Menü Kapat

Galatasaray’da Okuyup Fenerbahçeli Olmak

1930’lu yılların meşhur spor dergisi Olimpiyat’ın 23 Haziran 1934 tarihli nüshasında, Fenerbahçe tarihinin en önemli isimlerinden birisi olan Ali Naci Karacan, mükemmel bir yazı kaleme almış. “Futbol işlerimizin meraklı, eğlenceli, faideli tarihçesi” başlıklı yazı dizisinde, “Galatasaray’da Okuyup Fenerbahçeli Olmak” nedir ve “Öyle şey olmaz!” diyenler nasıl da uçsuz bucaksız saçmalıyor, bunu anlatıyor… Nur içinde yatsın.

Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


Galatasaray’da okumuşken nasıl Fenerbahçeli oldum?

Beni Fenerbahçeli eden, ne 1331 senesi, bir akşam, bir müsamere münasebetiyle kulübün aza defterlerine ismimin yazılmış olması, ne de İttihatspor maçı münasebetiyle tekrar ve sık sık temas etmek fırsatını bulduğum Hasan Kamil ve bilhassa Nasuhi gibi  bazı eski ve Fenerli arkadaşlarımın çok şiddetli ısrarları olmuştur. Beni Fenerbahçeli eden, İttihatspor’un çöküp gitmesine rağmen, benim içimde coşup taşan kendi heyecanım ve beni senelerce Fenerbahçe’nin ta en yüksek idaresi başına yükselten, bana o temiz ve kibar gençlik ocağının naçiz hizmetkarı olmak şerefini veren de, o müessesenin bilaistisna bütün mensuplarında müşterek bir hassa, bir karakter hassası olarak göze çarpan Fenerbahçelilik aşkı, yani kulübün kendi kalbinden çıkarıp kendi çocuklarının kalplerine aşıladığı, kendi heyecanı olmuştur.

Spor işleriyle uğraştığım seneler sık sık uğradığım bir suale de aynı zamanda cevap vermiş olmak için, söylemeliyim ki, filvaki ben, Galatasaray’da okudum, bütün feyzi oradan aldım.

Senelerce, o aziz yurdun dershanelerinde yattım, bahçelerinde gezdim.

Galatasaraylı tabiriyle, pilavını yedim, suyunu içtim, havasını teneffüs ettim.

Hâlâ bile, Beyoğlu’ndan her geliş ve geçişimde, başımı çevirir, çocukluğumun en güzel hatıralarıyla dolu yurda hasretle bakar ve bazı zamanlar hatta gözlerimin yaşardığını bile hissederim. Şimdi, şu satırları yazdığım esnada bile, sanki, yemekhanenin kapısında, elleri arkasında, “Bazil”in heykel gibi hepimize göz gezdirişi, “Moskos”un:

  • Un retenu!

Diye bağırışını, Azrail’den korkar gibi korktuğum “Blanchon”un gözlüğünü ve ak saçlarını, Salih Arif’in öğle yemeklerinden sonra uyuduğumuzu görünce:

  • Encore on vous a donne dul ait caille!

Diye bağırışını, görür ve duyar gibiyim.

Galatasaray’ı, Galatasaray mektebini damarlarımın içindeki kan gibi, o kadar kendimin hissederim.

Evet, birçokları gibi ben de Galatasaray mektebinde okudum, Galatasaray mektebinde yetiştim.

Fakat bundan ne çıkar ve Galatasaray’da okumuş olmaklığım Fenerbahçe’de çalışmış olmaklığıma neden ve nasıl mani veya mahzur teşkil edebilirdi ve niçin etsin?

Ben Galatasaray mektebinde okudum ama Galatasaray kulübüne hiçbir zaman girmedim ve bu itibarla asla Galatasaraylı değildim ve değilim.

Galatasaray talebesi olmak itibariyle benim Galatasaray futbol takımıyla bütün alaka ve münasebetim şundan ibarettir ki, senelerce aynı sırada yan yana oturduğumuz Hasnun’la, Ustrumcalı Hüseyin, mebus Rıfat, kasap Faik ve daha birçokları, Galatasaray futbol takımıyla alakadar bir kısım arkadaşlarla, hep aynı sınıfta idik. Ara sıra onlarla beraber soyunup “Gran kur”da topa vuruyor ve büyük maç günleri bu arkadaşlarımı gidip teşvik ve teşci ediyordum. Kaybettikleri zaman müteessir oluyor ve kazandıkları zaman da, pek tabiidir ki, seviniyordum. Demek benim Galatasaray futbol takımıyla alakam, o takımdaki mektep arkadaşlarıma duyduğum alakadan ve bir de mektebimin ismini taşıyan takımın kazanmasını istemek arzumdan ileri gelmekte idi.

Evvelce de söylediğim gibi, mektepten sonra hayata girince, futbol bağlarım yavaş yavaş tamamen gevşemiş ve müphem birer hatıra haline gelmişti. Esasen Galatasaray kulübü de, bizim mektepte olduğumuz tarihlerde, bugünkü gibi az çok mektep haricinde ve hemen hemen ayrı bir taazzuv halinde değildi. Binaenaleyh ben Galatasaray kulübüyle değil, anlattığım şekle münhasır kalmak üzere Galatasaray futbol takımıyla alakadardım ve içindeki arkadaşlarımın kimi cephede ölüp kimileri de şuraya buraya dağılarak o takım zamanın emrettiği zaruri istihalelere uğrayınca, artık, içimde, ona karşı fazla bir alaka da duymamaya başladım ki, Fenerbahçe’ye girmekliğim için ısrar ettikleri zaman “Ben Galatasaraylıyım!” diye bir mani ve mahzur hatırlamadım. Niçin hatırlayayım ki, hiçbir zaman Galatasaray kulübüne girmemiş olmaktan maada, eğer mektepte okumak Galatasaraylı olmak demek idiyse, o halde benden evvel Fenerbahçe’nin kaptanı Hasan Kamil de, benimle beraber Galatasaray’da ve aynı sınıfta okuyanlar arasında olduğu ve hele o futbol da oynadığı için daha evvel Galatasaraylı olmak lazım gelirdi. Halbuki bütün futbol hayatında bu arkadaşa bir kere “Galatasaraylısın!” denilmediği halde, şayanı hayrettir ki benim sonradan yaptığım bütün spor kavgalarında ve Galatasaray için yazdığım bütün o mücadele yazılarına verilen cevaplarda, bir kısım muharrirler, hep “Sen Galatasaraylısın ve Galatasaray’a hücum ediyorsun!” diye bana tariz ettiler. Bu haksız tarizlere, daima “Mekteple kulübü birbirine karıştırmayın! Her Galatasaray’da okuyan behemahal Galatasaray kulübünde olmak mecburiyetinde değildir!” cevabımı verdim.

Bu cevapta, her noktadan haklı idim. Çünkü Galatasaray futbol takımının resmî maçlar yapması ve resmî maçlar yapan takımların ihtiyaçlarına ve zaruretlerine katlanarak, çok defa, arasına –vaktiyle Hüseyin ve sonra Latif’i aldığı gibi- Galatasaray’la hiçbir alakası olmayan, fakat iyi futbol oynayanları alması, bu kulübün mekteple mesela Robert Kolej takımı gibi sıkı alakası olmadığını, yani bütün manasıyla bir mektep takımı ruhunu taşımadığını göstermeye kâfi değil mi idi?

Hulâsas, bütün bu mülahazalardan başka, asıl hakim sebep şudur ki karşıma Fenerbahçe çıkıyordu ve ben de Fenerbahçe’yi, daha ilk temasta, kendime daha uygun görüyordum. Onunla kendi aramdaki havanın hemen –bilhassa oyuncularını mütevazi, sessiz, fakat yenmek azmiyle dolu gördüğüm için- büyük bir sevgi ile dolduğunu görüyordum.

Nihayet Galatasaray mektebinden olduğum kadar ve belki daha eski bir Kadıköylü idim ve bu kulübün içinde benim çocukluğumdan beri yaşadığım muhitin birçok gençleri, birçok arkadaşlarım bulunuyordu.

Şimdi, onlar bana “Gel beraber çalışalım ve bu kulübü yükseltelim!” diye ısrar ediyorlardı.

Elimde bir gazete vardı ve hiç olmazsa, bu gazete ile, bu kulübe istediğim kadar hizmet etmek imkanları ortada idi.

Nihayet ve bilhassa şunu söylemeliyim ki, benim kulüp ve kulüpçülük telakkilerim de, o zaman ve hâlâ, birçok Galatasaraylıların ve Fenerlilerin hususi telakkilerinden bambaşka idi. Mütarekenin o günlerinde ben bu spor ve bilhassa futbol işini tamamıyla milli bir iş olarak görüyordum ve onun nasıl olup da o zamana kadar o şekilde telakkiye uğrayarak ona göre üzerinde çalışılmamış olmasına da hayretler ediyordum.

Bilhassa bir ecnebi takım karşısında, bir Türk futbol takımının yapacağı hamle, Türk gençliğinden bir parçanın kolektif bir milli hamlesinden başka ne suretle telakki olunabilirdi? Filvaki o zamana kadar, belki kulüplerde kendilerini doğuran hususi toplanma ihtiyaçlarının ve kendi kulüplerinin yalnız spor yapmak arzularının mahsulü idi.

Fakat artık, kulüpler büyümüş ve zaman değişmişti.

Şimdi, kulüp hacimlerinin yeni zaman şeraitine göre büyülterek, genişleterek, kendilerini hususi cemiyet sahasından cemiyetin asıl sahasına, millet sahasına taşırmak ve ona, kendisine yakışan bir faaliyet, memleket mikyasında bir faaliyet vermek daha doğru değil miydi?

Ve işte mesela şu Fenerbahçe kulübü, hepsi münevver, hepsi memleketçi gençleriyle, memlekette böyle bir spor bayrağı haline gelebilmek için bütün şartları ve istidatları haiz görünüyordu. Yahut, Fenerbahçe, benim kafamda herhangi bir kulübe tatbik edilecek olan bu fikirleri derhal kavramak ve işe başlamak için, bana, sabırsızlık gösterir gibi geliyordu.

Demek isterim ki, futbolda bilhassa ecnebilere karşı bir milli mücadele silahı gördüğüm ve yalnız öyle gördüğüm içim heyecanlandığım o günlerde, tesadüf, karşıma Fenerbahçe’yi değil de, herhangi bir kulüp çıkarsa, ben, belki onun da içine girerek o fikirleri hakim kılmak isteyecektim. Nasıl ki İttihatspor’da, bir an, fikirlerime uygun bir uzviyet bulduğumu bile zannetmiş ve onu takviye dahi etmek istemiştim. Fakat Fenerbahçe İttihatspor’u yenerek bu kulüp dağılıverince, bu bana yalnız bir galibiyet ve bir mağlubiyet farkı göstermekle kalmadı. Köklü, kendini sevenlerin aşkına dayanmış bir müessese ile köksüz ve yalnız hususi ve şahsi gayretlere dayanan devşirme kulüpler arasındaki farkı da anlatmış oldu.

İşte bu suretle ve içimden taşan bu aşk ile ve bu emellerle ve hakikaten Fenerbahçe’ye hizmet aşkiledir ki , arkadaşların kafile halinde evime geldikleri bir gecenin samimi havası içinde bir akşam, Fenerbahçe’ye girmek teklifini kabul ettim ve kim ne derse desin, Fenerbahçe’ye girip onu yükseltmeye çalışmakla da, en başta Galatasaray olmak üzere, hiç olmazsa kendilerini de çalışmaya mecbur ederek az hizmet etmedim.

Ali Naci Karacan / 23 Haziran 1934 – Olimpiyat Dergisi

Bir Cevap Yazın