Etiket: Sultan II. Abdülhamid

  • Anadolu Yakası Köşkleri

    Anadolu Yakası Köşkleri

    Taha Toros arşivinde, Sermet Muhtar Alus‘un muhteşem bir yazı dizisine rastladık. Özellikle o dönemlere ilgi duyanların severek okuyacağı “Anadolu Yakası Köşkleri” dizisine kapak fotoğrafı olarak da rahmetli Başkanımız (ve bugün vefatının 48. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz) Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey’in fotoğrafını seçtik. Nazlı İmre Hanımefendi’ye bu müthiş fotoğrafı ve birçok başka belgeyi bizimle paylaştığı için tekrar sonsuz teşekkür ediyoruz. Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Anadolu Yakası Köşkleri

    Kadıköyü’nden Moda’ya doğru, deniz kıyısından Mühürdar caddesi takip edilip eski Mühürdar gazinosunun önünden sapılınca, yüksek duvarlar arkasında Şeddadî bir bina göze çarpar. Bahçesinin o sokakta, sahil tarafında birer kapısı, Moda caddesinde de cümle kapısı vardır.

    Mısır fevkalâde komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın oğlu (Babı seraskerî piyade dairesi reisi sanisi ve yaveranı hazreti şehtiyarîden ferik), esbak Hidiv İsmail Paşa’nın kızı prenses Nimet’in kocası Mahmut Muhtar Paşa’nın kasrı idi.

    Şahsa mahsus ikametgâhların arasında ilk olarak damında paratoner, içinde birçok hizmetçi ve uşak, Avrupakâri ahırında halis kan, yarım kan İngiliz atları, kıymetli Arap kısrakları bulunurdu.

    Paşa o zamanın parlak erkânı harblerinden, Almanya’da tahsilli, Galatasaray Lisesi’nin de eski güllecilerinden ve bazululanndan idi. Kışın banyoda üstü buz tutmuş suya girer, soğuk alıp öksürük möksürük, hattâ nevazil olup aksırık maksırık yanına hiç yaklaşmazmış.

    Meşrutiyetten sonra Bahriye Nazırı, Balkan harbinde kolordu kumandanı, umumî harbden önce Berlin büyükelçisi olmuştu.

    Moda caddesinin ilerisinde, granit taşından kale gibi çıkılmış, topla yıkılmaz, heybetliliğinden yana eşi bulunmaz bina, mabeyinci Ragıp Paşa’nın biraderi Arif Paşa’nındır. Evlâdiyelik denilemez. Zira orada yol geniş; istimlâk mistimlâk bahis mevzuu olmayacağı için ahfadiyeliktir.

    Boy posça hemen hemen ikize andıran oğulları, tüysüz tüzsüzlüklerinde, brik faytonda yan yana, doru kadanalarına tırıs tutturarak havalide çarh çevirirler, bey bey gezip tozarlardı.

    Bahariye caddesinde, (Maiyeti seniye erkânı harbiye müşürü), Müzei hümayun müdürü Hamdı Bey’in damadı, Trabzonlu Abdullah Paşa’nın köşkü beş altı sene evvel yıktırıldı, arsasına Kadıköy Halkevi yapıldı.

    Von der Goltz Paşa Türkiye hizmetine girip Harbiye mektebine müfettiş olunca o zaman kaymakam bulunan Abdullah Bey’i tercümanları arasına katmış. Ya adını beceremediğinden ya da kendine daha kolay geldiğinden Abdila dermiş. Bundan ötürü olsa gerek, Balkan harbi sıralarında bazı Alman gazeteleri, Şark ordusu kumandanından bahsederken Feld Mareşal Abdila deyip durmuşlardır.

    Altıyol ağzından Söğütlü çeşmesi tarikile Kuşdili’ne gelelim. Derenin üstündeki köprüden geçince sola Ziverbey yokuşu gelir.

    Bu zat Abdülâziz’in mabeyincilerindenmiş. Oraya adının takılması, köşkünün yokuşun başında, köşede bulunmasından. Koskoca bahçesi şimdi duvarları harap, ağaçlarının ekserisi kurumuş, her tarafını otlar bürümüş, âdeta bir yangın yeri halindedir.

    Buraya sonraları Acem’in köşkü denirdi. Satın alan cevahir taciri ve Karun kadar zenginlerden. Büyüğü 45’lik, zifiri siyah sakallı; küçüğü 35’lik, ağzına fare almış gibi kara bıyıklı. İkisi de Karagöz’de meşhur (Bahçe oyunu)ndaki mirzalarvari zevku safa düşkünü idiler. Yağız beygiri muhteşem faytona kurulurlar, Fenerbahçe piyasalarında dört dönerlerdi.

    Ziverbey yokuşunun başından Kuyubaşı’na doğru yürüyünüz. Biraz gidince sağda, bahçe içinde, gepgeniş cepheli, yıllardan beri pancurları sımsıkı kapalı, içinden ses sada duyulmayan köşk kimin dikkatini çekmez? Acaba tekin değil mi? İyi saatte olsunların mekânı da o sebeple mi oturanı, kira ile tutanı yok diye kim şüpheye düşmez?

    Abdülhamid’in ikinci esvapçısı İlyas Bey’in köşküydü. İlyas Bey saz benizli, kaytan bıyıklı; sırtından kışın Salisbori biçiminde palto; güzün pelerinli makferlan, yazın da kolundan ipek astarlı pardesü düşmez. Biniciliğe meraklı olduğundan arada bir kısacıcık ceket, dapdaracık külot, pırıl pırıl getrlerle, Arapkârî saçaklı, püsküllü başlık, palan, haşa vurulmuş şeceerli Arap kısrağına binip, hayvanı oynata oynata, kişnete kişnete mesireleri boylardı.

    İlyas Bey’in köşkü geçilince etrafı çitle çevrilmiş, bir kat üstüne, kâgir, damı basık bir binaya rastlanır. Tiyatrosu komik Kel Haşanın aile ocağı.

    Hasan pek gençliğinde, daha sahneye çıkmadan önce, ağabeyi Hacı Fitil ve kız kardeşlerile beraber orada oturur, semtinde süt, yoğurt satar; akşamları kapı önlerine seccade yayıp toplanan konu komşunun yanlarına gelerek tuhaflıklar eder; yaz ramazanı geceleri de bahçesine perde kurup çoluk cocuğa Karagöz oynatırmış.

    Kızıltoprağa sapan yolun köşesindeki köşk Bahriye livalarından Hüseyin paşanındı. Yana, gerilere uzanan bahçesi âdeta çiftlik: Koyunlar, keçiler, inekler, öküzler; tavuk, ördek, kaz sürüleri. Hepsi yayılmış: kimi otluyor, kimi gübreleri eşeliyor, kimi su doldurulmuş çukurlara dalıp duruyor.

    Hoş tarafı, bu mahlûkatın çobanlığını iki haremağasının edişi. Arapcıklar sanki çekirdekten yetişme çoban; yalnız kavalları eksik. Ellerinde sırık, sürülerin arkalarından koşarak (büüüvt) diye bağrışırlar, iki parmağı birleştirerek ıslık çalışlar; gehgehler, bili bililer…

    Zatı şerif bunlardan Cevher adlısını Maarif Nazırı Zühtü Paşa’ya satmış, ağacağız yeni efendisine kapılandıktan sonra başka konaklardaki emsallerinin hepsinden rabıtalı olmuştu.

    İleride — şimdi rengi, ruyu kaldı mı bilmem —, kavunî boyalı, kunik yapı kilercibaşı Osman Bey’indi.

    Serkilârî, Sultan Hamid’in göz bebeklerinden. Hünkâr nezdinde bir dediği iki olmaz kanaatile mazul valiler, mutasarrıflar, defterdarlar Osman Bey’in saraydaki dairesine mekik dokur, (evet efendim, sepet efendim)lerle hulûs çakar, şefaat dilerlerdi.

    Şehremini Rıdvan Paşa öldükten ve Göztepe’deki köşküne Lûtfi Ağa’nın oğlu, mabeyinci Faik bey yerleştikten sonra merhumun haremi bu köşkü satın almıştı.


    Geçen yazıda Moda’dan ve Kuşdili’nden Kızıltoprağın kuyubaşma gelip karşıtça bakarken, Acıbadem’e kadar göz kaydırmıştık. Şimdi de Yoğurtçu’dan yukarıya doğru yolu tutalım.

    Derenin başında, parkın köşesindeyiz. 40 yıl evvel akşamları, mehtaplı geceler, karşısındaki çayırda yayaların, önündeki derede sandalların vızır vızır piyasa ettikleri, keyifliliğine doyulmaz; durgun havalarda da yakınındaki denizin iyot kokusundan durulmaz köşk, Şehremini Rıdvan Paşa’nın biraderi, birinci ferik Reşit Paşa’nındı; daha doğrusu, Hasırcıbaşılar ailesinden olan büyük haremine aitti.

    Bu zat (Babıseraskerîde Divanı harbi mahsus müddeiumumisi) idi. Gezip tozmaktan, mesirelere devamdan hoşlanırdı.

    Kalender mizaç; köşkünde şatafatlı araba, fıstık gibi beygirler bulundurmaz; Kadıköyü’nün bir kira, faytonuna atlar, şipşak Fenerbahçe’yi boylar. Hoppa bir hanımla işmara mişmara girişmesi yüzünden müşir Fuat Paşa ile arasının şeker renk oluşu, hattâ Fenerbahçe’de işi marazaya kadar vardırışları meşhurdur.

    Yoğurtçu köprüsünü geçtik, Kızıltoprağa doğru yürüyoruz. O vakit bu köprü tahta olduğundan caddenin adı Tahta Köprü Caddesi idi. Hâlâ da öyle ya.

    Kızıltoprak’ta, bugünkü (Kadıköy kız Ortaokulu) nu, daha Maarif Nazırı olmadan Nafia Nazırı iken Esseyid Ahmet Zühtü Paşa yaptırmış. Evvelce aynı noktada, yine o büyüklükte, havai mavi boyalı köşkü varmış. Kazaen içinden ateş çıkarak (galiba bir düğüne gidilmiş de halayıklar odada ateş dolu ütüyü bıraktıkları için) kapı kapamaca yanıp kül olmuş.

    Şimdiki köşkte kerimelerinden birine ve mahdumlarından Zahit Bey’e yapılan velime cemiyetlerinin şaşası tarifle bitirilememiş, yine kerimelerinden birinin ve mahdumu Asım Bey’in civan yaşta ölümlerine yanmıyan kalmamıştı.

    Büyük kızı hanımefendinin en son modayı takibederek fevkalâde mükemmel giyinişine, su gibi Fransızca konuşuşuna akran ve emsali gıptada idiler. Şu rivayet herkese yayılmıştı:

    Cuma ve pazarın gayri, yani tenha bir günde misafirlerle Fenerbahçe’ye gitmiş. Ağaç altında oturmuşlar; kâğıt helvası, mağıt helvası yerlerken misafir hanımın biri şemsiyesini istiyecek olmuş. Kira faytonunda aramağa giden matmazele, köşk sahibi hanımefendi hemen seslenmiş:

    — Dans la voiture de madame Kiazim!

    Bir Parisli konteste de aksan olursa bu kadar olur.

    Mektebi Sultanî ve Mektebi Mülkiye’nin parlak mezunlarından, o zamanlar Bükreş sefiri, Meşrutiyetten sonra Cihangir’de kaza kurbanı olan merhum Kâzım Bey’in refikasıydı.

    Ihlamur’dan hat boyuna çıkan, bugün Hasan Amir sokağı denilen yola, orada maruf pirinç tüccarı, Hasan Amir merhumun köşkü bulunduğundan ötürü bu ad takılmıştır.

    Sabık devirde Altıncı daire müdür muavini, Terkos su şirketi komiseri, rütbei ülâ ricalinden olan bay Tevfik Amir Kocamaz dayımız (Rabbim daha yıllarca kocatmasın), Haşan Amir efendinin oğlu; zarafet ve meclis ârâlığına uyar olmıyan bayan Lebibe Amir teyzemiz de büyük kızıdır.

    Pek çok zevat bay Tevfik Amir’in zekâsını, mirkelâmlığmı dillerinden düşürmez, içlerinde Mektebi Sultanî’nin 1306 senesindeki tevzii mükâfatında bulunanlar:

    — Fiyangolu kurdelâya bağlı diploması elinde, cilt cilt mükâfatlar koltuğuna sığamaz olmuştu, derlerdi.

    Buranın tam bitişiğinde, Taşçızade Hakkı Bey’in köşkü vardır. Gerek hazretin, gerekse ileride bahsedeceğimiz kardeşi Hilmi Bey’in melek haslet ve ashabı nezaketten oldukları cümlece müselelmdi.

    Oğlu bay Memduh, çift yağız beygirli faytonuna binerek, delikanlı çağında mahçup mahçup, edep ve erkân kollaya kollaya mesirelere gelir; kim olduğunu bilenler: (Elveledü sinyı ebi) yi bilmiyenler de “Aman ne kibar, ne terbiyeli delikanlı; gün görmüş, yaş yaşamışlar kadar ağırbaşlı”yı yapıştırırlardı.

    Aynı yolun biraz ötesinden kıvrılınca tren hattına karşı, mevcutların arasında ilk olarak (Arnuvo) tarzında yapılmış, kuş kafesi gibi cicili bicili, ne battal boyda, ne sefertasıvari, tam kararındaki köşk, hâlâ kendisi de, mihrabı da yerinde, olduğu gibi duruyor.

    Posta ve Telgraf Nezareti fen müşaviri, fabrikatör Raif beyindi.

    O devirde, malûm a, çorap, trikotaj, ıtriyat, nikelâj, cıvata, rakı, şarap ilh… fabrikaları yok; Raif Bey’den başkasında o ünvanı arama.

    Çok kimse (pavrikator) deyip durur, kereste fabrikası işlettiğini bilmezdi.

    Kızıltoprak’tan Feneryolu’na gelirken solda, yüksek duvarlar ve ağaçla; arasında koca bir dam hâlâ gözükür Sırbiya ve Rusya muharebeleri ordu kumandanlarından, son demlerinde (Selâmlık resmi âlisi) ne memur, Sultan Mahmut türbesi bahçesinde medfun Ahmet Eyük Paşa’nın köşkü.

    Paşa, erkanı harblikten yetişme muktedir, temkinli bir kumandan dürüst, namuslu bir adam olarak tanınmıştır. Kelâmı kıtmış. Bazılarınca serdarı ekrem Abdülkerim Paşa’ya atfedilen şu fıkra meşhurdur:

    Sırp harbinde bir akşam çadırında oturuyormuş. Maiyetindeki birçok paşalar, beyler de karşısında. Saatler geçmiş, gecenin yarısı olmuş. Dilini kıpırdatan, tek kelime söyliyen yok ortalık suspus, kör girse kaç kişi çiyniyecek.

    Nihayet karşısındakilerden biri, süklüm püklüm:

    — Emir buyururlarsa fazla tasd etmeyip gidelim! deyince Paşa demiş ki:

    — Ne oldunuz yahu, tatlı tatlı konuşuyorduk!

    1898’de, Yıldız’da, şehzadelere yapılan sünnet cemiyeti sıralarında re simli mecmualar bir fotoğraf neşret mişlerdi:

    Sırmalı üniformalar içinde, elmaslara pıtrak (Hanedanı Âli Osman) nişanı göğüslerinde bacak kadar (civanbaht)lar. Gurupun sağında, solunda da onlardan kabaca, yüzbaşı elbiseli, yaver kordonlu, gene göğüsleri nişan ve madalyalarla donanmış iki mürahik, (yani henüz bülûğa ermemiş çocuk).

    Bunların biri Serasker Rıza Paşa’nın küçük oğlu Ziya bey, öbürü de Ahmet Eyüp Paşanın Fuat idi ki sonra hünkâr damadı olmuş, sultan da o köşke taşınmıştı.


    Bir evvelki yazımda Kızıltoprak’tan Hatboyu’na gelip biraz ilerideki Ahmet Eyüp Paşa’nın köşküne kadar uzanmış, onu aradan çıkarmıştım. Şimdi gene o yoldan Ihlamur’a dönelim.

    Caddeye çıkılınca, hemen oracıktaki köşkün bahçesinden üç genç simanın girip çıktıklarına rastlanırdı. Biri buğdaysı, topluca, gayet temiz giyimli; öbürü sarışın, nahifçe, Mekteb-i Sultani elbiseli; daha öbürü de yaşça ötekilerden küçük, henüz çocuk, marnel ceketli ve kısa pantolonluydu.

    Maruf dâva vekili Sadık Bey’in oğullarıydı. Bu kardeşlerin büyüğü Hukuk Mektebi’nde sınıf arkadaşım, şimdi Belediye avukatlarından Salâhaddin Sadak; ortancası “Akşam” gazetesi sahip ve başmuharriri Necmeddin Sadak; küçüğü de viyolonsel üstadı Muhiddin Sadak baylardır.

    (Depo) denilen tramvay durağına yürüyoruz. Sağda ahşap, filizi boyası ağarıp beyazlaşmış, daha doğrusu rengi hiç kalmamış konak yavrusu köşk, münasebetsiz bir kulp takılmış olan bir mollanındı.

    Sırada, üç yol ağzından Kalamış’a sapan tarafa geçer geçmez sağımıza, şimdi kat kat ayrılıp apartman kılığına sokulmuş ahşap bir bina gelir.

    Darülaceze sertabibi Zühtü Paşa’nındı. Bu zat mabeyinci Faik Bey’in süt kardeşi; zekâ ve hafıza küpü baht yoksulu, eski arkadaşım Sait Hikmet rahmetlinin eniştesiydi.

    Bir defa daha yazmıştım ama gene tekrarlıyayım. Bu evin çocuğuna öyle cafcaflı bir sünnet düğünü yapılmıştı ki hiç unutamam. Emsalinde olduğu gibi saz, hokkabaz, Karagöz, bahçenin çadır bezile bölünüp erkeklere ayrılan tarafında boydan boya çilingir sofraları. Veryansın edip ha babam çekenleri sorarsan hepsi doktor. Hele birkaçı (isimleri lâzım değil) İstanbul’un en nazik hekimleri. Önüne gelen hastaya, sıtmadan, kansızlıktan, zafiyetten avurtları çökmüş, bir deri bir kemik kalmışlara bile “İçinde alkol var; alkolün katresi semmi katildir” diye Kin’um Labarraque’i, Kina Larochei’u Vin de Viol’u ağza koydurmayan kişiler. “Halka verir talkını, kendi yutar salkımı” olup çıkmışlar, hepsi zilzurna olmuşlardı.

    Derken efendim, çadır bezinin arkasında çalgı girişti:

    Ateşi hicrinle yaktın ben gibi biçareyi

    Bir tebessümle begâm eyle dili âvâreyi

    Minyon Virjini’nin başlıca kantosu çalınırken yapmacıklı edalı bir kadın kantoyu söylemeğe başladı.

    Aaaa!… Başkası maşkası değil, ta kendisi…

    Mabeyinci Faik Bey Minyon’un kanto söyleyişinden, raksından pek hoşlanırmış. Haspa bilhassa onun için getirilmiş. Keman ara nağmelerinde, omuz titrete titrete gerdan kırdığı anlar olacak, bir şırfıntı; ardından bir daha, tekrar bir daha. Hovarda bey aşka gelmiş, avuç avuç lira, mecidiye serpmiyor mu?

    Sırada, tarlanın gerisinde, gümüşü boyalı, tıpkı iskarpin kutusu şeklindeki köşk Cennetlemiş valilerden Hacı Naşit Paşa’nın büyük oğlu Fuat beyin mülkü.

    Fuat Bey sivil, ufacık tefecik, halim, selim bir adam; kardeşleri de onun taban tabana zıddı. Hünkâr yaverlerinden miralay ve Nafia Nezareti heyeti fenniyesine memur, erkânı harb miralayı Fahri Bey gayet yakışıklı erkeklerdendi. Hele ikincisinin endamına, teninin pembeliğine ve Vilhelmkâri bıyıklarının menendi yok. Faytonlarına binip her mesireye gelirler, gayet vekarlı vekarlı piyasaya karışırlardı.

    Yalnız, dördüncü Mehmed’in Sadrâzamı, Bağdad’daki muharebelerde 40 yerinden yaralandığı için boynu eğri kalan Mehmet Paşa mı lâkabının patentasını almış? O Fahri Bey’de de vardı. Kendine pozu yakıştırıp daima boynunu bir yana eğer, süksesini kıskanan beyler, iltifatına mazhar olamıyan hanımlar( Boynu eğri bey) diyip dururlardı.

    Bu zat sonraları ferik olmuş, valiliklerde, kumandanlıklarda bulunmuştur. Büyük ağabeysinin gümüşü köşkünde Müşir Fuat Paşa’nın harem takımı yıllarca kira ile oturmuştur.

    İleri doğru yürümekteyiz. Öteden beri Kalamış koyuna, Fenerbahçe’ye bayıldığım “Malûmat” mecmuasındaki bazı yazılarında belirten hatta oraları için:

    Ne şen, ne ruşena bakın şu mevkii münevvere
    Tabiaten fenerdir o, bu nuru dilfırib ile
    Ne tatlı tatlı bus ider deniz lebi lâtifini
    Venüs müdür gelen aceb o kocalarla sahile
    Tülûunun, gurubunun füyuzu aşkı başkadır
    Nevayı nayi üfleten odur zavallı bülbüle

    Diye manzum bir medhiye yazan, Şûrayı Devlet âzasından Nazif Süruri Bey’in nereyi seçip kendine ev bark kurduracağını keşfe, keramet sahipliği lâzım değil.

    Burada, Kalamış koyuna ve Fenerbahçe burnuna karşı bir köşk yaptırtmıştı. Şimdi bu köşk kimindir bilmem. Kara bıyıklı, tıknaz, pek babacan halli bayın biraderi, dokuz on yaşlarında çelimsiz, kuzu gibi mazlum iki oğlan çocukla o havalide gezer, deniz hamamına gelir; soyununca geniş göğsü, şişkin bazuları hürmetlice karnıyla başaltına güreşen pehlivanları andırır, oturaklama denize atlayıverdi mi etraftakileri tepeden tırnağa sırsıklam ederdi.

    O zamanın, o iki mazlum çocuğu bugünün sayılı operetçilerinden Lütfullah Süruri ve Celâl Süruri kardeşlerdir.

    Hemen bitişiğindeki kuleli, kameriyen, arabeskvari köşk Züheyri zade Ahmet Paşa’nındı.

    Paşa Basra eşrafından, mirmiran rütbesi esbabından ve Şûrayı devlet âzasından.

    Bilmem sahi, bilmem yalan; bu köşkün cihannümasındaki dürbünün fevkalâdeliğini anlata anlata bitiremezlerdi. Gözüne ayarladın mı Hayırsız adaların kıyısına kayık çekmiş balıkçılar bile görülür, kaç kişi oldukları bile sayılırmış.

    Paşa mevlâsına kavuştuktan sonra iki kızı Kadıköy yakasına ilk otomobili getirttiler. (Delabay) markalı landaulet’ye yan yana kurulup ortalıkta dolaşırlar, motörün müthiş gürültüsünden araba beygirleri ürküp ürküp dingilleri, makasları kırar; şahlana şahlana koşumları parçalar, içeridekiler kendilerini palaspandıras dışarı atardı.

    Bu köşkü sonra Babı serasker muhasebat dairesi başkâtibi, eski ahbaplarımızdan Şükrü Bey almıştı. Merhumun zekâvet ve fetanetini, inşa ve kitabetteki behresini, hele gayet işlek ve kıvrak rıkasının emsalsizliğini Dairei askeriye ricalinden tasdik etmiyen yoktu.

    Kalamış’ta, koca koca ağaçlar altındaki kûhi gazinoyu, yani düz rakısının ve mastikasının nefisliğile bir vaktin meşhuru, (Vasil’in meygedesi) ni geçiyoruz. Solda, parmaklıklı bahçenin gerisinde şarapçı Auziere’in villâsı vardı.

    Galatasaray karşısında Tiyatro sokağında (Du petit Rouhioıı) lokanta ve birahanesini işleten; frenklerin, tatlı su frenklerinin, Avrupalı kadın ve erkek artistlerin, (Cave)indeki Fransız şaraplarına rağbetlerinden zenginleştikçe zenginleşmiş bir Fransızdı.

    İstanbul’a geldiği vakit beş parasız, ip ip Allah, sivri külahmış. Bir iş tutamazsam nasıl döneceğim, Marsilya’ya kadar vapur navlununu nereden bulacağım diye ispinoz gibi düşünürmüş. Kendisi durmadan para kırar, torunu bir içim su karısı da boyuna fındık kırar dururdu. Abayı yakanlardan bir vezirzadeyi senelerce dertli etmiştir.


    Kalamış caddesi iskelenin hizasını geçtikten sonra hafif bir kıvrıntı yaparak Fenerbahçe’ye doğru dümdüz gider. Buradan Çiftehavuzlar’a sapan yola kadar sol köşe, yani çok sağlam duvarlı ve parmaklıklı arsa, malûm.

    Şimdi tapusunun sermayedar bir kaç kişide olduğu, sahiplerinin yollar açıp arsaları parça parça satacakları söyleniyor.

    Eskiler ve onlardan duyan çok kimseler bilir a, burası vaktile Müşir Fuat Paşa’nındı. Kendimi bildim bileli orada inşaat bitip tükenmez. Bakarsın, içeri kum, kireç, tuğla taşınıyor. Köşk yapılacak, temelleri atılıyor, derler. Ardından yan cephenin nihayetlerinde taktuk, taktuk! Biri Japonkâri, öbürü Çinkâri, kameriye azmanı iki köşk kurulmada.

    Bahçıvanlar duvar kenarlarındaki toprağı haldır huldur beller, çamlar, mazılar, lâvantinler dikerlerken bir taraftan da ameleler toprağa geniş geniş çukurlar kazmada; yamaçlarına çuval çuval çimento yığılmada. Ne o? Sandalla gezilecek havuz; üstüne kaskatlar kurulup şanl şarıl sular akacak.

    Günün birinde, Japonkâri kameriye azmanının payanda direklerine tahta kaplanmadan, köşeleri boynuzlarla sipsivri çatısı örtülür. Çin tarzındakinin de yine aşağısı dımdızlakken mahrutî damının oluklu saçakları konur ve birden bire paydos.

    Ötede müştemilât, uşak odaları, mutfaklar, ahırlar bitmiş, hazır; gelgelelim asıl köşk meydana çıkmaz da çıkmaz.

    Rivayete göre paşacağız önce karar verdiği plânı beğenmeyip başka bir şekle koydurmak için yapılanı yıktırtır, tekrar başlanılanı yine bozdurtur, bu gidişattan ötürü yapı bir türlü ilerlemezmiş.

    Hazretin celâlliği de meşhurdu. Yine rivayete göre bir gün ustalara, ırgatlara fena halde öfkelenmiş. Hafta başı akşamı yevmiyelerini kendi eliyle verecek gibi hepsini karşısına çağırdıktan sonra doğru kuyunun yanını boylamış. Haydi torba torba mecidiyeyi cümbürlop suya.

    — Dibine inin de çıkarın kâratalar, demiş.

    Fuat Paşa’nın cülûs donanmalarında yaptığı (şehrâyin)ler şaşaalı idi. Hele Hünkârın tahta çıkışının 25inci yıldönümünde bir sünnet düğünlüsü olduydu ki İstanbul’da eşine rastlanılmış mıydı acaba?

    İlerisi Fenerbahçe’ye, solu Çiftehavuzlar’a giden yolun köşesinde duralım.

    Çoruklukla Göztepe komşumuz, ve yaşça akranım, şimdi kasaplık hayvan toptancısı Bay Burhan’ın oturduğu köşk yanlama karşımıza düşer.

    40 yıl evvel ihtiyar bir İtalyanındı. Sinyor ak sakallı, pirifani. Larousse lügatini aç, İngiliz tabiiyet âlimi Darwin’in resmine bak, onu görmedim deme. Vücutça daha da düşkün, tirid. Amma şık mı şık. Keben gibi saçı, sakalı gayet itina ile taralı; sırtında gıcır gıcır kostüm. Zemin katındaki taraçasında, hasır koltuğa ayak ayak üstüne atmış, oturur.

    Yanındaki şezlongta da 30 yaşlarında kadar, boylu poslu, dalyan gibi, esmerce, ağzında iki sıra inci, pek edalı tavırlı, gayet sıcak kanlı ve güler yüzlü bir sinyorina.

    O da şıklıktan yana kıl pranga. Üstünde her akşam başka bir tuvalet. Şöyle böyle değil, en ağır kumaşlardan, en yüksek terzilerin dikişi. Sanki ya suvarede, yahut baloda. Sabahları da alacalı bulacalı ipekliden, harçlarla boncuklarla süslü robdöşambr.

    Günahına girmeyin, kimse ile dalaveresi malaveresi yok. Kadın yalnız süse düşkün; iffetlilik hususunda bir adet model.

    Fenerbahçe deniz hamamlarına, piyasalarına gelip gidenlerden çok kimse bunları merak eder, tasaya düşerdi;

    — Bu yonca gibi ağızlı, levent endamlı, şipşirin, cana yakın taze tırahoma mırahoma veremezlerden değil, niçin kocaya varmıyor acaba?

    — Yoksa İtalyada bir nişanlısı mı var da onu bekliyor; gelince evlenecekler…

    — Büyük babacığı gözünün içine bakıyor; o da onu pek seviyor. Kocaya varsa ihtiyar yapayalnız kalacak diye düşünüyordur belki…

    Meğerse pinponun karısı değil mi imiş

    Fenerbahçe yolunun solunda, sokak içlerinde, ilerde Marabet eytamhanesinin arkalarında, bostana varmadan deniz kıyısındaki kimi küçürek küçürek, kimi pek cicili bicili köşkler hep ecnebi villaları idi; Dalyan sokağındakiler de bazı Rum ve Ermeni tüccarlarının daracık mahalle baştan aşağı Frenk, Tatlı su Frengi yatağı. Bir tane Türkün oturduğu vaki değil.

    Gerisingeri dönüp gene Ihlamur’daki Depo’da duralım.

    Solda, set üstündeki beyaz boyalı köşk Kerestecibaşı’nındı. Geçen yazılarımın birinde adı geçen, Zühtü Paşa damadı, Bükreş sefiri Kâzım Bey’in babası. Kendisi çoktan ölmüş, Köşk, veresesinin üzerindeydi.

    Seddin altındaki nalbanda dua eden edene. Sebebi: Fenerbahçe gezintilerine yolu tutan köhne kira arabalarının beygirleri Ihlamur kaldırımından geçerken, şıkırtı başlar.

    Her günkü küllü çörek. Nal düşmüş; çakılması elzem yahut aşınmış veya gevşemiş; kayar edilmesi, çivilenmesi lâzım.

    Arabacı da tutturur, içeridekiler de. Beriki (Hayvanı topal mı edeceğim?), ötekiler (Topal eşekle kervana mı karışacağız, âleme maskara mı olacağız? ) diye.

    Orası nalbant dükkânlığına biçilmiş kaftandı.

    Bu köşkü, Kerestecilerden Hakkı Paşa satın almıştı. 1897 Yunan harbinde fırka kumandanlığı, sonra Şam’da beşinci ordu müşirliği eden zat. Erkânıharblikten yetişme, temiz ahlâklı, kimseye fenalığı dokunmamış bir adam olarak tanınmıştır. Oğlu Haydar beyin sülün gibi yakışıklılığı, ağırbaşlılığını herkes söylerdi.

    Depo’dan Bağdat caddesini tutuyoruz. Köşedekinden sonra ikinci gelen gümüşî boyalı büyük köşkün ilk sahibi Abacıbaşı, sonraki sahibi de Taşçızade Hilmi Bey’di.

    Kibar, nazik, (ahlâkı hamide) sahibi diye anılır bir zatı şerifti.

    İstiklâl harbi savaşımızdan sonra İstanbul polis müdürlüğü ve valiliği eden süvari generali Esat Paşa merhumun kaynatasıdır. Paşa, binbaşılığında bu köşkle güvey girmiş, pek muhteşem düğününü gidip görenler methedip durmuşlardı.

    Buranın hemen hemen karşısındaki köşkü yaptıran istihkâm livalığından mütekait, müteveffa Reşit Paşa’dır. Mektebi Sultani’den mezun ve Mabeyinci Ragıp Paşa ile eski Nazırlardan Osman Nizamî Paşa’nın sınıf arkadaşı olan merhum, Harbiye’den erkânıharb zabitliğile çıkmış; binbaşı, kaymakam, miralaylığında orada uzun zaman (Mimarîi âlî) okutmuş. Meşhur Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın damadıydı. Kaynatasının mimliliğinden ucuz kurtulmuş, yalnız geç rütbe alarak arkadaşları liva ve ferikken yıllarca kaymakamlıkta bocalamıştı.

    Talebeliğinde lâkabı varmış: Barometre Reşit.

    Bunun neden dolayı olduğuna gelince: Yatakta uyanır uyanmaz kendini bir yoklar, sonra parmağını yalayıp pencereden dışarı uzatır, göğe de bir göz gezdirir:

    — Bugün lodos, hava yağmurlayacak!… Bugün poyraz, poyraz amma karayele çevirip kar yağacak!… diye kesip atar, sahiden de her dediği tıpatıp çıkarmış.


    Kızıltoprak’ta, şimdi Depo denilen tramvay durağından ileri doğru yürümüştük.

    Parmaklıklı ön duvarı acayipçe ve tersine kümbet kümbet, kapısının iki kanadı dalına ardına kadar açık, yanı uşaklar ve hizmetkarlara mahsus daireli, bahçesi gayet temiz ve bakımlı, eski sultan saraylarından farkı yalnız kapının bitişiğinde bir kulübe; içinde camadanlı, poturlu, beli tabancalı kapıcı, bahçesinde de harem ağaları görülmeyen köşk eskiden Sabri Bey’indi.

    Ona esbak Maliye Nazırı derlerdi. Galiba o mevkide teşehhüt miktarı bulunmuş ama, hangi tarihte, hangi sadrazamın kabinesinde, o ciheti bilene hiç rastlanmazdı. Nazırlığından sonra emsali misillü valiliğe maliliğe Şurayı Devlet azalığına mazalığına atlatıldığından da kimseler haberdar değildi; hatta civarlılarından ne yüzünü görenler vardı, ne de şekil ve şemalini bilenler. Adeta muammamsı bir zat. Menkûb falan mıydı acaba? Ama zannetmiyorum.

    Şimdi bu köşkte Bay Naci Moralı oturuyor. Bay Naci’nin eşi Mısırlı prenses fakat kendisinin de kişizade olduğunu unutmayalım. Pederi Mora eşrafından İbrahim Paşa zade Ali Bey, validesi de ora hanedanından Celal Bey’in kızıdır. Bahçe kapısından eski Orozdibak’ın, yani şimdi Yerli Mallar Merkezi olacak binanın karşısında meşhur Celal Bey Hanı vardır ya; işte onun ve daha birçok emlak ve akarın sahibi olan zat.

    1877’deki Rus harbinde seril sefil İstanbul’a sığınan Rumelili muhacirlerden yüzlercesini bu handa barındırıp kendi kesesinden yedirmiş, içirmiş, dualarını almış.

    Biraz ötede, Kalamış İskelesi’ne giden bir ara yol gelir. Oraya şimdi Tevfik Paşa Sokağı deniliyor. Köşeden bir evvelki köşkün sahibi Vidinli Tevfik Paşa’dan ötürü bu ad takılmış. Paşa’nın kışlık sokağı Şehzadebaşı sebilinin karşısına düşen Fevziye Caddesi’ndeydi. Bugün talebe yurdu olan büyük, ahşap binadır.

    Hazret, eski riyaziyecilerimizden 1860’da Harbiye’den erkânıharb yüzbaşısı çıkmış. Miralay iken, orduya kabul edilen Martini Henry tüfeklerinin yapılmasına nezaret için Amerika’ya gönderilmiş; ferik rütbesiyle dönmüş. Bir müddet Washington’da elçiliği, Maliye ve Ticaret Nafia Nazırlıklıklar, riyaziyeye dair bazı kitapları vardır. “Hesabı Müsenna” başlığıyla İngilizce bastırdığı eseri çok şöhret bulmuş.

    İstanbul’un parmakla gösterilen “Riyazii Şehir”i babalarımızın talebeliğinde o merhum, bizim talebeliğimizde de Salih Zeki Bey’di.

    Rakama dair bir bahis açılınca mutlaka ikisinin adı öne sürülür, yaşlılar “Vidinli sağ olsaydı onu rahle-i tedrisine alıp senelerce okuturdu”yu basarlar; gençler de “Hayır, mümkün değil; ilmin, fennin her ciheti terakki etti. Salih Zeki Bey Paşa’yı önüne oturtup daha nice bilmediklerini öğretirdi”yi yapıştırırlardı.

    Abdülhamid’in bu zatı iki kere Maliye Nazırı yapışındaki aklına bakın. Hesabın en incesini, Tamamîleri, Tefazulileri, İhtimalileri, su gibi yutmuş a; güya hazinenin iradını masrafını denkleştirecek; tam takır vela bakırlığını giderecek. Yine ayvaz kasap, hep bir hesap olduğunu görünce, ikisinde de adamcağızı birkaç ay sonra nazırlıktan çekivermiş.

    Kalamış’a sapan yolun, öbür köşesindeki evi geçtik. Daha ötekinin önünde duralım:

    1908 yılı sıralarında bütün dünyada bir Modern Style veya Art Nouveau modası türemişti. Bina yapısından tut, mobilye, dekoratif resimler, biblolar, mücevherler, hatta lavanta şişelerine kadar. Bu salgın İstanbul’a da yayılmış, yeni köşklerin ekserisi bu stile benzetilmişti.

    İşte karşınızda, çatısının yanları kesik, saçakları, pencere pervazları balkon parmaklıkları bu tarzda bir köşk. Babıseraskeri muhasebat dairesi İkinci Şube Müdür Muavini Rıfat Bey’indi.

    Yapılırken, o vakte kadar hiçbir hususi yapıda görülmedik bir başkalıkla karşılaşıldı. Küt küt küt küt! Boyuna sesler. Bahçeye konan motorla doğrama işleri başarılıyor. Tahtalar kesiliyor, biçiliyor, rendeleniyor; bir çırpıda çıkarılıyor.

    Bağdat Caddesi’nden geçen araba beygirleri, hatta tentelilerin en lagarları oraya gelince gürültüden gemi azıya alarak küheylanlaşırdı. Komşuların ukalaları “Semtimizin tadı, tuzu kaçtı. Sabahtan akşama kadar ne baş kalıyor, ne beyin!” diye mırıldanıp durdular.

    Rıfat Bey merhum pek zeki, uyanık, ehli keyif, şeker gibi bir adamdı. Gayet de güçlü kuvvetlilerden. Sinir hekimlerinde senelerden sonra bulunan pençenin kuvvetini gösterici “Evraka” adlı demir mengeneyi altmışına merdiven dayamış yaşta, avucuna alıp bir sıktı mı ibreyi sonuna kadar, yani pehlivan harcı 80 numaraya kadar yürütüverirdi. Galatasaray’dan aziz arkadaşım, o vaktin sayılı idmancısı ve jimnastikçilerinden 333 Şevki’nin ve Pera Palas karşısında “Ege” spor eşyası mağazasnı işleten Süreyya biraderimizin babasıdır.

    Fenerbahçe’ye kol salan demiryoluna geldik. Hattın sağındaki tahini boyalı köşk Divrikli Hafız Paşa’nındır.

    Abdülaziz devrinde, büyük şehzade Yusuf İzzettin on beş on altısında hayal oyunundaki göstermelik kabilinden Birinci Hassa Ordusu Müşiri iken, Paşa ordunun meclis reisi imiş. Amiri Müşir Efendi onu pek sever, hatırını sayarmış. Rivayete göre bu binanın planını o beğenip seçmiş.

    Hafız Paşa zae Nail Bey Limni Adası’nda mutasarrıftı. Şimdi Ankara’da müteahhitlik yapan oğlu Bay Hüsnü Nail 40 yıl evvelin pek yakışıklı delikanlılarındandı. Seyir yerlerindeki bütün hoppa hanımlar suyuna tirit. Sonra bisiklet şampiyonuydu. Bu işin erbabıydı. “Kısa mesafelerde herkesi geride bırakıp derhal geçer; gel gelelim yol uzadı mı yorulup şişer” derlerdi. Daha sonra yaman kemençecilerden. Kemençeyi dizine dayasın, yayı eline alsın; sırasında yanık yanık sırasında kıvrak kıvrak nağmelerini dinle. Anastaş, Vasili falan geç, haza Tamburi ve Kemençevi Cemil Bey.

    İleriye, Bağdat Caddesi’ne devam etmeden sola kıvrılıp bir boy Feneryolu istasyonunu tutalım.

    Biraz git, hatta var. Sol köşedeki köşk Hacı Bekir zade Ali Muhiddin Bey biraderimiz çocukluğunu, ilk gençlik çağlarını orada geçirmiş, İstanbul’un gezme tozma alemlerine orada kanat alıştırmıştır.

    Devre devre yağız, doru, bakla kırı kadanaları; viktorya, bato, brik faytonları yeniler; her yenileyişte evvelkinden üstünü peyler. Arabanın içine oturdu mu veya beygirlerin dizginlerini eline alıp tırısı tutturdu mu da bazıları gibi İngiliz tabancası gibi kurum kurum kurulmaz, ermeni gelini kırım kırım kırıtmaz; dostuna düşman gibi bakış, görmemezliğe geliş, kuru selamı esirgeyiş gibi cihetlere hiç yanaşmaz; tanıdıklarından en mütevazi hallilere bile güler yüzle temennah eder, hülasa kibarlığına parmak ısırtırdı vesselam.

    O zamanlar, her şimendifer istasyonunda, adın Türkçesiyle beraber Frenkçesi de yazılı, Feneryolu’nunkinde şu ecel acayip kelime: Bifurcation, yani ikiye ayrılan yol.

    Buradan demiryolunun karşı tarafına geç, sağa dön; saray kılıklı yüksek duvarlar ve ağaçlar arasında, dışarıdan görülmeyen fakat berhaneliği besbelli bir bina göze çarpar.

    Mısır fevkalade komiseri Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın köşküdür. Mal sahibi ayda bin lira maaşla Mısır’da adeta sürgün, başka diyara adım attırılmazdı. Küçük Sait Paşa hatıratında yazar:

    Gecenin birinde Yıldız’dan konağına koşturulan bir mabeyinci gayet mühim ve müstacel bir tahrirat getiriyor. Muhtar Paşa tebdilihava diye Avrupa’yı boylamış. Etekleri fena tutuşan hünkar akıl danışmada: “Ne yapsak acaba? Adamı Kahire’ye nasıl çevirsek?”

    İhtiyar yolda hastalanmış. Stokholm’ün bir hastanesinde yatak, döşek serilmiş; inanan yok. Abdülhamit’teki kanaat şu: “Temaruz ederek yoksa dolap mı çeviriyor?”

    Ricalden ve tanıdıklarımızdan mutaassıp bir zat 1877’deki Rus Harbi’nde müşir Muhtar Paşa ile beraber bulunduğunu, onun sofuluğunu, namazını, niyazını, orucunu, ömründe ağzına içkinin damlasını koymadığını söyler durur, üstüne toz kondurmazdı. Bizzat bu zat anlatırken işittim. Meşrutiyetten sonra İstanbul’a gelen; nice yıllardır görmediği, görüşmediği Paşa’yı yoklamaya bu köşke gidiyor. Hoşbeşten sonra akşam yemeğine alıkonuyor. Hava karardığı sular salona bir uşak girmiş. Elinde tepsi, üstünde kadehler dizili. Ev sahibi “Sen de aperatif alsana a birader! Tıbbın tavsiye ettiği münebbihler içinde en makulü budur, rakıdır!” diyerek kadehin birini susuz muşuz dikip ikincisini de önündeki sigara sehpasına koymaz mı?

    Tanıdık zatı şerifin o anda sanki tepesinden aşağı kaynar sular boşanmış.

    Sermet Muhtar Alus

  • Arşiv Belgelerinde Fenerbahçe’nin Şehit Başkanı Arif Bey

    Arşiv Belgelerinde Fenerbahçe’nin Şehit Başkanı Arif Bey

    Türk’ün varoluş savaşının, Millî Mücadelesinin zaferle sonlanmasının yüzüncü yılını kutladığımız bu günlerde; o mücadelenin sporcu kahramanlarından birinin hikayesi ile karşınızdayız. Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunda başkanlık makamında olan, Türk Milli futbol takımının oyuncusu, İstanbul Teknik Üniversiteli Mühendis Emirzade Arif Bey’in memleketi hüzne boğan bir sonla biten hikayesini arşiv belgelerine dayanarak yazdık…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu

    Sporcu Arif Bey

    1911 – 1918 yılları arasında Fenerbahçe forması ile 128 kez sahaya çıkan Arif Bey[i], dönemin birçok ünlü futbolcusu gibi Türk futboluna “altyapı” kurumunu armağan eden, memleketimizin ilk scout’ı[ii] Elkatipzade Mustafa Bey tarafından keşfedilmiş, 1911 yılı itibariyle Fenerbahçe için ter dökmeye başlamıştı.

    Elkatipzade Mustafa Bey’in, Fatih’in Şehremini semti Hastane Çayırı’nda futbol oynarken keşfettiği Arif Bey, takım arkadaşlarından Bedri Gürsoy’un anlatımına göre, “Zayıf, uzun boylu, küçük yüzlü idi. Kendisine mahsus ciddi, hatta biraz da içli ve mahzun bakışları vardı. Aile ve spor terbiyesi fevkalade idi. Mert bir arkadaş, samimi bir dosttu. Maçlarda fırtına gibi sert oyununa rağmen kasten bir kimseyi incitmezdi. O yılmadan, kesilmeden, büyük bir fedakarlıkla, canla başla, çırpına didişe, kan ter içinde oyun oynar. Koşar, ileri gider, geri gider, sıçrar, şut çeker, demarke olur. Degajman yapar. Çalım yapar. Dripling yapar. Kafa vurur. Omuz vurur. Lakin oyun oynardı.”[iii]

    Arif Bey, Mühendis Mekteb-i Alisi, günümüz Türkçesi ile Yüksek Mühendis Mektebi öğrencisi iken Fenerbahçe’ye katılmıştı. Dağlaroğlu’nun aktardığına göre aynı yıl okuduğu okulda kurulan voleybol takımının da oyuncuları arasında yer alıyordu. Arif Bey, futbol oynadığı 8 yılın ardından ülkenin en iyi defans oyuncularından biri olarak kabul edilmektedir. Bu özelliği ile hem Fenerbahçe’nin hem de bugün Türk Futbol Milli Takımı olarak kabul ettiğimiz İstanbul Karmasının oyuncularından biridir.

    Arif Bey, Fenerbahçe tarihinin en ikonik maçlarında sahada yer almıştır. Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunu yaşadığı 1911-1912 sezonunda hem takımın bir oyuncusu hem de kulübün Reis-i Evvel’i, yani başkanı olarak görev yapmıştır. Sporcu Arif Bey’in kısa süren futbol hayatının önemli olaylarını kronolojik olarak sıralamak gerekirse aşağıdaki liste yapılabilir:

    • Balkan savaşı dolayısıyla uzun süre İstanbul limanında demirli kalan İngiliz savaş gemisinin mürettebatı ile Fenerbahçe, Galatasaray ve İttihatspor oyuncularından oluşan İstanbul karmasının yani Türk Milli Futbol Takımı arasında 30 Mart 1913’te oynanan ve Türkiye’nin 2-0 galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
    • 4 Ocak 1914 Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı 4-2’lik skorla ilk kez galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.
    • Fenerbahçe Spor Kulübü hatıra defterinde “11 Mayıs Pazar: Maliye Nazırı Cavid Bey himayelerinde “Çiçek Bayramı” Fenerbahçe, İstanbul İngiliz Muhtelitini 3-1 yenmiştir.”  notuyla yer alan, Fenerbahçe’nin İngiliz Karmasına karşı oynadığı kadroda yer adı.
    • Fenerbahçe’nin 1914 yılında Rusya’ya yaptığı ilk yurtdışı seyahatinde kafilenin bir üyesiydi.
    • Adeta bir milli takım oyuncusu olduğunu kanıtlarcasına 2 Nisan 1915’te Altınordu takımı sahaya eksik çıkmasın diye sözü geçen takımın formasını giydi.
    • 5 Mart 1915’te Fenerbahçe’nin Galatasaray’a karşı 4-0’lık skorla ikinci kez galip geldiği maçın kadrosunda yer aldı.

    Mühendis Arif Bey

    Arif Bey, okul hayatı ile sporu bir arada yürüten, Osmanlı’nın ilk okullarından olan ve kökleri 1795’te açılan Mühendishane-i Berr-i Humayun’a dayanan Mühendislik okulunda bir öğrenciydi. O dönem için gayet saygın bir konumda olan Arif Bey’in sadece kişiliği ve futboluyla değil bu konumu itibariyle de öne çıktığını söyleyebiliriz. Keza 1911’de katıldığı Fenerbahçe’de kısa sürede “Başkan” sıfatını kazanması bu önermemizi desteklemektedir.

    Arif Bey’in okulu, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin öncülü olan Yüksek Mühendislik Mektebi, bugün halen üniversite ambleminde kullanılan “arı” figürünü armasında taşıyordu. Arif Bey’in 1913’te mezun olduğu bu okulun öğrencileri, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde gönüllü olarak orduya katılacak ve okul 1915 ile 1921 yılları arasında mezun vermeyecektir.

    Arif Bey, mezun olduktan hemen sonra “Askeri Mühendis” sıfatıyla göreve başladı. Dönemin imar faaliyetlerinin demiryolu inşaatı üzerine yoğunlaşmasından dolayı hayatının son 6 yılı demiryolu şantiyelerinde geçti. Devlet arşivlerinde yer alan belgeden edindiğimiz bilgiye göre askerlik görevini Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak yaptı. Bu görevi de Uzunköprü–Keşan demiryolu inşaatında yerine getirdi.

    Arif Bey’in “Mühendis” sıfatıyla yaptığı görevler, şehit edilmesinden sonra hakkında yazılan yazılarda yer bulmuş, 6 Kasım 1919 tarihli Spor Alemi dergisi kendisinden “Balkan Harbinin ve Cihan Harbinin bütün senelerinde mühendis olmakla beraber pek uzak yerlere koştu, çalıştı. Hatta harpten sonra bile gazetelerin sütunlarını dolduran eşkıya taarruzlarına kulak asmadı hizmet etmeye gitti.” diye bahsetmiştir. Dağlaroğlu’nun anlatımında da Arif Bey’in görevi boyunca bazı Fenerbahçe maçları için İstanbul’a gelip, akabinde görev yerine geri döndüğü yazılıdır.

    Arif Bey’in son görevi Bağdat Demiryolu projesi dahilinde yer alan Ulukışla-Niğde-Kayseri hattının inşaatının keşfidir. Arif Bey’in Türk demiryolları tarihinin en önemli iki projesi olan Rumeli Demiryolları ve Bağdat Demiryolu projelerinin ikisinde birden çalıştığını kaydetmeliyiz. Bu noktada Bağdat Demiryolu projesinin son dönem Osmanlı tarihi açısından önemine vurgu yapmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.

    Yapımı 1903’ten 1940’a kadar süren ve iki dünya savaşına da tanıklık eden Bağdat Demiryolu, Sultan Abdülhamid döneminin imar faaliyetleri çerçevesinde değerlendirilmekten öte, batılı devletlerin Ortadoğu planlarını uygulamaya sokmak için kullandıkları bir araç olarak da düşünülmelidir. Sultan Abdülhamid diplomasisi, bu demiryolunun yapım imtiyazını Osmanlı topraklarında “gözü olmayan” Almanya’ya vermiştir.

    Alman İmparatoru II.Wilhelm’in 1898’de gerçekleştirdiği İstanbul ziyareti bu projenin temelinin atıldığı olaydır.[iv] Almanya, yeni başlayacak yüzyılda, muhtemelen bir mücadele alanına dönüşecek olan Ortadoğu’ya ulaşmak için böyle bir demiryolu hattının varlığına ihtiyaç duyarken, Osmanlı Devleti ise Anadolu ile İstanbul bağlantısını gerçekleştirmek istiyordu. Bu isteğin nedenlerinden en önemlisi Anadolu ile askeri bağlantının kurulması, diğeri ise Anadolu’nun tarım ürünlerinin İstanbul’a daha hızlı ve düzenli şekilde taşınabilmesiydi.  Bağdat Demiryolu’nun güzergâhının, Anadolu demiryolunun devamı olarak Konya’dan Adana’ya, oradan da Halep ve Musul üzerinden Bağdat’a kadar uzanması planlanmaktaydı. Bu hat daha sonra Bağdat’tan Basra körfezindeki kadar uzatılacaktı.

    İşte Mühendis Arif Bey; bu demiryolu hattının Niğde–Kayseri bağlantısını tamamlamak üzere görevlendirilen heyet ile birlikte 1919 yılının Haziran ayında bölgeye geldi. Hicri takvimler ramazan ayını gösteriyordu.

    Şehit Arif Bey

    Sporcu ve Mühendis Arif Bey’i bugün Şehit Arif Bey olarak anmamızı neden olan olay 15 Haziran 1919 Pazar günü gerçekleşti. Ulukışla – Niğde – Kayseri demiryolu hattının güzergahında keşif yapmak için Ereğli’den Bor’a hareket eden teknik heyet Ereğli’nin Tahtaköprü mevkiinde saldırıya uğradı. Mühendis Arif Bey, göğsüne isabet eden mermi ile hayata gözlerini yumarken, iki jandarma da yaralandı. Olay derhal şifreli bir telgrafla dahiliye nezaretine haber verildi.                             

    Telgrafın ardından 18 Haziran 1919’da Konya Valiliği, dahiliye nezaretine olayın detaylarını anlatan bir dilekçe göndererek saldırganların 5 kişi olduğunu ve kimliklerinin tespit edildiğini bildirdi. Buna göre zanlılar; Çayhan Köyü’nden Karaahmed oğlu Hüseyin, Haydar oğlu Süleyman, Süleyman oğlu Haydar, Jandarma firarisi Talat ve bu dört kişiye yataklık yapan Adil adlı kişilerdi.

    Konya Valiliği, bu kişilerin cezalandırılmalarının hızlandırılması için savcılığa tebliğ ettiğini de dilekçesine ekliyordu. 7 Temmuz 1919’da bu defa Niğde Mutasarrıflığı ismi tespit edilen 5 kişiden 4’ünün tutuklandığını ve Ereğli’ye sevk edildiğini Dahiliye Nezareti’ne haber verdi. Olayın yarattığı infial ile bölgede artan huzursuzluğun kontrol altına alındığı ve asayişin berkemal olduğu da dilekçeye ekleniyordu.

    Konya Vilayeti ve Niğde Mutasarrıflığının bu tarihten sonra Dahiliye Nezareti ile yazışmalarından anlaşıldığı üzere, ilk başta tespit edilen zanlılardan bazıları serbest kalmış; 20 Temmuz 1919 ve 6 Ocak 1920 arasında süren haber trafiğinden Arif Bey’i şehit eden katillerin Ulukışlalı İsmail ve iki arkadaşı, Hacı Yahya ve Çayhan Köyü’nden[v] Kara Mustafa olduğu anlaşılmıştır. Soruşturmanın derinleşmesi zanlıların bazılarının suçsuz bulunması ve yeni isimlerin katil olarak tutuklanması, bölgedeki eşkıyalık faaliyetlerinin varlığına işaret etmektedir. Nitekim katillerden Ulukışlalı İsmail için arşiv belgelerinde “önceden beri haydutluğu ile bilinen” notunun düşülmesi önemlidir.

     Arif Bey’in şehit olduğu haberi İstanbul’da duyulduğunda spor camiası büyük bir matem havasına girmiştir. Yaptığımız basın taramalarında Arif Bey’in cenaze törenine ilişkin bir bilgiye şimdilik rastlayamadık. Ancak Fenerbahçe’nin Kuşdili’ndeki kulüp binasında yapılan anma ve dini tören onun sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk futbolunun da kıymetli bir değeri olduğunu ve ne kadar sevildiğini kanıtlamıştır. Spor Alemi Dergisi’nin 6 Kasım 1919 tarihli sayısında bu anma töreninin detaylarına yer verilmiş, sadece arkadaşlarının değil İstanbul’un tüm sporcularının onun için bir araya geldiğini kayda geçirilmiştir.

    Arif Bey’in şehadetinin Türk sporu için bir kayıp olduğu açıktır. Fenerbahçe ise eski başkanı ve oyuncusunu Türk spor tarihinde şimdiye dek görülmemiş bir şekilde anarak; onun sarı-lacivert renkler için ne anlam ifade ettiğini göstermiştir. Fenerbahçe futbol takımı, 21 Kasım 1919 tarihinde İdman Yurdu ile oynadığı maça bile isteye 10 kişi ile çıkmış; şehit olan arkadaşlarının değerini hatırlatmış ve yerinin doldurulmayacağını göstermek istemiştir. Maçın haberini yapan Spor Alemi Dergisi, 28 Kasım 1919 tarihli sayısında Fenerbahçe’nin bu eylemini bir rasime-i matem yani matem töreni olarak okuyucularına aktarmıştır.

    Evlat Arif Bey

    Arif Bey’in şehadetinin spor camiasındaki yankıları sürerken, bağlı olarak çalıştığı Nafia Nezareti, yani Bayındırlık Bakanlığı’nın Maliye Bakanlığı ile yaptığı yazışmalar hem ailesinin acısını hem de Osmanlı’nın son döneminde devletin içinde bulunduğu durumu ortaya koymuştur. Arif Bey, arkasında anne ve babası ile birlikte küçük kız kardeşini bırakmış, acılı ailenin mevcut durumu ve gelecekleri devletin iki bakanlığı arasında yazışmalara konu olmuştur.

    Yazışmalar Arif Bey’in 15 Haziran’da şehit olmasından kısa bir süre sonra, 8 Temmuz 1919’da başlamıştır. Nafia Nazırı Ahmet Ferit Bey, Maliye Nazırı Mehmet Tevfik Bey’e yazdığı dilekçede: “kendisine verilen her vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş, Cihan harbinde yedek subay olarak görev yapmış mühendis Arif Bey’in ailesine taziye niteliğinde bir maaş bağlanmasını ya da bir kereye mahsus olmak üzere tüm ihtiyaçlarının giderecek bir meblağ ödenmesini” istemiştir.

    Ahmet Ferit Bey’e cevap 20 Eylül 1919’da verilmiş; Mehmet Tevfik Bey, “Arif Bey’in ailesine maaş bağlanmasına ilişkin Duyun-ı Umumiye idaresi ile görüştüğünü ve kendilerinin bu maaşın bağlanması için alınacak bakanlar kurulu kararının Meclis-i Mebusan tarafından onaylanmasını şart koştuğunu, aksi takdirde bu maaş için hazinenin mevcut durumunun uygun olmadığını” yazmıştır.

    İlkinde istediğini alamayan Ahmet Ferit Bey, ikinci dilekçesini 16 Kasım 1919’da göndermiş, bu dilekçede “Arif Bey’in ailesinin tek dayanağı olduğunu, görev esnasında şehit olduğunu yineledikten sonra; bu aileye yardımda bulunulmaması halinde şu anda görev yapan memurların fedakârlık hislerinin yok olacağını, kendilerinin de şehit olması durumunda ailelerinin mağdur olacağına dair bir hisse kapılacaklarını” dile getirmiştir.

    Ahmet Ferit Bey’in bu tespiti ve Arif Bey’in ailesi için gösterdiği çaba şüphesiz tarihi değer taşımaktadır. Ahmet Ferit Bey, ilerleyen yıllarda TBMM’de I. ve II.dönem milletvekilliği yapacak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk içişleri bakanı görevini yürütecektir. “Tek” soyadını alacak Ahmet Ferit Bey aynı zamanda Türk Ocağı’nın kurucularından biri olacaktır. Ahmet Ferit Bey’in ikinci dilekçesinde yer alan önemli bir nokta da “Arif Bey’in ailesine hazinenin ‘öngörülemeyen masraflar’ için ayırdığı bütçeden (Mesarif-i Gayr-i Melhuz) maaş bağlanabileceği” yönündeki önerisini Maliye Bakanına iletmesidir.

    Dönemin Damat Ferit Hükümeti’nin iki bakanı arasında gerçekleşen Şehit Arif Bey ailesinin maaş mücadelesi Mehmet Tevfik Bey’in 19 Kasım 1919 tarihli cevabı ile sonlanmıştır. Mehmet Tevfik Bey, mevkidaşının ısrarlı tutumu karşısında aileye bir meblağ ödenmesini kabul etmiş, ancak bunun için ailenin İstanbul’a gelmesini şart koşmuştur.

     Mehmet Tevfik Bey, Osmanlı bürokrasisinin her kademesinde görev yapmış bir devlet adamıdır. 18 yaşında Yıldız Sarayı’nda ilk devlet görevine başlamış, Kudüs Mutasarrıfılığının ardından Selanik Valiliğine ve ardından Yemen Valiliğe atanmıştır. Mehmet Tevfik Bey, daha sonraki yıllarda Sevr Antlaşması’nın müzakerelerine katılacak, son devlet görevi ise Saltanatın kaldırılmasına kadar sürecek olan Şura-ı Devlet reisliği olacaktır. Mehmet Tevfik Bey’in son cevabında “aileye hazinenin ‘öngörülemeyen masraflar’ için ayırdığı bütçeden maaş bağlanmasının mümkün olmadığı” belirtmesi ancak buna rağmen bir ödeme yapılacağına dair şartlı kabulünü kayıt altına alması önemlidir.

    “TUNÇTAN BİR ABİDE”

    Türk Sporu, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında yüzlerce şehit vermiştir. Bugün ülkemizin her tarafındaki sahalarda, salonlarda spor yapılabiliyorsa; her kulüpten, her okuldan, her semtten sporcular, canından vazgeçen o kahramanlar sayesindedir.

    Fenerbahçe özelinde ise sancılı kuruluş yıllarının hemen ardından takıma ilk şampiyonluğu sahada formasıyla, başkanlık koltuğunda ise elinde kalemiyle kazandıran Şehit Arif Bey’in çok ayrı bir yeri vardır. Devlet arşivlerinde yer alan belgelerde, bu yazı aracılığı ile gün yüzüne çıkan detaylar, Millî Mücadele ateşinin yakıldığı günlerde Osmanlı Devleti’nin durumunu gözler önüne sermiş, bir şehidin arkasında bıraktığı acılı ailenin “perişan olmaması” için Türk milliyetçiliğinin önemli ismi, büyük devlet adamı Ahmet Ferit Tek’in çabasını Fenerbahçe Tarihi’ne kazımıştır.

    Fenerbahçe’nin Şehit Başkanı Arif Bey’in ailesinin “Emirzade” olarak anıldığı malumdur. En büyük arzumuz, yayın hayatına başladığından beri yayınladığı araştırma yazıları sonrasında Fenerbahçe Tarihi’ne mal olmuş sayısız ismin ailesinin iletişime geçtiği sitemize, Şehit Arif Bey’in yakınlarının da ulaşmasıdır.

    Bedri Gürsoy’un da dediği gibi “Şurası muhakkaktır ki Türk futbol tarihinde Arif’in kudretli hatırası pırıl pırıl parlayan tunçtan yapılmış bir abide halinde ebediyen yaşayacaktır.”


    Arif Bey’in İçinde Bulunduğu Fotoğraflar


    Kaynaklar ve Notlar

    [i] Dr.Rüştü Dağlaroğlu, Fenerbahçe Spor Kulübü Tarihi (1907-1957), İstanbul, 1957

    [ii] Scout: Futbolcuları izleyen, yetenekleri keşfeden

    [iii] Akşam, 24 Haziran 1941

    [iv] Dr. Altan ALPEREN, Bağdat Demiryolu: Siyasal Sonuçları Olan Bir Türk-Alman Demiryolu Projesi, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum / Education And Society In The 21st Century Cilt / Volume 7, Sayı / Issue 19, Bahar / Spring 2018

    [v] Çayhan günümüzde Konya’nın Ereğli İlçesine bağlı bir kasabadır ve Niğde – Mersin sınırında yer almaktadır.

  • Mabed’in Safahati

    Mabed’in Safahati

    Bugün Fenerbahçe tarihine dair çok ehemmiyetli çalışmaları olan bir büyüğümüzün yazısı ile sizlerle birlikteyiz. En yakışan ismi ile “Fenerbahçe Stadı”nın nereden nereye geldiğini anlatan “Mabed’in Safahati” huzurlarınızda…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Çayır’dan Stadyum’a

    Bugün Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadı olarak anılan yerin daha önce, “Papazın Çayırı“, “Papazınbahçesi”, “Union Clup Sahası”, “İttihatspor Sahası” ismiyle yıllarca futbol karşılaşmalarına evsahipliği yaptığını birçok futbolsever çok iyi bilmektedir. Yılların Papazın Çayırı’nın, bir futbol arenası olması, Türk futbolunun adeta mabedi olması, Fenerbahçe’nin şanlı tarihine yeni bir sayfa ekleyip onun dünya kulübü olma yolunda emin adımlarla ilerlediğinin en önemli göstergesidir. İşte bu yüzden Fenerbahçe’ye gönül verenler Şükrü Saracoglu Stadı’na gururla bakmaktadırlar. Dilerseniz; bugün rakiplerinin korkulu rüyası haline gelen, taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazanan Şükrü Saracoglu Stadyumu’nun tarihi ve bugüne kadar geçirdiği evrelerle sizi başbaşa bırakalım.

    1908 yılı Temmuzunda, Şehremini Operatör Cemil Topuzlu hürriyet kahramanlarına yardım amacıyla verdiği davetin konukları arasında geleceğin Fenerbahçe Başkanı Ziya Songülen ile Maruf Rıfat Beyi aramaktadır. O dönemde yurdumuzda futbolu ilk oynayan ailelerden Reji Whittall’in, İstanbul’a bir futbol sahası yapılması gerekliliği yönündeki konuşmasının ardından hemen bir gün sonra, bu kişiler, Fenerbahçe Başkanı Ziya Songülen, birkaç İngiliz ve maruf Rıfat Bey’le bir toplantı yaparak, saha için en uygun yerin, Hazine’ye ait olan bu çayır olduğuna karar verirler.

    Başkâtip Cevat aracılığıyla konu, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit’e götürülecektir. Teklifi önce kabul etmeyen sultan daha sonra yıllığı 30 altın kira karşılığında Union Club ile 20 yıllık bir sözleşme yapılmasına karar verir. 3.000 altına mal olan, çayırın tahta perdeyle çevrilmesi ve bir lokal inşaatı sonrasında saha, futbol karşılaşmalarını izleyen kışa kadar hazır hale getirilecektir.

    Ancak futbola olan ilginin azlığı, kiranın karşılanamamasına neden oluyordu. Saha 1909 yılında bir yıllığına Fenerbahçe Kulübü’ne kiralandı. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine İngilizler düşman konumuna geçtiler. Dolayısıyla Union Club ile ilgilenmediler. Türk hissedarların da dağılması üzerine sahipsiz kalan Union Club’a, 1915 yılında Kara Kemal tarafından el konuldu ve ismi İttihat Spor Kulübü olarak değiştirildi. Basri Bey isimli bir kişinin işletmeciliğine bırakılan, yeni ismiyle İttihat Spor Sahası, İstanbul’un işgal devri ortalarına kadar tüm sportif faaliyetlerin yeri oldu. 1922 yılında sahanın işletmesi, Basri Bey’in vekili olan Emin Bey’e geçti. Bu kişi de bilinmeyen bir nedenle sahanın işletmesini, Ali Sami, Cevdet ve Tevfik Bey’lerden oluşan bir heyete bıraktı.

    Taksim Stadı’nın inşaatı ile birlikte, kendi haline bırakılan saha, 1929 yılında Fenerbahçe tarafından kiralandı ve 25 Ekim 1929 tarihinde yapılan bir spor bayramı ile tekrar hizmete sunuldu. Aynı gün ismi Fenerbahçe Stadı olarak değiştirildi. Bu tarihten itibaren gelişmeler de başladı. 30 Eylül 1931 tarihinde yapılan inşaatla stadın dışarısıyla ilişkisi kesildi. Yapılan birçok değişiklik sonrasında 13 Mayıs 1932 tarihinde, Vali Muhittin Üstündağ’ın katıldığı törenle, Fenerbahçe Stadı’nın açılışı yapıldı. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Kuşdili’nde bulunan lokalinin yanması sonrasında, kiracısı olduğu stadı satın almaya karar vermesi, bugünlerde Maraton tribünün yıkılmaya başlandığı ve kapasitesinin yakın bir gelecekte 52.000 kişiye çıkacağı modern stadyumun temel taşlarını oluşturmuştur. Ülkenin en önemli kulübü olan Fenerbahçe’nin yangın nedeniyle düştüğü bu kötü durum, devlet yöneticilerini de üzmüş ve onları Fenerbahçe’ye yardım etme konusunda ikna etmiştir.

    Şükrü Saracoğlu’nun ve Kemal Onan’ın da üstün gayretleriyle, 36.000 metrekarelik bu alan ve içinde bulunan bina, 27 Mayıs 1933 tarihinde, 9.000 TL bedeli 10 ayda ödenmek kaydıyla Fenerbahçe Spor Kulübü’nün malı oldu.

    Bununla birlikte Fenerbahçe Türkiye’de stat mülkiyetine sahip ilk kulüp olma özelliğini kazandı.

    Bu gurur verici unvan aynı zamanda bazı sorumluluklar da getiriyordu beraberinde. Sorumluluklarının bilincinde olan Fenerbahçe, 14 Temmuz 1933 tarihinde yapılan bir eşya piyangosundan elde edilen 17.000 liralık geliri Fenerbahçe Stadı’na harcadı.

    Aynı yıl törenlerle yapılan açılışta, ikinci başkan Hayri Celal Atamer şunları söylüyordu :

    “Muhterem hanımefendiler, beyefendiler. Üç senedir yeni bir hamlede ve başarılmış yeni bir işle huzurunuza çıkıyoruz. Üç senelik dar ve kısa bir zamana sıkıştırılmış olan bu işler şunlardır.

    25 senelik, canlı ve muvaffakiyetli bir hayatın hatıralarını taşıyan eski kulüp binası, kaderin hain ve kötü bir tamahına kurban olarak yandı. Simsiyah bir gecenin sabahı kendimizi simsiyah bir kömür yığını karşısında bulduk. Elimizde Fenerbahçe isminden başka hiç bir sey kalmamıştı. Yangından çok az zaman evvel fakir bir kiracı olarak girdiğimiz bugünkü Fenerbahçe stadına elimizde kalan enkaz ile sığındık. Bu sene Fenerbahçe 26. yıl dönümünü kutlarken yeni ve büyük bir mazhariyete erdi.

    Gazi hazretleri gençliğe ve Fenerbahçe’ye büyük ve kıymet biçilmez bir iltifatta bulundular. Heykellerinin Fenerbahçe stadına dikilmesine müsaade ettiler. Bütün Fenerbahçeliler aczimizle, bu aczi mutlakla buna nasıl teşekkür edeceğimizi bilmiyoruz. Bu heykelle bu saha yıkılmaz ve dağılmaz bir kütle haline gelmiştir. Bu topluluk, bütünlük ve birlik aynı zamanda bütün memleketin bir sembolüdür de. Bu heykel burada azmin ve tesanütün ve disiplinin bir resmi olarak yükseliyor. Bu heykele bakanın kalbi temiz ve yeni bir hamle ile çarpar. Bu heykele bakan bozguncu ve serkeş olamaz bu heykele bakanın kalbi yenilmez ve yenilemez.”

    İzleyen tarihlerde, 25’er metrelik 2 kapalı tribün 50’şer metreye uzatıldı. Lokal olarak kullanılan binanın çatısı yenilendi.

    Büfe, soyunma odaları ve duşlar eklendi.

    Devletin yıllar boyu verdiği sözleri yerine getirmemesi, vaat edilen inşaatın yapılmaması, stadın büyütülmemesi, yüksek masraflarının kulüp üzerinde ağır yük oluşturması sonrasında, 18-21 Ağustos 1982 tarihleri arasında, Başkan Ali Şen önderliğinde ve kongre üyelerinin de onayına sunularak; ne yazık ki, stat Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü’ne devredilmiştir.

  • Çiftehavuzlar

    Çiftehavuzlar

    Kadıköy semtlerinin tarihçesi yazılırken Fenerbahçe tarihinde iz bırakan mekanlar ile birlikte Fenerbahçeliler de anılıyor. Sermet Muhtar Alus’un 19 Nisan 1950 tarihli yazısında anlattığı Çiftehavuzlar da “Papazın Bağı” ve “Ali Muhiddin Hacı Bekir” sayesinde Fenerbahçe Spor Kulübü ile yolu kesişen yerlerden biri… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Bugünden, Dünden Çiftehavuzlar

    Semte niçin böyle denildiğini, şimdi orada oturanların, hele gençlerin çoğu bilmiyor.

    Kaç yıl önce Çiftehavuzlar’da bir köşk yaptırmış, yaz kış oraya yerleşmiş aziz bir ahbabın Çamlıca lisesine devam eden kızına tramvayda rastladım; yanında bir mektep arkadaşı da vardı. (Yeniköşk) durağından hareket etmiş, ilerliyoruz. Eski dostumun kızı sordu:

    — Bizim Çiftehavuzlar’a neden dolayı bu isim takılmış, siz bilirsiniz belki bey amca. Vaktiyle civarda iki havuz mu vardı?

    Arkadaşı da lafa karıştı:

    — Ben dokuz, on yaşındayken Çengelköyü’nde, Havuzbaşında otururduk. Mevkiin o adla anılmasına sebep, el’an yeri belli bir havuzdan ötürüydü. Burada harap olmuş havuz mavuz göremiyoruz!…

    Lazım gelen cevabı verip meraklarını hallettim. Kızlar teşekkür ederek durakta- indiler. Muhitin yabancısı, eski halini bilmeyen bazı okuyucularıma da bir yazı mevzuu çıkarmış oldum.

    Bağdat Caddesi’nden Kadıköyü’ne inilirken Çiftehavuzlar durağının önü 40 – 50 yıl evvel boydan boya duvarla çevrili, Papazın bağı denilen, çavuş üzümünün enfesini yetiştiren bir bağdı. Deniz cihetine sapan sokaktan gidilince sağde kagir, bir katlı, mandramsı bir bina, bitişiğinde ağaçlar vardı. Epeyce zamandır o taraflara yolum düşmediği için hala duruyorlar mı bilmem? Buraya Sallapat’ın Gazinosu denirdi; Çiftehavuzlar işte oradaydı.

    Set üstündeki büyük havuz dört köşe, yanları 8-10 metre, oldukça derin, içi kırmızı balıklarla dolu; seddin aşağısındaki küçük havuz yuvarlak, yosunlarla pıtraktı.

    Sallapat, zengin bir Rummuş. Gazinoyu pinpon bir barba işletir, iri yarı delikanlı oğlu sırtında avcı elbisesi, omuzunda çifte, arkasında zağar, sabahtan akşama kadar Kayışdağı, Alemdağı kırlarında av peşinde gezer, tek garson İspiro orta oyununda hallaç gibi mütemadiyen çene çalardı.

    Pazar günleri Kadıköy yakasının erkekli kadınlı Rumları gazinoya dolarlar, kafaları dumanlayıp laterna ile hora teperler; Ermeniler bir tarafa çekilip carmakcur çeke çeke şarkılara girişirler; vakti kerahetin hululünde efendiden kişiler dahi damlayarak geç vakte kadar bade çakarlardı.

    Gazinonun Erenköy tarafınındaki tarla zeytinlikti. İlerisinde, kendimi bildim bileli duvarları duran, içinden çıkan bir yangınla yanıp kül olan ispirto fabrikasının enkazı vardı; sıkışanlara memşalık ederdi. Çiftehavuzlar’ın az ötesi, Fenerbahçe mesiresine arabalarla giden beylerin, hanımların kısa bir mola yeri, oradan dönenlerin uzunca âramgâhı idi. Yana düşen kırık dökük tahta havaleli geniş arsa gene Sallapat’ındı. Bir tarihte bağmış; kütüklerini filoksera yeyip kemirmiş; bakımsızlıktan mezbele, alyandoz ormanı halini almıştı.

    Günün birinde bir de baktık ki bu viran bağda faaliyet deme gitsin. Yabani ağaçlar, otlar sökülüp atılıyor; araba doluları tuğla, kum, kireç, kalas, kereste taşınıyor; kulaktan kulağa türlü rivayetler fısıldanıyor:

    — Arsayı Musahip Lütfi ağa zade Mabeyinci Faik Bey ele geçirmiş; artık Bebek’ten bıktığı için Marmaraya nazır bir yalı inşa ettirecekmiş!…

    — Saliha Sultanla kocası Ahmet Zülkifil Paşa, Çiftehavuzlar’ı pek sever, Fenerbahçe’ye bile tercih ederlermiş; bir köşk yaptıracaklarmış!…

    — Fehim Paşa, gayet ucuzuna kapatmış; cihannümalı, şeddadî bir sayfiye kurduracakmış!…

    Ağız tamburalarının hepsi boşuna çıktı. Operatör Cemil Paşa, o güzelim köşkü bina ettirdi; harabezan mamureye, mükemmel bir parka çevirdi; gene çeneler işlediydi:

    — Köşkün planları, şekli 1900 Paris sergisindeki Osmanlı pavyonunun örneği imiş!…

    — Köşk, doğrusu pek kullanışlı. Ne baştan başa upuzun, ne de yangın kulesi gibi göklere yükseliyor!..

    — Bahçenin mermer heykellerini Avrupadan getirtmiş. Malûm a, heykel put sayılır, günahtır. Hiç çekinmemiş mi acaba?

    Cemil Paşa Meşrutiyetten önce bu bahçede birkaç cülûs şehrâyini yaptırdı, görenlerin parmağı ağzında kaldı. Bir yaz da İstanbul’un yerli, ecnebi doktorlarına bir gardenparti verdi; herkes parmaklıklara üşüşüp davetlilere sunulan gatoları, şekerlemeleri, kalıp dondurmalarını, likörleri dudaklarını yalıya yalıya omuz omuza seyrettiler; orkestranın çaldığı opera parçalarını, senfonileri, valsleri dinledilerdi.

    Bu malikane şimdi, halk arasında Şeker kıralı lakabıyla maruf Bay Hayri İpar’ın malıdır.

    Dediğim yerin soluna, sahilin yakınma, Mabeyin başkatibi Kara Tahsin Paşa, ailesi namına, Feneryolu’nda bulunandan gayrı ayrıca bir villa yaptırmıştı. Hareminin, kızının hususi deniz hamamında banyo etmeleri, sandalla da tenezzühleri için. Fakat köşk damadı Fuad’a yaradı. Delikanlı oradan ayrılmaz, etrafında kafadarları, dalkavukları, çal oynasın, vur patlasınla keyif sürer, binlikleri devirirlerdi. Sultan Hamid’in son cülus şenliğinde damat bey çalgılı çağanalı bir donanma tertip etmişti. O gece içip içip kör kütük oluşunu, karga tulumba ile arabaya konup Feneryolu’ndaki kaşaneye götürülüşünü gözümüzle gördük.

    Meşrutiyetten sonra burasını Ali Muhiddin Hacıbekir Bey biraderimiz aldı. Bir müddet geçince eski mebuslardan avukat Kocabaş Arif Beye sattı. Daha sonra Refi Bayar satın alarak garaj ve bazı müştemilat ilavesiyle binayı büyüttü. Merhumun vefatı üzerine refikası sezonluğunu beş-altı bin liraya kiraya vermeye başlamış; bazı zenginlerimiz, nitekim Nemlizade Bay Mithat orada oturmuşlardır.

    Sahanın solunda, Amiral Hasan Rami Paşa’nın bahçesine, Şirin’in kasrını andıran yalısına kadar ev mev yoktu.

    Cemil Paşa köşkünün sağından denize doğru inilince, kıyıya her yaz Şehremini Rıdvan Paşa bir deniz hamamı kurdurur, haremdekiler banyoya gelirler, sıkı fıkı ahbapları hatunlar da boyuna taşınırlar, neşeli neşeli bağırtılar, çığlıklar ortalığa yayılırdı.

    Hamamın iskelesine manifaturacı Şişman Yanko’nun balık kayığı Tanrı’nın günü bağlı durur. Yanko, Selamiçeşmesi’nde yazı geçirir, kendine mahsus iki balıkçısına sabah sabah nadide balıklar tutturur, taze taze gövdeye atardı. Ayıp değil a, boğazına düşkün, o göbek kolay kolay şişmez.

    Yolun berisinde, solda Balıkhane Nazırı beyin kızı Seniye Hanımın köşkü vardı ki akıbet yandı. Meşrutiyet senelerinde (13üncü asrı hicride İstanbul hayatı) başlığıyla makaleler yazmış olan Ali Rıza Bey piri fanilerden. Ara sıra kızını yoklar, başında takke, arkasında beyyum kürk, pencere önüne geçip hakiki piyanistleri cebinden çıkaran kerimesinin piyanosunu dinlerdi.

    Aynı sırada mühürdar bilmem ne beyin evindeki gayet dilber, son derece sıcacık kanlı, afacan taze -mumaileyhin torunu- bahçeden hiç ayrılmaz, gelen geçen gençleri çileden çıkarırdı.

    Sermet Muhtar Alus / Çiftehavuzlar

  • Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe

    Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe

    Marmara Üniversitesi bünyesinde yer alan Taha Toros Arşivi‘nde muhteşem bir belgeye rastladık. Tabii ki “Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe Tarihi” derken kulübümüzün değil, semtin tarihinden bahsediyoruz ama okurken siz de çok keyif alacaksınız.

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Tarihte Fenerbahçe

    FENERBAHÇE, adını batı ucunda eskiden beri mevcut olan bir deniz fenerine nisbet almıştı; tarih kaynaklarımızda «Fener Bahçesi», yahut «Fenerli Bahçe» isimleri ile kayıtlıdır.

    Bu yarımada İstanbul’un fethinden XIX. yüzyıl ortalarına kadar padişahlara mahsus mîrî bir bahçe idi; deniz fenerinden başka padişahlara mahsus küçük yazlık bir kasır, havuzlar, çiçek bahçesi, bahçenin muhafızları bostancılar için bir mescid vardı ve küçük bir koru ile bezenmişti. Zamanımızda, millî emlâkten umuma açık bir mesiredir. Kasırdan, havuzlardan, mescidden eser kalmamıştır.

    XVII. yüzyılın büyük yazarı Evliya Çelebi, civarından bahsederek buranın sadece adını kaydediyor: «Kalamış Burnu teferrücgâhı, Kadıköyü bağları ile Fenerbahçesi arasında bir körfez içre beyaz kumsal bir denizdir. Cümle dilberân ve uşşâkaan-ı sâdıkan orada deniz melekleri gibi yüzerler» diyor.

    Kalamış bir koydur; Fenerbahçesi ismini yazmakla beraber, Evliyâ’nın «Kalamış Burnu» dediği, yer ancak Fenerbahçesi yarımadası olabilir, büyük yazar burada bir târif sürçmesine düşmüştür.

    Evliyâ Çelebi buradaki deniz fenerinden ve kasırlardan bahsetmiyor; fakat çağdaşı Ermeni yazarı Eremya Çelebi Kömürciyan «İstanbul Tarihi» isimli eserinde:

    «Kadıköy’den Fenerlibahçe’ye kadar uzanan saha, gözleri okşayan bağlarla örtülüdür. Burada köşkün önünde denizin içinde atılmış metin bir temel üzerinde yekpare bir heykel gibi yükselen kulenin tepesinde fener yanmaktadır. Bahçe ve köşk yarım günlük mesafeden görülmekte olan bu fenerin adı ile yâd edilir. Çınar ve servilerle dolu olan bu padişah bahçesinin karşısında deniz içinde uzanmış ve her taraftan görülmekte olan güzel bir köşk vardır. Akdeniz’den gelen ve İstanbul’dan giden bütün gemiler, garba nâzır olan bu köşkten temâşâ edilir…» diyor.

    Fenerbahçe, XIX. asır başında, padişahlara mahsus bir bahçe olmaktan çıkmış, Haydarpaşa çayırı ile birlikte, halkın gezip eğlendiği meşhur mesirelerden biri olmuştur:

    Mahfîce dün ağyar ile
    Gezdim Fener’de el ele
    Haydar’da ettiğin hele
    Yazık sana yazık sana
    (Latif Ağa, Hicazkâr Şarkı)

    Fenerbahçe, halka açık bir mesire olarak en parlak devrini, II. Sultan Abdülhamid devrinde yaşadı. İstanbul halkı için hayli uzakça bir yerdi. Kadıköy’den Fenerbahçe’ye araba ile gitmek pahalı, yürümek yorucu olduğundan, ana demiryolu üzerinde «Feneryolu» adiyle hususî bir istasyon yapılmış, buradan da yarımadaya kadar bir ek demiryolu döşenmişti.

    Ahmed İhsan, Tokgöz, sahibi olduğu Servet-i Fünûn mecmuasında bir hafta sohbetinde şunları yazıyor:

    «…Haydarpaşa garından Fenerbahçe’ye hareket etmek üzere olan trenin kalabalığı tasavvurun dışında. Tamamen dolmuş vagonlara birkaç vagon daha ilâve ettiler; yarım saat sonra bir tren daha hareket edecekti… Gar ve rıhtım üstü renkli yaz esvaplarını giymiş halk ile doluydu.

    «Oh! Ne letafet; tren yolu boyu iki yanı papatyalarla donanmış, Fenerbahçesi’ne doğru hafif bir meyil ile ağır ağır inen tren ve keskin düdüklerini etrafa aksettiren trenin penceresinden sarkmış başlar… Bizden evvel gelmiş civar semtler halkı, yarımadanın heybetli ağaçları altında, zümrüt gibi çimenlere çocuk sevinci ile yayılmış…» (Mayıs 1893).

    Civar semtler halkının bir kısmı yaya, bir kısmı da çeşit çeşit arabalarla gelirdi. Yarımadayı fırdolayı dolaşan bir araba yolu yapılmıştı, arabanın bu yolda dolaşmasına «Tur» denilirdi.

    O devrin ünlü muharrirlerinden Ahmed Râsim de Mâlûmat gazetesinde yazdığı mektuplarında Fenerbahçe mesiresinden şöylece bahsetmektedir:

    «Fenerbahçe mesiresinde fakir ve orta tabaka halk, tekerleklerin ve arabalara koşulmuş hayvanların ayaklarının kaldırdığı kesif bir toz bulutu altında çimenlere serilir, hoşça bir gün geçirmeye çalışırdı. Arabalar, Fenerbahçe turunu, durmadan fıldır fıldır dönerlerdi; kibar takımı, birinci turdan sonra dönüp giderdi. Bu araba selinde İstanbul’un her çeşit arabası görünürdü: «Çek çek»lerden tutun da parasol, bağ arabası, payton, brik, kupa, lândon, yarım lândon, tek atlı, çift atlı…

    Kadınlardan çarşaflılara yaşmaklılar ekseriyetle arabalarda yeldirmeliler, parasollarda ve bağ arabalarında bulunurlardı. İkinci kısım halk da ekseriyeti teşkil ederdi. Dolma, helva tabaklarını, yenecek yemiş vesaireyi hâmil olan sepetler, arabada en geride bulunurdu. Onun yanında mama dadı, onun yanında beyaz dadı, onun yanında efendi, ağa, bey, küçük bey, küçük hanım, ondan sonra, çatık çehreli büyük vâlide île küçük anne mevki alırdı»

    Fenerbahçe mesiresinin yanında, yarımadanın güney kıyısında mesîre kadar meşhur deniz hamamları vardı; bu hamamlardan erkek hamamı, yerini Fenerbahçe plajı adı ile bir plaja terk etmiş, zamanımızda kurulmamaktadır. Kadınlar hamamı ise durmaktadır, âdetâ plaja bir ek olmuştur, fakat bir kadınlar deniz hamamı hususiyet ve mahremiyetini kaybetmiştir.

    Yarımada zamanımızda meşhur bir mesiredir. Üzeri yer yer bodur mazılar ve halkın gölgelerinden faydalandığı çitlenbik ağaçları vardır. Bir plaj bulunmasına rağmen, halk, bilhassa çocuklar ve gençler, yarımadanın güneyindeki kayalar üstünde soyunup, açıkta bir plaj ücreti ödemeden denize girer. Ocakları, tezgâhları dört tekerlekli arabalara oturtulmuş bir kahvecileri vardır. Seyyar köfteciler dolaşır.

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe

    Manzara Güzelliği

    Yarımadanın, deniz fenerinin de bulunduğu batı ucunun Marmara’ya nezâreti fevkalâdedir. Kuzey kıyısı Galatasaray ve Fenerbahçe spor kulüplerinin tesisleri ile halka kapanmıştır. Geniş koy, servet erbâbının ve bu spor kulüplerinin tenezzüh motörleri ve yelkenleri ile doludur. Yine o kıyıda, az içerlek bir yerde çok temiz bir kır lokantacığı bulunuyordu.

    Fenerbahçe mesiresi, Kadıköy vapur iskelesine, belediye otobüsleri ve dolmuş usulü ile yolcu taşıyan otomobillerle bağlıdır.

    İstanbul’un bütün mesirelerinde olduğu gibi, burası da geçen asır sonlarındaki hayatına nisbetle çok sönüktür.
    Feneryolu istasyonundan ayrılarak gelen demiryolu, 1935’ten beri metrûk idi, 1969 – 1970 arasında da raylar ve traversler sökülmüş, demiryolu tamamen kaldırılmıştır.

    Fenerbahçe Feneri

    Yarımadanın batıya doğru uzanan burnundadır; XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman zamanında bu mevkide padişahlara mahsus bir bahçe «Fenerbahçesi» adı ile anıldığına göre, bu deniz fenerinin daha o zaman mevcut olduğu aydın olarak bellidir. Muhtemeldir ki, burada ilk deniz feneri, Bizanslılar zamanında yapılmış olsun.

    Celâl Es’ad Bey «Eski İstanbul» adındaki eserinde, Bizans devrinde burada bir kulenin mevcudiyetini kaydediyor, fakat bu kuleyi bir deniz feneri olarak değil, o eski devirlerde ateş ile muhaberede kullanıldığını söylüyor.

    Bugünkü deniz fenerinin kulesinin XVII. yüzyılda IV. Sultan Murad tarafından yapıldığına dair çok sonraları yazılmış kayıtlar vardır. Bizce IV. Sultan Murad bu feneri ancak ihyâ etmiş olabilir; biz sarih bir kayda rastlamadık.

    Kıyı emniyeti bakımından Fenerbahçesi deniz fenerinin her gece ışık vermeye başlaması 1253 (1837 – 1838) te başlamıştır.

    Fener kulesinin kitâbesi yoktur, inşa tarihini tesbit edemedik. Bugünkü kulenin de II. Mahmud devrinde 1837- 1838 arasında yapılmış olması muhtemeldir. 21,80 metre yüksekliğinde kesme taştan yapılmıştır. Her altı saniyede bir beyaz şimşek gösterir; ışığı 10 mil açıktan görülür.

    Feneri ziyaretimiz tarihinde fener memurluğunda, doğma büyüme oralı Bayan Mediha Kara bulunuyordu; nazik, hatır sayar bir İstanbul hanımı idi. Namlı balıkçılardan Mehmed Kara’nın zevcesiydi. Babası Sabri Güler, 1920’de Fenerler İdaresi bir Fransız şirketinin elinde iken, bu fenerin memurluğuna tâyin edilmiş, onun vefatında da kızı aynı vazifeye geçmiştir. Baba-kız, 50 yıl bu fenere bakagelmiştir. Mediha Hanım, bir kız kardeşi, zevci ve iki oğlu Fener kulesi yanındaki lojmanda oturmakta idiler. Fener kulesinin küçücük bahçesi, gönül açıcı şekilde çiçekler ve meyva ağaçlarıyle imar edilmiş bulunuyordu.

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe

    Kaya ve Mendirek Fenerleri

    Kalamış koyunun güney kısmında, Fenerbahçe yarımadası önünde ve spor kulüplerinin malı tenezzüh ve yarış motor ve yelkenlileri yatar, iki yüz tekneye yakındır; onların korunması için 1937 – 1938 arasında, zamanın Başbakanı Celâl Bayar’ın himmetiyle Fenerbahçe yarımadasından körfeze doğru uzanan bir mendirek inşa edilmiş ve mendireğin ucuna da bir fener konmuştur.

    Bu fenerde, Latin asıllı Türk harfleriyle bir kitâbe vardır ki, metni şudur: «Atatürk’ün ve onun Başvekili Celâl Bayar’ın deniz sporlarına gösterdikleri yüksek himayenin yeni bir eseri olan bu kotra mendireği, 1938 senesinde İktisat Vekili Şâkir Kesebir’in emriyle İstanbul Deniz Ticareti Müdürlüğü tarafından yaptırılmıştır».

    Kitâbenin bulunduğu dört köşe mermer sütun üstündeki fenere, sütunun bir yüzüne dayanmış demir merdivenle çıkılır. Yine aynı yıllarda bir küçük deniz feneri de yarımadanın önündeki serpme kayaların «Yılan taşı» yahut «Öreke taşı» denilen en büyüğünün üstüne konmuştur.

    Fenerbahçe Kasrı ve Mescidi

    Yakın geçmişti halka açılmış İstanbul’un çok ünlü bir mesiresi olan Fenerbahçesi, geçen asır başlarına kadar padişahlara mahsus has bahçelerden biriydi; bu bahçede birkaç küçük kasır, muhafızları olan bostancı neferlerinin odaları koğuşu ve yine bostancıların bir büyük mescidi vardı. Bahçesinde çemen sofalar ve iki havuz bulunuyordu. Bu yapıların zamanımızda izleri bile kalmamıştır. Yalnız bir hamam harabesi duruyordu. Padişahların gece yatısına gelmedikleri, bir yaz mevsimi boyunca ancak bir, iki defa uğradıkları bu kasırda, hamama ihtiyaç görülmeyeceğinden, hamamın bahçe ve kasır muhafızları olan bostancılar için yapıldığını sanıyoruz. Harabede soğukluk ve harâre kubbeleri ile bir halvet-sofa kubbeciği duruyordu. Tahminimize göre bu hamam, bir küçük camekân, bir soğukluk, üç sofa ve iki halvetten mürekkep idi.

    Bir de yarımadanın burun tarafına yakın ve güney kıyısında bir sed kalıntısı görülür ki, zamanımızda bir kır kahvesi üzerine birkaç masa ve iskemle atmıştır. Eskiden kalma olup, yapısı, şekli çok değişmiş tek bina, yarımadacığa adını da vermiş olan burnundaki deniz feneridir.

    Mescid dolayısıyle Hadîkat’ül-Cevâmî’de şu mâlûmat verilmektedir:

    «Burası devlet yeri olduğu için, muhtasarca bir saray olup, I. Sultan Mahmud devrine kadar gayet mâmurdu; sonraları rağbetten düştü, hâlen eski binalarından iki havuz ile çemen sofa kalmıştır. Bir de bir bostancı ustası ve neferlerinin kışlaları (odaları) ve bostancılar için bir mescidi vardır; bir de mahsus bir kule vardır ki, gemilerin geceleri gelip geçmesi için tepesinde büyük bir kandil yanar.

    Şu beyit Fennî Efendi’nin Sâhil-nâme’sindendir:
    Fikr-i ruhsârı ile yandı tenim bilmez mi
    Aceb ol mâh Fenerbahçe’sine gelmez mi

    XVIII. yüzyılda Grelot tarafından çizilmiş bir panorama gravürde, Fenerbahçe deniz feneriyle kasırları gösterilmiştir; resim çok uzaktan çizilmiş olmasına rağmen, kasırların ve muhafızları olan bostancıların koğuşların etrafının bir duvarla çevrili olduğu aydın olarak görülmektedir. Bir minare görülmediğine göre, Fenerbahçe bostancılar mescidinin minaresiz, küçük ahşap bir yapı, belki de bir odacıktan ibaret olduğu anlaşılır.

    «Fenerbahçesi», yahut «Fenerlibahçe» kasrının veya kasnaklarının ne zaman yapıldığı bilinmiyor. Tezkiretü’l – Bünyân’da Mimar Sinan’ın yaptığı otuz üç saray arasında buranın adı vardır ve: «Fenerbahçesi Sarayı tecdîden bina olundu» diye kaydedilmiştir. Bu kayıttan, ilk binasının Kanunî Sultan Süleyman’ın ilk zamanlarında, XVI. yüzyıl başında veya XV. yüzyıl sonlarında, II. Sultan Bâyezid devrinde yapılmış olması gerekir.

    XVIII. yüzyılın ilk yarısında asrın büyük şâiri Nedîm, velinimeti Sadrâzam Dâmad Nevşehirli İbrahim Paşa’yı medih yolunda yazdığı kasidelerinden birine «Der Târîf-i Bağçe-î Fener der şehri Üsküdar» serlevhasını koymuştur. 22 beyitlik bir kasidedir. Ünlü şâirin «Üsküdar Şehri» demesinden kasdi, denizin karşı tarafında, Üsküdar şehrinin bulunduğu yakada anlamındadır.

    Kasideden, bu güzel kasrın bir ara ihmal edildiği, İbrahim Paşa zamanında. Lâle devrinde tekrar rağbet gördüğü ve bu kasırdaki havuzun İbrahim Paşa tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. Kasideden son beytini alıyoruz. Bu beyit, bir tarih mısraını ihtivâ ettiğinden çok kıymetlidir:

    Bu mısra’larla Nedimâ dedi tahsîn birle târihin
    «Bu nüzhetgâhı İbrahim Pâşâ eyledi ihya»
    1144-1 = 1143 (M. 1730)

    1 rakamı ile tâmiyeli tarih mısraından anlaşılıyor ki, Fenerbahçesi kasrının ihyâsı ve burada güzel bir havuzun yapılması, 1730 ihtilâlinden az önce, belki birkaç ay, hattâ birkaç hafta evvel tamamlanmıştır.

    1730’da tahta çıkmış olan I. Sultan Mahmud’un sır kâtibi Salâhî Efendi (belki ağa), hizmetinde bulunduğu padişahın emri ile günlük bir hâtıra defteri tutmuştur; çok kıymetli bir vesika olup, üniversite kütüphanesinin Türkçe yazmaları arasındadır. Bu defterdeki iki günlük kayıt, Fenerbahçe üzerindedir:

    «15 Muharrem 1148 (7 haziran 1735) pazartesi. Fenerbahçesi’ne gidilecekti. Biniş-i Hümâyûn ievâzımı ile binişçi kulları Fenerbahçesi’ne gittiler. Fakat padişahın hareketinden evvel deniz kabardı; müthiş bir yağmurla bir fırtına çıktı, padişah, Fenerbahçesi’ne gitmekten vazgeçti, binişçilerin dönmesi ferman olundu. Öğleden sonra hava açıldı, deniz yavaşladı. Padişah yalı köşküne gidip, ikindi namazını orada kıldılar. »

    «25 Muharrem 1148 (17 haziran 1735) perşembe. Sandal ile Fenerbahçesi’ne gidildi. Büyük havuz kenarında kurulan çadırda bir miktar gölgelendiler. Sonra, deryâ tarafındaki tentenin altına gittiler. Denize para atarak, nedimlerin, dilsizlerin ve çavuşların para kapışmak için esvapları ile denize atılmalarını seyrettiler.»

    Reşad Ekrem Koçu’dan Fenerbahçe Tarihi

    Reşad Ekrem Koçu'dan Fenerbahçe
  • Caddebostanı

    Caddebostanı

    1941 yılında Tan gazetesinde “Üç Nesil – Üç Hayat” başlıklı bir seride “Yarım asırlık içtimai değişiklikleri üçer sahnede yan yana gösteren ufak tablolar serisi” yazan Refik Halit Karay, bir bölümde Caddebostanı konu etmiş. Vaktin birinde Cadıbostanı olarak anılan ve Fenerbahçe taraftarının tezahüratlarında “Fener’in kalesi, Bağdat Caddesi” şeklinde yerini alan bu güzel semtin leziz bir tarihçesi… Keyifli okumalar…

    Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


    Aziz Devrinde

    Cadıbostanı, yani şimdiki Caddebostanı… O tarihte, haftada bir kere İstanbul’dan kalkan, yandan çarklı, ayrıca, dümenin daha kolay manevra yapabilmesi için fok direğinde yelken, bir ufacık vapur, Anadolu kıyısı, muayyen yerlere uğraya uğraya İzmit’e kadar gider. Fakat uğradığı yerlerde iskele, rıhtım yoktur; açıkta durur, vapura kayıklar yanaşır ve müşterilerle eşya uzak bir yolculukta olduğu gibi zorlukla, bağırışa haykırışa çıkarılır. Cadıbostanı bu duraklardan biridir ve hakikaten bir bostandan başka bir yer değildir.

    Su dolabını gözleri bağlı bir at çeviren koskoca, yemyeşil, sırsıklam bir bostan… Etraf göz alabildiğine yalnız bağ ve bağlar ortasında tek tük köşkler. Köşkler ya aşı boyalı, yahut kaplamaları siyahlaşmış, boyasızdır. Biricik yol, yine Bağdat Caddesi’dir; amma, eski usul, iri iri kaldırım taşlarıyla döşenmiş. Bugünkü çeşmeler yine yerli yerinde : Ayrılık, Selami, Çatal ve Bostancı çeşmeleri… Her çeşme yanında set üstü, çayır çimenlik bir namazgâh… [Selami çeşmesininki hala yerindedir, fakat pek bakımsız; kaybolmak üzere]


    Yukarıda bahsettiğimiz vapurdan -Nisan ayındayız- bir aile çıkıyor; eski vezirzadelerden birinin kalabalık ailesi. Bu paşa, bostan içinde, dededen kalma köşkte, Boğaziçi mevsimi başlamadan, bir müddet bahar keyfi sürer; koyun sütü içerek, marul kürü yaparak ve civar çayırlara atlarını salarak… Bahara, o devirde büyük bir ehemmiyet verilir : Kanı temizlemek, lazımdır; hacamat yaptırmalı, bol süt içmeli, yoğurt ve yeşillik yemeli, vücut dahilen temizlenmelidir; atlar da muhakkak çayıra çıkartılmalıdır. Kışın yoğurt, mideyi üşütür diye, rağbet görmezdi.

    Paşa, maiyetinde aşçılar, uşaklar, seyisler, korucular, ayvazlar, beyaz ve zenci halayıklar, harem ağaları, dadılar, bacılar, dalkavuklar, sazendeler ve hanendeler, hatta bir imam ve bir müezzin olduğu halde göç etmiştir ve köşk, bütün bu halkı barındıramayacağı cihetle bahçeye büyüklü küçüklü çadırlar kurulmuştur. Beş vakit, azîm cemaatle namaz kılınmaktadır.

    Yiyecek, içecek bolluğu ve boğaz düşkünlüğü akla durgunluk verecek derecede… Kır havası iştah açacağı kanaatiyle başlıca himmet sofraya sarf edilir. Günde kaç kuzu kesilir, kaç batman süt pişirilir, kaç yüz marul yenilir? Haddi, hesabı malûm değildir. Çeneler ancak uykuda dinlenebilir; uyku haricinde herkesin ağzı mütemadiyen -çayırdaki atlarınki gibi- işlemektedir. Bostanın çağla bademleri, çakal erikleri de cabası… Vitamin nazariyesi malûm olmamakla beraber çiy ve yeşile rağbet fazladır. Bilhassa taze soğan ve sarımsak sarfiyatı mühim bir yekûn tutar.


    Sultan Aziz dahi o mevsimde Alemdağı’ndaki sarayına birkaç sefer yaptığından “Aklına eser, belki atını bu taraflara sürer, farzı muhal olarak uğrayıverir” düşüncesiyle köşkün ambar ve kilerlerinde, padişahı maiyetiyle beraber mükemmelen ağırlayacak nadide her şey mevcuttur. Zaten on beş, yirmi misafirin birdenbire gelivermesi hiçbir zaman sofrada hissedilir bir eksiliği mucip olmaz ki… Bugün en büyük otellere kulüpleri şaşırtan ve omlete başvurduran bu fazlalık, yalnız bir ay bahar mevsimi geçirilmek maksadıyla gelinmiş olan kır köşkü için, ruhun duymayacağı adi ve daimi hayat tarzı icaplarındandır. Aşçıbaşı, nihayet, o gün bostan köpeklerini, önlerine attığı artıklarla umdukları kadar doyuramaz.

    Gece her taraf ıssızdır; bilhassa büyük hanımefendi pek korktuğu için silahlı korucular nöbetleşe köşkü beklerler. Bu korkusunun sebebi, Sultan Mahmut zamanında, merhum kocası Tuna boyunda mütesellim iken bir Ulah çetesinin hücumuna uğramalarından ve tâbesabah, karşılıklı kurşun atmalarından, öyle bir vakadan ileri gelmektedir. Diğer taraftan semti adı da cidden ürkütücü… Yalnız koca kuyusuyla ve izbandut bahçıvanlarıyla “Bostan” bile her insana hoş gelmezken başına bir de “Cadı” kelimesi koymak? Cadıya inanılan bir asırda bundan büyük münasebetsizlik olamaz. Cadıbostanı, Eflak ve Buğdan değildir amma Alem dağında Rum köyleri vardır, küçük ve büyük Bakkalköyü… İçlerinden eşkıya yetişir; korkulu rüya görmektense uyanık yatmak hayırlıdır. Hem, karşıki adalardan kayıklarla bir baskın yapılması, Paşazadenin dağa kaldırılıp fidye-i necat istenmesi de akla gelir a! Adalar, o sıralarda gavur ve papas yatağı, hemen hemen yarı müstakil, sonraki Sisam Beyliği gibi bir bölge… Zaten paşanın çoluk çocuğuyla bu izbe yere gelip oturmasını dostlarından çoğu ihtiyatsız bir hareket, aklının dikliğine gitmek telakki etmektedirler. Aralarında “Delinin biridir diyorlar, babası da öyle idi. Ne olacak, sekbanbaşılıktan yetişmiş!”


    Bostan ta denize kadar, iğde, hünnap, incir ağaçlarıyla uzanmaktadır; yani bugünkü plajın ve Ragıp Paşa köşkünün olduğu yere kadar… Lakin, mevsim yaza da rastlasa denize girmek kimsenin aklına gelmez. Deniz, ancak balıkçı, kayıkçı, tulumbacı makulesiyle bir de gemi tayfaları ve bahriyelilerin girdikleri yerdir. Nasıl da hastalanmazlar? Şaşılacak şey!

    Deniz zevki kayıkta ve balık avında çıkar; bir de çocuklar, dadılar, bacılar, lalalar refakatinde ara sıra, ayaklarını ıslatmadan, kıyı boyu, kumlar, kayalar arasından şeytan minaresi, renkli taş topladıkları vakit!

    Dediğimiz devirde, kayıptan haberler veren biri zuhur edip de paşaya : “Şimdi bu dümdüz, bomboş, ıssız, izsiz gördüğün yerler yok mu? Hani elli altın versen gözünün vardığı kadar arazi satın alabilirsin; bir gün gelecek köşklerle, bahçelerle, camilerle insan kalabalığıyla dolacak ve dönümü bin kese akçeye elde edilemeyecek!” deseydi, şüphe yok, eski sekbanbaşı zadenin tepesi atar:

    “- Bre yatırın şu herzegüyü atına kıçına yüz sopa!” avazıyla, gözü önünde meydan dayağına yatırır; sonra manzaradan iştahı açıldığı cihetle kuzu çevirmesinin başına geçer, yarısını yok ederdi!


    Hamit Devrinde

    Yine Cadıbostanında, bildiğimiz Sekbanbaşı köşkündeyiz… Fakat o zat, güç bela, borç harç, debdebesini bir müddet daha devam ettirdikten sonra, suihazım ile müteradif bir öfke buhranı arasında öbür dünyayı boylamış, bu köşk ve bostan da kassam marifetiyle satılmıştı. Şimdiki sahibi perde çavuşluğundan yetişmiş, paşalığa kadar erişmiş, yarı ümmi bir zamane adamı, bir padişah bendesidir.

    Eski köşkü yıktırıyor ve içi dışı yağlı boyalı, balkonlu, kuleli, cicili bicili, “Arnuvo” bir bina yaptırıyor. Bahçedeki köhne havuzu büyültüyor, ortasına köprülerle geçilen özenti bir ada ve adaya da bir kameriye kurduruyor; su “Kaskat”lardan akmaktadır ve aslan ağızlarından fışkırıp yalaklardan döküle döküle bostana varmaktadır.

    Bağdat caddesi, artık kaldırım taşıyla döşeli değildir; yokuşlu inişli, ilk yapıldığı günden beri tamir yüzü görmemiş bir şösedir. Civarda, her sene, seyrek seyrek, geniş arsalar ortasında köşkler peyda oluyor. Eski bağları floksera hastalığı tamamen bitirdiği cihetle yeni köşk sahipleri Amerikan asması yetiştirmektedirler. Bu havali gittikçe rağbet buluyor: “Boğaziçi rutubetli, diyorlar, kuru hava sıhhate daha nafidir.”


    Fakat asıl rağbet, daha ziyade denizden uzakça mahallere, tren hattının öbür tarafına… Bütün sahilde, Fenerbahçe’den Bostancı’ya kadar, bu devir başlangıcında yalnız Cadıbostanı’nda Horoz Ali Paşa Köşkü ile o bostan var. Sonraları dörde beşe çıkıyor : Meşhurları Sadi Bey, Hügnen ve neden sonra Cemil ve Ragıp Paşa köşkleri…

    Lakin “Sevahili mütecavire” denilen bir deniz hattı ve taş iskeleler yapılmıştır; her gün vapur işliyor. En büyük merak kuleli köşk ve at ile araba. Semtin en mühim afetleri ise üç tanedir: Müthiş bir toz, müthiş bir sivrisinek hücumu ve o nisbette müthiş bir misafir akını!

    Yeni köşkü yaptıran nüfuzlu zata sarayda soruyorlar:

    • – Yazın hangi semtte ikamet buyuruluyor, Paşa Hazretleri?
    • – Cadıbostanında!

    Ümmi paşanın verdiği bu sade cevap Yıldız’da hoş olmayan bir tesir hasıl ediyor; serkarin, Kilercibaşı, Tütüncübaşı, Kitapçıbaşı, Başkatip, Kızlarağası veya bir başka saray kodamanının odasında herkes başını öne eğiyor; derin, manalı bir sükut! İşte bu tesir iledir ki, paşa semtin ismini değiştiriyor. “Cadı”, “Cadde” oluyor, “Cadde Bostanı” aşağı, “Cadde Bostanı” yukarı… Bir müddet kocakarılarla yerliler, dil alışıklığıyla ara sıra yine eski adını ağızlarından kaçırıyorlarsa da farkına varınca hemen yenisini söylüyorlar. Zira yayılan rivayet şudur : “Padişah o ismi istemiyormuş; ‘Cadı Bostanı’ diyeni hafiyeler jurnal ediyorlarmış, tantuna, yani sürgüne gönderilenler bile varmış.)


    Mamafih Caddebostanı ile Suadiye arası yine bomboş. Göze görünenlerden bir Şemseddin Sami’nin, bir de şimdiki Suadiye’de “Ebenin Köşkü” namıyla maruf, ikmal edilememiş iki bina mevcut. Caddebostanı Camii’ni evkaf nazırı Galip Paşa yaptırtıyor; Suadiye’dekini ise Maliye Nazırı Reşat Paşa, genç yaşında vefat eden kızı Suat Hanım’ın namına kurduruyor. Bir çok kişi itiraz ediyor : “Allah Allah, boş tarlalar ortasına da cami yaptırılır mıymış!”

    Deniz bir derece rağbet bulmuştur. Yaysız muhacir arabalarında, ayaklarını sarkıtarak, yeldirmeli, başörtülü kadınlar, bozuk yollarda sarsıla, çalkalana, toz bulutlarından aşa yuvarlana, ikindi üstü Caddebostanı ile Bostancı’daki salaş hamamlara gidiyorlar. Amma, hemen hemen bir girip çıkıştan ibaret. O dahi hekimin izniyle, dakikalar sayılarak! Bu havalide çam ağacı yetiştirme hevesi yeni başlamıştır; her taraf gittikçe yeşillenmektedir

    Ümmi paşanın köşkünde bile alafrangalık hüküm sürmektedir: Kerime hanımların mürebbiyesi vardır; piyano hocası da geliyor; mahdum bey çifte midilli koşulmuş sepet araba ile gezer; damat bey cins Arap atlarına meraklıdır. Aziz devrindeki bolluk azalmışsa da yine mutfakta bir aşçıbaşı ile iki çırağı çalışmakta ve her öğün, tatlısıyla tuzlusuyla üç tabla yemek çıkmaktadır.


    Hayat, daha ziyade, evde geçer. Gezintiler, arabayla, şöyle Fenerbahçe’de bir tur yapmaktan, Çiftehavuzlar’da beş, on dakika dinlenmekten ibaret. Bazen “Mama” da orta oyununa, Kuşdili‘nde tiyatrolara gidilirse de küçük hanımlara bu eğlenceler -Frenkçe öğrenir gibi olduktan sonra- bayağı görünmeye başlamıştır. İlle yemeklerle Kayışdağı ve Taşdelen’e seferler haysiyetlerine dokunacak kadar adi telakki edilir. Artık yeşil soğan ve sarımsak sofraya konmamaktadır; meyve, yemek üstüne, soyularak imsakle yenir; vitamin daha keşfedilmemiş olmakla beraber, kibarlaşmış ailelerde buna zıt bir rejim takip edilmektedir. Bellerini avuç içine sığacak derecede darlatan korselerden dolayı şık hanımlar ve tazeler noksan gıdadan kansızlaşmışlardır. Ömürleri piyano başında veya kitap sayfalarında heba oluyor.

    Boğaziçi’nde kalmış olanlarla yazlıklarını bu taraflara nakletmiş bulunan aile reisleri arasında bir geçimsizlik başgöstermiştir :

    • Canım efendim, o toz toprak içinde, sivrisineklerle itişe kakışa ne diye oturuyorsunuz? Vallahi, sarf ettiğiniz paraya yazık!
    • Sizin rutubet de vücudu paslandırıyor; yalıların demir parmaklıklarına bir bakınız, nasıl da çürüyüp gidiyorlar. Demirin dayanamadığına insan mukavemet edebilir mi hiç?

    İstikbal bu iki semtin hangisindedir? Muamma! Bilinen bir şey varsa Cadıbostanı’nın, Caddebostanı’na çevrildikten sonra hakikaten korkunçluğunu kaybetmiş olmasıdır; yolu havagazı fenerleri bile aydınlatmaktadır. Fakat henüz arı bostandır ve caddeliği bir kuruntudan ibarettir.


    Şimdiki Durum (1941)

    Tekrar oradayız; bir zamanlar Cadı, sonradan Cadde olan bostan civarında… Cicili bicili Arnuvo köşk, Ümmi paşanın meşrutiyette idbara uğrayıp sürüldüğü Ege adalarından birinde ölmesi ve çoluk çocuğunun dağılması yüzünden uzun müddet boş ve bakımsız kalmış, harabeye dönmüştür. Şimdiki sahibi, bir kalem efendisi veya küçük bir ticarethane muhasibi iken talii yar olup yol ve inşaat müteahhitliğine girişmiş, mühim bir servet elde etmiş ve zamane modasına uyarak yazın bu tarafta oturmak hevesiyle o yeri almış, ahşap köşkü yıktırmış, bir kübiğini yaptırmıştır.

    Aziz devrindeki Sekbanbaşı zadeden ve Hamit devrindeki alaydan yetişme paşadan daha zengindir; lakin mutfağı elektrikle yemek pişen mini mini bir laboratuvardan ibarettir. Evde bir tek aşçı, bir tek hizmetçi ve hem bahçeye bakan, hem de icabında, önüne beyaz önlük takıp hizmetçi yamaklığı da yapan bir tek uşak var. Kocaman yemek masası ekseriya üç kişi için kurulur : Bay, Bayan ve kızları…

    Zaten akşamlarını, çok defa kulüpte geçirirler, misafirlerini de oraya çağırırlar.

    Bu zat, ne çeşme, ne cami, ne kütüphane, ne de hastane yaptıracaktır. İsmini Taksim’deki koca apartmanın üstüne yazdırmıştır; kafi görüyor!


    Bağdat Caddesi birinci devirde kaldırım iken ikinci devirde şose iken şimdi asfalttır; karanlık iken havagazıyla, bugün de elektrikle aydınlanıyor ve tramvaylar işliyor. Deniz ise ilk devirde uzaktan bakılan, orta devirde bir dalıp çıkılan, şimdi ne içinden, ne kenarından ayrılmaya bir türlü razı olunamayan hayati bir unsurdur.

    Bostanın denize inen kısmı çoktan uydurma bir plaj haline getirilmiştir. Bir zamanlar sırık domatesi ve enginar yetiştirilen bu sahada artık sırım gibi delikanlılar dolaşmakta ve sakız kabanlarının çiçek açıp bezelyelerin çalılara sarılmalarına mukabil taze kızlar yerlere yatmakta ve birbirlerine dolanmaktadırlar.

    Cadıbostanı, o derece değişmiştir ki, ismin başındaki eski “Cadı” sabahlara kadar yollarda dolaşan yarı çıplak karaltı ve kafilelerden dolayı adeta “Cin”e tahavvül etmiştir; “Cin bostanı” ele avuca sığmaz, denize dalar, ağaca fırlar, bisikletten kayığa, kayıktan kotraya atlar, pür hareket mahluklar ülkesidir.

    Toz ile misafir azalmış, sivrisinekle kaç göç tamamıyla ortadan kalkmıştır.


    Üç devrin kıyafet değişmeleri de dikkate layıktır; Cadıbostanının kadınlı erkekli ilk yazcıları bağlarda, kırlarda keten entariler, haydari hırkalar, gezi takkeler, yumuşak hotozlar, çedik pabuçlar, hava serinleyince de incecik kürkler giyerlerdi; geniş, hafif, rahat elbiseler… Caddebostanı olduğu sıralarda frenk etiketi başlamıştır: Erkeklerde dar belli, dar pantolonlu, sıkı elbiseler ve üniformalar, kolalı dik yakalıklar, katı gömlek. Kadınlarda korseler, katmer katmer tül şemsiyeler, yerleri süpüren uzun etekler. Tabiilikten en fazla uzaklaşan devir, bu ikincisidir.

    Şimdiki durum ise, hem kıyafet, hem muaşeret hususunda tabiilikten ziyade bir “Laubalilik”e benzemektedir.

    Erkekler bum buruşuk keten pantolonları, kolsuz ve yakası açık gömlekleri, çorapları bükülmüş iskarpinleri ve bir değirmi deniz Kalsonlarıyla; kadınlar paçaları enli pantolonları, pijamaları, şortları, dekolte mayoları ve takunya ayakkabılarıyla ve hepsi de cırlak kahkahaları, haykırıp koşuşmaları ve atlayıp sıçramalarıyla bu havaliye bir at cambazhanesi manzarası vermektedirler.


    Bana verdikleri his şu : Hemen herkes bir numara yapıyor ve yaptığından alkış bekliyor vaziyetinde!

    Az çok farklarla dünyanın her yerindeki deniz kenarlarını andıran bu yer, böyle, çılgıncasına rağbet bulmakta devam ederken yine o dünyanın hiçbir tarafında eşi bulunmayan Boğaziçi, türedi semtin öte yanında, talihine küsmüş, bir sürgün gibi maziyi anarak gittikçe çöküyor, modası geçmiş bir artistin gamlı ömrünü sürüklüyor.

    Refik Halit Karay – 1941 – Tan Gazetesi