Menü Kapat

Kadıköy Cenneti

Sermet Muhtar Alus, 29 Temmuz 1945 tarihli Akşam gazetesinde muhteşem bir Kadıköy yazısına daha imza atmış. Kadıköy cenneti andıran bir köşe iken, kimler kimler, ne zamanlar geçirmiş… Büyük bir keyifle okuyacaksınız!

Not : Yukarıdaki müthiş görsel için kıymetli büyüğümüz Seyhun Binzet‘e sonsuz teşekkürler…

Fenerbahçe Tarihi Çalışma Organizasyonu


Dünden Bugüne Kurbağalıdere

Belediyenin Kurbağalıdere’yi temizletmeğe kalkışması civarlıları, hele orayı bir iki ay önce kalemine dolayan kıymetli dostum Vâ-Nû’yu ne kadar memnun etmiştir, diyorum. Bu hayırlı haberi Akşam’da okuyunca ben de âdeta sevinmiştim. Ara sıra Göztepe’ye gidip gelirken derenin ilerisini, gerisini yokluyorum. Faaliyet başladı mı, başlamak üzere mi? Hattâ geçen çarşamba, yine oradan geçerken Kalamış koyunda tarak dubası gözüme ilişince enikonu ferahladım. Aradan üç dört gün geçer geçmez gazetelerde bir havadis:

Mevsim geçikmiş, artık havalar müsait değilmiş; gelecek seneye bırakılmış. (Geç olsun da güç olmasın, çıkmaz ayın son çarşambasına kılmasın da)yı hatıra getirerek yerinmeğe pek sebep yok amma şu da apaşikâr: Yine pişmiş aşa su katılmış.

40 yıl evvel Kurbağalıdere sahiden kurbağalı bir dereydi. Yaradana kurban olayım, o koca kafa, patlak göz hayvancıklar, kıyılarında durup dinlenmeden bağırışırlar; hikmeti hüda, ne bed şekillerinden tiksinilir ne de kötü seslerinden yaka silkilirdi.

O vakit dere, şimdiki kadar dolmamış. Suyu oldukça bol, çamur renginde, aşağı tarafları yosunlar, miyasmalar içinde ve küme küme haşarat bulutlan: su sineği, sivrisinek, tatarcık.

Üzerinde o zaman da kâgir bir köprü vardı. Yavuz Selim’in Çaldıran seferine, Dördüncü Murad’ın Revan, Bağdat seferlerine gidişinden kalma mı neydi? Köhne, dapdaracık çukurlu tümsekli; iki yanında tahtadan harap korkuluklar.

Maazallah, koşulu atlar az buçuk haşarılanıp arabayı iki karış sağa veya sola götürdü mü paldır küldür aşağıyı boylamak haritada yazılı. Emektar, dizgin kullanmakta usta arabacıları hep o köprü üstünden geçerler; içeridekiler bu berzahlanışa alışkın olmakla beraber besmeleleri, salâvatları dudaklarından eksik etmezlerdi. Gelgelelim bütün kira faytoncuları, muhacir arabacıları dere budur diyip yallah dalarlardı.

Sebebi var: Sıcaktan dili bir karış dışarıya çıkmış hayvanları serinlendirmek; çamurlukların, tekerleklerin tozunu toprağını gidermek…

Müşteri hanımlar, beyler feryadda:

— Aman ne yapıyorsan hemşehri, bari derin taraflara gitme, üstümüz başımız, tepeden tırnağa zifoslardan berbat olacak, maskaraya döneceğiz.

Kulak asan kim? Hattâ bazıları, fırsat bu fırsat diyerek daha ötelere gider, paçaları sıvayıp aşağı atar, diz kapaklarına kadar suya girmiş atları, tekerlek taslarına kadar batmış arabayı bir âlâ yıkardı.

Mahut kâgir köprünün altından itibaren gerilerine (Dereboyu) denilirdi. Kadıköylülerin en belli başlı mesiresi. Kıyılarına, yaygılar, kilimler serip serip bayıla bayıla Gazhane, Paris, Çarıkçı mahallelerinin kadınları, tazeleri; memede, kucakta elde, sıbyanları. Kimi kol gibi hıyarları göğdeye atmada, kimi tırabzan babası kalınlığındaki mısır koçanlarını kemirmede.

Daha üst tabakalar da mevcut; Halep maşlahlı, son moda yeldirmeli, alafranga kaspusiyerli hanımlar da dolu. Seccadeler, açılıp kapanır portatif iskemleler üzerine oturmuşlar. Onların da ağzı boş durmuyor. Gezici satıcılardan kâğıt helvası, dondurma, Ağustos’un on beşi geçti mi muhallebi, kestane, ünnap yiyorlar. Tazeler arada bir ayaklanıp bir iki boy piyasada; peşlerinde şık beyler ve gelsin (söz atış)ların çeşidi:

(Mahmur bakışı âşıka bin lûtfa bedeldir), (Atfetme sakın hançeri müjgânını nagâh), (Etmeyor hiç merhamet cânân benim efganıma) gibi şarkı mısraları…

Cuma ve Pazar akşamları buradakiler Kuşdili çayırına, Kuşdili’ndekiler de buraya kadar, aynı minval üzere piyasayı uzatırlardı.

Dere boyundaki keçi yollarından daha ileriye yürüyünce bir kır kahvesine gelinirdi. İşleteni de söyliyeyim: Kadıköyü’nün en namlı yorgancısı, aksatmasının kıtlığından değil, keyif olsun diye tiyatrocu Kel Hasan’ın büfesini tutan, meşhur (Onikiler)den arta kalan Kâmil efendinin küçük oğlu Zekâi.

Yüz yıllık çınarların altında bir salıncak, bir de o vaktin başlıca jimnastik âleti olan barfiks vardı. Omuzdaş takım kolan vururken minare boyu yükselerek ayaklarını çınarın dallarına değdirir; perşembe akşamları da havalinin jimnastiğe meraklı bazı delikanlıları ve Harbiye, Bahriye, Kuleli mektebi talebelerinden bazı gençler sabit demirde marifetler gösteri, birbirleriyle yarışa çıkarlardı.

Kurbağalıdere’nin daha ötesine gitmek netameli sayılırdı. Zire Beşinci Murad’ın sözüm yabana çiftliği orada. Vakıa bir iki uyuntu bekçiden başka kimsecikler arama, fakat korkulu rüya görmektense uyanık yatmak hayırlı. (Fikir tepesi)ni boylıyacaklar sağdan, uzaklardan dolanırlardı. Tepenin civcivliği de mayıs ayına münhasır.

Dere boyunun gediklilerini sayalım; hanımlar tarafından takılmış lâkablarını da ilâve edelim:

Kıvırcık saçları tıpkı fesliyen demetini andıran, (zabıtanı askeriye)den ve (müntesibini musikiye)den Bülbül Asaf…

(Çayır lüksü), (Pembe gül), (Mehtap) ünvanlarını taşıyan, Babıâli’nin bilmem ne kalemi hülefasından Dilber bey…

(Küçük lüks) denilen ufak tefek genç…

Piyade mülâzımı, Uşşakizade Halit Ziyanın hayranı, istikbalin edebiyatçısı ve muharriri Raif Necdet ile candan arkadaş, eski Galatasaraylı, Romanyalı Süleyman Sudi…

Pembe köşklü, Kişizade, (bundan altı yedi yıl evvel Suadiye’de kaza kurbanı olan) Kenan merhum…

(Lokman hapı) diye şöhretli, kara yağızın yakışıklısı Yusuf…

Fazal sarışınlığından ötürü Almana benzetilen, ney üflemekte de mahareti bulunan Cemil…

Her an hafiften hafife gazel terennüm eylemediği dakikalar kahkahasından durulmayan, sakal başını henüz aldırtmış hafız…

Damatlara, gelinlere, torunlara karıştığı halde her dem taze bembeyaz saçlı ve kirpikli, Mızıkai hümayunlu Suat bey (elyevm Kadıköyü’nde gazete satar) ve saire…

Hanımları araya katmadık. Bu gezip tozan beyler, yukarıda dediğim gibi Kuşdili çayırı piyasalarından da hiç eksik olmazlardı.

Derenin sağ kıyısına rastlayan çayıra niçin Kuşdili adı verildiği düşünülecek şeydir. Etrafında ağaçlar, yeşillikler çok; berisindeki bostanda tınazlar gibi gübre yığını; yani her tarafın kuş yatağı oluşunda şüphe yok. Ve lâkin ne diye (Kuşlu çayırı) denilmemiş de (Kuşdili çayırı) denilmiş. Öteden beri seyir, seyran yeri olduğuna göre acaba eskiden burada (teııezzühe) çıkan erkekler, kadınlara kuşdilice mi lâf atarlarmış?

Fenerbahçe’den dönen Kadıköylülerin, Acıbademlilerin, Üsküdarlıların arabaları Mahmutbaba türbesinin önündeki yolda zincirleme, arka arkaya dizilir, son mola burada verilirdi.

Süsüne fazla düşkün beyler arabadan inip bir kenarda lostracıya iskarpinlerinin, pantalon paçalarına tozlarını süpürtür, arkadaşının koluna girip çayırı üç beş kere dolaşır. (Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla) kabilinden yanındakıne şairane şairane sözler, Fransızca kelimeler karışık cümleler sarfederlerdi.

Kuşdili’nin dere kenarında, Komik Hasanın ahşap tiyatrosu cuma ve pazarları dolup taşardı. İştanbul’da ilk futbol, Moda’daki İngilizler tarafından, bu salaşın karşısında oynanmıştır. Meşrutiyetin ilânından sonra Galatalı Hamdi reis, meşhur çalgılı gazinosunu gene bu salaş tiyatro binasının ilerisinde açmıştı. Yıllarca her yaz hıncahınç kesilmiş, günün birinde de reiscağız ayağı kayıp yuvarlanınca ağaçlara gerili tele boynu takılıp ahrete gitmişti.

Kurbağalıdere’nin nihayetindeki Yoğurtçu çayırına neden dolayı bu ismin verildiği de malûm değildir. Bir köşeciğinde yoğurt yapan bir mandıra mı vardı, yoksa yoğurtçu dükkânı mı, bilen yok.

Ben dünyaya gelmeden beş altı yıl evvel bizimkiler bir yaz orada ev kiralamışlar. Konu komşular arasında maruf kimseler de varmış. Meselâ Mekteb-i Mülkiye müdürü Abdürrahman Şeref efendi; doktor Ahmet paşa; Babıâli ricalinden Nureddin bey (eşsiz sanatkârımız Münir Nureddin’in babası); Tulumbacıbaşı (musiki üstadlarımızdan Sinekemani Nuri beyin babası).

O zamanlar ramazan yaza rastladığından çayırda cemaatle teravih kılınır, civarlılar gecelik entarileri, keten hırkalar, feyyum kürklerle namaza gelirlermiş. Çayırın deniz tarafında, etrafı pedavralarla, çalı çırpılarla bölünmüş yerde Kavuklu Hamdi ortaoyunu oynar, küçücük sahnede Aranik adında, kara kaşlı, kara gözlü, tombalak bir Ermeni kadını:

“Muhaciriz, bîçareyiz, amma ne bahtı kareyiz” diye kanto söylermiş.

Teravihten sonra istiyen ortaoyununa gider, istiyen çayırda piyasa eder; çok kimse de, bilhassa mehtaplarda sandallara binip, beyden efendiden de sazende ve hanendeleri beraberine alıp derede, Kalamış koyunda geç vakitlere Kadar taksimleri, gazelleri, şarkıları tuttururlarmış.|

Bizim çocukluğumuzda Yoğurtçu’da in cin top oynardı. Meşrutiyetten sonra gene canlanır gibi oldu. Derede, koyda gene deniz safaları yapılmağa başladı. Yıkılan oyun yeri bir kahve haline sokulmuştu. Sahibi çepkenli ve poturlu Mustafa ağa, ocakçısı da (Dede) denilen kalendermeşrep bir Ermeniydi. Bu kahve sonbahar girince balık meraklılarının âramgâhı idi. Baş devamlısı da Barometre Ali bey.

Mumaileyh göğe, bulutlara bir göz atsın, ertesi gün havanın lodosa mı döneceğini, fırtına mı kopacağını şıppadak söylesin.

Sermet Muhtar Alus / Taha Toros Arşivi

Bir Cevap Yazın