan bağlılıklarını okulu boykot ederek göstermişlerdi.

    Murat Bardakçı’nın ulaştığı dönem gazetelerinde çıkan haberlere göre bu öğrenciler arasında Ömer Faruk Efendi de vardı. Boykotçu öğrenciler olarak tepkilerini bugünün İstiklal Caddesi’nde düzenledikleri yürüyüş ile göstermişler, müdürlerinin yeniden okula dönmesini istemişlerdir. Oğlunun yaptığı protesto baba Abdülmecid Efendi’nin de ilgisini çekmişti. Abdülmecid Efendi devletin yüksek kademesine yazdığı mektuplarda “Tevfik Fikret’in başarılı icraatlarına dikkat çekmiş, onun yokluğunda okulu önemli tehlikelerin beklediğini söylemiş”, kısacası görevden alınan müdürün ve boykotçu öğrencilerin tarafını tutmuştu.

    Bu aşamada boykottan bir sene öncesine dönüp Devlet Arşivlerinde karşıma çıkan bir belgeye yer vermek istiyorum. Belgede dönemin Sadrazamı Hüseyin Hilmi Paşa, lise öğrenimi için Mekteb-i Sultani’ye başlamasına karar verilen Şehzade Ömer Faruk Efendi için okulun müdürü Tevfik Fikret’e bir mektup  göndererek, şehzade için gereken özenin gösterilmesini ister. Bu mektuba Tevfik Fikret’in cevabı ise “başka ne gibi takayyüdat (dikkatli davranma, özen gösterme)” lazım geldiğini tırnak içinde sormak şeklinde olur. Baba Abdülmecid Efendi‘nin, öğrencilerinin kim olduğuna bakmadan onlara eşit muamele eden okul müdürü Tevfik Fikret’e yaklaşımı bu belge ile birlikte daha değer kazanmaktadır.

    Asker

    Ömer Faruk Efendi, Tevfik Fikret krizine rağmen Mekteb-i Sultani’yi bitirir. Şehzade, üniversite eğitimine Avrupa’da devam etme kararı alır. Ali Satan’a göre bu kararı almasında Mekteb-i Sultani’deki hocaları Tevfik Fikret ve Salih Keramet Nigar’ın yönlendirmelerinin etkisi vardır.

    Ömer Faruk Efendi önce Viyana’daki Theresianum Askeri Okulu‘nda, daha sonra da Berlin’deki Potsdam Askeri Okulu’nda eğitim alır. Bu eğitimlerin ardından  ülkesine dönen Ömer Faruk Efendi, 1914 yılında Harbiye Mektebi‘nden de mezun olur. Osmanlı Devleti’nin Almanya ile yakınlaşma politikası sürdürdüğü bu dönemde Ömer Faruk Efendi’nin Alman ekolü ile eğitim alması doğal karşılanması gereken bir durumdur.

    Dönem basınında Şehzade’nin üniversite eğitimi için yurtdışına gitmesinden bahsedilmiş, kendisi “Avrupa’ya eğitime gönderilen ilk şehzade” olarak tanıtılmıştır. Ömer Faruk Efendi yurtdışında geçirdiği yıllar sonunda Almanca’ya anadil seviyesinde hakim olmuş, İngilizce ve Fransızcayı da konuşmaya başlamıştı. 

    Ömer Faruk Efendi, I.Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin Alman İmparatorluğu ile ittifak yapmasının ardından aktif olarak cephede savaşa katıldı. Almanya – Fransa sınırında gerçekleşen Verdun Muharebesi’nde müttefik Alman ordusu safında savaştı.

    Osmanlı Şehzadesi Ömer Faruk Efendi’nin Almanya ile bu yakın ilişkileri 15 Aralık 1917’de başlayan ve 4 Ocak 1918’de sona eren Veliaht Vahdettin’in Alman İmparatoru II.Willhem’i resmi ziyaretinde yer almasını da sağladı. Padişah Mehmet Reşat’ın yaşlılığından dolayı Vahdettin Efendi’yi gönderdiği ziyarette Mustafa Kemal Bey de Veliahtın Yaveri olarak yer almıştı. Bu ziyaret, aynı zamanda Ömer Faruk Efendi ile Mustafa Kemal’in ilk karşılaşmalarıydı.

    Padişah Damadı

    Ömer Faruk Efendi’nin Osmanlı Hanedanının şehzadesi olarak sürdürdüğü hayatında babası Abdülmecid Efendi’nin önemli rol oynadığını yazının başında belirtmiştim. Abdülmecid Efendi ile Veliaht Vahdettin’in ilişkilerine kısaca değinmek bu rolü açıklamak için önemlidir.

    1916 Yılında Padişahlık makamında Mehmet Reşat otururken, Veliaht sıfatını taşıyan Yusuf İzzettin Efendi’nin intihar etmesi ile kimin veliaht olacağı konusu gündeme gelmişti. Teamüller gereği Vahdettin veliaht olacaktı ancak iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi, fikirlerini bildikleri şehzade yerine, kendilerine yakın gördükleri Abdülmecid Efendi’yi veliaht yapmak istiyordu. Çünkü Padişah Mehmet Reşat yaşlıydı ve sağlığı iyi değildi. Veliaht olacak kişi yüksek ihtimalle yakında padişah olacaktı. Bu doğrultuda veliaht olması teklifi Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından Abdülmecid Efendi’ye iletilse de, şehzade tarafından “yüzyıllardır süren geleneği bozmak istemediği” gerekçesi ile reddedildi. Nitekim Veliaht olan Vahdeddin, Sultan Reşat’ın 4 Temmuz 1918’de ölümü üzerine Padişah, Abdülmecid Efendi de Veliaht oldu.

    Ali Satan’ın tespitine göre Milli Mücadele başlayana kadar Padişah Vahdettin ile kuzeni Veliaht Abdülmecid arasında bir fikir ayrılığı yoktu. Anadolu’da başlayan Milli Mücadele, ikiliyi bir daha bir araya getirmeyecek şekilde ayırdı. Bu küskünlüğün tek istinası ise Veliaht Abdülmecid’in oğlu Ömer Faruk Efendi’nin, Padişah Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’a aşık olmasıyla ortaya çıkmıştır. Hanedanın güzel üyesi Sabiha Sultan ile evlenmek için  o dönem Mustafa Kemal Paşa da girişimde bulunmuştur. Murat Bardakçı’nın aktardığına göre Sabiha Sultan, sonraki yıllarda yakın dostlarına Mustafa Kemal Paşa’nın evlenme isteğinden bahsederken olayı doğrulayacak, hatta “Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk’u (Ömer Faruk Efendi) seviyordum” diyecekti. Sabiha Sultan, bu evliliği istememesinin bir diğer nedeni olarak da Enver Paşa’nın hanedan üyesi Naciye Sultan ile evliliğini göstermiştir: ” (Mustafa Kemal) Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu.”

    Milli Mücadele

    Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele ile ilişkisi 25 Nisan 1921 tarihinde orduya katılmak için İnebolu’ya gidişi ve akabinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul görülmeyerek, İstanbul’a geri gönderilmesi şeklinde özetlenebilir. Bu bölümde Ömer Faruk Efendi’nin bu girişimine yol açan olayları sıralamakta yarar görüyorum.

    Veliaht Abdülmecid Efendi’nin Padişah Vahdettin ile Milli Mücadele’nin başlamasıyla beraber fikir ayrılığının başladığından söz etmiştim. Abdülmecid’in, Padişah ile arasındaki temel sorun, Sadrazam Damat Ferit’ti. Abdülmecid, Vahdettin’in Damat Ferit’e olan güvenini doğru bulmuyordu. Bu doğrultuda Padişah’a ilk muhtırasını 18 Ocak 1919’da verdi. “Anadolu’daki milliyetçilerle hükümet arasındaki mücadelenin sona erdirilmesini, Anadolu’ya şehzadelerden birinin başkanlığında bir heyetin gönderilip tarafların yakınlaştırılması gerektiğini” yazdı. Anadolu’da kurulan cemiyetlerin isteklerinin incelenerek faydalı olanlarının kabul edilmesi ve yerine getirilmesini istedi.

    Bu söylem, İngilizler ve Fransızlar tarafından Abdülmecid’in Milli harekete ilgi gösterdiği şeklinde nitelendi.

    Abdülmecid bu dönemde kendisi ile görüşen İngiliz yüksek komiserliği tercümanı Ryan’a şunları söylemiştir: “Halk, halkı Türk olan topraklarda Türk yönetimi istemektedir. İzmir faciası, Rumların cinayetleri ortadadır. Halk Mustafa Kemal ve arkadaşlarına itibar ediyorsa, bunun sebebi arzularına İstanbul Hükümetince itibar olunmamasıdır” Prof.Dr.Sina Akşin, Abdülmecid Efendi’nin bu teklif ve söylemlerini partiler üstü meşruti bir yöneliş olarak değerlendirmektedir. Akşin’e göre Veliaht, Padişaha karşı apayrı bir ideolojinin sözcüsüydü ve Anadolu’daki milli hareket ile “ülküdaş”tı.

    Davet

    Veliaht Abdülmecid bu eylem ve söylemlerinden dolayı Mustafa Kemal Paşa tarafından 1920’nin yaz aylarında Anadolu’ya davet edildi. TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa, Veliahtı Anadolu’ya davet eden bir mektup yazdı. Cevaben “Anadolu’ya geçmeyi ve bu mücadeleye katılmayı çok isterdim. Fakat bu karar ve hareketimin ailevi vaziyetimizle yani hanedan vaziyetinde nasıl bir değişiklik göstereceğini, bunun millet ve memlekete faydalı olup olmayacağını açıklıkla anlayıncaya kadar beklemenin daha doğru olduğunu düşünmekteyim” diyerek, daveti reddetti. Resimli Tarih Mecmuası’nın 1952 yılında yayınlanan 29.sayısında Mehmet Ataker’e ilk ve tek röportajını veren Ömer Faruk Efendi, babasının bu daveti reddetmesinin temel sebebinin “ikilik” çıkarmak istememesi olduğunu söylemiştir.

    Abdülmecid Efendi’nin Mustafa Kemal Paşa’nın iç isyanlar dolayısıyla sıkışık durumda olduğu bir zamanda davetini reddetmesi, TBMM ile hanedan arasında var olan soğukluğun artmasına neden olmuştur. Diğer yandan Veliahtın Anadolu’ya geçerek milli hareketin başına geçme ihtimali İtilaf Devletleri’nin uzun zamandan beri korktukları bir konuydu. Bu doğrultuda İstanbul işgal edildikten sonra Veliaht Abdülmecid Efendi’nin sarayı İngilizler tarafından kuşatılarak, yazışma notlarına ve belgelerine el konuldu. Abdülmecid’in Mustafa Kemal’in davetini kabul etmemesinde İngiliz faktörü de göz önünde tutulmalıdır. Abdülmecid, İngilizler tarafından ev hapsinde tutulurken Mustafa Kemal Paşa’ya şu mesajı gönderdi:

    “Vaziyeti görüyorsunuz, bu şartlar altında benim ayrılmam maddeten de mümkün gözükmüyor. Mustafa Kemal Paşa’ya hürmetlerimi ve muvaffakiyet temennilerimi söyleyin. Beni mazur görsün.”

    İngilizlerin göz hapsinde tutulan Abdülmecid Efendi 16 Eylül 1920’de, 9 ay önce dünür olduğu Padişah’a bir mektup yazdı:

    “Yüce şahsınızı elinde ihtiras oyuncağı yapan Ferit’in (Damat Ferit) yalanına dolanına nasıl inanıyorsunuz? Ferit beni bilmez ve anlamaktan acizdir. Bütün önemli hususları kişisel amaçlarına tabi kılan Ferid’in hıyanetkar idaresine bir son veriniz”

    Bu mektuptan sonra Veliaht ile Padişahın arası düzelmemek üzere bozuldu. Vahdettin ülkeyi terk ettikten sonra onun hakkında “hain” sıfatını kullanan tek hanedan mensubu Abdülmecid Efendi’ydi.

    Ömer Faruk Efendi İnebolu’da

    Babası Veliaht Abdülmecid, başkent İstanbul’da İngilizlerin göz hapsindeyken Fenerbahçe Başkanı Şehzade Ömer Faruk Efendi, 25-26 Nisan 1921’de gizlice İnebolu’ya gitti. Bu esnada Türk ordusu I.ve II. İnönü Savaşlarını kazanmış, Milli Mücadele zafere doğru ilk adımlarını atmıştı. Şehre adım atar atmaz, Ankara’ya “vazife-i vataniyyem ve askeriyemi görmek üzere” geldiğini bildirdi. Anılarını 1957 yılında yazan ve Ömer Faruk Efendi’yi İnebolu’da karşılayan polis memurlarından biri olan Ali Rıza Öge, şehzadenin ziyareti ile ilgili şu ifadeleri paylaşmıştır:

    “ ‘Şehzadem, millet sizi bekliyor, buyrun’ deyip onu karaya çıkarmışlar. Vapur hareket edinceye kadar Ankara’dan cevap gelmeyince İnebolu’da kaldı. Bir otelde yer bularak korumalar eşliğinde bir geceyi geçirdi. Gece yarısına doğru Ankara’dan gelen telgraf emriyle ilk gidecek vapurla İstanbul’a iadesi bildirilmişti. Biz de kendisini İstanbul’a iade ettik” Ömer Faruk Efendi’nin ve İnebolu’da görevli memurların beklediği Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafında şunlar yazılıydı:

    “Telgrafınızı büyük bir memnuniyetle aldık. Yüksek zatınızın Anadolu’yu şereflendirmeleri tarihteki üzücü örneklerinden de görüldüğü üzere saltanat mensupları arasında bazı fena anlamalara yer verebileceği ve birlik halinde bulunan milli kamuoyunu yeniden karışıklığa düşürmek suretiyle fevkalade mahzurlara sebep olabileceği için vatan ve milletin bütün saltanat hanedanı mensuplarının hizmetinden istifade edecekleri zamanın gelmesini bekleyerek şimdilik İstanbul’da kalmaya devam etmenizi yaradılışınızın verdiği vatan sevgisinin gereği görüldüğü saygı ile arz olunur”

    Anadolu’ya geçmesi uygun bulunmayan Ömer Faruk Efendi, o gün neler hissettiğini yıllar sonra verdiği tek röportajında şöyle anlatıyordu: “O zaman 23 yaşındaydım. Tecrübesizdim. İstanbul’a döndüğüm takdirde, İngilizler tarafından yakalanacak, hapsedilecek ya da Malta’ya sürülecek belki de öldürülecektim. Sarayın bana karşı takınacağı hareket, Vahdettin’in intikam almaya kalkması… birer birer gözümün önüne geliyordu.” Ömer Faruk Efendi, Gazeteci Mehmet Ataker’e Ankara’nın kendisini kabul etmemesinin nedenini şöyle açıklıyordu: “Birkaç ay sonra Millet Meclisi’nde benim için sorulan bir soruya şöyle cevap verilmişti: ‘İngilizler veya saray tarafından gönderilmiş olması ihtimaline karşı kendisini iade etmek mecburiyetinde kaldık’”

    Ömer Faruk Efendi’nin sözünü ettiği cevabı TBMM’nin 24 Aralık 1921 tarihinde toplanan gizli oturumunda Mustafa Kemal Paşa tarafından verilmişti. Mustafa Kemal Paşa, milletvekillerine Şehzade’nin gelişi ile ilgili şu açıklamayı yapmıştı:

    “Efendim, bunların mahdumu Ömer Faruk Efen­di İnebolu’ya gelmişti; ben kendisini iade ettim. Onun gelişi babasının (Abdülmecid Efendi) ve yahut kayınpederinin (Padişah Vahdettin) onayıyla olup olmadığını bilmiyorum. Şahsen Ömer Faruk Efendi’yi tanırım. Ba­na bazı mektuplar yazmıştı ve kendisiyle yakından te­masta bulunan bazı arkadaşlarla da sözlü haber gön­dermişti. Bana yazdığı şeylerde diyor ki: “Ben oraya geliyorum. Ben oraya gelir gelmez, benim şartlarımı şimdiden tespit ediniz. Ben buradan bir takım in­sanlar getireceğim ve benimle beraber kalacaklardır” Doğrudan doğruya amacı, halife ve pa­dişah olmak.. Bunun mümkün olamayacağını kendi­sine söylemişler. Bunu kafasına koymuş. Halbuki Ömer Faruk Efendi’yi buraya getirmek Halife veya Padişah yapmak söz konusu değildi. Belki de bir çok kargaşaya sebep olacaktı. ‘En iyi vazifenizi İstan­bul’da görürsünüz’ demiştim.

    Yalnız ona demişler ki, ‘gider gitmez emri vaki yaparsın ve millet her şeyi unutur, büyük gösterilerle sizi Padişah ilan eder’ ve o da buna güvenerek benim onayımı almaksızın gelmiştir ve hakikaten İnebolu’ ya çıktığı zaman, beklendiği üzere ve derhal İstanbul’a da ha­ber vermiştir. Yani açıkça Padişahın ya da babası­nın izni ile gelmiştir.”

    Ömer Faruk Efendi’nin İnebolu’ya gelişinin en önemli tanığı, Milli Mücadele’ye katıldıktan sonra Batı Cephesi Kurmay Başkanlığı görevini yürütecek, Cumhuriyet’in ilanından sonra ise Genelkurmay İkinci Başkanlığı yapacak olan, aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye’den sınıf arkadaşı Orgeneral Asım Gündüz’dür. O dönem Harp Akademisinde ders veren, Ömer Faruk Efendi’nin öğretmeni de olan Miralay Asım Bey:

    “Ömer Faruk Efendi bana gelerek, ‘Hocam, ben Anadolu’ya gitmek istiyorum. Eğer Mustafa Kemal Paşa, babam gelmedi diye kızdı ise ben vardım. İster babamın yerine beni kabul etsin isterse Milli Mücadelede bir er olarak kullansın. Gideceğim. Kararımı verdim’ demişti. Tam bu sıralarda Mustafa Kemal Paşa’dan haber aldım. Paşa beni Ankara’ya çağırıyordu. Ömer Faruk Efendi, tekrar evime gelerek Anadolu’ya geçmek konusunda ısrar etti. Arkadaşlarla görüştük. ‘Mustafa Kemal Abdülmecit’i istiyordu. O gidemedi bari oğlunu götürelim. Bu, herhalde yanlış bir hareket olmaz’ diyerek onu da götürmeye karar verdim. Şehzadenin seyahat ettiğimiz gemide tutulduğu bölmenin şartları dolayısıyla yarı baygın halde kıyıya çıkartılması, kimliğinin açığa çıkmasına sebep oldu. Yolculuk sonrasında tedaviye ihtiyacı vardı. Gemiden çıkartıldıktan sonra İnebolu’da gelenin kim olduğu haberi yayılınca halk rıhtıma yığıldı. Davullar zurnalar serhat türküleri gökleri inletmeye başladı. Her tarafta silahlar patlıyordu. Ankara’nın asıl manevi endişesi İnebolu’da genç şehzadeye karşı gösterilen büyük tezahüratın Milli Mücadelenin gayesi üzerinde meydana getireceği şüphelerde toplanmıştı. Ömer Faruk Efendi’ye yapılan tezahüratı kimse beklemiyordu.”

    Asım Gündüz’e göre Ömer Faruk Efendi’nin geri gönderilmesinin bir diğer nedeni de şuydu:

    “Daha sonra öğrendiğime göre Ankara’nın dostu olan bir yabancı, hanedana mensup bir kişinin Milli Mücadele safhında olmasının bilhassa İngilizler tarafından istismar edileceğini, Anadolu’nun müdafaasına karşı nispeten tarafsız davranan İtalyan ve Fransızları da aleyhimize sevk edeceğini ihtar etmiş. Bu ihtimali mümkün ve akla yakın görmüştüm.”

    Fenerbahçe Başkanı

    Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe’ye 1920 yılında 21 yaşındayken başkan oldu. Başkanlığı, Osmanlı hanedan üyelerinin yurtdışına çıkarıldığı 1924 yılının Mart ayına kadar devam etti. Başkanlığı süresince kulübe, şimdiye dek tespit edebildiğimiz sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. 26 Aralık 1920’deki bu ziyaret dönemin Spor Alemi dergisinde geniş yer buldu. Ziyaret sonrasında kulüp hatıra defterini imzalayan Şehzade’yi kulüpte karşılayanlar arasında ilerleyen yıllarda Fenerbahçe’ye başkanlık da yapacak olan genç bir sporcu, Yavuz İsmet (Uluğ) de vardı.

    Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe ile ikinci ve son teması ise yıllar sonra gerçekleşecek ve Fenerbahçe Tarihinde derin bir iz bırakacaktır. Spor Alemi Şehzade’nin ziyaretini şu satırlarla aktarmıştı:

    “26 Aralık Pazar günü, Fenerbahçe Kulübü fahri başkanlığını kabul buyuran Şehzade Ömer Faruk Efendi Hazretleri kendi yurtlarını (kulüplerini) ziyaret etmişlerdir. Öğleden sonra saat ikide Kadıköy gençlerinden bir kısmı orta salonda sevgili reislerini karşılamak için hazırdılar. Fahri Başkanın yanında yine kulüp üyelerinden Damat Mecit Bey ile Damat Selami Bey ve yaverleri Binbaşı Faik Bey Efendiler bulunuyordu.  Önce kulüp ziyaret edildi ve kütüphane, kayıkhane, jimnastik, tenis alanları gösterilerek efendi hazretlerine spor sahasındaki kulübün faaliyeti hakkında bir fikir verilmek istenildi, sonrasında kulüp üyelerinden bir kısmı tanıtıldı. Bu arada kulüpte tenis şubesinde çok yüksek bir faaliyet gösteren Damat Mısırlı Muhsin Yeğen Bey de bulunuyordu. Saat üçte havanın elverişsizliği dolayısıyla yalnız salonda bazı sporlar yapılabildi. İlk numarayı azadan Said ve Fevzi Beylerin eskrimi ve ikinciyi de muallimleri meşhur şampiyon Miralay Grodotski ile Mösyö Nikolay’ın egzersizi oldu. Bundan sonra memleketimizin en kıymetli amatörlerinden İsmet (Yavuz İsmet Uluğ) ve Ziya Beylerin boksu, ve Binbaşı Mazhar Beyefendinin idare ettiği Alman jimnastiği ile program sonlandırıldı. Bu sırada kulübün en değerli bir parçası olmakla beraber musiki yönüyle de gurur kaynağı bir amatörü olan Ekrem Bey’in keman ile çaldığı birkaç parça musikide de kulübün bir yerinin bulunduğunu hissettiriyordu.”

    Ziyareti esnasında Kulüp anı defterine bıraktığı iz, bugün hala Fenerbahçe Müzesi’nde sergilenmektedir. O satırlarda Fenerbahçe Başkanı Ömer Faruk Efendi, şu satırlarla kulübünü onurlandırmıştır: “Kulübün tealisini (gelişmesini) görmek medar-ı iftiharım (gurur kaynağım) olacaktır”  

    Ömer Faruk Efendi’nin Fahri Başkanı olduğu Fenerbahçe, bu dönemde sadece yabancılarla maç yapmakla kalmadı, devletin düzenlediği bağış kampanyalarında aktif rol aldı. Bunlardan bir tanesi de Fenerbahçe – İttihatspor arasında oynanacak şampiyonluk maçının hasılatının Göçmenler Müdürlüğü’ne bağışlanmasıydı. 17 Ağustos 1921 günü oynanan maça Fenerbahçe,  Şekip, Galip, Hasan Kamil, Fahir, İsmet, Ethem, Ömer, Boldin, Zeki Rıza, Alaeddin ve Sabih 11’i ile çıktı. Akşam gazetesinin haberine göre maçta “her taraftan gelip stadı dolduran binlerce kişilik büyük bir kalabalık” vardı. Maçı 3-2’lik skorla kazanan Fenerbahçe, şampiyon olmuş ve Göçmen Müdürlüğü yüklüce bir gelir elde etmişti.

    Halife’nin Oğlu

    Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra, 1 Kasım 1922’de Saltanat yönetimine son veren TBMM, Osmanlı Hanedanın elindeki dünyadaki bütün Müslümanların liderliği anlamını taşıyan “Hilafet” makamına Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin babası Abdülmecid Efendi’yi getirdi. Anadolu’daki Milli Mücadele’ye çeşitli sebeplerle katılmamış/katılamamış olsa da İstanbul’da Fahri Başkanı olduğu Kızılay Cemiyeti aracılığı ile Anadolu’ya yardım ettiği kayıtlara geçen, Milli Mücadele’nin kutlama, miting, yardım gibi organizasyonlarına hem kendisi hem de oğlu adına bağış yapan Abdülmecid Efendi’nin halife olarak seçilmesinde bu tavrının önemli etkisi vardır. Ömer Faruk Efendi’nin halifenin oğlu olarak İstanbul’da yaşadığı 2 yılı aşkın zaman boyunca, Fenerbahçe, İstanbul’u terk etmeye hazırlanan İşgal kuvvetleri takımlarına karşı üstünlüğünü korudu.

    “Canım Fenerbahçe”

    Ömer Faruk Efendi, Hilafetin kaldırılmasının hemen ardından diğer hanedan üyeleri ile beraber yurtdışına gönderildi. 1924 Yılından, 1969 yılına kadar 45 sene sürgün hayatı sürdü. İsviçre ve Fransa’da yaşadıktan sonra Kahire’de hayatını kaybetti ve oraya defnedildi. Mezarı yıllar sonra, Türk hükümetinin “sessizce nakledilmesi şartıyla” verdiği özel bir izinle Türkiye’ye getirildi ve Cağaloğlu’ndaki Sultan Mahmud Türbesi’ne nakledildi.

    Ömer Faruk Efendi’nin, Fenerbahçe Tarihinin en özel hatıralarından biri olan, “Canım Fenerbahçe” seslenişi Murat Bardakçı’nın 16 Ocak 2006 yılında Hürriyet Gazetesi’nde yayınladığı bir mektupla gün yüzüne çıkmıştır. Bardakçı, Ömer Faruk Efendi’nin Kahire’den 20 Temmuz 1966’da İstanbul’da yaşayan dostu ünlü Tarihçi İsmail Hami Danişmend’e gönderdiği mektubun Fenerbahçe ile ilgili kısımlarını köşesine taşıdı. Bu mektupta Ömer Faruk Efendi, yıllar önce başkanlığını yaptığı Fenerbahçe Kulübü’nün o zamanki başkanı Faruk Ilgaz’dan bir mektup aldığını söylüyor, kulübün kendisini hatırlamasından duyduğu memnuniyeti anlatıyor ve gözyaşlarını tutamadığını yazıyordu.

    “Geçen gün postacı geldi ve büyükçe bir zarf uzattı. Üstünde canım Fenerbahçe Spor Kulübü’nü görünce şaşırdım. Mektubu okuyunca büsbütün hayretlere düştüm. Kulübün yeni müdürü, eski başkanlarının resmini istiyor! Salonlarını süslemek için! Kırk küsur senedir böyle bir ilgi görmediğimden şaşırdım ve duygulandım. Gözlerimden yaşlar boşandı. Yeni ve eski birer fotoğrafımı, kulüp üyeleriyle çıkmış olan bir eski resmimi ve göstermiş oldukları ilgi dolayısıyla teşekkürlerimi yazdım ve gönderdim. Yeni reisin ismi de Faruk olduğundan, adaşlık sebebiyle bir sempati doğmuş olacak! Bana gönderdikleri kulübün ismi, işareti ve arkasına yazdıkları beni çok mütehassis etti: ’Kulüp erkanı, eski reislerine saygılarını sunarlar.’ Şimdi resim çerçevelenmiş halde yanımda duruyor…Ömer Faruk”

    Sorular

    Ömer Faruk Efendi nasıl bir kişiliğe sahipti?

    Ömer Faruk Efendi’nin kişiliğinde şüphesiz Babasının etkisi büyüktür. “Doğu-Batı, gelenek-modernite ikilemleri karşısında kompleks taşımayan bir Türk aydını” olan Abdülmecid Efendi’nin oğlu ve şehzade ünvanıyla, Avrupa’da eğitim gören ilk hanedan üyesi olmuş, birden fazla yabancı dil öğrenmiştir. Özetle, Ömer Faruk Efendi, Osmanlı Modernleşmesinin hanedan içerisindeki en önemli temsilcisi sayılabilir.

    Ömer Faruk Efendi Milli Mücadele’ye karşı mıydı?

    Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadele’ye karşı olduğunu söylemek elimizdeki belgelere ve kaynaklara göre imkansızdır. Anadolu’ya geçişi ile ilgili, kendisi ve Mustafa Kemal Paşa farklı sebepler ortaya koymuş olsa da, bu durum Ömer Faruk Efendi’nin ülkenin kurtuluşunu istemediği anlamına gelmemektedir. Babasının Sadrazam Damat Ferit’e ve Padişah Vahdettin’in Milli Mücadeleye olan tavrına getirdiği ağır eleştiriler göz önüne alındığında, iki tarafın ülkenin kurtuluşu için farklı yöntemler öngörmesi ihtimal dahilinde olsa da; bu, onun Milli Mücadeleye karşı olduğu göstermemektedir. Kendisini Anadolu’ya getiren Asım Gündüz’ün sonraki günlerde Milli Mücadele’nin önemli komutanlarından biri olacak olması ve Cumhuriyet’in ilanından sonra Genelkurmay 2. Başkanlığı yapması, bu değerlendirmeyi destekler niteliktedir.

    Mustafa Kemal Paşa’ya göre Milli Mücadele’nin yöntemi neydi?

    Mustafa Kemal Paşa’nın Milli Mücadele yıllarında söylemleri farklı bakış açılarıyla değerlendirilmektedir. Bu söylemlerin ve Paşa’nın eylemlerinin tek hedefi şüphesiz ülkenin bağımsızlığını kazanmasıydı. Yakın çevresine Milli Mücadele’nin ilk günlerinde “Cumhuriyet” fikrini hayata geçireceğini paylaşmış olsa da, 620 yıldır bir hanedanın yönetimi altında yaşayan halka bu fikrini açmamıştır. Bağımsızlığın kazanılması için deha seviyesinde bir iç politika yürütmüş, kendi deyimiyle “uygulamayı evrelere ayırarak, hedefe varmıştır.” Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’un giriş kısmında yer alan ifadeleri yaptığım bu değerlendirmenin temel dayanağıdır:

    “Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına teca­vüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün millet­çe silahlı olarak karşı koymak ve onlarla mücadele eylemek gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklerini ve zorunluluklarını ilk günden ortaya koymak ve ifade etmek, elbette isabetli olamazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayır­mak ve vakalardan ve hadiselerden istifade ederek milletin hissiyat ve fi­kirlerini hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur.”

    Tarihi nasıl okumalıyız? Olaylara nasıl bakmalıyız?

    Şüphesiz tarihi olayların, farklı düşüncelere sahip, dünyaya başka pencerelerden bakan insanlar tarafından çeşitli şekillerde yorumlanması doğal karşılanmalıdır. Bu farklı değerlendirmeler ancak  tek bir şartla tarih yazımını değerli kılar. O da: “geçmişte yaşanmış olayları, meydana geldikleri dönemin şartlarına göre değerlendirerek” Anadolu topraklarında kurtuluş mücadelesi verilirken, iç isyanların bu mücadeleyi tehlikeye sokmaya başladığı günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın Veliaht Abdülmecid Efendi’yi Anadolu’ya davet etmesi onu “Saltanat yanlısı” yapmayacağı gibi, Osmanlı Şehzadesinin “Campidoglio” gemisinin gizli bir bölmesinde Anadolu’ya geçişi de onu “Milli Mücadele karşıtı” yapmaz.

    Ömer Faruk Efendi’nin Fenerbahçe Başkanlığı ne ifade etmektedir?

    Ömer Faruk Efendi, Fenerbahçe’nin fahri yani bugünkü anlamıyla onursal başkanlığını yürütmüş isimlerden biridir.  Kısaca Fahri Başkanlık, yönetsel değil simgesel bir makamdır. Her ne kadar bu makam “simgesel” olsa da, Fenerbahçe’nin, buhranlı geçen kuruluş günlerinin ardından, ilk önce İttihat ve Terakki’nin sonrasında da hanedanın dikkatini çekmesi, kulübün sportif olduğu kadar sosyal bir olgu da olduğunu göstermektedir. Nitekim Fenerbahçe faktörü Cumhuriyet’in ilanından sonra da ülkeyi yönetenler tarafından  dikkate alınmaya devam etmiştir. Fenerbahçe, Ömer Faruk Efendi’nin başkanlığı döneminde işgal yıllarının esir İstanbul’una moral kaynağı olmuş, bu dönemde yaşanan gerek maddi gerekse manevi sıkıntılara rağmen, Türk insanının kalbinde yer etmeye Ömer Faruk Efendi kulübün başkanıyken başlamıştır.

    Barış KENAROĞLU / Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu